(Bir halkın cebine sığmayan öfke)
Ekranda dönerken bayraklar
Sokakta dönmeyen tencereler vardı
Ana haberin fonunda marş
Gerçekte annenin gözünde yaş
Kavrulduk güneşte
Saklandık gölgelerde
Kimi zaman taş olduk
Kimi zaman toprak
Bir rüyayı sırtladık
İsmin yoktu,
seni hep aynı pencerede bekledim.
Sigaram yarıya geldiğinde, akşam olurdu.
Kahve soğur,
sesin bardağın kenarına düşerdi.
Gecenin çatısından sarkan
bir düşün gölgesiydim.
Geçtim aynasız koridorlardan—
duvarlar adımı bilmeden yankılandı,
hiçbir resim beni tanımadı.
"1915’te geçilmez dedik…
2025’te sustuk."
1915’te,
Top mermisi, süngü, barut kokusu içinde
Dünyanın en büyük donanmasına karşı durduk.
Dağlar, yaralı bir türkünün çenesidir
Isırır karanlığı, ışımayan yıldızları
Ben ki dövülmüş bir bakırın sesiyim
Yüreğimde unutulmuş bir örs şarkısı
Toprak anamızın karnı sıcak
Sabaha yakın bir iç sesle uyanıyorum,
pencere önünde paslı bir umut.
Kar yağıyor ama kimse bakmıyor göğe.
Rüyalarla çatışan bir bedenim var benim—
açıkta kalmış çocukluklar gibi üşüyen.
“Açlıkla susturulmuş bir çocuğun sessizliği, tüm marşlardan daha gürdür.”
Bayraklar sallanıyor meydanlarda
Konuşmalar yapılıyor kürsülerde
Zafer nutukları atılıyor
Ve fonda marşlar — yüksek sesle
(“Bir çiçeği anlatırken, isyanı konuştuk…”)
Bizi "verimsiz" ilan edenler
Toprağa baktı — tohumu anlamadan
Kuraklığın ortasında
İnançla gömdük sözcüklerimizi
(“Toplumun ahlakı, sözlüğüne yazdıklarıyla çürür.”)
Çocukken başlar alıştırma:
Okul yok, kitap yok,
Soba yanmaz, karanlıkta ders.
Öğretmen fısıldar kulağa:
Şiirlerinizle tanıştığım gün, kelimelerin kıyısında yeniden doğdum. Her dizenizde Ahmet Arif’in o devrimci nefesini, halkın sesini ve aşkın en katıksız halini buldum. Toprağın derdini, göğün öfkesini, sevdanın ve direnişin şiirini bu kadar içten dokuyabilmek ancak büyük bir kalbe ve usta bir kaleme ...