KIVI 113 – “Kızlar Makaraya Sardı, Deli Kahramanlar Çözemedi”
Köy meydanında öğle sıcağı, Hcı Veli elinde boş çay bardağıyla göğe bakıyordu:
“Gızlar, bu bardakla yıldız topluyorum!” Kızlar kahkahayla patladı.
Nadireli Ali, elinde klarnet, yol kenarında durmuş, her geçen kıza “Senin yürüyüşün si bemol!” diyordu. Leyma durdu:
KIVI 114 – “Tombul Market’in Tombul Gönlü”
Tombul Market’in kapısı sabah ezanıyla açılırdı. Ama ilk müşteri her zaman Zühre olurdu. Çay değil—dert alırdı.
Bakkal Hüseyin, defterini açmadan önce gözlüğünü siler, Zühre’ye bakar:
“Bugün hangi gamı veresiye yazalım gızım?”
KIVI 116 – “Kahveci İrbağam’ın Taş Duvarlı Kütüphanesi”
Kahve taş duvardı. Altı ahır, üstü ev, en üstü—devrim. İrbağam, geleni gülüşle karşılardı. Bakıştan anlardı:
“Sen iki şekerli, sen demli, sen de dut lekeli çay istersin.”
Ama o gün, Kör Kemal geldi. Köyün en sessizi, en çok düşüneni. Kahvenin ortasına dikildi, ve ilk kez konuştu:
KIVI 117 – “Torosların Eteğinde, Wi-Fi’siz Bir Direniş”
Ne modem vardı, ne bildirim sesi. Sadece rüzgâr, çam kokusu, ve dut yaprağının gölgesi.
Fadime, elinde süzme yoğurt, Zühre, göğsünde güneş lekesiyle çamaşır seriyordu. Memo, cep telefonu yerine kaval taşıyordu.
Köy meydanında ne basın vardı, ne sansasyon. Sadece Kör Kemal’in gözleriyle okunan bir roman, bir çığlık:
ayfa 1: Fırın Kurulurken
Söğüdün dibine kuruldu fırın. Çakmaş taşlarıyla örüldü, delikli delikli. Balçıkla sıvandığında, sanki köyün suskunluğu da sıvanmıştı duvarlara. Ağda, fırının göbeğine yerleştirildi. Mercimeği fırına sürer gibi, kestirme döküldü ağdaya. Çürümüş ladin kütüğüyle tutuşturuldu ocak. Çakmak taşı kıvılcım saçtı, genç kızların gözleri gibi. Uzunyer’in sabahı, dumanla başladı.
Genç kızlar geldi sonra. Kiminin saçında kırmızı kurdele, kiminin eteğinde ceviz yaprağı izi. Pekmez değil sadece, gönüller de kaynadı. Fırının üstünde bir de batırma yoğuruldu. Kaşık çalındı, ama ritim sadece hamura değil, bastırılmış duygulara da vurdu. Kimi sustu, kimi güldü, kimi göz ucuyla baktı. Ama hepsi, “KIVI” yazılarındaki gibi, içindeki absürt köpüğü dışarı saldı.
Fırının başında biri vardı: Adı Hüseyin, lakabı “Kıvı Hüso”. Yaz kış fırın kurar, ama en çok sonbaharda konuşurdu. “Pekmez taşmasın diye susarım,” derdi. Ama o gün, sustuğu yerden bir öykü sızdı.
Sayfa 2: Hüso’nun Fırın Felsefesi
Hüseyin yıllar önce bu köyden çıkmamıştı. Çünkü o, her sene pekmez mevsimiyle yeniden doğuyordu. Fırını kurarken, sadece taş değil; duvarlara sır, dumanlara geçmiş seriyordu. Derdi ki: “Pekmez dökülürken susacaksın. Her kelime harareti arttırır. Ama doğru kelime... kıvam verir.”
ygerçeği / Bölüm 8: Göğostos Çapraz Döleme
Göğostos ayıydı. Sıcağın en kör noktasında, toprağın çatlağı bile susuzluğuyla konuşurdu. Ama çocuklar bu suskunluğa kulak vermezdi. Hatrettein, İrbeğem, Cafer ve Omar; dört gölge, dört hayal, dört zeka kıvılcımı...
Sabahleyin dere kenarında çıplak ayakla taşlara basarak inmişlerdi değirmene. Omar değirmen taşına oturmuş, un tozu savrulurken sabit bakıyordu suya; öte yandan Cafer elindeki çakıl taşını göğe fırlatıyor, düşerken tuttuğu dileği sadece kuzuya fısıldıyordu.
KIVI 150 – Varmadın Ama Vardın
Dedim ya, bekleme… Ama nasıl etsin bu yürek, Senin adımını duymadan Düvene binebilir mi Hüso?
Gün doğdu, Aybağam taştı Başak sarardı, rüzgâr esti. Ama eteğini göremedik Huriye, Sadece rüzgârı vardı o eteğin.
Sen varmadın Ama gölgen düştü samanın üstüne. Sen gelmedin Ama kokun sinmişti cevizli sucuğa.
Dedim ya, bekleme — Ben seni durarak değil, Her harfimi sürerek vardım o harmana. Sözlerim yel, yüreğim yorgan, Ellerim hem yaba, Hem dua oldu sana.
KIVI 164 – Fikret’in Kuyudan Çıkan Kıvısı
Kırk kuyunun başında doğdu Fikret, Ama su değil, hayal çekti helkeyle. Boz eşeğe binmedi o sabah, Çünkü onun eşeği kitap sırtlıydı.
Kekik kokusu değil, Mürekkep kokusu sinmişti ellerine. Ama matbaaya girmedi henüz — Çünkü çocukluğunu büyütüyordu hâlâ, Bük deresinde çimlenen bir düş gibi.
Köyde herkes onu “sessiz” bilirdi, Ama o sessizlikte harfler kıvranırdı. Bir gün o harfler, Kırk kuyunun taşına kazınacaktı
KIVI 165 – Bük Deresinde Fikret’in Ayak Sesi
Bük deresinin suyu serin değildi o sabah, Çünkü Fikret’in ayağı değmişti. Ayakkabısı yoktu, Ama her adımı bir harf gibi iz bırakıyordu çamura.
🚐 Köygerçeği / Bölüm 9: Minibüsle Giden, Dönüşte Yalnızlığı Taşır
Köyde tek minibüs vardı. Sabah ezanıyla kalkar, motorunu sessizce çalıştırırdı yaşar usta. Ama bu minibüs, Taşır’a yolcu taşımazdı sadece—hasreti, gurbeti, sılayı da bindirirdi koltuklara.
Ön koltukta oturan kadın mendilini sıkarken, arka sırada okul çantasını dizine dayayan çocuk cama sessizce çizgiler çizerdi. Yol; Kazancı’yı geçer, kasabanın ucundaki Ermenek’in tabelasına varıncaya dek sessizliği çoğaltırdı. Toplam 30 kilometre... ama duygu menzili yıllıktı. Her sabah gidiş, bir veda; her akşam dönüş, yarım bir kavuşmaydı.
Köygerçeği / Bölüm 10: Minibüsün Hatıra Defteri
Sabahın ayazında motor ilk öksürdüğünde, köyün uykusu bozulurdu. Yaşar Usta'nın minibüsüydü bu—dört lastik, bir direksiyon ve üstü açık dualarla dolu bir yolculuk.
Valiz değil yalnızca, köyün mevsimi yüklenirdi bagaja. — Elma sandığı öylece konmazdı; üstüne ince yazmalı bir bez serilirdi. — Üzüm sepeti, sırıkla taşınıp dikkatle yatırılırdı. — Un, bulgur… her çuvalın üstü kurban bayramı gibi işlenmiş olurdu.




Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!