efkârlı bir göçebe konak ateşinin közlerine inat; başına buyruk o heybetli erciyesin, doruğundan gelen kar suları kadar, coşkulu ve vefa alemi ruhlu ve, bir dergâh asudeliğindeki vadi kuytularında şırıldayıp duran, buz gibi ve içimi doyumsuz, kendiyle halvette akan, bir ince nakışlı keder deresi…, ve sevdalı süreyya gözlerin ışıltısını, ne yıldızlardan, ne aydan, ne de güneşten aldığı, bir çift buğulu, ve lapis lazuli gözde; bütün bildiklerini unutan ve, aşkı kendinde kayboluş bilen kalbiyle, bu yanık anız tarlası yüreğe ve nadasa bırakılmış gariban bir gönle, çisil çisil ve ansızın yağan bir rahmet olan, can/an;
her hevesi boğazında düğüm düğüm, ser verilip sır verilmemiş, tedaviye cevap vermeyeceği belli bir maraza düçârlığın burukluğu ve, hicivli bir gülümsemenin yüzü maskelediği, yalnızca; her rastladığı insanın gözlerindeki derinliğe bakabilecek, o temiz yüreklilerin farkına varabilecekleri, ve böylesine içine düşülmüş dermansız haliyle, hayatındaki hayatların verdiği mukavemetle nefeslerini sürdürebilen, dünyalar garibi ve içine kapanık, ve fakat yedi kat semaya açık, dildâr ve dostunun mihmânı özge bir hayat sırtında, sendeleyip duran ve yıkılmamak için, umut bağlayıp tutunduğu avuntuların, bir bir çözülüp dağıldığı ve terk ettiği dipsizlikte, ıssız ve kör karanlıkta kalmışlığına yanmaktan da malûl, pusulası kayıp…, perişan göz pınarları kurumuş, gücenik ve suskun bir can/a,
İnanan bir gönül için Allah sevgisi her şeyin başı ve bütün sevgilerin de en saf, en duru kaynağıdır. Sinesi inançla çarpan samimi ruhlar sadece Allah'a dilbeste olur, O'nu sever ve muhabbetlerini asıl sevilmesi gerekli olandan başka yerlerde katiyen israf etmezler. Sevilebilecek başka şeyler varsa onları da sadece Allah'tan ötürü severler. Gölge hükmündeki izafî bu muhabbet ve alâkaları da, onların Allah'a karşı olan sevgi ve bağlılıklarının azalmasına değil artmasına vesiledir. Evet, gerçekten sevenlerdir ki, Mecnun'un Leylâ'dan başkasından bahsedilmesine tahammül edemediği gibi, bütün herkesin kendi sevdiklerinden, sevgililerinden bahsetmesini arzu ederler. Hatta bu arzu onlarda hırs ölçüsündedir ve başkalarından, başka şeylerden bahsedilmesini kesinlikle kabul etmezler/edemezler.
Evet, can da O, cânan da O, yar da O, yâran da O'dur ve biz sohbet-i Cânan dediğimizde bulunduğumuz mecliste sözü evirip çevirip, döndürüp dolaştırıp O'na yani Allah'a, Rasûlüllah'a, Kur'an'a, İslam'a bağlamayı kastederiz ki, bu, bir mümin için hayatî denilebilecek ölçüde önemli bir vazifedir.
Sohbet-i Cânanın Olmadığı Yerde Laubâlilik ve Mâlâyanilik Vardır
efkârlı bir göçebe konak ateşinin közlerine inat;
başına buyruk o heybetli erciyesin,
doruğundan gelen kar suları kadar,
coşkulu ve vefa alemi ruhlu ve,
bir dergâh asudeliğindeki
vadi kuytularında şırıldayıp duran,
buz gibi ve içimi doyumsuz,
kendiyle halvette akan,
bir ince nakışlı keder deresi…,
ve sevdalı süreyya gözlerin ışıltısını,
ne yıldızlardan, ne aydan, ne de güneşten aldığı,
bir çift buğulu, ve lapis lazuli gözde;
bütün bildiklerini unutan ve,
aşkı kendinde kayboluş bilen kalbiyle,
bu yanık anız tarlası yüreğe
ve nadasa bırakılmış gariban bir gönle,
çisil çisil ve ansızın yağan
bir rahmet olan,
can/an;
her hevesi boğazında düğüm düğüm,
ser verilip sır verilmemiş,
tedaviye cevap vermeyeceği belli
bir maraza düçârlığın burukluğu ve,
hicivli bir gülümsemenin yüzü maskelediği,
yalnızca;
her rastladığı insanın gözlerindeki
derinliğe bakabilecek,
o temiz yüreklilerin farkına varabilecekleri,
ve böylesine içine düşülmüş
dermansız haliyle,
hayatındaki hayatların verdiği
mukavemetle nefeslerini sürdürebilen,
dünyalar garibi ve içine kapanık,
ve fakat yedi kat semaya açık,
dildâr ve dostunun mihmânı
özge bir hayat sırtında,
sendeleyip duran ve yıkılmamak için,
umut bağlayıp tutunduğu avuntuların,
bir bir çözülüp dağıldığı ve terk ettiği dipsizlikte,
ıssız ve kör karanlıkta kalmışlığına
yanmaktan da malûl,
pusulası kayıp…,
perişan göz pınarları kurumuş,
gücenik ve suskun bir
can/a,
hüdâ katından yollanan ilahî bir tesellidir,
ah;
hayırlı seyirler..
CAn vermişsin ölü bedenlere,
CAnAn olmuşsun gönülden sevenlere
İnanan bir gönül için Allah sevgisi her şeyin başı ve bütün sevgilerin de en saf, en duru kaynağıdır. Sinesi inançla çarpan samimi ruhlar sadece Allah'a dilbeste olur, O'nu sever ve muhabbetlerini asıl sevilmesi gerekli olandan başka yerlerde katiyen israf etmezler. Sevilebilecek başka şeyler varsa onları da sadece Allah'tan ötürü severler. Gölge hükmündeki izafî bu muhabbet ve alâkaları da, onların Allah'a karşı olan sevgi ve bağlılıklarının azalmasına değil artmasına vesiledir. Evet, gerçekten sevenlerdir ki, Mecnun'un Leylâ'dan başkasından bahsedilmesine tahammül edemediği gibi, bütün herkesin kendi sevdiklerinden, sevgililerinden bahsetmesini arzu ederler. Hatta bu arzu onlarda hırs ölçüsündedir ve başkalarından, başka şeylerden bahsedilmesini kesinlikle kabul etmezler/edemezler.
Evet, can da O, cânan da O, yar da O, yâran da O'dur ve biz sohbet-i Cânan dediğimizde bulunduğumuz mecliste sözü evirip çevirip, döndürüp dolaştırıp O'na yani Allah'a, Rasûlüllah'a, Kur'an'a, İslam'a bağlamayı kastederiz ki, bu, bir mümin için hayatî denilebilecek ölçüde önemli bir vazifedir.
Sohbet-i Cânanın Olmadığı Yerde Laubâlilik ve Mâlâyanilik Vardır
Cânan bilindiği üzere sevgili manasına gelir. Mutlak zikir kemâline masruftur; dolayısıyla sevgili Allah'tır.