Hani benden geçmezdin, ömrünle bir tutardın
Rüzgarlar ters esip ayaz mı geldi ey canan
Gözüm açılmasaydı önce beni satardın
Dediğin yalanlar beyaz mı geldi ey canan
ŞİİR: Muhip Erdener SOYDAN (babam)
Doğum tarihi: 29 Ekim 1943
Ölüm tarihi :15 Ekim 1986
ŞİİR: Muhip Erdener SOYDAN (babam)
Doğum tarihi : 29 Ekim 1943
Ölüm tarihi : 15 Ekim 1986
Gecekondu Hasan amcayla tanıştığımda on dört yaşındaydım. O tarihlerde ortaokul üçüncü sınıfa gidiyordum. O zamanlar kahvehane ve kumar alışkanlığım yoktu ama bu tanışmadan sonra kahvehane ve kumarhaneden ayrılmaz olmuştum. Günümün büyük bir bölümü buralarda geçiyordu. Zaman zaman yorulsam da her akşam iş bitimi alacağım yevmiyemi düşündükçe yorgunluğumu unutuyordum. Kahvehanenin bulunduğu bina eski bir binaydı ve üç kattan oluşuyordu. Kahvehane alt katta küçük bir bahçe içindeydi. Üst katında babamın arzuhalci dükkânı vardı. Emekli olduktan sonra babam, oyalanmaktan ziyade geçim şartlarının zorluğundan dolayı tekrar çalışmak zorunda kalmış, ailemizin yükünü omuzlamaya devam etmişti. Ben hiç olmazsa yaz tatillerinde ve hafta sonlarında çalışarak harçlığımı çıkartmak ve babama yük olmamak için bu kahvehanede çalışmaya başladım. Üç yılım burada geçti. Hayatın gerçeklerini burada öğrenmeye başladım. Okul bilgi öğretiyordu ama hayatı öğretmiyordu. Burada neler öğrenmedim ki? Cam silmesini, çay demlemesini, bardak, kaşık yıkamasını, çay servisi yapmasını, masa, sandalye silmesini, hatta taze yeşil soğanın nasıl yıkanıp, ne şekilde doğranacağını öğrendim. Bir keresinde Topal Salim amca elime üç baş yeşil soğan verip, ’Bunları dışarıda bir güzel yıka ve getir.’ demişti de, ben soğanların çamurunu ovalaya ovalaya elimle yıkamış, doğrayacağım sırada soğanların bir tanesinin kök kısmını bıçakla kesip atmıştım da, o sırada Topal Salim amca, pencereden beni görmüş, derhal bahçeye çıkarak, "Dur, durrrr! ne yapıyorsun sen! Niye kesip attın soğanın baş kısmını? Soğanın lezzeti buradadır, sen kökünü çöpe attın." demişti. Demek ki soğanın kökü atılmazmış ve en lezzetli yeri de baş kısmıymış. Bunu o vakit öğrenmiştim.
Kahvehanenin, daha doğrusu kumarhanenin daimi müşterilerinden Taksici Çolak Bayram amca yiyecek siparişi vereceği zaman özellikle de eski kaşar olmasına dikkat etmemi, yanında da bir ekmek, bir kaç tane domates, biber, az zeytin alıp gelmemi söylerdi. Eski kaşarla bizim bildiğimiz normal kaşar ayrımını da o zaman öğrenmiştim. Merak edip sormuştum eski kaşarla normal kaşar arasındaki farkı.Eski kaşar daha lezzetli olup, fiyatı da normal kaşara göre biraz fazla olurmuş. Kumar masasına bir oturuldu mu kolay kolay kalkılmaz. Parası bitip kalkanı çok gördüm, kazananın masadan oyun bitene kadar kalkmadığını da. Oyuna kendilerini kaptıranlar saatlerce kumar masasında vakit harcarlar, bu esnada açlığı tokluğu da unuturlardı. Kimi açlığını sigarayla, kimi çayla, kahveyle bastırır, kimi de midesi kazındığı için yiyecek siparişi verirdi. O vakitler şimdiki gibi kimsede cep telefonu yoktu. Hatta çoğu lokantada şimdiki gibi yiyecek içecek siparişi alınıp, adrese teslim yapılmazdı. Bu nedenle de genelde beni gönderirler, istedikleri siparişi onlara getirirdim. Sipariş veren kişinin yanında küçük bir masa bulunur, yemeğini yedikten sonra, işaret verir, derhal masasını siler, temizlerdim. Çoğu zaman yiyecekler artar, artan bu yiyecekleri çay ocağında yerdim.
Kahvehanenin kocaman kocaman camları vardı ve her gün silinmesi gerekiyordu. O zamanlar cam silin adı sanı bilinmiyordu. Okunmuş gazetelerin sekiz, on sayfasını dörde katlar, suyla ıslatır, camları silerdim. Doğal ve basit bir temizleme şekli olduğunu o zamanlar öğrenmiştim. Camları da pırıl pırıl, tertemiz yapardı. Kahvehanenin küçük bahçesinin de sabahtan akşama kadar temiz tutulması şarttı. Ağaçlardan düşen yapraklar bahçeyi kirletiyor, rüzgârın etkisiyle de masaların, sandalyelerin üstleri toz oluyordu. Ben Ocakcı Orhan amcaya yardım ediyordum. Anlattığına göre yıllar önce Hukuk Fakültesi'ni okurken başı bazı siyasi olaylar yüzünden derde girmiş, üniversite üçüncü sınıftan atılmış, çeşitli işlerde çalıştıktan sonra meslek olarak da bu kahvehanede yıllardır hem ocakçılık hem de çay servisi yapmaya başlamıştı.Bir ailesi, karısı, çocukları var mıydı? Bu konuyu ne ben sorabilmiş, ne de kendisi anlatmıştı. Alkol içerken görmemiştim ama yüzünün kızarmasından ve lafların ağzında dolanmasından alkollü olduğunu anlardım.Hiç bir yakını kahvehaneye uğramadığına göre demek ki hayat mücadelesini bir başına veriyordu. Kahvehanede günlük yevmiyesinden başka, kumar oynayanların vermiş oldukları bahşişlerle ve burasının aynı zamanda kumarhane olduğunu bilmeyen, amaçları sadece çay içip, nefeslenmek olan diğer müşterilerden almış olduğu çay paralarıyla yolunu buluyordu. Kumarhanenin daimi müşterilerinden ve dışarıdan gelip kumar masasına oturan misafirlerden çay parası alınmazdı.
Bende Ferdi Tayfur hayranlığı 1984 yılında başladı. O zamanlar 15 yaşındaydım. Rahmetli babam iki kefil, sekiz ay taksitle evimize küçük bir teyp getirdiğinde aldığım ilk kaset de Ferdi Tayfur’un aynı yıl çıkan Yaktı Beni isimli kasetiydi. Evimizin her yanını posterlerle donatmıştım. Gazete bayiinde önce tüm magazin gazetelerini tarar, içinde Ferdi Tayfur resimleri olanlarını satın alırdım. Ne zaman yeni bir kaseti çıksa kasetçilerde tanıtım afişleri asılır, gazetelere yeni kasetin tanıtım ilanları basılırdı. Kasetin dağıtımının yapılacağı gece gözüme hiç uyku girmez, kasetteki şarkıları merak eder dururdum. Sabah erkenden doğruca kasetçiye gider yeni kaset gelmişse satın alırdım. Gününden önce gittiğim zamanlar da olurdu. İşte böylesi zamanlarda boynum bükük kalır, çok üzülürdüm. Bir keresinde ise yaz tatilinde kahvehanede işçi olarak çalışırken o günkü yevmiyemin tamamını yeni çıkan kasete vermiştim. Çoğu zaman ise param yetişmez kasetçiye borçlanırdım.Yeni kasetteki tüm parçaları en kısa zamanda ezberler ve sesimi Ferdi’ye benzeterek şarkılar söylerdim. Teybin sesini sonuna kadar açar, arka bahçeye komşu kızının gelmesini bekler ve ona dinletirdim zoraki olarak. Evlerimiz bitişikti, çıt olsa duyulurdu ses. Hasta varmış, uyuyan varmış dikkat etmezdim. Doğru bir davranış değil, çocukluk, gençlik işte, ben de yaptım hatalar. Mevzubahis Ferdi’nin yeni aldığım kaseti olunca akan sular dururdu.
O zamanlar renkli televizyonlar yeni çıkmıştı ama bizim o yıllarda renkli televizyonumuz yoktu. Çünkü biz fakirdik.Televizyonumuz gibi hayatımız da siyah beyaz geçiyordu. İlk video kaseti furyası o yıllarda çıkmıştı ve bizler renkli film seyretmek için mahallemizde bulunan mobilya dükkanının vitrininden video seyrederdik. Mağaza görevlisi video bittiğinde kaseti değiştirir, ara vermeden izlememizi sağlardı. Bazen de kasetin devamını koymaz, film yarım kalırdı. Homurtular ve küfürler eşliğinde bulunduğumuz mekânı terk ederdik. Cadde boyunca Ulus-Yenimahalle- Şentepe hattında çalışan minibüslerdeki yolcular zamanla kanıksadılar bu durumu. Çünkü öyle bir kalabalık olurdu ki sanırsınız burası bir şehir stadyumu. Komşumuz Halim amcalarda video kasetçalar vardı. Kasetçiden video filmi kiralar,akşamları seyretmeye giderdik. Mahallemizde ayrıca bir tane sinema salonu vardı. Ferdi Tayfur’un vizyona giren filmlerini bir kaç kez seyrederdim. Zaman zaman bu sinema salonunun dış kısmında bulunan çöplüğüne gider, atık ve kopuk film karelerinde Ferdi’nin resimlerini arardım. Bulduğumda ise bir servete konmuş gibi mutlu olur, kopuk film karelerini özenle makasla keser ve saklardım.
Ailemle birlikte üç katlı eski Yenimahalle evlerinde kiracı olarak otururken küçük bir odayı kendime mahsus odam yapmış, tüm duvarlara da Ferdi’nin resimlerini yapıştırmıştım. Yoldan geçenlere hem resim ziyafeti hem de müzik ziyafeti sunuyordum. Filmlerde Ferdi’yi kendimle özdeşleştiriyor, birlikte gülüyor, birlikte ağlıyorduk. Böyleydi bizim Ferdi aşkımız. TRT’nin katı kuralları gereğince televizyona çıkıp şarkı söylemesi yasaktı. Ayrıca şarkı türünün arabesk olması nedeniyle TRT yönetimince veto yemiş ve şarkıları yasaklanmıştı. Şarkılarını radyoda dinlemek de yasaktı. Yeni Yıl olduğunda yılbaşı gecesi bir kereye mahsus bu katı kurallar yıkılırdı. Bu yasakçı ve katı kurallar diğer arabeskçiler için de geçerliydi. Sonra nasıl olduysa TRT ‘de Mobil reklam filminde “Mobil’e Güven, Gerisini Merak Etme Sen” sloganıyla izlemeye başladık Ferdi Tayfur'u. Tüm Ferdi hayranları bu reklam filmini seyretmek amacıyla kendilerini evlerine atarlarlardı. Mahallemizdeki MOBİL akaryakıt tesisinde reklam filmindeki dev Ferdi resmini gördükçe sevincim kat kat artardı.
Uykuya her dalışımda,
Bir kabus misali
Bitiveren sensin yanı başımda
Geceler boyunca,
Girmeyesin düşlerime diye
Gözlerime mil çekesim geliyor.
Hemen hemen her gün gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde ve televizyon kanallarında vahşice işlenen cinayetlere tanık oluyoruz. Adam, ayrı yaşadığı karısının boşanmak istemesini hazmedemiyor, üzerine benzin döküp acımasızca yakıyor. Bir başka adam, sokak ortasında defalarca kere karısını bıçaklıyor. Bir başkası, gece yarısı karısı uykudayken yastıkla boğup öldürüyor. Ya da bunun tersi oluyor. Kadın, kocasını acımasızca öldürebiliyor. Bu cinayetlere her gün bir başka cinayet vakası ekleniyor ve bu vahşetler sürüp gidiyor. Yıllarca aynı yastığa baş koyan, birbirleri ile severek evlenen karı-koca nasıl oluyor da birbirlerinin canlarına kast edebiliyorlar? Bu cinayetler üzerinde ciddi araştırmalar yapılmalı, neden-sonuç ilişkisi üzerinde bilimsel toplantılar ve paneller düzenlenmeli, özellikle de televizyon kanallarında aile ile ilgili eğitici, bilgilendirici yayınlar yapılmalıdır.İlkokul çağından başlayarak öğrencilere bu konularda eğitici konferanslar verilmeli, derslerde Türk aile yapısının özellikleri işlenmeli, mantık ve psikoloji derslerine ağırlık verilmelidir.
Maalesef evlenirken medenice evleniyoruz da, ayrılırken medenice ayrılamıyoruz. Çünkü medenice yaşamayı bilmiyoruz. İletişimimizde bozukluklar var, en küçük bir münakaşa bile kan dökülmesi için yeterli oluyor. Toplumun kanayan bir yarasıdır bu. Yapılan bir araştırmaya göre,en büyük boşanma sebebi sorumsuzluk ve ilgisizliktir. Bu nedeni sırasıyla, evin ekonomik geçimini sağlayamama, aldatma, dayak,kötü muamele, içki ve kumar, eşlerin ailelerine karşı saygısız davranması, terk etme,edilme, eşin ailesinin aile içi ilişkilere karışması, çocuk olmaması, ailedeki çocuklara karşı kötü muamele izliyor. Resmi verilere göre 2013 yılında ülkemizde 28 bin kadın şiddete maruz kaldı. Kadınların yüzde 23’ü boşanmak istedikleri için öldürüldü. Resmi olmayan rakamlara göre ise Türkiye'de kadın cinayetleri son 10 yılda yüzde bin 400 artış gösterdi. 2002 yılında öldürülen kadın sayısı 66 iken, 2013'ün sadece ilk dokuz ayında bu rakam 842'ye ulaştı. Öldürülen, tecavüze, tacize uğrayan kadınlara bu zulümleri çektirenler ya serbest kaldı ya da kadının canının da haklarının da ne kadar ucuz olduğunu gösterecek şekilde cezalandırıldı.(!) Ülkemizde durum böyleyken; Amerika Birleşik Devletlerinde her yıl yaklaşık dört milyon kadın eşleri tarafından taciz ediliyor ve bu taciz olaylarının yaklaşık dört bini kadının ölümü ile sonuçlanıyor.
Yapılan araştırmalara göre ülkemizde 2002-2013 yılları arasında tam 4 bin 885 kadın öldürüldü. Türkiye’de yılda en az 25 töre cinayeti işlenmektedir. Fakat gerçek sayı bunun çok üzerindedir. Namus ve töre adına kadınlara yönelik kötü muamele, işkence, öldürme, intihara zorlama oranı son yıllarda %25 oranında artmıştır. 2013 yılında kadın cinayetleri devam etti. Koruma altındaki kadınlar öldürüldü, tecavüzler sürdü.
Eğitim ve gelir düzeyi arttıkça fiziksel şiddet gördüğünü söyleyen kadınların oranı azalmaktadır. Kadınlara uygulanan şiddette, tüm meslek gruplarından erkekler var. Şiddete maruz kalan ya da şiddet tehdidini hisseden kadınların başvurabileceği yer ve kurumlar oldukça sınırlıdır. Adli korumanın etkisi hem süre açısından hem de mekânsal açıdan sınırlı olduğundan devlet tarafından verilen korumalar bile cinayetlere kurban gidiyor. Sosyal hizmetlere ve belediyelere bağlı konuk evlerinin ise yetersiz olması sorunların daha da büyümesine yol açıyor. Birleşmiş Milletler’in standartlarına göre; 10 bini aşkın nüfuslu yerleşim birimlerinde en az bir kadın sığınağı, 50 bin’i aşkın nüfuslu yerleşim birimlerinde en az bir kadın danışma merkezi, her 20 bin kadın için bir tecavüz kriz merkezi bulunmalı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın verilerine göre Türkiye’de 120 kadın sığınma evi var,8 İl’de ise sığınma evi yok. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nca Türkiye’deki 2 ilde erkekler için açılan Şiddet Önleme ve İzleme Merkezi’ne (ŞÖNİM) aradan geçen 1 yılda sadece 1 erkek başvurmuş. Mağdur olduğu gerekçesiyle erkek sığınma evine yerleşen erkek, konukevinde sadece 1 hafta kalmış. Türkiye’de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlı 2 erkek sığınma evi de şu anda bomboş. Aynı dönemde ŞÖNİM’lere başvuran kadın sayısı ise 3 binin üzerinde. Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2013 yılı verilerine göre76 milyonu aşkın ülkemiz nüfusunun 38 milyon 194 bin 504 kişisi kadın. Türkiye’nin kadın nüfusuna oran dikkate alındığında yaklaşık 400 kadın sığınma evine ihtiyacı var.
Bir hayatı sona erdirmenin bedelini katil olan koca hapishanede cezasını çekerek ödüyor. Kameralara yansıyan görüntülere göre, gazeteciler katil olan kocaya ‘ pişman mısınız? ' diye soruyor. Bence çok saçma bir soru bu. Pişman olsa ne çıkar, olmasa ne çıkar. Ölen geri geliyor mu? Gelmiyor. Pişmanlıktan veya iyi halden dolayı ceza indirimi veren kanunlarımızı da gözden geçirmemiz gerekiyor. Bir hayata acımasızca kıymanın iyi hali mi olur? Kadına karşı her türlü şiddet davalarında uygulanan “haksız tahrik indirimleri” derhal kaldırılmalıdır.
sen benim dağlarımda kar,
yanımda yâr olamazsın,
ne yağmur, ne esen yel,
ne doğan güneş, ne mavi deniz,
sen benim kitabımda,
İçim yangın yeri, sözün bittiği yer,
Başım gövdemle birlikte tüm şehir,
Sanki gece gündüz cayır cayır yanıyor,
Sönmüyor, sönmeyecek bu ateş,
Nasıl bir dünyaya düştüysem,
Bir kere de mi insanın yüzü gülmez,
Trafik ışıkları başıma bela olur,
Kırmızıda koşar adımlarla geçerken,
Yeşilde sendelerim,
Gözlerin aklıma gelir,
Oturur caddenin ortasına,
Deli gibi seni beklerim,
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!