Efendim, bu terime en güzel örnek 18 yüzyıl divân şairlerinden, tek bir gazeli ile ünlü olup adını duyuran, gerek kendi döneminin, gerekse kendinden sonraki dönemlerin divân şairlerini ve günümüz şairlerini etkileyip mest eden Râsih’in muhteşem gazelini örnek vermek istiyorum… aslında divân şiirinde en güzel beyit mânâsına gelen ‘‘ beyt’ül gazel’’ terimi olsaydı her beyiti beyt’ül gazel niteliğinde olan bu muhteşem gazeli örnek vermek gerekirdi…
Buyurunuz:
Süzme çeşmin gelmesin müjgân müjgân üstüne
Urma zahm-ı sîneme peykân peykân üstüne
Rîze-i elmâs eker her açtığı zahma o şûh
Lutfu var olsun eder ihsân ihsân üstüne
Dilde gam var şimdilik lutfeyle gelme ey sürûr
Olamaz bir hânede mihmân mihmân üstüne
Yârdan mehcûr iken düşdük diyâr-ı gurbete
Dehr gösterdi yine hicrân hicrân üstüne
Hem mey içmez hem güzel sevmez dimişler hakkına
Eylemişler Râsih'e bühtân bühtân üstüne
sadeleştirilmiş hâli ile:
Süzme gözlerini gelmesin kirpik kirpik üstüne
Vurma yaralı göğsüme ok ok üstüne
Elmas tozu eker her açtığı yaraya o güzel
İyiliği var olsun eder bağış bağış üstüne
Gönülde gam var şimdilik lûtfeyle gelme ey sevinç
Olamaz bir hanede konuk konuk üstüne
Yârdan alıkonulmuşken düştük gurbet diyarına
Felek gösterdi bize ayrılık ayrılık üstüne
Hem şarap içmez hem güzel sevmez demişler hakkında
Eylemişler Râsih'e suçlama suçlama üstüne
Efendim, itiraf ediyorum ki; ilime, bilime, sanata saygı duyan arkadaşlarımızca ışıldatılan yıldızlarımın, aydınlanmaya karşı olan bazıları tarafından alınmaya başlandığını fark ettiğimden bu yana kendi yıldızlarımı kendim ışıldatıyorum 5 yıldız gücünde… lâkin, birileri de geliyor (çekemiyorlar, kıskanıyorlar) bir yıldız vererek cânım yıldızlarımın bak yeşil yeşil, ışıl ışıl ışıldatılmasını çekemeyip ortalamayı düşürerek aydınlanmanın ve aydınlatmamın önüne geçtiklerini düşünerek söndürüveriyorlar yeşil yeşil parlayan yıldızlarımı… varsın söndürsünler efendim, biz aydınlatmaya ve de ışıl ışıl dolaşmaya devam ederiz tüm ihtişamımızla… evet aynen böyle...
Bende, pek değer verdiğim bazı yazıların ve rumuzların yıldızlarını 5 yıldız gücünde ışıldatmaya ve bir yandan da test işaretler gibi terimleri iki kelimelik yazılar ile işaretleyip çıkarak heder ve ziyân eden, kendi yıldızlarını bizzat kendilerinin ışıldattığı yıldızları da söndürmeye devam edeceğim… hodri meydân ;)
Hikayemizin kahramanı yıllardır hep aynı miktarda maaş almasına rağmen bir gün olsun amirlerine sitem etmezdi… Ağzı var dili yok, elinden kalem düşmeyen başını yazdığı evraktan kaldırmayan, sadık bir devlet memuruydu… Arkadaşlarının alaylı sözlerine kızmaz, onlarla ağız dalaşına girmezdi… Kısa boylu, yüzü çiçek bozukluklarıyla çopurlaşmış, alnına doğru iyice seyrekleşen kızıl saçlarıyla tombul bir adam… Gözlerinin biraz bozuk olduğunu yüzünün iki yanına inen derin çukurlardan anlayamadım… Ayrıca hemoroit denen memur hastalığına yakalanmıştı…
Gogol, Palto öyküsündeki Akaki Akakiyeviç’i böyle tanımlıyordu… Herif ömür boyu çalışsın, emekliliğine yakın tüm servetiyle kendisine bir palto diktirsin terzi Petroviç’e ama gel gör ki St. Petersburg köprüsünden geçtiği ân birkaç yüzü maskeli adam tarafından gasp edilsin paltosu… Paltosunun gasp edildiğini başkomisere şikâyete giden bay Akaki Akakiyevic, başkomiserden aynen böyle bir azar işitir;
- Gecenin o saatinde ıssız yollarda ne işiniz var? .. Hımm, demek çay partisinden çıkmışsınız, çay partisi dediğiniz içki partisi olmasın? .. Tamam, paltonuzu arayacağız ve size resmi yazıyla bildireceğiz…
Derken Akaki akakiyevic, üst düzeyde bir bürokrata derdini anlatmaya gider ve bürokrat da memur akaki’ye edep ve usul dersi verir… En son memur Akaki, intikamını öldüğünde alır, paltosunu kaybettiği yolda hayaletiyle dolaşarak paltosunu arar ve ömrü boyunca bir baltaya sap olmayan memur, ölümünden sonra konuşulmaya başlar…
Şimdi sorun şu: bu baş komiser aşağıdakilerden hangisini çağrıştırıyor? ..
a. İstanbul valisi Muammer güler
b. içişleri bakanı
c. İstanbul emniyet müdürü
d. ilgili hükümet sözcüsü cemil çiçek
Bu soruyu yanıtlasak bile aşağıdaki olaylardan hangisi yukarıdaki palto öyküsüyle ilişkilidir? ..
a. Münnevver Karabulut adlı genç kızın feci şekilde öldürülmesi olayı
b. 1 Mayıs’ta joplanan Nermin olayı
c. Çocukları pis bir savaşta öldürülen kürt ve türk aileler
d. Deniz Feneri olayı
e. Vs vs...
Münevver karabulut, belki bir palto kadar bile değerin yoktu valilerin, bakanların, zenginlerin nezdinde ama bizim, bunları yazacak kadar yüreğimiz var…
Ortaokul yıllarından sonra duru sesi ve müziğe olan yatkınlığı fark edilir… Ardından Seyyan Hanım için İstanbul konservatuarı yılları başlar…
Okul yıllarında Fransızca ve İtalyanca şarkılar okuyan Seyyan Hanım, ilk konserini henüz 16 yaşındayken Kadıköy’de, Cinema Operatta’da verir … Sesinin berraklığı seyirciyi adeta zevkin doruğuna çıkarır… Ustası, Kaptanzâde Ali Rıza Bey’in, opera izleri taşıyan; “Akşam Garipliği”, “Zavallı Aşk”, “Çoban Yıldızı”, “Efem” gibi şarkılarını okur… Bu şarkılar Columbia plakçılık tarafından kaydedilir…
1930-1931 yılları arasında Maulin Rouge’da (Mulen Ruj) sahne alır…
1932 yılında da ilk Türk Tangosu olan Mazi’yi okur…
30’lu yıllardan başlayarak romantizm, onun duru sesi ve yorumladığı tangolarla bütünleşir…
Mehtaplı gecelerde söylenen şarkılar, yılların süzgecinden geçerek aynı duyarlıkta yansır bu büyük yorumcunun yüzüne…
“şimdiye kadar tüm dünyayı yönetmek konusunda Roma İmparatorluğunun bir benzeri olmadı ve hiçbir imparatorluk, uygarlığını Roma kadar yaymadı.” diyerek, Roma İmparatorluğu’nun Alman ırkının öncü atalarını arayan adam… Yaratacağı toplumda herkes sarışın, mavi gözlü, sağlıklı ve sportif görünecekti güya… Hitler’in dünyasında “ötekilere” yer yoktu… (ein volk, ein reich, ein führer) politikalarını hayata geçirmek için dünyayı cehenneme çeviren malum kişi…
Amerika’nın Michigan silah fabrikasına tank siparişi verdiğinde, “Almanya’ya yollamanıza gerek yoktur, Detroit’e giderken ben alırım.” diyecek kadar da gözü kara bir psikopat…
Almanya’da ve işgâl ettiği ülkelerde Rahmaninov, Çaykovski ve Borodin gibi müzisyenleri yasaklamasına karşın, kendisi en çok bunları dinlemiştir…
Zerdüştün soyunu temsil eden kızıl sarı renkli metal… ‘‘Altın yıldız’’ da simgelenen soydan gelen ve kurtarıcı olarak algılanan zerdüştün alnında yer alan, onun ahuramazdanın sözcüsü olduğunu kanıtlayan sarı renkli işaret…
Ahuramazda: Bilgelik tanrısı, Zerdüşt dininin yüce tanrısı... Kimine göre zerdüştün de babası…
Unutturamaz seni hiçbir şey, unutulsam da ben
Her yerde sen, her şeyde sen, bilmem ki nasıl söylesem?
Bir sisli hazân kesilir rûhum eğer görmesem
Neş'em de sen, hüznüm de sen, bilmem ki nasıl söylesem?
malzeme edildiği muhtelif deyimler içinde ilk akla gelen, ‘’öküzün trene baktığı gibi’’ deyimidir… efendim hiçbir esbab-ı mucibesi yoktur bu deyimin… sanmayın ki, trene melül melül bakıyor diye bu heyvanın hüzünlü bir ruh yapısı var... yalan, kat’iyyen yalan… efendim bu öküzlerin sin(d) ir(im) sistemleri yaklaşık olarak 20 saniye kadar geç çalıştığından, acep bu geçen şey ne idir, yenilir mi içilir mi, binilir mi inilir mi, hiçbiri değil ise acep hadım edilmeden evvel görkemli, haşin bir boğa olduğum zamanlardaki büyük aşkım, sırtı yamalı damalı ineğim midir diye idrâk etmeye çalıştığı esnâda çoktan tren gelip de geçmiş olduğundan, tepkisiz kalarak trenin gelip geçtiği süreyi melül melül bakarak geçirmekle kalmayıp cümle alemin diline de ‘’öküzün trene baktığı gibi’’ aşağılama içeren bir deyime malzeme olmuştur, zavallım.…
bir sonraki deyim incelemesi çalışmam: ‘’öküz öldü, ortaklık bozuldu’’ deyimi olacaktır…. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir diyerek; bir sonraki portre çalışmasında görüşünceye dek, öküzümüzün sağ kalıp şimdilik ortaklığımızın bozulmaması temennesi ile...
1956 yılı itibâri ile dergi ve gazetelerde sinema eleştirileri yazmaya başlar...
Memduh Ün’ün asistanlığıyla sinemaya adım atar...
1960’da 'Yasak Aşk' la yönetmenliğe merhaba der...
15 yıl sonra ise bir başka yasak aşk hikâyesi ile trt ekranlarında 'Aşk-ı Memnu' ile gelir ve sinemanın televizyondaki görkemli galası olarak unutulmayacaktır....
Refiğ, yazarlık yılları sırasında kuramsal altyapısını ortaya koyduğu Ulusal Sinema düşüncesi içinde filmler üretir... 'Gurbet Kuşları' bu filmler içinde en dikkat çeken çalışmadır....
'Karılar Koğuşu' ile de çok sevdiği Kemal Tahir' in otobiyografisinden yararlanarak cezaevi koşullarını anlatır....
Korsikalı soylu bir İtalyan ailesinin bilmem kaçıncı çocuğudur… sıradan bir çocukluk yaşadı… diğer liderler gibi çocukluğunda büyük bir askeri dehâ, konsül, savaş komutanı olacağına dair rivayet ya da işaret yoktu… meselâ, tarlalardan karga kovalamadı… öğretmeni ona jack Bonaparte demedi… ailesi diğer soylu çocuklar gibi pir-ü pâk bir çocuk olsun istiyordu… sürekli centilmen bir genç olmasını arzuluyordu arzulamasına da gel gör ki, büyüdüğünde hiç de centilmen olmayan yöntemlerle başkalarının toprağını işgâl ediyor, nice insanın hayatını per perişan ediyordu… delikanlıyken, 16 yaşında Fransız Askeri akademisine yazıldı ve topçu sınıfından mezun oldu… bu esnâda fransız devrimi, tüm dünyanın özgür yaşamak isteyenleri tutuşturmuştu... Fransa’da devrim sonrasında Fransız ordusundaki sorumlulukları ve rütbesi yükseliyor ve doğduğu topraklar olan Korsika Fransa’ya isyan ediyor, bağımsızlığını ilân ediyordu…
genç subay Bonaparte ve ailesi tümüyle Fransa’ya yerleşiyor ve cumhuriyete bağlı yaşama sözünü veriyor… fransız devrimine yönelik içten ve dıştan büyük saldırılar oluyor ve bu, genç Bonparte (İtalyancası bounoparte) için büyük bir fırsat oluyor... İlk büyük savaşını Toulon kentini işgâl eden İngilizlere karşı giriştiği savaşta aldı… Komutanı yaralanan Fransız ordusu bonaparte komutasında toparlanıyor ve İngilizlere büyük bir darbe indiriyor... yirmibeşinde tuğgeneral oluveriyor… onlarca savaş girip çıkıyor ve nihayetinde 1799’daki tarihi ayaklanmayı darbeye dönüştürecek ve kendisine kral yetkisinde konsül ünvanı verilecekti… birkaç yıl sonra anayasayı değiştirerek ülkenin tek patronu oluveriyor… çok acıdır ki, Napolyon’un sonunu da Moskova seferi getirtiyor… Hitler’inki gibi… 1812’ de başlayan Rusya seferi kar kış ve rus direnciyle birleşince Napolyon için sonun başlangıcı oldu… Wasterlo savaşı ise tam bir hezimetti… onlarca başarısından söz eden rakipleri Wasterlo savaşındaki acı yenilgiyle birlikte andı napolyon’u… 1815 sonrası ise artık hezimetler başlıyordu…
Önemli yanları;
1. savaş meydanında ilk hedefi toprak ya da mevzi kazanmak değil, düşmanı yok etmek oldu…
2. sevgilisi Josephin’e yazdığı mektup yüzyıllar sonra 4 milyon sterline satıldı…
3. St. Helena adasında sürgündeyken, İngiliz basınının kendisi hakkındaki yazdıklarını öğrenmek için İngilizce öğrendi…
4. sürgün edildiği adanın mülkiyeti kendisine verilmişti…
5. josephin bilinen ateşli sevgilisi olmasına karşın maria lus ile de evlilik yaptı ve çocuğu dünyaya geldi…
Bugün ülkemizde sıkça gördüğümüz, sokakta karşılaştığımızda tay gibi kadın diye mırıldanan erkeklerimizin dili iki karış dışarda ayak üstü fanteziler kurduğu rus kadınları, yüzyıl önce babalar ve oğullar’daki Fenichka, Ezilenler’deki Natalia, Metres’ teki olga ivanovna olarak rus romancıların sanat dünyalarını süslüyorlardı…
günümüzde ise; uzun boyları, altın sarısı saçları, düzgün vücutları, etkili dilleri ve cüzdan düşkünlükleriyle bir çok ülkeye üretim dışı ekonomi gezileri düzenlemektedirler….
buna bir tür liberalleşme diyebiliriz; neresinden tutsanız elinizde kalır, yaşasın klasizim :)
şimdi bu cümlede sevdalı olma ile bağ kurduğumuzda terim midemize taş gibi iniyor… arapça, siyah-karanlık anlamından sıyrılıp genişlemiş olan “sevda” sözcüğünün hastalık anlamına gelmesiyle Narkisos da önce nergise evrilmiş, sonra bir kişilik bozukluğu olarak narsiste evrilmiştir….
kimin oğlu bilinmez ama Narkisos diye zamane oğlanlarından biri varmış… buna bir defa bakan kadın ilk görüşte sevdaya tutulurmuş…. yalnız müneccimler, Narkisos’un anne ve babasına “bu çocuk kendi görüntüsünü görmediği sürece yaşar” diye akıl vermişler… öyle ya, ne hikmetse olay gerçekleştiğinde müneccimlerin bilgisi deşifre edilir…
neyse ki, narkisos o kadar güzel bir oğlanmış ki çevresinden oldukça ilgi görür, sevilip sayılırmış… bu ilgiden bir zaman sonra günümüzdeki yakışıklı oğlanlar ve ünlü aktörler gibi sıkılan Narkisos, kendisine karşı duyulan bu derin sevgi ve ilginin nedenlerini aramaya başlamış… bu arada onlarca tanrıça da bu güzel oğlanı ziyaret etmiş ama istedikleri yakınlaşmayı kuramamışlar… -bunu da yan not olarak geçelim-… günün birinde Mimas dağlarının eteğindeki bir gölün kenarına gidip gölde taş kaydırmaca oynamaktadır... bu gölün İris gölü olması muhtemeldir… ne olduysa o anda oldu… birden gölün dibinde güzel mi güzel bir oğlan yüzü belirir… narkisos, bu oğlanın yüzüne dokunmak ister, eğilip suyun dibindeki yüze dokunacağı an göle düşer ve orda boğulur… oysa dokunmak istediği kendi simasıymış… kendi yüzüne aşık olmuş… ve göl bu olaydan sonra kurur… kuruduğu yerden de bir çiçek biter… O gün bugündür biz bu çiçeğe ‘nergis’ diyoruz…
Ha, bu arada narkisos’tan evrilen bir ad, nergis… terim nergis de olsaydı ben size aynı olayı anlatacaktım… şimdi bu olayda birkaç boyut var zannımca;
1. Nergis eşcinsel eğilimli bir çiçektir… -baygın kokması bundan olabilir-
2. Mimas dağı, Tanrı Zeus’un başkalarının özel anlarını İris aracılığıyla gözetlettirdiği ve rapor aldığı bir kule işlevindeymiş…
3. Kara sevda deyiminin Narkisos ile ya da narsistle ilgisi var mı bilmiyorum…
gazel
15.06.2009 - 01:02Efendim, bu terime en güzel örnek 18 yüzyıl divân şairlerinden, tek bir gazeli ile ünlü olup adını duyuran, gerek kendi döneminin, gerekse kendinden sonraki dönemlerin divân şairlerini ve günümüz şairlerini etkileyip mest eden Râsih’in muhteşem gazelini örnek vermek istiyorum… aslında divân şiirinde en güzel beyit mânâsına gelen ‘‘ beyt’ül gazel’’ terimi olsaydı her beyiti beyt’ül gazel niteliğinde olan bu muhteşem gazeli örnek vermek gerekirdi…
Buyurunuz:
Süzme çeşmin gelmesin müjgân müjgân üstüne
Urma zahm-ı sîneme peykân peykân üstüne
Rîze-i elmâs eker her açtığı zahma o şûh
Lutfu var olsun eder ihsân ihsân üstüne
Dilde gam var şimdilik lutfeyle gelme ey sürûr
Olamaz bir hânede mihmân mihmân üstüne
Yârdan mehcûr iken düşdük diyâr-ı gurbete
Dehr gösterdi yine hicrân hicrân üstüne
Hem mey içmez hem güzel sevmez dimişler hakkına
Eylemişler Râsih'e bühtân bühtân üstüne
sadeleştirilmiş hâli ile:
Süzme gözlerini gelmesin kirpik kirpik üstüne
Vurma yaralı göğsüme ok ok üstüne
Elmas tozu eker her açtığı yaraya o güzel
İyiliği var olsun eder bağış bağış üstüne
Gönülde gam var şimdilik lûtfeyle gelme ey sevinç
Olamaz bir hanede konuk konuk üstüne
Yârdan alıkonulmuşken düştük gurbet diyarına
Felek gösterdi bize ayrılık ayrılık üstüne
Hem şarap içmez hem güzel sevmez demişler hakkında
Eylemişler Râsih'e suçlama suçlama üstüne
İnsanları Anlayamamak
15.06.2009 - 00:57kimse sesinden rahatsız değil, ama başkasını tarif ederken herkes kendi sesinden ücrâ! ! !
farkında olmamak
15.06.2009 - 00:52kaçırılan zamanın renginde, sesime bakakaldığımın...
sesimi duymaz mısın? ...
yâdıyım kendimin nicedir...
...ve dahi
13.06.2009 - 01:13bir sigara molasına sığan bütün telaşlarda, yalnız sen oldun....
ve hep habersiz kaldın sevildiğinden...
nasılsın
13.06.2009 - 01:10Yüzümde yalnızlık bulutları…
Hayret makamındayım….
nusret orhan
10.06.2009 - 15:08Efendim hoşgeldiniz, yokluğunuz fark ediliyor ve gözler arıyor sizi; özleniyorsunuz velhâsılı…
Şikâyetlerimi erteledim, bırakalım biriksinler; şımarık bir ânımdan faydalanacağım ve gelip bir bir söyleyeceğim size ;)
Saygılarımla :)
yıldızlı nedir üyeleri
10.06.2009 - 15:03Efendim, itiraf ediyorum ki; ilime, bilime, sanata saygı duyan arkadaşlarımızca ışıldatılan yıldızlarımın, aydınlanmaya karşı olan bazıları tarafından alınmaya başlandığını fark ettiğimden bu yana kendi yıldızlarımı kendim ışıldatıyorum 5 yıldız gücünde… lâkin, birileri de geliyor (çekemiyorlar, kıskanıyorlar) bir yıldız vererek cânım yıldızlarımın bak yeşil yeşil, ışıl ışıl ışıldatılmasını çekemeyip ortalamayı düşürerek aydınlanmanın ve aydınlatmamın önüne geçtiklerini düşünerek söndürüveriyorlar yeşil yeşil parlayan yıldızlarımı… varsın söndürsünler efendim, biz aydınlatmaya ve de ışıl ışıl dolaşmaya devam ederiz tüm ihtişamımızla… evet aynen böyle...
Bende, pek değer verdiğim bazı yazıların ve rumuzların yıldızlarını 5 yıldız gücünde ışıldatmaya ve bir yandan da test işaretler gibi terimleri iki kelimelik yazılar ile işaretleyip çıkarak heder ve ziyân eden, kendi yıldızlarını bizzat kendilerinin ışıldattığı yıldızları da söndürmeye devam edeceğim… hodri meydân ;)
Münevver Karabulut
10.06.2009 - 01:42Hikayemizin kahramanı yıllardır hep aynı miktarda maaş almasına rağmen bir gün olsun amirlerine sitem etmezdi… Ağzı var dili yok, elinden kalem düşmeyen başını yazdığı evraktan kaldırmayan, sadık bir devlet memuruydu… Arkadaşlarının alaylı sözlerine kızmaz, onlarla ağız dalaşına girmezdi… Kısa boylu, yüzü çiçek bozukluklarıyla çopurlaşmış, alnına doğru iyice seyrekleşen kızıl saçlarıyla tombul bir adam… Gözlerinin biraz bozuk olduğunu yüzünün iki yanına inen derin çukurlardan anlayamadım… Ayrıca hemoroit denen memur hastalığına yakalanmıştı…
Gogol, Palto öyküsündeki Akaki Akakiyeviç’i böyle tanımlıyordu… Herif ömür boyu çalışsın, emekliliğine yakın tüm servetiyle kendisine bir palto diktirsin terzi Petroviç’e ama gel gör ki St. Petersburg köprüsünden geçtiği ân birkaç yüzü maskeli adam tarafından gasp edilsin paltosu… Paltosunun gasp edildiğini başkomisere şikâyete giden bay Akaki Akakiyevic, başkomiserden aynen böyle bir azar işitir;
- Gecenin o saatinde ıssız yollarda ne işiniz var? .. Hımm, demek çay partisinden çıkmışsınız, çay partisi dediğiniz içki partisi olmasın? .. Tamam, paltonuzu arayacağız ve size resmi yazıyla bildireceğiz…
Derken Akaki akakiyevic, üst düzeyde bir bürokrata derdini anlatmaya gider ve bürokrat da memur akaki’ye edep ve usul dersi verir… En son memur Akaki, intikamını öldüğünde alır, paltosunu kaybettiği yolda hayaletiyle dolaşarak paltosunu arar ve ömrü boyunca bir baltaya sap olmayan memur, ölümünden sonra konuşulmaya başlar…
Şimdi sorun şu: bu baş komiser aşağıdakilerden hangisini çağrıştırıyor? ..
a. İstanbul valisi Muammer güler
b. içişleri bakanı
c. İstanbul emniyet müdürü
d. ilgili hükümet sözcüsü cemil çiçek
Bu soruyu yanıtlasak bile aşağıdaki olaylardan hangisi yukarıdaki palto öyküsüyle ilişkilidir? ..
a. Münnevver Karabulut adlı genç kızın feci şekilde öldürülmesi olayı
b. 1 Mayıs’ta joplanan Nermin olayı
c. Çocukları pis bir savaşta öldürülen kürt ve türk aileler
d. Deniz Feneri olayı
e. Vs vs...
Münevver karabulut, belki bir palto kadar bile değerin yoktu valilerin, bakanların, zenginlerin nezdinde ama bizim, bunları yazacak kadar yüreğimiz var…
Saygıyla…
Seyyan Hanım
10.06.2009 - 01:37SEYYAN OSKAY
1913’te İstanbul’da doğar Seyyan Hanım…
Ortaokul yıllarından sonra duru sesi ve müziğe olan yatkınlığı fark edilir… Ardından Seyyan Hanım için İstanbul konservatuarı yılları başlar…
Okul yıllarında Fransızca ve İtalyanca şarkılar okuyan Seyyan Hanım, ilk konserini henüz 16 yaşındayken Kadıköy’de, Cinema Operatta’da verir … Sesinin berraklığı seyirciyi adeta zevkin doruğuna çıkarır… Ustası, Kaptanzâde Ali Rıza Bey’in, opera izleri taşıyan; “Akşam Garipliği”, “Zavallı Aşk”, “Çoban Yıldızı”, “Efem” gibi şarkılarını okur… Bu şarkılar Columbia plakçılık tarafından kaydedilir…
1930-1931 yılları arasında Maulin Rouge’da (Mulen Ruj) sahne alır…
1932 yılında da ilk Türk Tangosu olan Mazi’yi okur…
30’lu yıllardan başlayarak romantizm, onun duru sesi ve yorumladığı tangolarla bütünleşir…
Mehtaplı gecelerde söylenen şarkılar, yılların süzgecinden geçerek aynı duyarlıkta yansır bu büyük yorumcunun yüzüne…
konuşma sanatı
10.06.2009 - 01:35Bir bilgeye sormuşlar:
- Bir insanın zeki olup olmadığını nasıl anlarsınız?
- konuşmasından…
- Ya hiç konuşmaz ise!
Bilge:
- O kadar akıllı insan yoktur…
şu an ne dinliyorum
10.06.2009 - 01:19Uzundur hicrində qara gecə lə r
Bimirə m mə n gedim hara gecə lə r
Vurubdur qə lbimə yara gecə lə r
Vurubdur qə lbimə yara gecə lə r
Ayrılıq Ayrılıq aman Ayrılıq
Hə r bir də rddə n olar yaman ayrılıq
Ayrılıq Ayrılıq aman Ayrılıq
Hə r bir də rddə n olar yaman ayrılıq
ölüm
04.06.2009 - 00:45müebbeden ayrılık, avdet ihtimali olmayan.…
adolf hitler
04.06.2009 - 00:34“şimdiye kadar tüm dünyayı yönetmek konusunda Roma İmparatorluğunun bir benzeri olmadı ve hiçbir imparatorluk, uygarlığını Roma kadar yaymadı.” diyerek, Roma İmparatorluğu’nun Alman ırkının öncü atalarını arayan adam… Yaratacağı toplumda herkes sarışın, mavi gözlü, sağlıklı ve sportif görünecekti güya… Hitler’in dünyasında “ötekilere” yer yoktu… (ein volk, ein reich, ein führer) politikalarını hayata geçirmek için dünyayı cehenneme çeviren malum kişi…
Amerika’nın Michigan silah fabrikasına tank siparişi verdiğinde, “Almanya’ya yollamanıza gerek yoktur, Detroit’e giderken ben alırım.” diyecek kadar da gözü kara bir psikopat…
Almanya’da ve işgâl ettiği ülkelerde Rahmaninov, Çaykovski ve Borodin gibi müzisyenleri yasaklamasına karşın, kendisi en çok bunları dinlemiştir…
kral
04.06.2009 - 00:32‘‘Oliver Cromwell’’, kral dediğimiz böyle olur ;)
Kırk iki yaşına kadar hiçbir askeri deneyimi olmamasına rağmen kısa zamanda İngiliz orduları başkomutanı olan şahıs…
İngiltere’nin yönetim biçimini krallıktan Cumhuriyete çevirmesine rağmen kralı da aşan yetkileriyle Lord Prector ünvanı aldı…
kendi kurduğu parlamentoyu kendi dağıttırdı…
İnanç özgürlüğünü savunurken dine hakaret edenlere olmadık işkenceler yaptırdı…
Hâlâ ingiltere’de kahraman mı yoksa zalim bir diktatör mü konusunda yoğun tartışmalar yapılmaktadır…
evet öyle...
Ama
04.06.2009 - 00:27“Ama” sözcüğü; düşünceleri ya da duyguları arasında aykırılık bulunan cümleleri birbirine bağlar…
Örnek: ‘‘fî-yakalı çok çalıştı ama başaramadı.’’
Hatırlatma ya da karşı koyma amacıyla bir cümleyi önceki cümleye bağlar…
Örnek: “ birlikte yola çıkmışlar ama sadece biri kasabaya ulaşmış.”
Sebep sonuç ilişkisi bildirir… - buna da örneği siz verin.- (fî-yakalı senden alabiliriz meselâ, başarabilirsin :)
altın
04.06.2009 - 00:24Zerdüştün soyunu temsil eden kızıl sarı renkli metal… ‘‘Altın yıldız’’ da simgelenen soydan gelen ve kurtarıcı olarak algılanan zerdüştün alnında yer alan, onun ahuramazdanın sözcüsü olduğunu kanıtlayan sarı renkli işaret…
Ahuramazda: Bilgelik tanrısı, Zerdüşt dininin yüce tanrısı... Kimine göre zerdüştün de babası…
Umut Akyürek
02.06.2009 - 02:02....
Unutturamaz seni hiçbir şey, unutulsam da ben
Her yerde sen, her şeyde sen, bilmem ki nasıl söylesem?
Bir sisli hazân kesilir rûhum eğer görmesem
Neş'em de sen, hüznüm de sen, bilmem ki nasıl söylesem?
....
Öküzün trene bakması
02.06.2009 - 01:52malzeme edildiği muhtelif deyimler içinde ilk akla gelen, ‘’öküzün trene baktığı gibi’’ deyimidir… efendim hiçbir esbab-ı mucibesi yoktur bu deyimin… sanmayın ki, trene melül melül bakıyor diye bu heyvanın hüzünlü bir ruh yapısı var... yalan, kat’iyyen yalan… efendim bu öküzlerin sin(d) ir(im) sistemleri yaklaşık olarak 20 saniye kadar geç çalıştığından, acep bu geçen şey ne idir, yenilir mi içilir mi, binilir mi inilir mi, hiçbiri değil ise acep hadım edilmeden evvel görkemli, haşin bir boğa olduğum zamanlardaki büyük aşkım, sırtı yamalı damalı ineğim midir diye idrâk etmeye çalıştığı esnâda çoktan tren gelip de geçmiş olduğundan, tepkisiz kalarak trenin gelip geçtiği süreyi melül melül bakarak geçirmekle kalmayıp cümle alemin diline de ‘’öküzün trene baktığı gibi’’ aşağılama içeren bir deyime malzeme olmuştur, zavallım.…
bir sonraki deyim incelemesi çalışmam: ‘’öküz öldü, ortaklık bozuldu’’ deyimi olacaktır…. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir diyerek; bir sonraki portre çalışmasında görüşünceye dek, öküzümüzün sağ kalıp şimdilik ortaklığımızın bozulmaması temennesi ile...
Halit Refiğ
31.05.2009 - 20:171956 yılı itibâri ile dergi ve gazetelerde sinema eleştirileri yazmaya başlar...
Memduh Ün’ün asistanlığıyla sinemaya adım atar...
1960’da 'Yasak Aşk' la yönetmenliğe merhaba der...
15 yıl sonra ise bir başka yasak aşk hikâyesi ile trt ekranlarında 'Aşk-ı Memnu' ile gelir ve sinemanın televizyondaki görkemli galası olarak unutulmayacaktır....
Refiğ, yazarlık yılları sırasında kuramsal altyapısını ortaya koyduğu Ulusal Sinema düşüncesi içinde filmler üretir... 'Gurbet Kuşları' bu filmler içinde en dikkat çeken çalışmadır....
'Karılar Koğuşu' ile de çok sevdiği Kemal Tahir' in otobiyografisinden yararlanarak cezaevi koşullarını anlatır....
farkında olmamak
31.05.2009 - 19:51gözlerime;
akdeniz yazından, ağlatan rüzgârlar örüldüğünün…
farkında olmamak
31.05.2009 - 19:46'Yalanın başlangıcı' nın harflerin kıvrımında olduğunun…
Napoleon Bonaparte
31.05.2009 - 14:37Korsikalı soylu bir İtalyan ailesinin bilmem kaçıncı çocuğudur… sıradan bir çocukluk yaşadı… diğer liderler gibi çocukluğunda büyük bir askeri dehâ, konsül, savaş komutanı olacağına dair rivayet ya da işaret yoktu… meselâ, tarlalardan karga kovalamadı… öğretmeni ona jack Bonaparte demedi… ailesi diğer soylu çocuklar gibi pir-ü pâk bir çocuk olsun istiyordu… sürekli centilmen bir genç olmasını arzuluyordu arzulamasına da gel gör ki, büyüdüğünde hiç de centilmen olmayan yöntemlerle başkalarının toprağını işgâl ediyor, nice insanın hayatını per perişan ediyordu… delikanlıyken, 16 yaşında Fransız Askeri akademisine yazıldı ve topçu sınıfından mezun oldu… bu esnâda fransız devrimi, tüm dünyanın özgür yaşamak isteyenleri tutuşturmuştu... Fransa’da devrim sonrasında Fransız ordusundaki sorumlulukları ve rütbesi yükseliyor ve doğduğu topraklar olan Korsika Fransa’ya isyan ediyor, bağımsızlığını ilân ediyordu…
genç subay Bonaparte ve ailesi tümüyle Fransa’ya yerleşiyor ve cumhuriyete bağlı yaşama sözünü veriyor… fransız devrimine yönelik içten ve dıştan büyük saldırılar oluyor ve bu, genç Bonparte (İtalyancası bounoparte) için büyük bir fırsat oluyor... İlk büyük savaşını Toulon kentini işgâl eden İngilizlere karşı giriştiği savaşta aldı… Komutanı yaralanan Fransız ordusu bonaparte komutasında toparlanıyor ve İngilizlere büyük bir darbe indiriyor... yirmibeşinde tuğgeneral oluveriyor… onlarca savaş girip çıkıyor ve nihayetinde 1799’daki tarihi ayaklanmayı darbeye dönüştürecek ve kendisine kral yetkisinde konsül ünvanı verilecekti… birkaç yıl sonra anayasayı değiştirerek ülkenin tek patronu oluveriyor… çok acıdır ki, Napolyon’un sonunu da Moskova seferi getirtiyor… Hitler’inki gibi… 1812’ de başlayan Rusya seferi kar kış ve rus direnciyle birleşince Napolyon için sonun başlangıcı oldu… Wasterlo savaşı ise tam bir hezimetti… onlarca başarısından söz eden rakipleri Wasterlo savaşındaki acı yenilgiyle birlikte andı napolyon’u… 1815 sonrası ise artık hezimetler başlıyordu…
Önemli yanları;
1. savaş meydanında ilk hedefi toprak ya da mevzi kazanmak değil, düşmanı yok etmek oldu…
2. sevgilisi Josephin’e yazdığı mektup yüzyıllar sonra 4 milyon sterline satıldı…
3. St. Helena adasında sürgündeyken, İngiliz basınının kendisi hakkındaki yazdıklarını öğrenmek için İngilizce öğrendi…
4. sürgün edildiği adanın mülkiyeti kendisine verilmişti…
5. josephin bilinen ateşli sevgilisi olmasına karşın maria lus ile de evlilik yaptı ve çocuğu dünyaya geldi…
rus kadını
31.05.2009 - 01:14Bugün ülkemizde sıkça gördüğümüz, sokakta karşılaştığımızda tay gibi kadın diye mırıldanan erkeklerimizin dili iki karış dışarda ayak üstü fanteziler kurduğu rus kadınları, yüzyıl önce babalar ve oğullar’daki Fenichka, Ezilenler’deki Natalia, Metres’ teki olga ivanovna olarak rus romancıların sanat dünyalarını süslüyorlardı…
günümüzde ise; uzun boyları, altın sarısı saçları, düzgün vücutları, etkili dilleri ve cüzdan düşkünlükleriyle bir çok ülkeye üretim dışı ekonomi gezileri düzenlemektedirler….
buna bir tür liberalleşme diyebiliriz; neresinden tutsanız elinizde kalır, yaşasın klasizim :)
narsist
29.05.2009 - 00:41Göldeki görüntüsüne sevdalı olma durumu….
şimdi bu cümlede sevdalı olma ile bağ kurduğumuzda terim midemize taş gibi iniyor… arapça, siyah-karanlık anlamından sıyrılıp genişlemiş olan “sevda” sözcüğünün hastalık anlamına gelmesiyle Narkisos da önce nergise evrilmiş, sonra bir kişilik bozukluğu olarak narsiste evrilmiştir….
kimin oğlu bilinmez ama Narkisos diye zamane oğlanlarından biri varmış… buna bir defa bakan kadın ilk görüşte sevdaya tutulurmuş…. yalnız müneccimler, Narkisos’un anne ve babasına “bu çocuk kendi görüntüsünü görmediği sürece yaşar” diye akıl vermişler… öyle ya, ne hikmetse olay gerçekleştiğinde müneccimlerin bilgisi deşifre edilir…
neyse ki, narkisos o kadar güzel bir oğlanmış ki çevresinden oldukça ilgi görür, sevilip sayılırmış… bu ilgiden bir zaman sonra günümüzdeki yakışıklı oğlanlar ve ünlü aktörler gibi sıkılan Narkisos, kendisine karşı duyulan bu derin sevgi ve ilginin nedenlerini aramaya başlamış… bu arada onlarca tanrıça da bu güzel oğlanı ziyaret etmiş ama istedikleri yakınlaşmayı kuramamışlar… -bunu da yan not olarak geçelim-… günün birinde Mimas dağlarının eteğindeki bir gölün kenarına gidip gölde taş kaydırmaca oynamaktadır... bu gölün İris gölü olması muhtemeldir… ne olduysa o anda oldu… birden gölün dibinde güzel mi güzel bir oğlan yüzü belirir… narkisos, bu oğlanın yüzüne dokunmak ister, eğilip suyun dibindeki yüze dokunacağı an göle düşer ve orda boğulur… oysa dokunmak istediği kendi simasıymış… kendi yüzüne aşık olmuş… ve göl bu olaydan sonra kurur… kuruduğu yerden de bir çiçek biter… O gün bugündür biz bu çiçeğe ‘nergis’ diyoruz…
Ha, bu arada narkisos’tan evrilen bir ad, nergis… terim nergis de olsaydı ben size aynı olayı anlatacaktım… şimdi bu olayda birkaç boyut var zannımca;
1. Nergis eşcinsel eğilimli bir çiçektir… -baygın kokması bundan olabilir-
2. Mimas dağı, Tanrı Zeus’un başkalarının özel anlarını İris aracılığıyla gözetlettirdiği ve rapor aldığı bir kule işlevindeymiş…
3. Kara sevda deyiminin Narkisos ile ya da narsistle ilgisi var mı bilmiyorum…
Toplam 667 mesaj bulundu