Okumak ve yazmak en büyük tutkum.Yıllardır yazıyorum.Yayımlanmış üç kitabım var...Ayrıca; biri öykü, biri şiir, bir diğeri deneme olmak üzere, basıma hazır üç kitap dosyam var.......Evliyim ve bir çocuk annesiyim......Ha! Bir de dünya tatlısı torunum var.
- İngilizce bir şarkıyla bizi temsil etmek isteyenlere inat, ikinci kez aynı şiiri yazıyorum. -
Türkçem!
Annemin dilisin sen / hatmi çiçeğim
Kırda açan papatyam / dağlarda çiğdem.
Seni özlemenin
Ne demek olduğunu sor bana,
Yetmişiki dilde anlatabilirim
Kitabını yazabilirim / sayfalarca.
Yalnızlığın rezilliğini
Kokuşmuşluğunu
Yıllar önceydi. Bir aile dostumuzun kızlarının nikâh töreni için Ankara’ya gitmiştik. Nikâh Atakule’deki nikah salonunda kıyılacaktı. Nikâha son anda yetiştik. Nikâh merasimleri bende hep hüzün uyandırmıştır. Gözlerim dolu dolu izlerim töreni. “Mutlu günlere ilk adımlarını atan gençleri ilerde acaba nasıl günler bekliyor? “diye düşünürüm.”Her evlenen mutlu olmak için evlenir. Acaba bu gençler mutlu olabilecek mi? ” diye kendi kendime sorarım.
Kızım ve eşimle birlikteydik. Onlar asansöre binerek kuleye çıkmak istediler. Benim onlarla birlikte kuleye çıkmam gibi bir durum asla söz konusu olamazdı. Çünkü ben asansöre binmem. Daha doğrusu binemem. Dört beş katlı bir apartmanın asansörüne bile. Bir- iki dakikalık asansör yolculuğu, bana yıl kadar uzun gelir. Otuz katlı binanın merdivenlerini tırmanmayı göze alırım, yine asansöre binmem. Asansörün içinde nefes almakta güçlük çektiğimi hissederim.Asansör bana kibrit kutusu kadar küçük gelir. Asansöre binenlere de “Merdiven çıkmanın çok sağlıklı olduğunu” söylerim. Asansör korkuma bir mazerettir bu aslında.Yıllardır bana birileri “Canım ne var korkacak! ” dediler durdular hep. Bu sözler hiçbir işe yaramadı. Asansör korkusu bu işte. Daha doğrusu fobi. Hiç mantıklı bir açıklaması yok. Kısacası binmedim asansöre. Bir kenarda eşimin ve kızımın dönmelerini beklemeye başladım.
Çok iyi gözlemciyim. Nerede olursam olayım etrafımı devamlı gözlemlerim. Etrafımda hep bir şeyler ararım. Bu beni hem can sıkıntısından kurtarır, hem bana mutlaka birşeyler kazandırır. Öyle dalgın gözlerle bakmam etrafıma. Gördüklerimden, izlediklerimden, hatta duyduklarımdan bir şeyler yakalamaya çalışırım. Doğal olarak da bunun sonucunda; birçok kişinin gözünden kaçırdığı şeyleri yakalayabilirim....
O gün de öyle oldu. Eşimin ve kızımın dönmelerini beklerken etrafı izlemeye başladım. Buradaki insanların hemen hepsinin çok iyi giyimli olduklarını farkettim. Normal bir zamanda, herhangi bir yerde görebileceğiniz insanlar topluluğu değildi sanki. Özel seçilmiş, belli bir kültürü almış insan topluluğu gibiydi. Nedense, o insanlar içinde kendimi çok farklı hissettim. Sanki onlardan ayrı, onlardan uzak.
Benim için işte öylesine, yani sıradan bir gündü.Sanki aralarına karbon kâğıdı konmuş gibi, ya da tv’deki diziler gibi bütün günler birbirine benziyor zaten. Sizi bilemem de, bana göre öyle.
Halk Eğitim’e boyama kursuna gidiyorum.O gün, - o sıradan günde yani – kurs binasının kapısına geldiğimde, iki bayan öğretmenle karşılaştım.Beni görünce çok sevindiler, sanki maaşlarına zam gelmiş........Gülümseyerek, ”Hocam! Biz de sizi bekliyorduk.Bize yardımcı olur musunuz? ” dediler.
Daha ben hangi konuda yardım istediklerini sormadan, heyecanla ”BAKAN GELECEKMİŞ DE,” dediler......Meğer, bir öğrenci bakana, ilçemiz hakkında kısa bir bilgi verecekmiş.Bizim kasabamız şöyledir, böyledir falan diye........İşte o kısa bilgiyi benden almak istiyorlarmış.İçeri girdim, birkaç dakikada karaladım birşeyler.Elli yıldır bu kasabada yaşıyorum.Onu tanıtmak, çocuk oyuncağı benim için.
Öğretmenlik yaptığım yıllarda rahatsızlık duyduğum bir konu vardı. O da Atatürk’ü öğrencilerimize anlatabilmek ve tanıtabilmek için giriştiğimiz yoğun çabalardı. Rahatsızlık duymam; Atatürk’ü tanıtmak ve anlatmak için gösterdiğimiz çabalardan değil, verdiğimiz bu çabaların hiç de amacına ulaşamıyor olmasından ve bizi amaca götürmeyecek yöntemler kullanılmasından kaynaklanıyordu.
Çünkü zamanlama hatası yapıyorduk, yanlış malzeme kullanıyorduk. Ya da doğru malzemeyi, yanlış yerde kullanıyorduk. Öğrencilere giydirmek istediğimiz elbise, bol geliyordu onlara.
1981-1982 Öğretim yılıydı. Bir köyİlkokulu’nda öğretmendim. Beş sınıfı bir arada okutuyordum. Her sınıfta az da olsa öğrencim vardı. Diyelim ki, birinci sınıfa giden iki öğrencim var; o iki öğrenci için ayrı bir ders veriyordum. Yani, kırk dakikalık ders saatinde, beş sınıfla meşgul oluyordum. Bu durumda, bir sınıfa ortalama olarak ancak sekiz dakika ayırabiliyordum. Dolayısıyla, bir derste öğrenciye verebileceklerim, çok ama çok sınırlı oluyordu. Buna bağlı olarak da, başarı düzeyleri, normal bir okulda okuyan çocuktan oldukça geriydi. Bunun aksini iddia etmek, gerçekleri yadsımak olurdu.
Atasözlerimize çok meraklıyım. Atasözleri ile ilgili kitaplar, ansiklopediler okurum. Duyduğum, okuduğum atasözlerini hemen not alırım. Yazılı ve sözlü anlatımda sık sık onlardan yararlanırım. Atasözleri beni, uzun uzun konuşmaktan kurtarır. Söylemek istediğimi kısa yoldan anlatabilmemi sağlar.
Şöyle örneğin: Ben kahve tiryakisiyim. Günde en az altı, yedi fincan kahve içerim. Nereye gitsem, kime gitsem, hemen bir fincan kahve ikram ederler bana. Zaten yaşadığım kasaba küçük bir yerleşim birimi olduğu için, hepimiz her birimizin neyi sevdiğimizi neyi sevmediğimizi biliriz. O nedenle eşim-dostum, hemşehrilerim benim kahve tiryakisi olduğumu bilirler. Ama yine de sorarlar bazen:
”Kâmuran Hanım! Kahve içer misiniz? ”
Hemen bir atasözüyle yanıt veririm:
“Tilkiye tavuk eti sever misin diye sormuşlar; adamın güleceğini getirmeyin demiş.”
Otuzbir yıl önce bugün, hayatımın en önemli kararına imza attım.Onsekiz yaşımı henüz doldurmamıştım bile. Utangaç, ürkek, korkak bir şekilde ve adına “sevgi” deyip diyemeyeceğime karar veremediğim duygular arasında, bir erkeğin hayatına karıştım.
Coşkun akan iki dereyiz biz. Sularımızı aynı yatakta akıttık yıllarca. Bazen, yağan yağmurlarla çoğaldı sularımız, debimiz yükseldi. Bazen de kurak geçen mevsimler nedeniyle eksildik, sularımızın bir kısmını kurak topraklarda bıraktık.
Zaman zaman bazı engeller çıktı önümüze.Güç alıp birbirimizden, aşmaya çalıştık engelleri. Kimi zaman da inişlere düştü yolumuz. Hızlandık, köpürdük, türküler söyleyerek coştuk yatağımızda.Ta ki düz bir ovaya yolumuz düşene dek.
Bir İsmail Abim vardı çocukluğumda..........Çok yaramaz olmasına, bazen beni dövmesine rağmen, çok severdim onu.Zaten yaramazlığı yüzünden sık sık annesinden dayak yer fakat yapacağından geri kalmazdı. Onun yediği dayağı bir başkası yeseydi, hastanelik olurdu. Galiba o sopaya pişmişti. Komşular öyle söylüyorlardı. ” Sopaya pişmek ” - annemim söylediğine göre - sopa yemekten bir ders çıkarmamak, yapacağından vazgeçmemek anlamına geliyormuş. O kadar dayak yer, gözünden bir damla yaş akıtmazdı. Ne canı gür bir çocuktu. Yer dayağı, “ Acımadı ki acımadı ki,” diyerek annesine arsız arsız sırıtırdı. Annesi beddua ederdi ona; ” İlâhi boyun posun devrilsin çocuk,” derdi. Boyu posu devrilmek, ölmek demekmiş....Çok yaramazdı ama, yine de onun ölmesini istemezdim.
Çoğu zaman annesi onu tutup dövmeyi başaramazdı. O kaçar, annesi kovalardı. Kazara yakalandığı zaman da annesinin elinden cıva gibi kayar giderdi. Tutabilene aşk olsun! Çünkü çok iyi koşardı, kaçarak dayak yemekten kurtulurdu. Birkaç defa annesinden kaçıp, bizim eve gelmişti. Kendisini çok ayıplıyordum. Ben ve kardeşlerim onun yaptığı şeyleri yapmıyorduk. Biz akıllı çocuklardık(!) .
Bir gün annesinin dayağından kaçıp bize geldiğinde; “ Şimdi annenden kaçıp dayaktan kurtuldun, fakat eve nasıl olsa gideceksin, sonunda yine dayak yiyeceksin, ” dediğimde; arsız arsız sırıtıp omuzlarını silkeleyerek, “ O zamana kadar annemin hırsı geçer, hatta bazen beni döveceğini unutur bile, boş geeeeç,” demişti. Bana kalırsa, kaçtığı için annesi daha fazla sinirlenecek, belki daha fazla dövecekti. Aslında dövmekle terbiye olmazmış çocuk, annem öyle diyor. Ben onun annesi olsaydım, dayaktan anlamadığına göre ona başka cezalar verirdim...Hiç şeker vermemek, dışarıda oynamasına izin vermemek gibi. Ya da onu gece karanlık bir odada yatırmak gibi. Hem de tek başına. Korkunca, aklı başına gelirdi belki....
Annem ikide bir “ O da akıllanır o da akıllanır, gün ola harman ola, ” deyip duruyor. Göreceğiz bakalım.
Çok kötü, çok zor beğenen bir tv izleyicisiyim. Yıllardır, tv’de beğenerek ve uzun süre izlediğim dizilerin sayısı o kadar az ki. İşte bunlardan biri de “Çocuklar Duymasın.”.....Onu da eşim izlerken, kulak misafiri oluyorum.Ucundan, kulağından izliyorum yani.
Bu diziyi sevmemin nedeni şu:Dizide canlandırılan bazı karakterler bize (ailemize, yakın arkadaşlarımıza, akrabalarımıza) o kadar benziyorlar ki! Özellikle dizideki adıyla Haluk, ya da Abidin.
Zaten ben, dizideki kişilerden en çok Abidin’i seviyorum. Oyunculuk yeteneğine hayranım; önce bunu belirtmek isterim. Ayrıca Abidin’de babamı, erkek kardeşimi, eniştemi, eşimi görüyorum. Bu kişilere benzeyen öyle çok yanları var ki Abidin’in.Ya da başka bir ifadeyle söyleyeyim: Babam, erkek kardeşim, eniştem ve eşim; Abidin’e çok benziyorlar. Özellikle eşim. İşte o nedenle çok seviyorum Abidin’i. Kısacası, bizim evin de bir Abidin’i var. Şimdi, bizim Abidin’in, dizideki Abidin’e benzer yanlarını söyleyeyim size: (Nasıl olsa aramızda yabancı yok. Ama aramızda kalsın.)
Bugün
- Neredeyse bunca zamandır –
Çıktı geldi
18 yaşım.....
Seni sordu bana,
Merhaba Kamuran Hanım,
nasılsınız. Epeydir görüşmeyiz. Doğrusu merak ettim sizi.
Sağlık ve afiyette olmanız dileğimdir.
Sevgiyle ve sağlıkla kalmanız temennilerimle saygılar sunarım.