Susarak geçtim kendimi,
bir taş gibi ağırdım omzumda.
İçimde usulca devrildi bir çağ —
ne söylesem yankılandı duvarlarda.
Yüzümü unuttum aynalarda,
GÖK DİYE BOYADILAR
Bir sabah değil bu.
Bir aydınlık değil.
Sadece lambası patlamış bir hücrenin
karanlığına uyanıyorum.
Ben kendimi yola benzettim,
yorulunca dağlara yaslandım.
Gökyüzünü sırtımda taşıdım yıllarca—
ama kimse fark etmedi yürüyüşümün ağırlığını.
Anlattım aslında…
Her şeyin sesini duydum.
Rüzgârın saç taramasını,
asfaltın geceye küfür edişini,
içten içe çatlayan bardakların
sabaha kadar süren direnişini...
Mahkeme salonuna girerken
“Kahrolsun Faşizm, Tek Yol Devrim!” diye haykırdık.
Biz üç kişiydik.
Ve üçümüz de ölüme mahkûm edildik.
Ama korkuyu kabul etmeyen
üç yüz— üç yürek— üç haykırıştık biz.
İnsan, yalnız değil,
birlikte var olandır.
Taş, duvar olunca anlamlı,
kıvılcım, yangına dönüşünce özgürdür.
İnsan, tek başına bir taş değil,
taşların birleşip duvar olduğu yerdir.
Bir kıvılcım değil,
kıvılcımların yangına dönüştüğü andır.
Dilini annesinden alır,
Açık pencerelerden geçer gibi
gülüşün sızardı odamın duvarlarına.
Ben, kimse duymadan ezberlerdim seni:
bir karanfilin utancında,
bir afişin kenarında,
soğuk bir mayıs sabahında
—Alnı açık, vicdanı tok olanların destanı—
Her şeyin bedeli arttı bu ülkede,
Bir tek insanın değeri düştü.
Bir işsiz daha doğdu sabaha,
CV’si dolu, cüzdanı boş.
Bir nota düşün —
Sol yerine çığlık
Mi yerine ağıt
La’sı suskunlara sığınak
Do’su yumruk gibi iner duvara
Şiirlerinizle tanıştığım gün, kelimelerin kıyısında yeniden doğdum. Her dizenizde Ahmet Arif’in o devrimci nefesini, halkın sesini ve aşkın en katıksız halini buldum. Toprağın derdini, göğün öfkesini, sevdanın ve direnişin şiirini bu kadar içten dokuyabilmek ancak büyük bir kalbe ve usta bir kaleme ...