Selahattin Aykurt Adlı Üyenin Nedir Yazıları ...

  • Güney

    09.08.2007 - 14:49

    Yılmaz Güney
    Yılmaz Güney (1937 - 1984)

    Sinema yönetmeni, oyuncu, senarist ve yazar. Türk sinemasında filmleriyle bir dönüm noktası olmuş, genç kuşak yönetmenlerine öncülük etmiş, uluslararası düzeyde ün kazanmıştır. Yaşamı dalgalanmalarla geçmiş, siyasi kişiliği nedeniyle pek çok kez koğuşturmaya uğramış ve yıllarca hapis yatmıştır.

    1 Nisan 1937? de Adana? nın Yenice köyünde doğdu, 9 Eylül 1984? te Paris? te öldü. Asıl adı Yılmaz Pütün? dür. Bir işçi ailesinin yedi çocuğundan biriydi. İlk ve ortaöğrenimini Adana? da tamamladı. Öğrenimi sırasında pamuk işçiliğinden gazozculuk ve simitçiliğe kadar çeşitli işler yaptı; And Film ve Kemal Film şirketlerinin bölge temsilciliklerinde memur olarak çalıştı; edebiyatla ilgilenmeye ve öyküler yazmaya başladı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi? nde sürdürdüğü yükseköğrenimi sırasında yönetmen Atıf Yılmaz ile tanış- tl, onun yardımı ve desteğiyle sinema çalışmalarına başladı.

    Atıf Yılmaz? ın 1959 tarihli? Bu Vatanın Çocukları? ve? Alageyik? filmlerine senaryo yazarı ve oyuncu olarak katkıda bulundu. Aynı yıl, gene onun? Karacaoğlan? ın Kara- sevdası? adlı filminin senaryosuna katılmanın yanı sıra, yönetmen yardımcılığını da üstlendi. Bu arada öyküleri de? On Üç? ve? Yeni Ufuklar? gibi edebiyat dergilerinde yayımlanıyordu. 1956? da çıkan bir öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılandı ve bir buçuk yıl hapis cezasına mahkûm oldu (1961) . 1963? te yeniden sinema çalışmalarına döndü. Küçük şirketlerin, sıradan serüven filmlerinde rol aldı, zaman zaman bu filmlerin senaryo yazımından çekimine kadar tüm aşamalarında çalıştı. Kabadayılığın, kavganın ağırlıkta olduğu bu filmlerde canlandırdığı ezilen, itilen, ama yazgısını kabul etmeyen, baskıya ve kötülüğe karşı tek başına direnen, mücadele eden dürüst? Anadolu çocuğu? tiplemeleriyle büyük ün kazandı. Özellikle, bu tiplerle kolayca özdeşleşen geniş Anadolu izleyicisince çok tutuldu ve aranan bir oyuncu olarak kendisini kabul ettirdi. Filmlerinden birinin de adı olan? Çirkin Kral? adıyla anılmaya başlandığı bu dönemde, öyküsü kendisine ait olan, Lütfü Akad? ın? Hudutların Kanunu? filmindeki sade, abartısız oyunuyla Türk sinemasında yeni bir oyuncu tipini yerine oturtuyordu. Umulmadık biçimde gelişen? Çirkin Kral? efsanesi, olumlu tiplerin? güzel? ve? yakışıklı? oyunculara, olumsuz, kötü tiplerin de? çirkin? olana oynatıldığı Yeşilçam sistemini sarsıyor, Yılmaz Güney ile birlikte inandırıcı bir tiplemenin yanı sıra, doğal oyunculuk tarzı da gelişiyordu. 1967? de yönetmenliğe başlayan Yılmaz Güney, bazı önemsiz filmlerin ardından, 1968? de ilk önemli yapıtı olan? Seyyit Han? ı çekti. Doğu? da geçen bir aşk öyküsü çevresinde gelişen film, özellikle anlatımı açısından çok başarılı bulundu. Ertesi yıl, gene Doğu? da gerçekleştirdiği? Aç Kurtlar? da ise karı olağanüstü bir biçimde kullandı.? Bir Çirkin Adam? ın ardından 1970? te, o zamana değin yapılmış en iyi Türk filmi sayılan? Umut? geldi.

    ? Umut? , eski faytonu, zayıf atıyla kalabalık ailesini geçindirmeye çalışan, borçların, ağır yaşam koşullarının zorlamasıyla giderek çıkmaza giren, bir trafik kazasında atını kaybettikten sonra önce fay- tonunun, başarısız bir soygun denemesinin ardında da satacak daha neyi varsa satan, sonra da define aramaya çıkan Cabbar? ın öyküsüydü. Otobiyografik izler taşıyan yapıt, öyküsünün sağlamlığı, anlatımının yalınlığı, Türk sinemasında o güne değin ulaşılamamış ölçüde gerçekçi yaklaşımıyla yeni bir dönemin başlangıcını vurguluyordu. Aynı yılın Adana Altın Koza Film Şenliği? nde en iyi film seçilen Umut, sansürce yasaklandıktan sonra Danıştay kararıyla gösterime girdi, yurtdışında da büyük başarı kazandı.

    Yılmaz Güney? in 1971 tarihli yedi filminden üçü,? Ağıt? ,? Acı? ve? Umutsuzlar? , aynı yılın Adana altın Koza Film Şenliği? nde ilk üç dereceyi paylaştı. Yılmaz Güney, Mart 1972? de, siyasal olaylara karıştığı gerekçesiyle tutuklandı.? Baba? adlı filmi o yılın Adana Altın Koza Film Şenliği? nde en iyi film seçildiyse de, jüri sonradan kararını değiştirmek gereğini duydu. Bekir Yıldız? ın bir öyküsüne dayanan? Baba? , Almanya? ya işçi olarak gitme isteği geri çevrilen bir adamın peş peşe yaşadığı çarpıcı olayları ve ailesinin dağılmasını konu alıyordu. Yarıda kalan? Zavallılar? , 1975? te Atıf Yılmaz tarafından tamamlandı. Bu arada Yılmaz Güney, 1966? da yayımlanan? Boynu Bükükler? adlı romanını geliştirerek Boynu Bükük Öldüler adıyla yayımladı ve bu yapıtıyla 1972 Orhan Kemal Roman Ödülü? nü kazandı. Aynı yıl? Milliyet? gazetesinin yaptığı soruşturmada yılın sanatçısı seçildi.

    İki yılı aşan bir tutukluluk döne ardından, 1974? te, başyapıtlarından biri olan? Arkadaş? ı çekti. Yolları ayrılmış iki üniversite arkadaşının yıllar sonra birbirlerini bulmaları, aynı toplumsal kökenden gelmelerine karşın ne derece uzak düştüklerini fark etmeleri ve giderek ilişkilerini kopma noktasına varmasıyla gelişen film, farklı sınıflardan ve toplumsal ilişkilerden kesitler veren, sağlam, zengin bir yapıttı. Aynı yıl Adana? da? Endişe? filmini çekerken, karıştığı bir olay sırasında, bir yargıcı vurarak öldürmesi üzerine Yılmaz Güney, on dokuz yıl hapis cezasına mahkum oldu. Cezaevindeyken sinemayla olan ilişkisini, ince ayrıntılarına kadar yazıp oluşturduğu senaryolarla sürdürdü. Bunlardan Zeki Ökten? in yönettiği ve Türk sinemasının en yetkin ürünlerinden biri olan? Sürü? , yurt içinde ve dışında çok sayıda ödül kazandı.? Düşman? yine Ökten tarafından,? Yol? ise Gören tarafından çekildi.

    1981? de Isparta Cezaevi? nden kaçan Yılmaz Güney, gizlice yurtdışına çıktı. Kurgusunu yeniden ger çekleştirdiği? Yol? , 1982 Cannes Film Şefliği Büyük Ödülü? nü Costa Gavras? ın? Missing? (Kayıp) adlı filmiyle paylaştı. Yılmaz Güney yurda dönme çağrısına uymayınca 1983? te Türk yurttaşlığından çıkartıldı. Aynı yıl Fransa? da Le mur (? Duvar?) adlı filmi çekti; eleştirmenlerce katı ve kötümser olarak değerlendirildi. Ertesi yıl kanserden öldü.

    Yılmaz Güney, senaryodan kurgu- ya kadar sinema sanatının her aşamasında başarılı uygulamaları olan, yetkin bir sinema ustasıdır. Getirdikleri yorum açısından her zaman aynı düzeyde olmayan yapıtları, gerçekçilik, şiirsellik ve zengin görsellikleriyle dikkati çeker. Lütfi Akad ile birlikte sinemaya özgü bir dile kavuşan Türk sineması, onun çizgisini sürdüren ve geliştiren Yılmaz Güney? in yapıtlarıyla yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Güçlü bir gözlemciliğe ve ayrıntı zenginliğine dayanan, anlatım olanaklarının dengeli kullanıldığı, toplumsal konuları gerçekçi bir yaklaşımla işleyen Yılmaz Güney sineması,? sinemacılar kuşağı? olarak bilinen yönetmenlerle genç kuşak yönetmenleri arasında bir köprü işlevi görmüştür. Yılmaz Güney ile başlayan ve Yeni Sinema Dönemi olarak adlandırılan bu dönemde Türk sineması dünyaya açılmış, onu izleyen genç yönetmenler yurtdışında oldukça önemli başarılar kazanmışlardır.

    Yapıtlarıyla ulusal ve uluslararası düzeyde birçok ödül kazanan Yılmaz Güney, filmlerinin yanı sıra, romanları ve öyküleriyle de geniş bir izleyici kitlesine ulaşmıştır.

    Oyuncu Yılmaz Güney

    Atıf Yılmaz? ın 1958? lerde yönettiği? Alageyik? , Güney? in oyuncu olarak ikinci filmidir. Eleştirmenlerce beğenilmiştir.? Atıf Yılmaz? ın Alageyik? te başrolü verdiği genç oyuncu Yılmaz Güney, davranışlarıyla yarınından umut vermektedir.? (Ali Gevgilili)

    Bu altı çizilen satırlar bilinmeyen bir Yılmaz Güney için bir? ilk işaret? ti. Bu minicik ve alçakgönüllü yorum, 1963 yılında bir gerçeği ortaya koyacaktı. Altı aylık bir? Konya sürgünü? dönüşünden sonra oynadığı? İkisi de Cesurdu? iddiasız bir filmdi. Ama Yılmaz Güney? in oyunu, özellikle de yaralı olarak finaldeki yürüyüşü akıllardan kolay çıkmayacak kadar çarpıcıydı. Yılmaz Güney, Ferit Ceylan? ın bu filminde? kabadayı mitosu? nun temellerini atarken daha sonraki filmlerinin de? ana malzemesi? ni oluşturacaktı.

    Bir yıl sonra oynadığı? Eşkıya Koçero? ise, Anadolu? da büyük iş yapan filmlerinden biri oldu. Aynı yıl yaptığı? On Korkusuz Adam? da konuşmaz. Suskun bir adamdır. Tamer Yiğit, Adnan Şenses, Işın Kaan, Tunç Oral ve Özkan Yılmaz gibi? yakışıklı adam? ların gerisinde dolaşır. Filmde tek bir diyalogu olmayan, ama kaşları üzerine yatırdığı siyah şapkasıyla, ikide bir dudaklarına götürdüğü konyak şişesiyle ilgiyi çekip öne çıkan da odur, alkışlanan da. Sakallıdır, çirkindir ama davranışlarıyla sıcak ve sevecendir.

    1965? lerde daha sıcak ve duyarlı bir Yılmaz Güney izleriz Duygu Sağıroğlu? nun? Ben Öldükçe Yaşarım? ında. Ama? Hudutların Kanunu? nda asıl? büyük oyun? unu sergiler. Lütfi Akad? ın filminde Hıdır, ne Hıdır? dır... Türk Sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri olan? Hudutların Kanunu? nda Güney unutulmaz boyutlardadır.

    Lütfi Ö. Akad? ın? Kurbanlık Katil? indeki ayaklarını sürüye sürüye yürüyen, yerlerden izmarit toplayan şarapçı Mustafa tipiyle büyük beğeni toplar.

    Güney? in kendine özgü bu oyunculuk çizgisi,? Kızılırmak-Karakoyun? la,? Baba? yla birlikte gelişip ustalığa erişir.

    Yönetmen Yılmaz Güney

    ? At Avrat Silah? ,? Benim Adım Kerim? ve? Pire Nuri? , Yılmaz Güney? in yönetmenliğe soyunduğu, yönetmen olarak ilk filmleridir. Bu arada bazı filmlerine imza atmaz, bazılarına da yapımcıların baskılarıyla kendi ismini koymak zorunda kalır.? Seyyit Han? , bu aşamadaki ilk önemli filmidir genç sinemacının.? Seyyit Han? ın destansı anlatımı, sinematografik özellikleri başka yönetmenleri de etkilemiştir Kemal Tahir? in bu konudaki sözleri ilginç ve yüreklidir:

    ? Seyyit Han? , dünyanın aradığı halk sineması koşullarına son derece uygundur. Sözgelimi aralıksız kurşun yediği halde kahramanın hâlâ sendelememesi, hayatın gerçeğiyle, sinemanın gerçeği arasındaki büyük farkı en iyi belirleyen sahnedir. Yılmaz Güney, gerçekten halktan yetişmiş, halkın bir şeyi nasıl görmek istediğini belki derin ilmiyle değil, yaşantısıyla bilen bir halk sanatçısıdır. Böyle sanatçılardan, bir aydın olarak benim öğrenecek çok şeyim olduğuna inanıyorum.? Türk sinemasında gerçekçilik ve içerik açısından yeni bir dönem açan? Umut? la Yılmaz Güney, sade ama ilginç gözlemlere dayanan duyarlı sinemasının ilk örneğini verecektir. Ne var ki, gerçek kişiliğini yakaladığı bu aşamada, faytoncu Cabbar? a Amerikalı zenci Çavuş? tan dayak yedirtmesi, hatta? Seyyit Han? la Güney? i bir? halk sanatçısı? olarak öven Kemal Tahir bile? bir arabacının dramı olur mu! ? diyerek yanılgıya düşecektir. Anadolu? nun bozkırlarında bir tragedya boyutlarına ulaşan kaçakçı Çobanoğlu? nun? Ağıt? ı, bir? destan sineması? dır. İçerik olarak bu aşamadaki filmlerine ters düşse de bir? gansgster melodramı? olan Umutsuzlar? daki anlatım ise? şiir sel? dir. Sanki her görüntü, yürüyen bir tablo, sanki Filiz Akın, tüm yakın planlarda bir? ikona? dır. Ertem Eğilmez, filmin yapımcısı İrfan Ünal? la Umutsuzlar? ı izlerken ilk on dakikasında birden coşkuya kapılıp şöyle der,? Umut? , nasıl Türk sinemasında yeni bir dönemin başlangıcıysa,? Arkadaş? da Yeşilçam? ın geleneksel dram yapısını parçalayan, tuzla buz eden bir film olma özelliğini taşır. Ve? Güney Sineması? nın yönetmen olarak, yazık ki? son aşama? sıdır bu. Çünkü yurtdışına kaçtıktan sonra Fransa? da yaptığı? Le Mur Duvar? yabancı eleştirmenlere göre? karamsar? bir film olarak tanımlanacaktır?

    Senarist Yılmaz Güney

    Güney? in senaryo yazarlığı, oyunculuğuyla birlikte başlar. Örneğin 1958 yılında çekilen? Bu Vatanın Çocukları? nda hem oynamış, hem asistanlık yapmış hem de filmin senaryosunu Atıf Yılmaz? la birlikte yazmıştır. Film beğenilmiştir.

    Bu ortak ilk başarıdan sonra gene Atıf Yılmaz ve Halit Refiğ? le birlikte, Yaşar Kemal? in bir çalışmasından uyarladıkları Alageyik? in senaryo çalışmalarına katılmış ve 1963 yılından başlayarak saptanması mümkün olmayan bir dolu senaryo yazmıştır. Genellikle kendi senaryolarını kendi çeken ve kendi oynayan Yılmaz Güney, 1963 ile 1967? ye kadar olan süreç içinde çirkin kral Mitsou? na uygun düşen konuları ele almıştır. Büyük bir hızla, çoğunun parasını alamadığı senaryolar üretmiş ve bu yeteneğini 1968 yılında? Seyyit Han? la? Umut? la,? Acı? yla,? Ağıt? la,? Baba? yla bilinçli bir çizgide geliştirerek? Arkadaş? a kadar gelip dayamıştır. Ne var ki, en olgunları, en vurucuları? içeride? yken altında yazdığı senaryolar kabul edilmiştir. (Endişe, Sürü, Düşman, İzin ve Yol)

    Yılmaz Güney? in hapishanelerde yazdığı dekupajlı senaryolarıyla? Sürü? ve? Düşman? da Zeki Ökten,? Endişe? ve? Yol? da Şerif Gören sinema yaşamlarının tartışmasız en başarılı örneklerini ortaya koymuşlardır. Özellikle? Sürü? ve? Yol? , Türk sinemasının ulaşılması güç doruk noktalarından kabul edilmiştir.

    Yılmaz Güney Sineması

    Yılmaz Güney? in sinemasında genel olarak baktığımızda, özündeki zenginlik dikkatimizi çeker. Bu zenginlik, yalnızca gerçekçi yapıtlarında değil, içeriğinde popülist eğilimler taşıyan,? palavra? ya da? döküntü? diye nitelenen vurdulu-kırdılı? çirkin kral dönemi? ndeki filmlerinde de vardır. Çünkü bu bütünüyle? insan? a dönük bir sinemadır. Sıcaktır, duyarlıdır... Yaşayan bir sinemadır; Yılmaz Güney? in yaşamından parçalar, yansımalar vardır.

    Yılmaz Güney? i ve sinemasını öncelikle neden çocuklar sevmiştir. Çünkü tüm sevecenlikleriyle çocuklar vardır filmlerinde. Örneğin? İkisi de Cesurdu? , sürgündeki adamla kaldığı otelin karşısındaki evin penceresinde mandolin çalan kız çocuğunun öyküsünü sergiler.? Sürgündeki adam? Yılmaz Güney? in ta kendisi, mandolin çalan kız ise ekili tarlalarda yitirilip yaşanmamış bir çocuk özleminin simgesidir.

    ? Umut? ta,? Baba? da çocuklar arka planda görünür gibi olurlarsa da temel öğeleri oluşturur.? Canlı Hedef? te unutulmuş, baba sevgisinden uzak yaşayan bir kız görürüz. Adı Elif? tir. Elif, Güney? in gerçek yaşamdaki kızının adıdır. Filmde kızına günah çıkaran baba da gerçek yaşamdaki Yılmaz Güney? dir.

    ? Arkadaş? ın birçok sahnelerinde, kıyıkentin kumsallarında cıvıldaşan burjuva çocuklarıyla kırsal kesimdeki çeşmenin sularında oynaşan köylü çocukları görülür. Güney, çocuklarla duygusal ilişkiler kurar. Onlarla iç-içe yaşar.? At Hırsızı Banuş? da ağanın yanaşması papatyayı sever. Sevgilisi olan ağanın kızıyla birlikte öldüğü sahnede, yanaşmanın elinde gene bir papatya vardır. seyyit Han? da Seyyit, sevgilisinin cesedini gelinliğiyle toprağa gömer. Ve? toprağın gelini? olan Keje? nin üzeri papatyalarla, nergislerle örtülür. Gene? Yarın Son Gündür? ün finalinde, Mavi Çocuk? la Kara Çocuk kurşun yağmuruna tutulup yere devrilirlerken, iki kanlı gül de birlikte düşer. Acı? nın Çiçek Ali? si kan davasından kaçar. Üzerine basılmış kır çiçeklerinin boynu büküktür. Kan davası, Siverekli Yılmaz Güney? in yaşamından bir parçadır. Çünkü babası Hamit Pütün, Güney? in çocuk gözleri önünde kurşunlanmış, ama ölmemiştir. Umut? taki paytoncu Cabbar? ın öyküsü, gene babası Hamit Pütün? ün gerçek yaşamından bir kesittir. Filmlerindeki genel temayı oluşturan silahı da, doğduğu evin kerpiçten duvarında kan dayalı babasının elinde görmüştür.

    Acı? nın bir sahnesinde, hapisten çıkan Çiçek Ali:? Biz hayatımızda çok kelepçe gördük... Kollarımızda çok kelepçe paslandı. Yazımızı yazan kötü yazmış? derken Yılmaz Güney? in gerçek yaşamına göndermeler yapmaktadır. Güney? in gerçek yaşamındaki? ikinci adres? i mahpus damları, hapishaneler olmuştur. Yaşamının bir bölümü 1961? lerden başlayarak Kayseri, İzmit, Toptaşı, İmralı, Isparta ve daha birçok cezaevinde geçti. Cezaevlerindeki günleri kuşkusuz Yılmaz Güney? in yaşamında başlı başına bir roman oluşturur. Yılmaz Güney, kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle der:? ... ben oyuncu olarak halkın giyiminden, davranışlarından farklı olmamaya çalışıyorum. Zaten olamazdım ki! Ben zaten kendimi oynuyordum. Çünkü yaptığımız bütün filmlerde benden bir parça vardır. Bilmem nerede, herhangi bir haksızlığa karşı nasıl davranıyorsam filmde benzeri durumda da aynı tavrı gösteriyorum. Mesela filmde fakir babası bir adamım. Özel hayatımda da öyleyim. Cebimdeki bütün parayı dağıtıyordum, ona buna dağıtıyordum.? Yılmaz Güney? in seyircisiyle, halkıyla diyalog kurup özdeşleşme başarısı, böyle bir bilinçten kaynaklanır. Çünkü Güney? in önce her türlü acıya, saldırıya boyun eğip sabreden bir kişilik olarak görülür filmlerinde.

    YAPITLARI

    Oynadığı Filmler:

    Tütün Zamanı, 1959;

    Dolandırıcılar Şahı, 1961;

    Kara Şahin, 1964;

    Mor Defter, 1964;

    On Korkusuz Adam, 1964;

    Yaralı Kartal, 1965;

    Üçünüzü de Mıhlarım, 1965;

    Beyaz Atlı Adam, 1965;

    Ben Öldükçe Yaşarım, 1965;

    Sokakta Kan Vardı, 1965;

    Çirkin Kral, 1966;

    Hudutların Kanunu, 1966;

    Ve Silahlara Veda, 1966;

    Yiğit Yaralı Olur, 1966;

    Balatlı Arif, 1967;

    İnce Cumali, 1967;

    Kızılırmak Karakoyun, 1967;

    Kozanoğlu, 1967;

    Kurbanlık Katil, 1967;

    Azrail Benim, 1968;

    Kurşunların Kanun, 1969;

    Zeyno, 1970;

    Namus ve Silah, 1971;

    Sahtekr, 1972.

    Senaryosunu Yazdığı ve Oynadığı Filmler:

    Bu Vatanın Çocukları, 1959;

    Alageyik, 1959;

    Kamalı Zeybek, 1964;

    Konyakçı, 1965;

    Krallar Kralı, 1965;

    At, Avrat, Silah, 1966;

    Eşrefpaşalı, 1966;

    Çirkin Kral Affetmez, 1967;

    Belanın Yedi Türlüsü, 1969;

    Piyade Osman, 1970;

    Sevgili Muhafizım, 1970;

    Şeytan Kayalıkları, 1970;

    İbret, 1971.

    Senaryosunu Yazdığı Filmler

    Karacaoğlan? ın Karasevdası (Atıf Yılmaz, Yaşar Kemal ve Halit Refiğ ile) , 1959;

    Endişe, 1974;

    İzin, 1975;

    Bir Gün Mutlaka, 1975;

    Sürü, 1978;

    Düşman, 1979;

    Yol, 1982.

    Senaryosunu Yazdığı, Yönettiği ve Oynadığı Filmler

    Benim Adım Kerim, 1967;

    Pire Nuri, 1968;

    Seyyit Han, 1968;

    Aç Kurtlar, 1969;

    Bir Çirkin Adam, 1969;

    Umut, 1970; Kaçaklar, 1971;

    Vurguncular (Ş. Gören ile) , 1971;

    Yarın Son Gündür, 1971;

    Umutsuzlar, 1971;

    Acı, 1971;

    Ağıt, 1971;

    Baba, 1971;

    Arkadaş, 1974;

    Zavallılar (Atıf Yılmaz ile) , 1975.

    Senaryosunu Yazdığı ve Yönettiği Filmler

    Le Mur, 1983, (Duvar) .

    Kitap:

    Boynu Bükük Öldüler, 1971;

    Hücrem, 1975;

    Saipa, 1975;

    Sanık, 1975;

    Selimiye Mektupları, 1975;

    Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz, 1977;

    Seçimlerde CHP Neden Desteklenmelidir, 1977;

    Faşizm Üzerine, 1979;

    Paris Komünü Üzerine, 1979;

    Oğluma Hikayeler

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • deniz gezmiş

    05.08.2007 - 22:13

    Deniz Gezmiş
    Vikipedi, özgür ansiklopedi
    Git ve: kullan, ara
    Deniz Gezmiş

    Doğumu 27 Şubat 1947
    Ankara
    Ölümü 6 Mayıs 1972
    Ankara, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi (İdam)
    Deniz Gezmiş, (d. 27 Şubat 1947, Ayaş-Ankara – ö. 6 Mayıs 1972, Ankara) . THKO örgütünün kurucusu.

    Konu başlıkları [gizle]
    1 Hayatı
    2 Yakalanışı ve İdam Edilişi
    3 Ses belgeleri ve mahkeme savunmasından bölümler
    3.1 Ölmeden önce ailesine yazdığı mektup
    4 Eylemler
    5 Literatürde Deniz Gezmiş
    6 Ayrıca bakınız
    7 Dış Bağlantılar


    Hayatı [değiştir]1965'ten sonra Türkiye'de gelişen gençlik hareketinin en önemli önderlerinden ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) 'nun kurucu ve yöneticilerinden Deniz Gezmiş, 27 Şubat 1947'de Ankara'nın Ayaş ilçesinde doğdu. Öğretmen bir ailenin çocuğu olması sebebiyle ilk ve ortaöğrenimini Sivas'da, liseyi İstanbul'da okudu. Gezmiş, henüz lise öğrencisiyken sol düşünceyle tanıştı ve kendini dönemin eylemleri içinde buldu. 1965'de Türkiye İşçi Partisi (TİP) 'nin Üsküdar ilçesine üye oldu. İlk kez 31 Ağustos 1966'da Ankara'dan İstanbul'a yürüyen Çorum Belediyesi temizlik isçilerinin Taksim Anıtı'na çelenk koymaları sırasında isçileri destekleyen ve Türk-İş yöneticilerini protesto eden gösteri sırasında gözaltına alındı. 7 Kasım 1966'da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi. Ardından 19 Ocak 1967'de Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) binasının yedd-i emine verilmesi sırasında çıkan olaylarda yakalandı ve bir gün sonra iki arkadaşıyla çıkarıldığı mahkeme tarafından serbest bırakıldı. 22 Kasım 1967'de öğrenci örgütlerinin düzenlediği Kıbrıs Mitingi sırasında Aşık İhsani ile birlikte ABD bayrağını yaktıkları gerekçesi ile gözaltına alınıp daha sonra serbest bırakılan Deniz Gezmiş, Hukuk Fakültesi'nde birlikte okuduğu arkadaşlarıyla birlikte 30 Ocak 1968'de Devrimci Hukuklular Örgütünü kurdu. 7 Mart 1968'de İÜ Fen Fakültesi konferans salonunda düzenlenen AIESEC genel kurul toplantısında konuşma yapan Devlet Bakanı Seyfi Öztürk'ü protesto ettiği için tutuklandı. 2 Mayıs'a kadar tutuklu kalan Gezmiş, 30 Mayıs'ta 6. Filo'yu protesto ettiği için yargılandı ve beraat etti. Öğrenci eylemleri içinde etkinliği giderek artan Deniz Gezmiş, 12 Haziran 1968'de İstanbul Üniversitesi'nin işgal edilmesinde önderlik etti. İşgal Konseyi adına İÜ Senatosu ile Baltalimanı'nda yapılan görüşmelere katılan öğrenci heyetinin içinde yer aldı; öğrenci haklarının elde edilip işgalin sona erdirilmesinde etkili oldu. İşgalden kısa bir süre sonra İstanbul'a gelen 6. Filo'yu protesto eylemlerinde yer alan Gezmiş, 30 Temmuz'da bu eylemlerden dolayı tutuklandı ve 20 Eylül'de serbest bırakıldı.

    TİP içinde yoğunlaşarak, ayrılıklara ve tartışmalara yol açan ideolojik sorunlarda Milli Demokratik Devrim (MDD) görüşünü benimseyen Deniz Gezmiş, bu görüşün özellikle devrimci öğrenciler arasında yayılmasında etkili oldu. Ekim 1968'de eylemlerde birlikte olduğu Cihan Alptekin, Mustafa İlker Gürkan, Mustafa Lütfi Kıyıcı, Cevat Ercişli, M. Mehdi Beşpınar, Selahattin Okur, Saim Kurul ve Ömer Erim Süerkan'la birlikte Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB) 'ni kurdu. 1 Kasım 1968'de TMGT (Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı) , AÜTB, ODTÜÖB ve DÖB'ün başlattığı Samsun'dan Ankara'ya Mustafa Kemal Yürüyüşü'nü düzenledi. Ardından 28 Kasım 1968'de ABD büyükelçisi Kommer'in gelişi sırasında Yeşilköy Havaalanı'nda düzenlenen protesto gösterileri nedeniyle tutuklandı ve bir süre sonra serbest bırakıldı.

    İstanbul Üniversitesi'nde sağcı güçlerin 16 Mart 1969'da girişmiş olduğu hareketlere öğrenci kitlesiyle birlikte karşı koyan Gezmiş, bu eylemi gerekçe gösterilerek 19 Mart'ta yeniden tutuklanarak 3 Nisan'a kadar hapis yattı. Ardından 31 Mayıs 1969'da İÜ Hukuk Fakültesi öğrencilerinin, reform tasarısının gerçekleşmemesini protesto için giriştikleri işgale önderlik etti. Üniversitenin kapatılıp, polise teslim edilmesi nedeniyle çıkan çatışmalarda yaralandı. Hakkında gıyabi tutuklama kararı olmasına rağmen hastaneden kaçan Gezmiş, Haziran'ın sonunda Filistin'e gitti. Filistin'e gitmeden önce 23 Haziran 1969'da TMGT'nin topladığı 1. Devrimci Milliyetçi Gençlik Kurultayı'na kendisi gibi haklarında tutuklama kararı olan FKF Genel Başkanı Yusuf Küpeli ile birlikte bir mücadele programı gönderdi. Eylül'e kadar Filistin'de gerilla kamplarında kalan Deniz Gezmiş,1 Eylül 1969'da, 10 Haziran'da 'üniversiteyi işgal' ettiği gerekçesiyle Hukuk Fakültesi'nden ihraç edildi. Hakkında tutuklama kararının olduğu bu dönemde gazetecilere gizlendiği yerden demeçler verdi. 23 Eylül 1969'da Hukuk Fakültesi'nde olduğu sırada haber verilen polislerin de fakülteye gelmesi üzerine teslim olan Gezmiş, 25 Kasım'da serbest bırakıldı. Ancak Yıldız Devlet ve Mühendislik Akademisi'nde Battal Mehetoğlu'nun sağcılar tarafından öldürülmesinden sonra okulda yapılan aramada, ele geçirilen dürbünlü bir tüfeğin Gezmiş'e ait olduğu öne sürülerek hakkında yeniden tutuklama kararı alındı. 20 Aralık 1969'da yakalanan Gezmiş, kendisiyle birlikte tutuklanan Cihan Alptekin'le birlikte 18 Eylül 1970'e kadar tutuklu kaldı. Bundan sonra öğrenci eylemlerinden uzaklaşarak, mücadelesini değişik alanlarda sürdürdü. Sinan Cemgil ve Hüseyin İnan'la birlikte THKO'yu kurdu. 11 Ocak 1971'de THKO adına Ankara İş Bankası Emek Şubesi'nin soygununu gerçekleştirenler arasında yeraldı. 4 Mart 1971'de dört ABD'li erin Balgat'taki Tuslog Tesisleri'nden kaçırılması eyleminde de bulundu. Kaçırılan erler daha sonra serbest bırakıldı

    Yakalanışı ve İdam Edilişi [değiştir]12 Mart darbesinin ilk günlerinde Yusuf Aslan ile birlikte Sivas'a gitmekte iken motorsikletleri bozulur. Bir ihbar sonucu polislerin gelmesi üzerine çıkan çatışmada Yusuf Aslan ile birbirlerini kaybederler. Yusuf Arslan o esnada Deniz Gezmiş ise 16 Kasım 1971 salı günü Sivas'ın Gemerek ilçesinde yakalandı ve Kayseri'ye getirildi. Buradan Ankara'ya götürüldü ve zamanının İçişleri Bakanı Haldun Menteşoğlu'nun makamına götürüldü.

    Mahkeme 16 Temmuz 1971 günü Altındağ Veteriner Okulu binası'nda Tuğgeneral Ali Elverdi başkanlığında Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 nolu Mahkemesi'nde başladı ve 9 Ekim 1971 günü bitti. Deniz ve arkadaşları 16 Temmuz 1971'de başlayan THKO-1 Davası'nda TCK'nin 146. maddesini ihlal ettiği gerekçesiyle, 9 Ekim 1971'de idam cezasına çarptırıldı.

    Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ile birlikte 6 Mayıs 1972 tarihinde Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nde idam edildi.

    İdam edilmeden önce son isteğinin Rodrigo'nun Aranjuez konçertosunu (muhtemelen Adagio'sunu) dinlemek ve bir bardak demli çay içmek olduğu söylenir, ama bu isteğinin yerine getirilmediği bilinmektedir.bir baska iddiada ise deniz gezmiş e soon istegi sorulduğunda idamını kendi gerceklestirmek istamiş ve tam idam edilecegi sırada altındaki tabureyi kendi itmiştir Bir baska iddia da ise idam edilicek olan 2 arkadasıyla vedalasmak istedigin söylenir ki Hoscakal Yarın filmindede böyle gösterilmektedir. İdam kemendi boynundan geçirilirken de, hücresinden alınıp apar topar darağacına götürülürken giymesine izin verilmeyen botlarının askerlere bırakılmamasını, ailesinden birinin almasını istediğini belirtmişti. Son sözleri: 'Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği! ! Yaşasın işçiler, köylüler! Kahrolsun Emperyalizm! ' oldu..

    Ses belgeleri ve mahkeme savunmasından bölümler [değiştir]'...Biz hiçbir zaman bütün çabamıza rağmen Türkiye'nin bağımsızlığını temin edemedik. Bugüne kadar da bu * '...Öteden beri arz etmiş olduğum gibi, bu ülkede Anayasa’yı en fazla savunanlar bizleriz. Anayasa’yı ihlal edenlerse ortadadır. Anayasa’nın uygulanmasını isteyen gene bizleriz. Anayasa’yı uygulamayan yavuz kimselerse hâlâ ortadadır. Ve yine o kişiler bizim kellemizi istemektedirler...'
    '...Yaptıklarımızın haklı olduğuna inanıyorum. Halen de bu inancı taşıyorum. Türkiye'nin bağımsızlığından başka bir şey istemedim ve bu sebeple Amerikan emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı mücadele verdik. Bundan dolayı ölümden korkmuyoruz. Onu ancak işbirlikçiler düşünsün ve ancak onlar kendi canının telaşına düşsün. Ve ben 24 yaşındayken kendimi Türkiye'nin bağımsızlığına armağan etmekten onur duyuyorum.'[1]
    'Kısaca; Amerikan emperyalizmi yurdumuzda var oldukça bu talan devam edecektir. Türkiye’nin kalkınması için tek ve zorunlu şart Amerika’nın yurttan atılmasıdır. Hem Amerika, hem kalkınma olmaz. Kalkınma toplumsal bir sorundur. Türkiye’de Amerika var oldukça, toplum kalkınamayacak, fakat büyük zenginler, komisyoncular ve uşaklar olacaktır. Amerika yurdumuzda var oldukça, kalkınma değil, tam tersine açlık ve sefalet var olacaktır.'
    ...Fikir özgürlüğünü ve anayasayı paravan yapanlar önceleri Atatürkçü geçinirken,onun fikir ve şahsiyetinide küçük görmeye başladılar şeklinde ve sadece Mustafa Kemal tarafını beğeniyorlardı şeklinde bir cümle mevcuttu.Bunu kesin olarak reddediyorum, asla kabul etmiyorum.Diğer yurtseverler de bunu kabul etmez,bu kasten tahrif edilmek isteniyor,gerçekler örtülmek isteniyor.Bu cümle art niyetle hazırlanmıştır.Bu memlekette Mustafa Kemal'e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz.

    Ölmeden önce ailesine yazdığı mektup [değiştir]Baba, bu mektup elinize geçtiğinde ben aranızda olmayacağım. Ben ne kadar üzülmeyin dersem yine de üzüleceğinizi biliyorum.Fakat bu durumu metanetle karşılamanızı istiyorum, insanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler, önemli olan çok fazla yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla şeyler yapabilmektir. Bu nedenle ben erken gitmeyi normal karşılıyorum. Ve kaldı ki benden evvel giden arkadaşlarım hiçbir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir. Benim de düşmeyeceğimden şüphen olmasın, oğlun, ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir, o bu yola bilerek girdi ve sonunun bu olduğunu biliyordu. Seninle düşüncelerimiz ayrı ama beni anlayacağını tahmin ediyorum. Sadece senin değil Türkiye'de yaşayan Türk halklarının da anlayacağına inanıyorum. Cenazem için gerekli talimatları avukatlarıma verdim. Ayrıca savcıya da bildireceğim. Ankara'da 1969'da ölen arkadaşım Taylan Özgür'ün yanına gömülmek istiyorum. Onun için cenazemi İstanbul'a götürmeye kalkma, annemi teselli etmek sana düşüyor, kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum. Kendisine özellikle tembih et. Onun bilim adamı olmasını istiyorum, bilimle uğraşsın ve unutmasın ki bilimle uğraşmak da bir yerde insanlığa hizmettir, son anda yaptıklarımdan hiç pişmanlık duymadığımı belirtir, seni, annemi, ağabeyimi ve kardeşimi devrimciliğin olanca ateşi ile kucaklarım. Oğlun Deniz Gezmiş.(Kaynak: Gülünün Solduğu Akşam,

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • allende

    05.08.2007 - 22:04

    Salvador Allende Gossens
    Salvador Allende (sağda) onu darbeyle devirecek olan General Pinochet'yle birlikte görülüyor.
    Allende´nin ABD güdümündeki diktatör Pinochet tarafından katledilmeden önceki son fotoğrafı. Allende, son ana kadar elindeki silahını bırakmamıştı. Allende hayattayken çekilmiş son resmi.Salvador Allende (d. 26 Temmuz 1903, Valparaiso, Şili - ö. 11 Eylül, 1973) , Marksist siyasetçi ve Şili eski devlet başkanı.

    Tıp fakültesinde öğrenciyken siyasetle ilgilenmeye başladı. Bu dönemde birkaç kez tutuklandı.

    1933'te, Sovyetler Birliği'nin etkisi altındaki Şili Komünist Partisi'nden ayrılan bir grup tarafından Şili Sosyalist Partisi'nin kuruluşuna katkıda bulundu.

    1937'de Temsilciler Meclisine seçildi. 1939-41 yılları arasında Aguirre Cedra hükümetinde Sağlık Bakanı olarak görev aldı. 1945 ve 1970 yılları arasında senatörlük yaptı.

    1952, 1958 ve 1964 yıllarında başkanlık seçimlerinde aday oldu, ancak kazanamadı. 1970'te başkanlığa seçildiğinde, dünyada seçimler yoluyla göreve getirilmiş ilk marksist lider oldu. Yeni hükümet ciddi ekonomik sorunlarla yüz yüzeydi. Enflasyon yüzde 30'lar seviyesinde seyrediyordu ve erkek nüfusunun da yüzde 20'si işsizdi. Bu dönemde Şilili çocukların yüzde 15'inin yetersiz beslendiği tahmin ediliyordu.

    Allende öncelikle toprak reformu kararı aldı. Böylelikle refahın bütün halka dağıtılması yolunda büyük bir adım atılmış olacaktı. Ücretler yaklaşık yüzde 40 oranında artırıldı. Şirketlerin ise fiyat artışları yasaklandı. Bakır endüstrisi millileştirildi. Ayrıca Küba, Çin ve Demokratik Alman Cumhuriyeti ile diplomatik ilişkiler kuruldu.

    Allende'nin sosyalist bir ülke kurma girişimi doğal ki sermaye çevrelerinin muhalefetiyle karşılaştı. ABD de bu süreci bozmak için elinden geleni yapıyordu. Zamanın Amerikan Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, daha sonra, Eylül 1970'de Başkan Richard Nixon'un kendisine, Şili'de Allende hükümetine karşı bir darbe örgütlenmesi talimatı verdiğini açıklayacaktır. Kissinger ayrıca bu operasyonun bir ay sonra iptal edildiğini iddia eder ama, geçtiğimiz yıllarda yayınlanan Amerikan hükümet belgelerinin de gösterdiği gibi, CIA darbenin örgütlenmesi işinde doğrudan yer almış, darbeyi ise Amerikan ITT telekomünikasyon şirketi finanse etmiştir.

    11 Eylül 1973'te Allende hükümeti askeri bir darbeyle iktidardan uzaklaştırıldı. Salvador Allende, başkanlık sarayında son mermisine kadar çarpıştı, iddialara göre, burada ya teslim olmaktansa intihar etmeyi tercih etti, ya da darbeci kuvvetler tarafından öldürüldü. Allende'nin yerine ise darbecilerin şefi general Pinochet getirildi. Latin Amerika'nın ve dünyanın bu ilk seçilmiş sosyalist hükümeti böylece ABD tarafından yok edildi.

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • anarşizm

    05.08.2007 - 22:02

    Mikhail Aleksandroviç Bakunin (М и х а и л А л е к с а н д р о в и ч Б а к у н и н ;) (30 Mayıs 1814 – 13 Haziran 1876) tanınmış bir Rus anarşittir. Anarşist düşünürlerin ilk kuşağının temsilcilerindendir ve “anarşizmin babaları” olarak anılan düşünürlerden biridir.

    Konu başlıkları [gizle]
    1 Yaşamı
    2 Politik Görüşleri
    3 Anti-Semitizm
    4 İlgili Bağlantılar


    Yaşamı [değiştir]Bakunin Moskova’nın kuzeybatısında, Torzok ve Kuvşinovo arasındaki Piramukhino köyündeki aristokrat bir ailenin çocuğudur. 14 yaşındayken Topçuluk Üniversitesinde askeri eğitim aldığı St. Petersburg’a gitti. Eğitimi 1832 yılında tamamlandı ve Rusya İmparatorluk Muhafız Alayı’na düşük rütbeli bir subay olarak atandı ve Minsk’e, Gardinas’a, Litvanya’ya (artık Belarus) gönderildi. Babası Bakunin’in askeri ya da sivil göreve devam etmesini istiyorduysa da, o 1835 yılında ikisini de terk ederek, felsefe okumayı umut ettiği Moskova’ya geçti.

    Bakunin Moskova’da eski üniversitelilerden oluşan bir grupla arkadaşlık kurdu ve ardından sistematik bir idealist felsefe çalışmasına başladı. Özellikle de Schelling, Fichte ve Hegel’e yoğunlaştı. Başından beri o ve arkadaşları çalışmalarını, o dönem modern bilimin başkenti sayılan Berlin’e bir seyahat yaparak tamamlamak istiyorlardı. Bakunin’in ailesi bu yolculuğun masraflarını karşılamayı reddetti; ama sonunda yumuşadılar ve 1840 yılında yolculuğa çıktı.

    O sıralar Bakunin’in planı üniversitede profesör olmaktı (arkadaşlarının deyimiyle “doğruluğun rahibi”) . Fakat daha sonra “Sol Hegelciler” adı verilen radikal öğrencilerle karşılaştı ve onlara katıldı. Berlin’deki sosyalist harekete dahil oldu. Buradan Proudhon ve George Sand’le karşılaşacağı, Polonyalı sürgünlerin lideriyle tanıştırılacağı Paris’e geçti. Paris’ten İsviçre’ye seyahat etti. Burada bir süre kalarak sosyalist hareketlerde etkin olarak bulundu.

    İsviçre’deyken, Bakunin Rusya hükümeti tarafından Rusya’ya çağrıldı ve çağrıyı reddetmesi üzerine mallarına el konuldu. 1848 yılında Paris’e döndüğünde, Rusya’ya karşı ateşli bir saldırı başlattı ve bu Bakunin’in Fransa’dan sürülmesine neden oldu. 1848’in devrimci hareketleri kendisine demokratik ajitasyon yapan köktenci bir kampanyaya katılma fırsatını verdi ve 1849 Mayısındaki Dresden ayaklanmasına katılması nedeniyle tutuklandı ve ölüm cezasına çarptırıldı. Bununla birlikte idam hükmü ömür boyu hapse çevrildi ve Rus yetkililere teslim edildi. Hapsedildi ve 1855 yılında doğu Sibirya’ya gönderildi.

    Bakunin Amur bölgesine gitmek için izin talep etti ve buradan kaçmayı başararak Japonya’ya, ardından da 1861 yılında Amerika Birleşik devletlerinden İngiltere’ye geçti. Geri kalan yaşamını batı Avrupa’da, özellikle de İsviçre’de sürgünde geçirdi. 1869 yılında Sosyal Demokratik Birliği kurdu. Bununla birlikte Birinci Enternasyonal’in uluslar arası bir organizasyon olduğu ve yalnızca ulusal organizasyonların üyeliğe kabul edildiği bahanesiyle Bakunin’in kurduğu birlik Birinci Enternasyonal’e alınmadı. Oluşturulduğu yıl dağılan bu birliği oluşturan çeşitli gruplar daha sonra Enternasyonal’e ayrı ayrı katıldılar.

    1870 yılında Bakunin Lyons’taki başarısız bir ayaklanmaya önderlik etti. Ayaklanma daha sonra Paris Komünü için örnek teşkil etti. Karl Marx ve Friedrich Engels daha sonra bu komünü onayladılar ve onu proletarya diktatörlüğünün bir örneği olarak tanımladılar; bununla birlikte Marx Lyons’taki ayaklanmanın erken ve maceracı bir ayaklanma olduğu görüşündeydi. Çünkü başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Aynı zamanda da Bakunin'in etkinliğinde olması böyle bir değerlendirmeyi getirebilirdi.

    Bakunin’in 1872’deki Lahey Kongresi’nde Marx’ın üstün gelmesiyle Enternasyonal’den tasfiye edilmesi, Marksist düşüncenin devletin nihai çözülmesinden önce kurulmasını öngördüğü işçi devleti görüşü ile Bakunin’in böyle bir ara basamağa gerek olmadığına dair görüşü arasındaki uyuşmazlığın açık bir temsili oldu. Marx’ın (dehasını kabul ederek) yaptığı sınıf çözümlemesini ve kapitalizme ilişkin öne sürdüğü ekonomik teorilerini kabul etmekle birlikte, Devlet ve Otorite hakkındaki görüşlerini de son derece aciz, yetersiz buluyordu. Marx’ın küstah ve kibirli olduğunu ve yöntemlerinin komünist devrimi tehlikeye atacağını düşünüyordu. Bakunin Yahudi kökenli olduğu için Marx’a saldırarak anti-semitist olduğunu da açığa vurdu diyenlerde vardır. Fakat ilginç olan Marx'ın redaktörlüğünü yaptığı Neue Rheinische Zeitung'da Bakunin'in Rus ajanı olduğunu iddia eden bir haberin ciddi imiş gibi yayınlanması ve Avrupada tüm burjuva basınının ve bunlara hakim yahudi kökenlilerin bu sözde haberi sık sık tekrarlamaları karşısında Bakunin anti-semitist sayılabilecek ifadeler de kullanmıştır. Bu haber özellikle Marx'a çok yakın Utin (daha sonra çardan özür dilemiş ve rusyada yaşamasına izin verilmiştir) tarafından sürekli gündemde tutulmuştur.

    Bakunin 1873 yılında Lugano’da bir köşeye çekildi ve 13 Haziran 1876’da Bern’de öldü.

    Konuyla ilgili diğer Wikimedia sayfaları:

    Wikimedia Commons'da Mihail Bakunin ile ilgili çoklu ortam belgeleri bulunmaktadır.

    Özdeyişlerde Mihail Bakunin ile ilgili bilgi bulunmaktadır.

    Politik Görüşleri [değiştir]Bakunin hangi isim ya da biçim altında olursa olsun, Tanrı da dahil olmak üzere tüm dış otorite sistemlerini reddediyordu. Tanrı ve Devlet (ölümünden sonra 1882 yılında basıldı) adlı eserinde şöyle yazıyordu:

    “İnsanın özgüleşmesi yalnızca buna bağlıdır, çünkü o doğanın yasalarına itaat eder; onlar insana dışarıdan insani ya da ilahi, kolektif ya da bireysel her ne olursa olsun herhangi bir yabancı irade tarafından empoze edildiği için değil, kendisi onları böyle kavradığı için.”

    Böylece doğa kanunlarının farkına her insan kendisi varır. Bakunin’in akıl yürütmesi sonunda bu kanunların kendi doğasının kanunları olduğu için, bireyin bunlara uymaktan başka çaresinin olmadığı ve bu nedenle politik organizasyonların, yönetimlerin ve yasaların derhal yok olacağı düşüncesine varır.

    Bakunin aynı şekilde herhangi bir imtiyazlı konumu ya da sınıfı reddetmiştir. Çünkü “bu ayrıcalığın acayipliğidir ve her ayrıcalıklı konum insanın kalbini ve zihnini öldürür. Ayrıcalıklı insan, politik ya da ekonomik fark etmez, zihnen ve kalben bozulmuş insandır.”

    Bakunin’in devrimci programını gerçekleştirme yöntemleri de onun prensiplerinden daha az anlamlı değildir. Bakunin’in tanımladığı gibi, bir devrimci özel bir ilgi ya da duyguya izin vermeyen, din, vatanseverlik ya da ahlak konusunda, onu kelimenin her anlamıyla varolan toplumu altüst etme görevinden saptıracak hiçbir şüphe taşımayan, sadık bir insan olmalıdır.

    Mikhail Bakunin ve Karl Marx arasındaki anlaşmazlık anarşizm ve Marksizm arasındaki farklılığa ışık tutar: Anarşistler ve Marksistler aynı ortak hedefi (sosyal sınıfların ve devletin olmadığı özgür, eşit bir toplumun yaratılması) paylaşmakla birlikte, bu hedefe nasıl ulaşılacağı konusunda büyük anlaşmazlıklar yaşarlar. Anarşistler sınıfsız, devletsiz topluma devlet aygıtı yoluyla değil emekçilerin özyönetim organları aracılığıyla ve proleterya diktatörlüğü gibi bir geçiş aşaması olmadan geçilmesi gerekliliğine inanırlar. Anarşistlere göre iktidar yozlaştırır. Marksistler böyle bir şeyin imkansız olduğuna ve anarşistlerin çok idealist olduğuna inanırlar. Devlet aygıtını yok etmeyi değil ele geçirmeyi amaçlarlar. Marksistler sınıfsız ve devletsiz topluma, devlet aygıtının ve planlı ekonominin olduğu sosyalizm adı verilen kademeli bir geçiş ön görürler..

    Anti-Semitizm [değiştir]Bakunin’in birçok anti-semitik basmakalıp sözü tekrar ettiği bilinir. Örneğin Yahudileri şöyle tanımlar: “sömürgeci bir mezhep, asalak insanlar, yalnızca ulusal sınırların ötesinde değil, aynı zamanda tüm politik görüş farklılıklarının ötesinde sıkıca ve samimiyetle birbirine bağlanmış homurdanan tek bir parazit… [Yahudilerin] ulusal karakterlerinin temel özelliğini oluşturan ticari hırsları vardır” Bununla birlikte Samiler hakkında mı yoksa pratikteki Yahudilikten mi bahsettiği açık değildir. Ama Bakunin’in yaşamı boyunca tüm dinleri eleştirdiği, onun zamanında Hıristiyanlık ve Yahudiliğin Avrupa’da çok baskın olduğu dikkate alınmalıdır. Bakunin’in anti-semitizmi çoğunlukla olduğu gibi, Yahudilerin Avrupa kapitalizminin ve politikasının yönlendiricisi olduğu görüşüne dayanır. Karl Marx’la yaptığı bir polemiğin bir kısmını oluşturan şu sözü, Bakunin’in Avrupa’daki Musevileri nasıl algıladığını gösterir:

    “Bu Yahudi dünyası bugün çoğunlukla Marx’ın ve Rothschild’in komutası altındadır. Ben eminim ki bir taraftan Rothschildler Marx’ın faziletlerini takdir ediyorlar, diğer taraftan da Marx Rothschildler’e karşı içgüdüsel bir yakınlık ve büyük saygı besliyor. Bu tuhaf görünebilir. Komünizm ve yüksek finans arasında nasıl bir ortak nokta olabilir? Ho ho! Marx’ın komünizmi güçlü bir devlet merkeziyetçiliği istiyor ve bunun olduğu yerde – insanların emeği üzerine spekülasyonlar yapan – parazit Yahudi milleti daima varoluşunun anlamını bulacaktır…” Polemique contre les Juifs, 1872.MİHAİL BAKUNİN ANARİZMİN KURUCUSUDUR


    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • ernesto che guevara

    05.08.2007 - 21:57

    Ernesto Guevara de la Serna

    Guevara'nın 5 Mart 1960 tarihinde La Coubre gemi kazası kurbanları için yapılan anma töreninde Alberto Korda Diaz tarafından çekilen ünlü portresi.
    Doğum tarihi 14 Haziran 1928
    Ölüm tarihi 9 Ekim 1967
    Doğum yeri Rosario, Arjantin
    Ölüm yeri La Higuera, Bolivya
    Eğitimi Tıp
    Mesleği Doktor ve politikacı
    Ernesto Guevara de la Serna, kısaca Che Guevara ya da el Che, (14 Haziran 1928Doğum tarihi[›] - 9 Ekim 1967) , Arjantin doğumlu doktor, Marksist politikacı ve dönemin Küba gerillaları ile Enternasyonalist gerillalarının lideri.

    Tıp eğitimi alırken Latin Amerika’yı baştan başa dolaştı ve bu sayede birçok insanın karşı karşıya kaldığı yoksulluğu doğrudan gözlemleyebildi. Bu deneyimler sonucunda bölgedeki ekonomik eşitsizliği ortadan kaldırmanın tek yolunun devrim olduğuna ikna olarak Marksizm’i incelemeye başladı ve Başkan Jacobo Arbenz Guzmán'ın önderliğinde Guatemala’nın sosyal devrimine katıldı.

    Bir süre sonra 1959 yılında Küba’da yönetimi ele geçiren Fidel Castro’nun askerî nitelikli 26 Temmuz Hareketi’nin bir üyesi oldu. Yeni hükümette çeşitli önemli görevlerde bulunduktan, gerilla savaşı teorisi ve uygulamaları üzerine makaleler ve kitaplar yazdıktan sonra diğer ülkelerdeki devrimci hareketlere katılmak üzere 1965 yılında Küba’dan ayrıldı. İlk olarak Kongo-Kinşasa’ya (sonraları Kongo Demokratik Cumhuriyeti) daha sonra da CIA ve Amerikan Ordusu Özel Harekât Birlikleri’nin ortak operasyonu sonrası yakalanacağı Bolivya’ya gitti. Guevara 9 Ekim 1967’de Vallegrande yakınlarındaki La Higuera’da Bolivya Ordusu’nun elinde iken öldürüldü. Son saatlerinde yanında bulunanlar ve onu öldürenler, yargısız infaz sonucu öldürüldüğüne tanıklık etmişlerdir.

    Ölümünden sonra Guevara dünya üzerinde sosyalist devrimci hareketlerin sembolü haline gelmiştir. Guevara’nın Alberto Korda tarafından çekilen fotoğrafı 'dünya üzerindeki en ünlü fotoğraf ve 20. yüzyılın sembolü' olarak nitelenmiştir. [1]

    Konu başlıkları [gizle]
    1 Aile geçmişi ve gençliği
    2 Guatemala
    3 Küba
    4 Küba'da ortadan kayboluşu
    5 Kongo
    6 Bolivya
    6.1 Başkaldırı
    6.2 Yakalanışı ve öldürülmesi
    6.3 Bolivya Günlüğü
    7 Mirası ve eleştiriler
    7.1 Che’den sonra Küba
    7.2 'Che kültü'
    8 Tarihçe
    9 Guevara'nın eserleri
    10 Ayrıca bakınız
    11 Dipnotlar
    12 İçerik üzerine notlar
    13 Kaynakça
    13.1 Ana kaynak
    13.2 Basılı kaynaklar
    13.3 Web siteleri
    14 Ek okumalar
    15 Dış bağlantılar

    Aile geçmişi ve gençliği [değiştir]Ernesto Guevara de la Serna, İspanyol ve İrlanda asıllı bir ailenin beş çocuğunun en büyüğü olarak Arjantin’in Rosario şehrinde dünyaya gelmiştir. Annesinin ve babasının soyu Basklara dayanır. Bask[›] Doğum belgesinde doğum tarihi olarak 14 Haziran 1928 görünmesine karşılık bazı kaynaklarda, aynı yılın 14 Mayıs günü doğduğu belirtilmektedir. [2] Guevara'nın atalarından Patrick Lynch 1715 yılında İrlanda’da Galway’de doğmuş, İrlanda’yı terkedip İspanya’nın Bilbao şehrine, oradan da Arjantin’e gitmiştir. Guevara'nın büyük büyükbabası Francisco Lynch 1817’de, büyükannesi Ana Lynch 1868’de doğmuştur. Galway[›] Ana Lynch’in oğlu ve Che'nin babası Ernesto Guevara Lynch 1900’de doğmuştur. Guevara Lynch 1927’de Celia de la Serna y Llosa ile evlenmiş ve üç erkek, iki kız çocukları olmuştur.

    Guevara, çocukluğunda, bu sol eğilimli üst sınıf ailede bile dinamik kişiliği ve radikal görüşleriyle bilinirdi. Her ne kadar yaşamı boyunca onu etkileyecek olan astım krizlerinden ıstırap çekse de mükemmel bir atlet olmuştur. Bu engeline rağmen hevesli bir rugby oyuncusuydu ve ‘’Fuser’’ (aşırı saldırgan oyun tarzı nedeniyle verilen, azgın, kudurmuş anlamına gelen ‘’El Furibundo’’ sözcüğü ile annesinin soyadı olan ‘’Serna’’dan oluşturulmuş bir takma isim) lakabıyla anılmaktaydı.[3] Guevara babasından satranç öğrendikten sonra 12 yaşından itibaren yerel turnuvalara katılmaya başladı. [4] Ergenlik döneminde şiire, özellikle de Pablo Neruda’nın şiirlerine merak saldı. Neruda[›]. Guevara, Latin Amerika’da kendi sınıfında yaygın olduğu üzere yaşamı boyunca şiir yazdı. Pek çok konuya meraklı, hevesli bir okuyucuydu, ilgilendiği kitaplar Jack London ve Jules Verne’in macera klasiklerinden, Sigmund Freud’un cinsellik üzerine denemelerine ve Bertrand Russell’ın toplum felsefesi üzerine tezlerine kadar giden bir çeşitlilik gösteriyordu. Ergenliğinin son dönemlerinde fotoğrafçılığa merak saldı ve vaktinin önemli kısmında insanları, gittiği yerleri ve sonraları da arkeolojik alanları fotoğrafladı.

    Guevara, tıp öğrenimi için 1948’de Buenos Aires Üniversitesi’ne girdi. Kesintili öğrenim hayatını, Mart 1953’te tıp öğrenimini bitirip aynı yılın 12 Haziran’ında diplomasını alarak noktaladı. Diploma[›] Uzman hekimlik yapabilmek için gerekli klinik eğitimi tamamlayıp tamamlamadığı açık değildir. Eğer bu klinik eğitimi tamamlamadıysa “doctor en medicina” (tıp doktoru) değil de “médico” (pratisyen hekim) olmuş olabilir.


    Guevara 3 yaşında iken eşek üzerinde
    Ernesto 'Che' Guevara’nın Rosario’da doğduğu yerGuevara öğrenciliği boyunca Latin Amerika’da uzun yolculuklara çıktı. 1951 yılında eski arkadaşı biyokimyager Alberto Granado, yıllardır konuştukları Güney Amerika seyahati için tıp eğitimine bir yıl ara vermesini önerdi. Kısa süre sonra, ‘’La Poderosa II’’ (Güçlü II) adını verdikleri 500 cc.lik 1939 model Norton marka motosikletle Alta Gracia’dan yola çıktılar. Peru’da Amazon Nehri kıyısındaki San Pablo cüzzam kolonisinde gönüllü olarak birkaç hafta geçirmeyi düşünüyorlardı. Guevara'nın bu yolculuğu anlattığı seyahat notları “Notas de viaje’’ 2004 yılında “Diarios de motocicleta” (Motosiklet Günlükleri) adıyla sinemaya uyarlanmıştır.

    Bu yolculuk sırasında kitlelerin yoksulluğunu, baskıyı ve güçsüzlükleri yakından gözlemleyen ve Marksizm’den etkilenen Guevara, Latin Amerika’daki ekonomik ve sosyal eşitsizliklerin tek çözümünün devrim olduğu sonucuna vardı. Yolculukları, Latin Amerika’ya ayrı uluslardan oluşan bir karma yapı olarak değil de kurtuluşu ancak kıta çapında bir strateji ile gerçekleşebilecek tek bir vücut olarak bakmasını sağladı. Sınırları olmayan ve tek bir ‘’mestizo’’ (Avrupalı ve yerli melezi) kültür ile bağlanmış birleşik İber-Amerika kurabilmeyi hayal etmeye başladı İber-Amerika[›]. Bu düşünce, sonraki devrimci eylemlerinde öne çıkacaktı. Arjantin’e döner dönmez, Güney ve Orta Amerika’da kaldığı yerden gezilerine devam edebilmek için tıp öğrenimini hızla bitirdi.

    Guatemala [değiştir]Guevara, 7 Temmuz 1953’te, Bolivya, Peru, Ekvator, Panama, Kosta Rika, Nikaragua, Honduras, ve El Salvador’dan geçip Aralık ayının son günlerinde Guatemala’ya vardı. O sıralarda popülist bir hükümetin başındaki Başkan Jacobo Arbenz Guzmán özellikle toprak reformu ve diğer değişikliklerle bir toplumsal devrim yapmaya çalışıyordu. Beatriz halasına yazdığı mektupta Guatemala’ya bir süre yerleşmesinin sebebini şöyle açıklıyordu: 'Guatemala’da gerçek bir devrimci olabilmek için gerekli ne varsa yapacağım ve kendimi mükemmelleştireceğim.' [5]

    Jon Anderson’a göre Guevara’nın Guatemala’daki ana siyasî bağlantısı Perulu sosyalist Hilda Gadea’ydı. ‘’American Popular Revolutionary Alliance’’ (APRA) (Amerikan Popüler Devrimciler İttifakı. Lideri Víctor Raúl Haya de la Torre olan siyasî bir oluşum.) üyesi olan Gadea, Arbenz hükümetindeki birçok üst düzey politikacıyı Guevara’yla tanıştırdı. Daha önce Kosta Rika’da tanıştığı ve Fidel Castro ile bağlantılı bir grup Kübalı sürgünle de bağlantı kurdu. Bu sürgünlerin arasında Küba’nın Oriente eyaletindeki Bayamo’da bulunan ‘’Carlos Manuel de Céspedes’’ barakalarına yapılan saldırıyla bağlantısı olan Antonio ‘’Nico’’ López de vardı. [6]. Lopez Granma Küba’ya çıktıktan kısa süre sonra ‘’Ojo del Toro’’ köprüsünde hayatını kaybedecekti. [7] Siyah İsa ile ilgili dinî eşyaların satışında bu ‘’moncadista’’lara katılan Guevara aynı zamanda Venezuelalı iki sıtma uzmanına da yardımcı olmuştur. Bu sıralarda, Arjantinlilere özgü, “hey”, “dostum”, “birader” anlamına gelen “che” ünlemini çok sık kullanması nedeniyle ünlü “Che” takmaadını kullanmaya başlamıştır (/tʃ e/ olarak telaffuz edilir) . Yalnızca Arjantin, Paraguay ve Uruguay ile Brezilya’nın güneyinde kullanılan bu sözcük, kullananın Rio de la Plata bölgesinden geldiğini gösterir.

    Ekonomik durumu genellikle pek iyi değildi ve Hilda’nın ziynet eşyalarını rehine vermek zorunda kalmıştı. 15 Mayıs 1954’te Komünist Çekoslovakya’dan Arbenz hükümetine destek olarak gönderilen yüksek kalitede Skoda piyade ve hafif topçu silahları İsveç gemisi ’’Alfhem’’ ile Puerto Barrios’a ulaştı. Bu silahların miktarı CIA tarafından 2.000 ton [8] ve ilginç bir şekilde John Lee Anderson tarafından da 2 ton olarak tahmin edilmektedir. [9] (Anderson'ın tahmin ettiği miktarın yazım hatası olduğu sanılmaktadır çünkü bu rakamdan bahseden güvenilir kayıt sayısı çok azdır.) Guevara yeni bir vize almak üzere kısa süre için El Salvador’a geçti ve Guatemala’ya geri döndü. Bu sırada CIA tarafından desteklenen Carlos Castillo Armas liderliğindeki darbe başlamıştı. [10] Arbenz karşıtı kuvvetler, Çekoslovak silahlarının trenler yardımıyla dağıtılmasını durduramıyorlardı, ancak güçlerini toparladıktan sonra hava desteğinin yardımıyla ilerlemeye başlamışlardı. [11] Guevara birkaç günlüğüne Komünist Gençlik tarafından örgütlenen silahlı milislere katılmış, bu grubun harekete geçmemesi üzerine tekrar tıbbî hizmetlere dönmüştür. Darbenin ardından Guevara çarpışmak için gönüllü oldu, ancak Arbenz yabancı destekçilerinin ülkeyi terketmesini istiyordu. Gadea tutuklandıktan sonra Guevara kısa süre için Arjantin konsolosluğunda saklandı ve sonra Meksika’ya geçti.

    Arbenz hükümetinin CIA destekli bir darbeyle devrilmesi üzerine, Guevara’nın Amerika Birleşik Devletleri’nin emperyalist bir güç olduğuna ve Latin Amerika ve diğer gelişmekte olan ülkelerdeki sosyoekonomik eşitsizlikleri düzeltmeye çalışan hükümetlere vazgeçmeden karşı koyacağına dair görüşleri kesinleşti. Bu onun sosyalizmin ancak silahlı mücadele sonunda elde edilebileceği ve bu koşulları da ancak silahlanmış bir halkın savunabileceği yönündeki düşüncelerini kuvvetlendirmiştir:

    Küba [değiştir]
    Küba Devrimi'ni başlatan Santa Clara çarpışmasından sonra, 76 mm'lik Sherman tankının önünde[3]
    (1 Ocak 1959) Eylül 1954’te Meksika’ya gelişinden kısa süre sonra, Guevara Nico López ve Guatemala’dan tanıdığı diğer Kübalı sürgünlerle arkadaşlığını tazeledi. Haziran’da López onu Raúl Castro ile tanıştırdı. Birkaç hafta sonra Küba’daki siyasi hapishaneden salıverilen Fidel Castro Meksika’ya geldi ve 8 Temmuz 1955’te Raúl Guevara’yı Fidel Castro ile tanıştırdı. Bütün gece süren ateşli bir sohbetin ardından Guevara Castro’nun, aradığı esin kaynağı devrim lideri olduğuna kanaat getirerek Küba diktatörü Fulgencio Batista’yı devirmek için kurulan ‘’26 Temmuz Hareketi’’ne katıldı. Grubun doktoru olmasına karar verildiyse de hareketin diğer üyeleriyle askerî eğitime katıldı, eğitimin sonunda eğitmenleri Albay Alberto Bayo tarafından en göze çarpan öğrenci olarak nitelendirildi. Bu sırada Gadea, Guatemala’dan gelmişti ve Guevara ile ilişkileri devam ediyordu. 1955 yazında hamile olduğunu söyleyince, Guevara hemen evlenmelerini önerdi. 18 Ağustos 1955’te evlendiler ve 15 Şubat 1956’da Hilda Beatriz adını verdikleri kızları doğdu.

    25 Kasım 1956’da Tuxpan, Veracruz’dan Küba’ya doğru yola çıkan Granma yatında Kübalı olmayan tek kişi Guevara’ydı. Karaya çıkar çıkmaz Batista’nın askerlerinin saldırısına uğrayan ekibin yarısı hemen orada veya yakalandıktan sonra öldürüldü. Guevara, bu çatışmada kaçan bir yoldaşın düşürdüğü cephaneyi almak için tıbbî malzeme çantasını bıraktığını ve o ânı, doktordan savaşçıya dönüştüğü an olarak hatırladığını yazar. Sırt çantası[›] Hayatta kalan 15–20 isyancı kaçarak Sierra Maestra dağlarına saklanır ve Batista rejimine karşı gerilla savaşına girişir.

    Yoldaşları tarafından cesareti ve askerî yeteneği nedeniyle saygı gören Guevara isyancılar arasında bir lider, bir Comandante Comandante[›] olur. [12]. Birçokları için de “acımasızlığı” nedeniyle korkulan kişidir. Muhbir, kaçak ve casus olarak suçlu bulunan birçok kişinin infazından sorumludur. 1958 Aralığının son günlerinde devrimin en önemli olaylarından olan Santa Clara’ya saldıran 'intihar timi'ni (isyan ordusundaki en tehlikeli işleri bu tim yapıyordu) yönetti. [13] Generallerinin ve özellikle de General Cantillo’nun ‘’Central America’’ isimli çalışmayan şeker fabrikasında Castro ile buluştuğunu ve isyan lideri ile ayrı bir barış pazarlığı yaptığını öğrenen Batista 1 Ocak 1959’da Dominik Cumhuriyeti’ne kaçmıştır.

    7 Şubat 1959’da zafer kazanan hükümet tarafından Guevara “doğuştan Küba vatandaşı’’ ilan edildi. Kısa süre sonra Meksika’dan Granma yatıyla yola çıkmadan önce, ayrıldığı Gadea ile evliliğini resmen sona erdirmek için boşanma işlemlerine başladı. 2 Haziran 1959’da, 26 Temmuz Hareketi’nin Küba doğumlu bir üyesi olan ve 1958 sonlarından beri birlikte yaşadığı Aleida March ile evlendi. Çocukları[›]


    TIME dergisi, 8 Ağustos 1960La Cabaña hapishanesinin komutanlığına atandı [14] ve 2 Ocak 1959’dan 12 Haziran 1959’a kadar altı ay boyunca üstlendiği bu görevdeyken Batista rejiminin memurlarının, BRAC gizli servis (Buró de Represión de Actividades Comunistas/Komünist eylemlerin bastırılmasından sorumlu servis) mensuplarının, savaş suçlusu olduğu iddia edilenlerin ve siyasî muhaliflerin yargılanması ve infazından sorumlu oldu. TIME dergisine göre, yönettiği yargılamaların “adil” olmadığı iddia edilmekteydi. [15] Daha sonra Ulusal Toprak Reformu Enstitüsü’nde önemli bir göreve geldi INRA[›] ve Küba Merkez Bankası’nın başkanı oldu. BNC[›] (sık sık parayı kınadığı ve yürürlükten kaldırılmasını desteklediği için bu horgörüyü göstermek adına Küba paralarını takma adı olan 'Che' ile imzalamıştır) .

    Bu sıralarda satranca olan ilgisi tekrar canlanan Guevara Küba’da yapılan ulusal ve uluslararası turnuvalara katılmıştır. [16] [17] Özellikle genç Kübalıları oyunu öğrenmeleri için teşvik ediyor ve onların ilgisini çekecek etkinlikler düzenliyordu.

    1959 yılından itibaren Guevara Küba'dan, diğer ülkelerdeki devrimci hareketlere yardım etti ama bunların tümü başarısızlıkla sonuçlandı. İlk deneme Panama’da yapılmıştı, diğer bir eylem de 14 Haziran’da Dominik Cumhuriyeti’nde yapıldı. (“El Argelino” diye de bilinen Henry Fuerte [18] ve Enrique Jiménez Moya önderliğinde.) [19]

    1960 yılında Guevara ‘’La Coubre’’ silah gemisi patlamasında kurbanlara yardım etti. Kurtarma operasyonu sırasındaki ikinci patlamayla birlikte ölü sayısı yüzü aşmıştır. [20] Bu patlamada ölenlerin cenaze töreninde Alberto Korda Che’nin ünlü fotoğrafını çekmiştir. La Coubre'nin sabotaj ya da kaza sonucu mu patladığı bilinmemektedir. Sabotaj olduğunu iddia edenler, sorumlu olarak Merkezî Haberalma Örgütü’nü (CIA) , [21] ve sabotajı yapan kişi olarak da merkezî eyaletlerdeki Batista karşıtı güçlerden Guevara’nın rakibi olan ve daha sonra CIA ajanı olduğu sanılan William Alexander Morgan'ı gösterirler. [22] Kübalı sürgünler, patlamanın sorumlusunun Guevara’nın SSCB’ye sadık rakipleri olduğunu ileri sürerler. [23]

    Guevara daha sonra Sanayi Bakanı MININD[›] olarak Küba sosyalizminin açık ve kesin bir hale gelmesine yardımcı olmuş, ülkenin önde gelen kişileri arasına girmiştir. “Gerilla Savaşı’’ adlı kitabında silahlı başkaldırıya önayak olacak geniş örgütlere gerek duymadan küçük bir gerilla grubu (‘’foco’’) tarafından başlatılan Küba modeli devrim fikrinin tekrar edilmesini savunmuştur. El socialismo y el hombre en Cuba (1965) (Küba’da sosyalizm ve insan) adlı denemesinde sosyalist devletle birlikte “yeni bir insan” biçimlendirmenin gerekliliğini savunur. Bazıları Guevara’yı bu ‘’yeni insan’’ın alımlı ve yalın bir modeli olarak görür.

    1961 yılındaki Domuzlar Körfezi İşgali’nde Guevara çarpışmalara katılmamıştır. Castro'nun emriyle Küba’nın en batısındaki Pinar del rio eyaletindeki bir kuvvetin başına geçmiş ve burada sahte çıkarma kuvvetini püskürtmüştür. Bu harekât sırasında yüzünden kurşun yarası almış ama kendi silahının kazara ateş almasıyla yaralandığını söylemiştir.

    Guevara 1962 Ekim ayında ortaya çıkan Küba Füze Krizi’ne neden olan Sovyet nükleer balistik füzelerinin Küba’ya getirilmesinde anahtar rol almıştır. Birkaç ay sonra İngiliz gazetesi ‘’Daily Worker’’ ile yaptığı görüşmede eğer füzeler Küba kontrolünde olsaydı başlıca ABD şehirlerine doğru bu füzeleri kullanacağını söylemiştir. [24]

    Küba'da ortadan kayboluşu [değiştir]
    Che Guevara Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'na hitap ederken
    (New York City - 11 Aralık 1964) Aralık 1964'te Birleşmiş Milletler'de konuşma yapmak üzere Küba heyetinin başı olarak New York'a gitti. (dinleyiniz, RealPlayer gereklidir; ya da okuyunuz) . CBS televizyon kanalında pazar günleri yayınlanan Face the Nation isimli haber programına çıktı. ABD Senatörü Eugene McCarthy, Malcolm X'in çalışma arkadaşları, Kanadalı radikal Michelle Duclos dahil olmak üzere değişik kişi ve gruplarla görüştü. [25][26] 17 Aralık'ta Paris'e uçtu ve üç aylık bir uluslararası geziye başladı. Bu gezi sırasında Çin Halk Cumhuriyeti, Birleşik Arap Cumhuriyeti (Mısır) , Cezayir, Gana, Gine, Mali, Dahomey, Kongo-Brazzaville ve Tanzanya'yı dolaştı. İrlanda, Paris ve Prag'da molalar verdi. 24 Şubat 1965'te Cezayir'de, sonradan uluslararası sahnede son görünüşü olacak olan 'İkinci Afrika-Asya Ekonomik Dayanışma Semineri'ndeki konuşmasını yaptı. Bu konuşmada şöyle demiştir: 'Ölümüne olan bu mücadelede hiçbir sınır yoktur. Dünyanın hiçbir yerinde meydana gelen olaylara kayıtsız kalamayız. Bir ülkenin emperyalizme karşı zaferi bizim zaferimizdir, aynı şekilde yenilgisi de bizim yenilgimizdir.' [27][28] Şu sözlerle de dinleyicilerini şaşırtmıştır: 'Sosyalist ülkelerin, Batı'nın sömürgeci ülkeleriyle üstü kapalı işbirliğini tasfiye etmeleri ahlakî görevleridir.' Sonra da bu hedefe ulaşmak için komünist bloğu ülkelerinin uygulaması gereken bir dizi eylemi sıralamıştır. [29][30] 14 Mart'ta Küba'ya döndüğünde Havana havaalanında Fidel ve Raúl Castro, Osvaldo Dorticós ve Carlos Rafael Rodríguez tarafından sade bir törenle karşılandı.

    İki hafta sonra Guevara kamu hayatından çekildi ve ardından tamamen ortadan kayboldu. Castro'dan sonra gelen adam olarak bakıldığı Küba'da nerede olduğu, 1965 yılının en büyük gizemlerindendi. Ortadan kayboluşu için değişik sebepler öne sürüldü: sanayi bakanıyken savunduğu sanayileşme projelerinin görece başarısızlığı, Çin-Sovyet Ayrılığı arttıkça Guevara'nın Çin Komünist Partisi yanlı tutumunu onaylamayan Sovyet resmî görevlilerinin Castro'ya yaptıkları baskı ve Küba'nın ekonomik gelişmesi ile ideolojik çizgisi üzerine Guevara ile Küba lideri arasındaki önemli görüş ayrılıkları. Castro'nun Guevara'nın tanınmışlığından rahatsız olup onu tehdit olarak görmesi de neden olarak gösterildi. Castro'nun bazı muhalifleri onun Guevara'nın kayboluşu hakkındaki açıklamalarının şüphe uyandırıcı olduğunu söylerler. Guevara'nın niyetlerini hiç alenen açıklamayıp, sadece Castro'ya yazılmış tarihsiz ve tarzı olmayan dalkavukça bir mektupla bildirmiş olması çoğu kişi tarafından şaşırtıcı bulunmuştur.

    Guevara'nın görüşlerinin Çin Komünist Partisi liderleri tarafından açıklanan görüşlerle benzeşmesi, ekonomisi gittikçe Sovyetler Birliği'ne daha da bağımlılaşmakta olan Küba için büyüyen bir sorundu. Küba devriminin ilk günlerinden itibaren Guevara'nın Latin Amerika'da Maocu stratejinin uygulanmasını savunduğu düşünülüyordu ve yaratmış olduğu Küba'nın hızla sanayileşmesini öngören plan, Çin'in 'İleri Büyük Atılım'ına benzetiliyordu. Küba'nın batılı 'gözlemcileri'ne göre Guevara'nın Sovyet koşullarına ve önerilerine karşı çıkmasına rağmen Castro'nun kabul etmek zorunda kalması ortadan kaybolmasının nedeni olabilirdi. Halbuki hem Guevara hem de Castro, Sovyetler Birliği ve Çin'in de bulunduğu birleşik cepheyi destekliyordu. Ayrılığa düşmüş bu iki ülke arasında antlaşma sağlamak için başarısızlıkla sonuçlanan bir dizi girişimde de bulunmuşlardı.


    Guevara, Havana havaalanındaki 'karşılama heyetiyle'
    (14 Mart 1965) Kruşçev'in Castro'ya danışmadan Küba'dan füzeleri çekmeye razı gelmesini Sovyetlerin ihaneti olarak gören Guevara, Küba Füze Krizi'nden sonra Sovyetler Birliği hakkında daha da şüpheci oldu. Cezayir'deki son konuşmasında artık Kuzey Yarımküre'yi, batıda ABD ve doğuda SSCB liderliğinde, Güney Yarımküre'nin sömürücüsü olarak gördüğünü belirtmiştir. Vietnam Savaşı sırasında komünist Kuzey Vietnam'ı desteklemiş ve gelişmekte olan ülkelerin halklarını, silahlanıp 'pek çok Vietnamlar' yaratmaları için teşvik etmiştir.[31]

    Guevara'nın akıbeti hakkındaki uluslararası spekülasyonların baskısıyla Castro 16 Haziran 1965'te yaptığı açıklamada insanların Guevara hakkında bilgi almalarının ancak Guevara istediğinde mümkün olabileceğini söyledi. Guevara'nın ortadan kayboluşu ile ilgili Küba içinde ve dışında pek çok dedikodu yayıldı. Aynı yılın 3 Ekim'inde Castro, Guevara'nın birkaç ay önce kendisine yazdığı tarihsiz mektubu açıkladı. [32] Bu mektupta Guevara Küba devrimine bağlılığını tekrarlıyor ancak devrim yolunda yabancı topraklarda savaşmak için Küba'dan ayrılma niyetini bildiriyordu. Mektubunda 'dünyadaki diğer uluslar benim basit emeğime çağrı yaptılar' diyerek, 'yeni savaş alanlarında' gerilla olarak savaşmak için ayrılmaya karar verdiğini belirtiyordu. Aynı zamanda hükümet, parti ve ordu içindeki tüm görevlerinden istifa ettiğini ve ona devrim için yaptıklarını takdir amacıyla verilmiş olan Küba vatandaşlığından vazgeçtiğini de ekliyordu.

    Dört yabancı gazeteciyle 1 Kasımda yaptığı görüşme sırasında Castro, Guevara'nın nerede olduğunu bildiğini ama açıklamayacağını belirterek, eski yoldaşının öldüğüne dair söylentileri reddetti ve Guevara'nın sağlığının çok iyi olduğunu ekledi. Castro'nun sözlerine rağmen 1965'in sonunda Guevara'nın akıbeti bir gizem olarak kaldı, hareketleri ve nerede olduğu iki yıl boyunca özenle saklanan bir sır oldu.

    Kongo [değiştir]
    Kısa dalga radyo dinlerken. Oturanlar: (soldan başlayarak) Rogelio Oliva, José María Martínez Tamayo (Kongo'da 'Mbili' ve Bolivya'da 'Ricardo' kodadıyla tanınır) , ve Guevara. Ayakta duran Roberto Sánchez (Küba'da 'Lawton' ve Kongo'da 'Changa' kodadıyla bilinir) .1965 yılının 14 Mart'ını 15 Mart'a bağlayan gece boyunca yaptıkları toplantı sonucunda Guevara ve Castro, Sahara Çölü altındaki bölgede Küba'nın ilk askerî operasyonunu bizzat Guevara'nın yönetmesi konusunda anlaştılar. Cezayir[›] Bazı güvenilir kaynaklar Guevara'nın kendisini bu operasyonda desteklemesi için Castro'yu ikna ettiğini söyler. Aynı derecede güvenilir diğer kaynaklar ise Latin Amerika ülkelerindeki koşulların focos gerilla çekirdeklerinin kurulması için henüz uygun olmadığını savunan Castro'nun bu eyleme girmesi için Guevara'yı ikna ettiğini söyler.[33] Castro'nun kendisi de ikinci görüşün doğru olduğunu söylemiştir.[34] O zamanlar Cezayir'in devlet başkanı olan ve Guevara ile kısa süre önce görüşen Ahmed Bin Bella ise şöyle demiştir: 'Afrika'da hüküm süren durumun büyük devrim potansiyeline sahip görünmesi, Che'yi Afrika'nın emperyalizmin zayıf halkası olduğu sonucuna itti. O da artık çabalarını Afrika'ya yönlendirmeye karar verdi.'[35]

    Küba operasyonu Kongo-Kinşasa'daki (önceleri Belçika Kongosu, sonradan Zaire ve günümüzde Demokratik Kongo Cumhuriyeti) Patrice Lumumba yanlısı Marksist Simba hareketinin desteklenmesi ile sürdürülecekti. Guevara, yardımcısı Victor Dreke ve on iki Kübalı 24 Nisan 1965'te Küba'ya vardı. Diğer Kübalılar da kısa süre sonra onlara katıldılar. [36] Bir süre, gerilla lideri Laurent-Désiré Kabila ile çalıştılar.Kabila[›] Kabila, aynı yılın Kasım ayında Kongo ordusu tarafından bastırılan bir isyana girişmeleri için Lumumba'nın destekçilerine yardım etmişti. Guevara, önemsiz biri olduğuna karar verdiği Kabila'yı bırakmış ve şöyle yazmıştır: 'Hiçbir şey onun bu ânın gerektirdiği adam olduğuna beni inandıramaz.'[37]


    Guevara Kongo kuvvetlerine gerilla taktiklerini öğretirken. Planı, Tanganyika Gölü'nün batı sahillerindeki kurtarılmış bölgeyi Kongo ve diğer özgürlük hareketlerinin savaşçılarını eğitmek için kullanmaktı. Solunda Santiago Terry (kodadı: 'Aly') ve sağında, Angel Felipe Hernández (kodadı: 'Sitaini') görülüyor.Guevara 37 yaşında olmasına ve resmî askerî eğitim almamış olmasına rağmen, Batista'nın devrilmesinde önemli yer işgal eden Santa Clara harekâtının da içinde bulunduğu Küba devrimi deneyimlerine sahipti. Astımı nedeniyle Arjantin'de askere alınmamıştı. Perón hükümetine olan muhalefeti gözönüne alındığında bundan gurur duyardı.

    Mike Hoare'un içinde bulunduğu Güney Afrikalı paralı askerler ve Kübalı sürgünler Kongo ordusuyla birlikte Guevara'yı engellemeye çalıştılar. Guevara'nın haberleşmesini dinliyor, saldırmak için hazırlanan isyancılara ve Kübalılara pusu kuruyor ve Guevara'nın ikmal hatlarını kesiyorlardı.[38][39] Guevara'nın gayesi yerel Simba savaşçılarına komünist ideolojiyi ve gerilla savaşını öğreterek bir anlamda Küba Devrimini 'ihraç etmekti'. Guevara Pasajes de la Guerra Revolucionaria:Congo (Kongo Günlükleri) 'nde devrimin başarısızlığının ana nedenleri olarak yerli Kongo kuvvetlerinin yeteneksizliği, uzlaşmazlığı ve kendi aralarındaki sürtüşmeyi göstermiştir. [40] Aynı yılın sonlarına doğru astımı nüksetmiş, yedi ay sıkıntı yaşadıktan sonra düş kırıklığına uğramış bir şekilde, Küba'dan gelenlerden sağ kalanlarla (birliğinin altı üyesi ölmüştü) Kongo'yu terketti. Bir noktada yaralıları Küba'ya gönderip, tek başına savaşmaya devam etmeyi ve devrimcilere örnek teşkil etmeyi de düşünmüştü. Ancak silah arkadaşları ve Castro'nun gönderdiği iki memurun ikna etmesi sonucu Kongo'dan ayrılmayı kabul etti.

    Ölümünden sonra açıklanması niyetiyle bıraktığı mektubun Castro tarafından kamuoyuna açıklanması [41] ve bu mektupta dünyanın diğer bölgelerindeki devrimlere kendini adamak için Küba ile olan tüm bağlantılarını kopardığını yazması, ahlakî açıdan diğer savaşçılarla Küba'ya dönmesini engellemiştir. Kongo'dan ayrıldıktan sonra altı ay boyunca Darüsselam, Prag ve Alman Demokratik Cumhuriyeti'nde saklanmış, Kongo deneyiminde yazdığı anılarını toparlamış ve biri felsefe [42] diğeri ekonomi [43] üzerine iki kitabın taslaklarını yazmıştır. Bu dönem boyunca Castro, Guevara'yı Küba'ya dönmesi için zorladı, Guevara bunu kabul ettiğinde dönüşünün geçici olacağı ve adadaki varlığının sır kalacağı şartını koştu; Latin Amerika'da bir yerlerde yeni bir devrim çabasına hazırlık yapmak için gereken birkaç aylık bir süre için geri dönecekti.

    Bolivya [değiştir]
    Bolivya seferinin başlarında 'Ramon' katır üzerinde.
    Başkaldırı [değiştir]Guevara'nın nerede olduğu konusundaki spekülasyonlar 1966 yılı boyunca ve 1967'de de devam etti. Mozambik bağımsızlık hareketi FRELIMO'nun temsilcileri, 1966 sonu ya da 1967 başında, Guevara ile Darüsselam'da buluştuklarını ve o zaman da onun devrim projelerine yardım önerisini reddettiklerini bildirdiler.[44] 1967 yılının 1 Mayıs gösterileri sırasında Havana'da yaptığı konuşmada, Silahlı Kuvvetler Bakan vekili Bnb. Juan Almeida, Guevara'nın 'Latin Amerika'da bir yerlerde devrime hizmet ettiğini' duyurdu. Bolivya'da gerillaların başında olduğuna dair gelen haberlerin doğru olduğu sonradan anlaşılmıştır.

    Castro'nun isteğiyle, gözden uzak Ñancahuazú bölgesindeki bir arazi, Guevara tarafından eğitim alanı olarak kullanılması için, yerli Bolivya Komünistleri tarafından satın alınmıştı.Kamp[›]. Bulgulara göre Ñancahuazú bölgesindeki bu kamptaki eğitim Guevara ve yanındaki Kübalılar için çarpışmadan daha tehlikeliydi. Bir gerilla ordusu oluşturma yolunda pek başarılı olunamamıştır. Eski Stasi ajanı Haydée Tamara Bunke Bider, ya da daha iyi bilindiği takma adı ile 'Tania', La Paz'da Guevara'nın ana ajanı olarak yerleşmişti. Tania'nın KGB için de çalıştığı rivayet edilir ve Bolivyalı yetkilileri Guevara'nın izini bulmaya yönlendirdiği için bilmeden Sovyet çıkarlarına hizmet ettiği de anlaşılmaktadır.[45]


    Vallegrande'nin yerini gösteren Bolivya haritası[46] Bolivya Ordusu ile Mart 1967'de ilk çatışmaları sonucu eğitim kampını terkederken geride bıraktıkları önemli sayıdaki fotoğraf, Guevara'nın Bolivya'da olduğuna dair ilk kanıt olmuştur. Fotoğrafları gören Bolivya Devlet Başkanı René Barrientos'un Guevara'nın başının bir kargı üzerinde La Paz şehir merkezinde sergilenmesini istediği söylenir. Başkan Bolivya Ordusu'na Guevara'yı ve yandaşlarını takip edip yakalama emrini verdi.

    Guevara'nın yaklaşık elli kişiden oluşan ve ELN (Ejército de Liberación Nacional de Bolivia - Bolivya Ulusal Bağımsızlık Ordusu) adı altında eylem yapan gerilla kuvveti iyi donatılmıştı ve dağlık Camri bölgesinde Bolivya düzenli ordusuna karşı bazı başarılar elde etti. Eylül'de ise Ordu iki gerilla grubunu ve liderlerden birini öldürmeyi başardı.

    Zorlu geçen çatışmalara rağmen, gerillaların esir aldığı yaralı Bolivya askerlerinin gereken tıbbî yardımı alması konusunda hassas davranan Guevara sonradan bu esirleri de salıvermiştir. Hatta yaralanarak ele geçirildiği Quebrada del Yuro'daki son çarpışmadan sonra geçici olarak tutulduğu yere götürüldüğünde gördüğü yaralı Bolivya askerlerine tıbbî yardım bile önermiş ama bu önerisi sorumlu Bolivyalı subay tarafından geri çevrilmiştir.[47]

    Guevara'nın Bolivya'da devrim başlatma planları birkaç yanlış anlama üzerine kurulmuştu:

    Yalnızca ülkenin askerî hükümeti, ve eğitimi ve donanımı yetersiz ordusuyla mücadele etmeyi bekliyordu. Halbuki yerini öğrenen ABD hükümeti, CIA ve diğer kurumların ajanlarını isyanı bastırmak için yardım amacıyla Bolivya'ya göndermişti. Bolivya Ordusu, ABD Özel Harekât Birlikleri tarafından eğitilip donatılmaktaydı.ABD Askerî yardımı[›] Askerî danışmanların yanı sıra, gönderilen birlikler arasında kısa süre önce kurulan ve gerillaların bulunduğu bölgeye yakın bir alandaki La Esperanza'da cengel savaşı eğitimi almış olan seçkin Rangers taburu da vardı.[48][49]
    Guevara yerli muhaliflerden yardım alacağını ve işbirliği içinde olacağını ummuştu. Bu yardım hiçbir zaman gerçekleşmedi. Mario Monje liderliğindeki Bolivya Komünist Partisi Havana'dan çok Sovyetlere yönelmişti ve söz vermelerine rağmen Guevara'ya yardım etmediler. (Parti liderlerinin isteklerine karşı gelen Rodolfo Saldaň a, Serapio Aquino Tudela ve Antonio Jiménez Tardio gibi bazı Bolivya Komünist Partisi üyeleri Guevara'ya katılmış ya da destek vermişlerdir.)
    Havana ile radyo bağlantısını koruyacağını umuyordu ancak Küba'dan sağlanan iki kısadalga radyo vericisi de bozuktu, dolayısıyla gerillalar Havana ile iletişime geçemiyorlardı. (Bu ve bunun gibi diğer konularda Castro tarafından Guevara'nın Bolivya'daki operasyonlarına destek sağlamakla görevlendirilen Manuel Piñeiro'nun performansı berbat olarak nitelendirilebilir.) Olayların daha karmaşık hale gelmesinin bir sebebi de Havana'dan gönderilen radyo mesajlarını kaydetmek ve deşifre etmek için kullanılan teyp kayıt cihazının bir nehri geçerken kaybolmasıydı. Böylece Havana'dan gelen mesajların deşifre edilmesi çok zorlaştı.Mesaj[›]
    Bunlara ek olarak Guevara'nın uzlaşmadan çok kişileri karşısına alma huyu, Kongo'da olduğu gibi Bolivya'da da yerel liderlerle başarılı işbirliği geliştirememesine sebep olmuştur.[50] Bu kötü huy Küba'daki gerilla savaşı sırasında da kendini göstermiş ama Castro'nun zamanında araya girmesi ve rehberliğiyle kontrol altında tutulmuştu.[51]

    Yakalanışı ve öldürülmesi [değiştir]
    Rodríguez, yakalanan Che Guevara ile birlikte
    (La Higuera, Bolivya - 9 Ekim, 1967)
    Che Guevara'nın 9 Ekim 1967 günü saat 13:00 de yargısız infaz edildiği La Higuera'daki okul binasıBir muhbir Guevara'nın gerilla kampının yerini Bolivya Özel Harekât Birliği'ne bildirdi. 8 Ekim'de kamp kuşatıldı ve Guevara Simeón Cuba Sarabia ile birlikte Quebrada del Yuro kanyonunda devriye gezerken yakalandı. Ayaklarından yaralandıktan ve silahı bir mermiyle harap edildikten sonra teslim oldu. (Tabancasında açıklanamaz bir şekilde şarjör bulunmuyordu.) Yakalandığı sırada orada bulunan askerlerin bazılarına göre Guevara bağırarak 'Ateş etmeyin! Ben Che Guevara'yım ve canlı olarak daha değerliyim' demiştir.

    Barrientos, Guevara'nın yakalandığını öğrenir öğrenmez hemen öldürülmesini emretmiştir.Barrientos[›] Guevara yakın bir köy olan La Higuera'daki köhne bir okula götürülmüş ve geceyi orada geçirmiş, ertesi gün öğleden sonra öldürülmüştür. Celladı, Bolivya ordusunda çavuş olan ve Guevara'yı vurması kura sonucu saptanan Mario Terán'dır. Che Guevara'nın son sözleri şöyle olmuştur: 'Buraya beni öldürmeye geldiğini biliyorum. Vur beni korkak, yalnızca bir adam öldürmüş olacaksın.'[52] Bazı kaynaklar çavuş Mario Terán'ın infaz esnasında aşırı heyecanlanması nedeniyle bilinçli bir şekilde ateş edemediğini ve Che'yi sadece yaraladığını, onu öldüren merminin kim tarafından ateşlendiğinin bilinmediğini belirtirler. Çarpışmada öldüğü izlenimi vermek ve yüzünden isabet almayarak tanınmasını kolaylaştırmak için ayaklarına defalarca ateş edilmiştir. Cesedi bir helikopterin iniş takımlarına sıkıca bağlanmış ve yakınlardaki Vallegrande'ye götürülmüştür. Buradaki bir hastanede cesedi bir küvetin içinde basına gösterilmiştir.[53] Bu sırada çekilen fotoğraflar San Ernesto de La Higuera ve El Cristo de Vallegrande (Vallegrande İsası) nın doğmasına sebep olmuştur.[54] Askerî bir doktor tarafından elleri kesildikten sonra Bolivya Ordusu subayları tarafından bilinmeyen bir yere götürülmüş, cesedinin gömüldüğü mü yakıldığı mı sorusu cevapsız kalmıştır.Ampütasyon[›]

    Guevara'yı Bolivya'da takip etmekten sorumlu olan, Félix Rodríguez adındaki CIA ajanıydı. Bu ajan daha önce Escambray Dağları'ndaki isyancılarla ve Havana'daki Castro karşıtı gizli gruplarla bağlantı kurmak için Domuzlar Körfezi istilası öncesi gizlice Küba'ya sızmış, istiladan sonra da başarılı bir şekilde geri çıkarılmıştı. [55][56] Guevara'nın yakalanışını duyan Rodríguez, değişik Güney Amerika ülkelerindeki CIA istasyonları yoluyla Langley, Virjinya'daki CIA merkezine bu bilgiyi iletmiştir. Rodríguez Guevara'nın Rolex saati ve başka bazı kişisel eşyasını almış ve sonraki yıllarda bunları röportaj yaptığı gazetecilere gururla göstermiştir. İçlerinde el feneri de bulunan bu eşyalardan bir kısmı CIA'de sergilenmektedir.

    Gerillalar ile bağlantılı bir başka olay da Régis Debray'nin tutuklanması ve duruşmasıdır. Nisan 1967'de hükümet güçleri, Ecole Normale Supérieure 'de Marksist filozof Louis Althusser'den [57] ders almış olan ve Havana Üniversitesi'nde felsefe profesörlüğü yapan genç Fransız vatandaşı Debray'yi yakalar ve gerillalarla işbirliği yapmakla suçlar. Debray muhabir olarak çalıştığını ve iki yıl önce gizemli bir şekilde ortadan kaybolan Gueavara'nın gerillalara liderlik ettiğini söyler. Uluslararası ilgi kazanan Debray'nin davası Ekim ayı başlarındaydı. Bolivya yetkilileri 11 Ekim'de Guevara'nın iki gün önce hükümet kuvvetleriyle girmiş olduğu çatışma sonucu vurularak öldüğü yolunda (yalan) açıklama yapar.

    15 Ekim'de Castro, Guevara'nın öldüğünü kabul eder ve tüm Küba'da üç günlük yas ilan eder. Guevara'nın ölümü Latin Amerika'daki ve üçüncü dünya ülkelerindeki sosyalist devrimci hareketlere indirilmiş ağır bir darbe olarak kabul edilir.


    Che Guevara'nın Küba, Santa Clara'daki anıtmezarı1997 yılında Guevara'nın elleri olmayan cesedinden kalan kemikler Vallegrande yakınlarındaki bir uçak pistinin altından kazılarak çıkarılmış, DNA testiyle kimliği tespit edilmiş ve Küba'ya geri getirilmiştir. 17 Ekim 1997'de cesedinden kalanlar, Bolivya'daki gerilla harekâtı sırasında ölen yoldaşlarından altısıyla birlikte, 39 yıl önce Küba Devrimi'nin başarısını belirleyen savaşı kazandığı Santa Clara'da özel olarak hazırlanmış anıtmezaraAnıtmezar[›] askerî törenle gömülmüştür.

    Bolivya Günlüğü [değiştir]Guevara yakalandıktan sonra Bolivya'daki gerilla harekâtında karşılaştığı olayları yazdığı günlüğü de ele geçirilmişti. [58] Günlük, onun Ñancahuazú'daki çiftliğe gelişinden kısa süre sonra, 7 Kasım 1966'da başlıyor, yakalanmasından bir gün önce, 7 Ekim 1967'de sonlanıyordu. Günlükte, Bolivya Ordusu tarafından yerleri çok erken tespit edilen gerillaların operasyona nasıl hazırlıksız başlamak zorunda kaldığı, Guevara'nın daha sonra birbiriyle bağlantıyı kaybedecek olan birliğini ikiye bölme kararını açıklaması ve genel olarak başarısızlıkları anlatılır. Guevara ile Bolivya Komünist Partisi arasındaki anlaşmazlık ve dolayısıyla Guevara'nın beklediğinden daha az askerle kalmış olması da günlükte kayıtlıdır. Guevara'nın yerli halktan asker bulamamasının sebebinin, gerilla grubunun yörede konuşulan Tupi-Guaraní dili yerine Quechua'yı öğrenmiş olması olduğu anlatılır. Harekât beklenmedik sona doğru giderken Guevara'nın hastalığı da ağırlaşır. Astım krizleri giderek daha zor geçmektedir ve son saldırılar ilaç bulabilmek amacıyla yapılmıştır.

    Bolivya Günlüğü kabaca çevrilerek Ramparts dergisi tarafından basılıp hızla dünyaya dağıtılmıştır. Bundan başka dört günlük daha bulunmuştur. Bunlar Israel Reyes Zayas (takmaadı 'Braulio') , Harry Villegas Tamayo ('Pombo') , Eliseo Reyes Rodriguez ('Rolando') 'ya [59] ve Dariel Alarcón Ramírez ('Benigno') 'ya [60] aittir. Bu günlüklerin herbirinde, konu olan olayların değişik yönleri dile getirilmektedir.

    Mirası ve eleştiriler [değiştir]Ayrıca bakınız: Popüler kültürde Che Guevara

    2005 yılının Kasım sayısında (#46) Alman haftalık haber dergisi Der Spiegel, Gandhi ve Guevara'nın mirasçıları olarak nitelediği Avrupa'nın barışçıl devrimcileri üzerine bir yazı yayımlar.Guevara'nın cesedinin resimleri dolaştırılıp ölümü hakkındaki gerçekler tartışılırken Che efsanesi de yayılmaya başladı. Dünyanın her yerinde Che'nin öldürülmesini protesto eden gösteri yürüyüşleri yapıldı. Yaşamı ve ölümü üzerine makaleler, övgüler, şarkılar ve şiirler yazıldı.[61][62] ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Latin Amerika uzmanları, “gelmiş geçmiş en çekici ve en başarılı devrimcinin” ölümünün öneminin hemen farkına vararak Guevara’nın komünistler ve diğer sol eğilimliler tarafından “kahramanca ölen örnek devrimci” olarak idolleştirileceğini belirtti. [63]

    Bu tahminlerin inandırıcılığı, özellikle 1968 Mayıs’ındaki öğrenci hareketlerinde Guevara’nın güçlü bir başkaldırı ve devrim sembolü olarak ortaya çıkmasıyla birlikte giderek arttı. [64] Sol kanattan eylemciler Guevara’nın şan, şeref ve ödüllere karşı olan belirgin kayıtsızlığını belirttiler ve Guevara’nın sosyalist idealleri aşılamak için şiddetin gerekli olduğu fikrinde anlaştılar. [65] 'Che yaşıyor! ' sloganı batı bloğunda duvarlarda gözükmeye başlarken [66] 1968 hareketlerinin öndegelen simalarından Jean-Paul Sartre'ın, Guevara’yı 'çağımızın en mütekâmil insanı' olarak tanımlaması da Guevara’nın aşırı derecede övülmesini desteklemiştir. [67]

    Guevara’nın ardında bıraktıkları belirgin bir şekilde partizan tavırlarla genişledi. ABD Dışişleri Bakanlığı’na verilen raporlarda kendi ülkelerinde ortaya çıkacak başkaldırılardan korkan sol kanattan olmayan Latin Amerikalıların Guevara’nın ölümü sayesinde rahat bir nefes aldıkları belirtilmiştir. [63] Daha detaylı analizlerde Guevara’nın yöntemlerinin acımasızlığına ışık tutulmuş ve Fidel Castro’nun belirttiği, Guevara’nın “aşırı derecede saldırgan olma özelliği” açıklanmıştır.[68] Guevara’nın yaşamının sorunlu yanlarını araştıran yazılarda Küba’nın devrim sonrası ilk çalışma kamplarının açılışındaki rolü, çeşitli gerilla harekâtlarında yakalanan karşı birlik esirlerine karşı sempatik olmayan davranışları ve entelektüel açıdan kendisinden aşağı gördüklerini sık sık aşağılaması anlatılmıştır. [69] Her ne kadar Gueavara’nın yöntemlerine karşı eleştiriler sağ kanattan gelse de sol kanattan da kimi eleştiriler gelmekteydi. Özellikle anarşistler ve sivil hak özgürlükçüleri Guevara’yı otoriter, çalışan sınıf karşıtı bir Stalinci olarak görüyor ve geride bıraktığının çok bürokratik ve otoriter bir rejim olduğunu belirtiyordu. [70] Ayrıca Latin Amerika’nın büyük bölümünde ortaya çıkan ve Che’den ilham alınarak başlayan devrimlerin pratik sonucunun, zalim militarizmin uzun yıllar boyunca sürmesi olduğu teorileri bulunmaktadır. [71]

    Che’den sonra Küba [değiştir]Guevara’nın ölümü Küba’da dış politika aracı olarak gerilla savaşının kullanılmasının bırakılmasını hızlandırdı ve Sovyetler Birliği ile bir yakınlaşma sağladı, böylece Sovyet çizgisinde bir yeniden yapılanma başladı. Küba birlikleri 1970’lerde Afrika’ya tekrar daha geniş çaplı bir askeri harekâtın parçası olarak döndü ancak Latin Amerika ve Karayipler’deki başkaldırı hareketlerine açık destek yerine lojistik ve organizasyonel destek sağlandı. Küba ayrıca ülkenin COMECON sistemine entegre olmasından sonra uygulanması mümkün olmayan, Guevara’nın başlattığı ekonomik çeşitlilik ve hızlı endüstrileşme planlarından da vazgeçti. 1965’lerde bile Yugoslav komünist gazete Borba, Küba’da bulunan birçok boş ve inşaatı yarım kalmış fabrikaya dikkati çekerek Guevara’nın Sanayi Bakanlığı’nda bulunduğu dönemin mirasının 'kendini beğenmişlik ve gerçeklik arasındaki çatışmanın üzücü anıları olarak ayakta kaldığını' yazmıştır..[72]

    Küba devleti Guevara’nın anısını ayakta tutmak için ülke çapında sayısız heykel ve sanat eseri yaptırdı, okulları, işyerlerini, kamu binalarını, ilan panolarını ve paraları Guevara’nın resimleriyle donattı. [73] Ülkedeki tüm çocuklar her okul gününe '¡Pioneros por el Comunismo, Seremos como el Che! ' (Çevirisi: Komünizm için öncüler, Hepimiz Che gibi olacağız!) andıyla başlar. Guevara'nın Santa Clara’daki anıtmezarı birçok Kübalı için dinsel bir önem taşımaya başladı[66] aynı zamanda da Guevara’nın yaşamının uluslararası alanda ilgiyle karşılanması da ülkenin gelişen turizm sektörüne büyük yarar sağladı. 2004 yılında anıtmezar 127.597’si yabancı 205.832 kişi tarafından ziyaret edildi.

    Bunun yanısıra, birçok Kübalı sürgün Guevara’dan hiç de iyi olmayan biçimlerde sözetmektedir ve Che bazıları tarafından 'La Cabaña Kasabı' olarak anılmaktadır. Bu tanımlama, Carlos Santana'nın 2005 yılında Oscar ödül töreninde bir Che tişörtü giymesinden sonra Küba doğumlu müzisyen Paquito D'Rivera’nın Santana'yı ağır şekilde eleştirdiği açık mektupta da tekrarlanmıştır. [74] Benzer duygular Küba asıllı ABD’li aktör ve yönetmen Andy Garcia tarafından da paylaşılmıştır. Garcia 2004 yılında 'Che yıllardır kahraman gibi anlatılmaktadır ancak öyküsünde karanlık bir yan da vardır. Bir rock yıldızı gibi görünüyor ama birçok insanı yargısız ve savunmasız bir şekilde infaz etmiştir. '[75] Garcia’nın 2005 yapımı filmi 'The Lost City' Küba Devrimi’nin kalbinde acımasız bir zalimlik yattığını göstermektedir ve filmin bazı Latin Amerika ülkelerinde yasaklandığı bildirilmiştir. [76] Guevara rolündeki aktör Jsu Garcia birçok kez, yerde yaralı yatan Batista askerlerini vururken gösterilmiştir. [77]

    'Che kültü' [değiştir]Tartışmalara rağmen Guevara’nın popüler bir sembol olması ve dünya çapında bu sembolün yaygınlaşması sonucunda yorumcular global bir 'Che kültü' ‘nden sözeder olmuştur. Fotoğrafçı Alberto Korda [78] tarafından çekilen bir fotoğrafı kısa sürede yüzyılın en çok tanınan resimleri arasına girmiş, monokrom grafik haline getirilen bu portre tişörtlerden posterlere, kahve kupalarından şapkalara birçok hediyelik eşya üzerinde kullanılmıştır.[79]

    Latin Amerika’da 1990’larda yapılan neo-liberal reformların başarısızlığı da “Washington konsensüs”üne olan muhalefeti artırdı [80] ve Guevara’nın birçok siyasi görüşüne olan desteği tekrar gündeme taşıdı. Bu görüşlerin arasında Panamerikanizm, bölgedeki halk hareketlerine destek, kilit sanayilerin devletleştirilmesi ve hükümetin merkezîleştirilmesi bulunmaktadır. [81] Nikaragua’da 16 yıl sonra ideolojik temellerini Guevarizm’den alan Sandinistacılar hükümet seçimlerini tekrar kazandılar. Bu grubun destekçileri 2006 seçim zaferini kutlarken Guevara tişörtleri giydi. [82] Bolivya devlet başkanı Evo Morales Guevara’ya birçok övgüde bulunduktan sonra Che’nin yerel koka yapraklarından yapılmış portresini başkanlık bürosuna astı. [83] 2006’da Che Guevara tişörtü giyerek halka hitap eden Venezuela devlet başkanı Hugo Chávez [84] Fidel Castro ile birlikte, Guevara’nın gençliğini geçirdiği Arjantin’in Córdoba şehrindeki evi ziyaret etti ve bu deneyimini “gerçek bir şeref” olarak niteledi. Bunu dinleyen binlerce insan “Hissediyoruz! Guevara bizimle birlikte! ' diye bağırarak karşılık verdi. [85] Guevara’nın kızı Aleida da Chavéz ile yaptığı ve “Yeni Latin Amerika” için planlarını açıkladığı ayrıntılı röportajı bir kitap hâlinde yayımladı. [86] Guevara, Kolombiya gerilla hareketi FARC [87] ve Meksika Zapatista grubu için hâlâ büyük bir esin kaynağıdır.[88]

    Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Latin Amerika dışındaki birçok bölgede Guevara simgesi, ideolojik ve politik içeriğini uzun zamandan beri kaybederek global bir markaya dönüştü ve Guevara takıntısı bazıları tarafından yalnızca basit bir 'ilk gençlik devrimcilik hülyâsı' olarak tanımlandı.[66] Guevara’dan esinlenen protesto hareketlerine konu olan Amerika Birleşik Devletleri’nde ise, bir CD taşıma çantası üzerindeki Guevara resmi, Che’nin Osama bin Ladin ve Adolf Hitler ile kıyaslandığı çok güçlü bir muhalefet sonucunda kaldırıldı. [89] Bu ürünü üreten şirket Target Corporation, kamuya açık bir özür mesajı yayımladı. [90]ABD’li, Latin Amerikalı ve Avrupalı yazarlar Jon Lee Anderson, Régis Debray, Jorge Castañeda ve diğerleri Guevara’nın imajının gizemli hâlini yokedebilmek için yaşamını ve geride bıraktıklarını hiç de idealistik olmayan yönlerden anlatan kitaplar ve makaleler yazdı. Hatta Octavio Paz’ın yazdığı ve Marksizm’in eleştirel suçlamasını da içeren kitap Latin Amerika solunun büyük kısmı tarafından sahiplendi. [91] Politika yazarı Paul Berman daha da ileri giderek 'günümüz Che kültünün ' Küba’da varolduğuna inandığı 'muazzam sosyal mücadelenin' ve rejim karşıtlarının çabasının gözardı edilmesine neden olduğunu belirtir. [92] 1960’larda Küba Devrimi’ni destekleyen yazar Christopher Hitchens, Guevara’nın mirasını: 'Che'nin ikon statüsünün sağlamlaşmasının nedeni başarısız olmasıdır. Öyküsü yenilgi ve tecrit içerir ve bu nedenle de çok çekicidir. Yaşasaydı, Che miti çok uzun zaman önce ölmüş olacaktı.' diyerek özetlemiştir. [66]

    Tarihçe [değiştir]Che Guevara Tarihçesi[ Göster ]


    Guevara'nın eserleri [değiştir]Türkçe (çeviriler)

    Gerilla Savaşı: Bir Yöntem [4]
    Gerilla Savaşı[5]
    Politik Egemenlik ve Ekonomik Bağımsızlık[6]
    Sosyalist Planlama[7]
    Latin-Amerika Gençliğine[8]
    Küba Devriminin İdeolojisini İncelemek İçin Notlar[9]
    Latin-Amerika Devriminin Taktik ve Stratejisi[10]
    Küba Bir İstisna mı, Yoksa Öncü mü? [11]
    Vietnam'la Dayanışma[12]
    Tricontinental'e Mesaj: '... İki, Üç Daha Fazla Vietnam[13]
    Bolivya Günlüğü[14]
    İngilizce (çeviriler)

    Back on the Road: A Journey to Central America (Harvill Panther S.) , The Harvill Press, paperback, ISBN 0802139426.
    Bolivian Diary, Pimlico, paperback, ISBN 0712664572
    Che Guevara: Radical Writings on Guerrilla Warfare, Politics and Revolution, Filiquarian Publishing LLC, paperback, ISBN 1599869993.
    Che Guevara Reader: Writings on Guerrilla Warfare, Politics and History, Ocean Press, paperback
    Che Guevara Speaks, Pathfinder, paperback
    Che Guevara Talks to Young People, Pathfinder, paperback
    Critical Notes on Political Economy, Ocean Press, paperback
    Guerrilla Warfare, Souvenir Press Ltd, paperback, ISBN 0285636804.
    Manifesto: Three Classic Essays on How to Change the World, Consortium, paperback
    Our America and Theirs, Ocean Press (AU) , paperback, ISBN 1876175818.
    Reminiscences of the Cuban Revolutionary War, Monthly Review Press, paperback, 1998
    Self-Portrait: Che Guevara, Ocean Press, 320pp, paperback, 2005
    Socialism and Man in Cuba: Also Fidel Castro on the Twentieth Anniversary of Guevara's Death, Monad, paperback
    The African Dream: The Diaries of the Revolutionary War in the Congo, Grove Press, paperback.
    The Diary of Che Guevara, Amereon Ltd,
    The Motorcycle Diaries: Notes on a Latin American Journey, Perennial Press, ISBN 0007182228.
    İspanyolca

    Cuadernos de Praga – Guevara'nın 1966'da gizlice kaldığı Prag'ta tuttuğu defterler (PDF)
    Diario del Che en Bolivia – Guevara'nın Bolivya'daki gerilla savaşına ait günlüğü (PDF)
    Obras Escogidas – Guevara'nın seçilmiş eserleri. İspanyolca. en önemli nutukları da bulunmaktadır. (PDF)
    Pasajes de la Guerra Revolucionaria: Congo – Guevara'nın Kongo Günlükleri'nin İspanyolca aslı (PDF)
    Pensamiento y acción – Guevara'nın yazılarında seçmeler. İspanyolca. El socialismo y el hombre nuevo ('Sosyalizm ve Yeni İnsan' da dahil olmak üzere) (PDF)

    Ayrıca bakınız [değiştir]Che Guevara ile ilgili başlıklar
    Politik olaylar La Coubre patlaması | Küba Füze Krizi
    İnsanlar 26 Temmuz Hareketi | Fidel Castro | Laurent-Désiré Kabila | Félix Rodríguez
    Miras Popüler kültürde | Che Guevara (fotoğraf) | Guevarizm | Che-Lives
    Diğer Gerilla savaşı | Sosyalizm | Marksizm | Yerinde İnfaz | Yargısız İnfaz

    Dipnotlar [değiştir]^ Maryland Sanat Enstitüsü, BBC News'te atıfta bulunulmuştur; 'Che Guevara photographer dies' (Che fotoğrafçısı öldü) , 26 Mayıs 2001.BBC News web sitesinde, 4 Ocak 2006'da erişildi.
    ^ Anderson, Jon Lee. Che Guevara: A Revolutionary Life, New York: 1997, Grove Press, s. 3.
    ^ Anderson, Jon Lee. Che Guevara: A Revolutionary Life, New York: 1997, Grove Press, s. 28.
    ^ Digital Granma Internacional, 'Simultaneous chess game on 37th anniversary of Che’s death', 13 Ekim 2004. Granma International, 5 Ocak, 2006'da erişildi.
    ^ Guevara Lynch, Ernesto. Aquí va un soldado de América. Barcelona: Plaza y Janés Editores, S.A., 2000, s. 26. 'En Guatemala me perfeccionaré y lograré lo que me falta para ser un revolucionario auténtico.' 10 Aralık 1953’te Kosta Rika’dan yazılan bu mektup önemlidir, çünkü Guatemala’daki ABD destekli darbeye tanık olması nedeniyle devrimci olmaya karar verdiğini söyleyen birçok yazarın aksine bir devrimci olmaya karar verdiğinin ve bu nedenle oraya gittiğinin kanıtıdır.
    ^ Radio Cadena Agramonte, 'Ataque al cuartel del Bayamo' Çevrimiçi, 25 Şubat 2006'da erişildi.
    ^ Granma.cu, 'Walking towards sunrise' Çevrimiçi, 25 Şubat2006'da erişildi.
    ^ U.S. Department of State, 'Foreign Relations, Guatemala, 1952-1954'. Çevrimiçi, 4 Mart 2006'da erişildi.
    ^ Anderson, Jon Lee. Che Guevara: A Revolutionary Life, New York: 1997, Grove Press, s. 144
    ^ U.S. Department of State. 'Foreign Relations, Guatemala, 1952-1954'. Çevrimiçi, 4 Mart 2006'da erişildi.
    ^ Holland, Max.'Private Sources of U.S. Foreign Policy: William Pawley and the 1954 Coup d'Etat in Guatemala', Journal of Cold War Studies, Cilt 7, Sayı 4, Sonbahar 2005, s. 36-73
    ^ U. S. Central Intelligence Agency, 'CIA Biographic Register on Ernesto 'Che' Guevara'. Çevrimiçi, 12 Temmuz 2006'da erişildi. 'Beş isyancı birliğinin en büyüklerinden birinin komutanı (4ncü birlik) , Fidel Castro’dan sonra cesareti ve askerî yeteneğiyle ün saldı. '
    ^ Ernesto Che Guevara, 'Suicide Squad: Example Of Revolutionary Morale (an excerpt from Episodes of the Cuban Revolutionary War - 1956-58) . The Militant Çevrimiçi, 27 Mart 2006'da erişildi.
    ^ Anderson, Jon Lee. Che Guevara: A Revolutionary Life, New York: 1997, Grove Press, s. 372 and s. 425
    ^ TIME magazine, 'The TIME 100: Heroes and Icons'. Çevrimiçi 26 Haziran 2006'da erişildi.
    ^ chessgames.com, 'Miguel Najdorf vs Ernesto Che Guevara'. chessgames.com çevrimiçi, 5 Ocak 2006'da erişildi.
    ^ ar.geocities.com/carloseadrake/AJEDREZ/, Ernesto 'Che' Guevara – Ajedrez Çevrimiçi, 29 Haziran 2006'da erişildi.
    ^ Puerto Padre website, 'Cronologia' (List of anniversaries) Puerto Padre websitesinde çevrimiçi, 4 Ocak 2006'da erişildi.
    ^ Peña, Emilio Herasme,' La Expedición Armada de junio de 1959', 14 Haziran 2004.Listín Diario (Dominik Cumhuriyeti) çevrimiçi, 4 Ocak 2006'da erişildi.
    ^ Cuban Information Archives, 'La Coubre explodes in Havana 1960.' Çevrimiçi, 26 Şubat 2006'da erişildi; resimler Küba sitesinde görülebilir: fotospl.com.
    ^ Defensa Nacional, 'SABOTAJE AL BUQUE LA COUBRE' Çevrimiçi, 26 Şubat 2006'da erişildi.
    ^ The Miami Herald, 'Dockworker set ship blast in Havana, American claims'. Çevrimiçi, 26 Şubat 2006'da erişildi.
    ^ Guaracabuya.org, 'Recuento Histórico:El porque el PCC ordenó volar el barco 'La Coubre'.Çevrimiçi, 26 Şubat 2006'da erişildi.
    ^ Anderson, Jon Lee. Che Guevara: A Revolutionary Life, ISBN 0802116000, New York: 1997, Grove Press, s. 545: 'In an interview with Che a few weeks after the crisis, Sam Russell, a British correspondent for the socialist Daily Worker, found Guevara still fuming over the Soviet betrayal. Alternately puffing on a cigar and taking blasts from an inhaler, Guevara told Russell that if the missiles had been under Cuban control, they would have fired them off. Russell came away with mixed feelings about Che, calling him 'a warm character whom I took to immediately...clearly a man of great intelligence though I thought he was crackers from the way he went on about the missiles.''
    ^ Montreal Gazette, 'Liberals picked the wrong issue'. Çevrimiçi, 26 Şubat 2006'da erişildi.
    ^ Guaracabuya.org, 'TERRORISTS CONNECTED TO CUBAN COMMUNIST GOVERNMENT'. Çevrimiçi, 26 Şubat 2006'da erişildi.
    ^ Ernesto Che Guevara, (editörler Rolando E. Bonachea ve Nelson P. Valdés) , Che: Selected Works of Ernesto Guevara, Cambridge, MA: 1969, s. 350.
    ^ Ernesto Che Guevara, 'English Translation of Complete Text of Algiers Speech', Sozialistische Klassiker çevrimiçi, 4 Ocak 2006'ta erişildi.
    ^ Ernesto Che Guevara, (editörler Rolando E. Bonachea ve Nelson P. Valdés) , Che: Selected Works of Ernesto Guevara, Cambridge, MA: 1969, s. 352-59.
    ^ Ernesto Che Guevara, 'English Translation of Complete Text of Algiers Speech', Sozialistische Klassiker çevrimiçi, 4 Ocak 2006'da erişildi.
    ^ Ernesto Che Guevara, 'English Translation of Complete Text of his Message to the Tricontinental', or see Özgün İspanyolca metin Wikisource'ta.
    ^ Ernesto Che Guevara, 'Che Guevara's Farewell Letter', 1965. English translation of complete text: Che Guevara'nın Veda Mektubu Wikisource'ta.
    ^ Anderson, Jon Lee. Che Guevara: A Revolutionary Life, New York: 1997, Grove Press, s. 628
    ^ Miná, Gianni. An Encounter with Fidel, Melbourne, 1991: Ocean Press, s 223.
    ^ Ahmed Ben Bella. 'Che as I knew him'. Le Monde Diplomatique çevrimiçi, 19 Haziran 2006'da erişildi
    ^ Gálvez, William. Che in Africa: Che Guevara's Congo Diary, Melbourne, 1999: Ocean Press, s. 62.
    ^ BBC News,'Profile: Laurent Kabila', 26 May 2001. BBC News çevrimiçi, 5 Ocak 2006'da erişildi.
    ^ African History Blog, 'Che Guevara's Exploits in the Congo', Che Guevara'nın Kongo'da Yaptıkları Afrika Tarihi'nde çevrimiçi, 5 Ocak2006'da erişildi.
    ^ Mad Mike Hoare Sitesi, 'Mad Mike'. Geocities.com çevrimiçi, 5 Ocak2006'da erişildi.
    ^ Ireland's Own, 'From Cuba to Congo, Dream to Disaster for Che Guevara'. Irelandsown.net çevrimiçi, 11 Ocak2006'da erişildi.
    ^ Ernesto Che Guevara, 'Che Guevara's Farewell Letter', 1965. Tam metnin İngilizce tercümesi: Wikisource'ta Che Guevara'nın Veda Mektubu.
    ^ Ernesto Che Guevara, Apuntes Filosóficos, taslak.
    ^ Ernesto Che Guevara, Notas Económicas, taslak.
    ^ Mittleman, James H. Underdevelopment and the Transition to Socialism - Mozambique and Tanzania, New York: 1981, Academic Press, s. 38
    ^ Major Donald R. Selvage - USMC, 'Che Guevara in Bolivia', 1 Nisan 1985.
    ^ GlobalSecurity.org çevrimiçi, 5 Ocak2006'ta erişildi.
    ^ Taibo, Paco Ignacio II. Ernesto Guevara, también conocido como el Che, Barcelona, 1999: Editorial Planeta, s 726.
    ^ U.S. Army, 'Memorandum of Understanding Concerning the Activation, Organization and Training of the 2d Ranger Battalion – Bolivian Army (28 April 1967) '. Çevrimiçi [1], 19 Haziran 2006'da erişildi.
    ^ Ryan, Henry Butterfield. The Fall of Che Guevara: A Story of Soldiers, Spies, and Diplomats, New York, 1998: Oxford University Press, s 82-102, inter alia.
    ^ Ernesto Che Guevara, 'Excerpt from Pasajes de la guerra revolucionaria: Congo', Cold War International History Project çevrimiçi, 26 Nisan 2006'da erişildi.
    ^ Castañeda, Jorge G. Che Guevara: Compañero, New York: 1998, Random House, s. 107-112; 131-132.
    ^ Anderson, Jon Lee. Che Guevara: A Revolutionary Life. New York: Grove Press, 1997.
    ^ Richard Gott, 'Bolivia on the Day of the Death of Che Guevara'. Mindfully.org çevrimiçi, 26 Şubat 2006'da erişildi.
    ^ El Nuevo Cojo Ilustrado, 'Galeria Che Guevara'. Çevrimiçi, 27 Nisan 2006'da erişildi.
    ^ Rodriguez, Felix I. and John Weisman. Shadow Warrior/the CIA Hero of a Hundred Unknown Battles (Hardcover) , New York: 1989, Yayımcı: Simon & Schuster
    ^ NewsMax, 'Félix Rodríguez:Kerry No Foe of Castro'. Çevrimiçi, 27 Şubat 2006'da erişildi.
    ^ marxists.org website, 'Louis Althusser' çevrimiçi, 11 Mart 2006'da erişildi.
    ^ Ernesto Che Guevara, 'Diario (Bolivia) '. Çevrimiçi, 26 Şubat 20062da erişildi.
    ^ Major Donald R. Selvage - USMC, 'Che Guevara in Bolivia', 1 Nisan 1985. GlobalSecurity.org çevrimiçi, 5 Ocak 2006'da erişildi;
    ^ Alarcón Ramírez, Dariel dit 'Benigno'. Le Che en Bolivie, Paris: 1997, Éditions du Rocher
    ^ Carlos Puebla,'Carta al Che'. Çevrimiçi, 26 Şubat 2006'da erişildi.
    ^ Carlos Puebla,'Hasta Siempre, Comandante'. BBC News çevrimiçi, 26 Şubat 2006'da erişildi.
    ^ a b ABD Dışişleri Bakanlığı (U.S. Department of State) : Guevara's Death, The Meaning for Latin America s.6. 12 Ekim 1967: Thomas Hughes, Dışişleri Bakanı Dean Rusk için yorum içeren raporu hazırlayan Dışişleri Bakanlığı İstihbarat ve Araştırma Bürosu mensubu.
    ^ 'The Cult of Che'. Time Dergisi. Cuma, 17 Mayıs 1968. Çevrimiçi. 24 Ekim 2006’da erişildi.
    ^ Trento, Angelo. Castro and Cuba: From the revolution to the present'. s.64. Arris books. 2005.
    ^ a b c d The Guardian. 'Just a pretty face? ' Çevrimiçi. 25 Ekim 2006’da erişildi.
    ^ Michael Moynihan, 'Neutering Sartre at Dagens Nyheter'. Stockholm Spectator Çevrimiçi. 26 Şubat 2006’da erişildi.
    ^ Fidel Castro on Che Guevara: Fidel Castro tarafından 18 Ekim 1967’de yapılan söylev. Çevrimiçi. Ocean Press Pty Ltd websitesi. 24 Ekim 2006’da erişildi.
    ^ Samuel Farber, 'The Resurrection of Che Guevara', Summer 1998. William Paterson University çevrimiçi, 18 Haziran 2006’da erişildi.
    ° Anderson, Jon Lee. Che Guevara: A Revolutionary Life, New York: 1997, Grove Press, s. 567. 'Once, when he took economist Regino Boti with him to the farm and tested some of the men on their reading comprehension. One man did so badly that Che insulted him, saying: 'Well, if you keep studying maybe you'll get to be as smart as an ox in twenty years' and turning on his heel. The poor guajiro was so humiliated he began crying. Boti went back to talk to Che, telling him that he had been wrong to be so harsh, to go back and talk like a man, to lift his spirits again. Such episodes were commonplace.' (Çevirisi: 'Bir keresinde ekonomist Regino Boti ile birlikte çiftliğe gittiğinde adamlarından bazılarının okuma becerilerini test etti. Bir tanesi öyle kötü okudu ki Che, 'Eğer çalışmaya devam edersen belki yirmi yıl içinde bir öküz kadar zeki olursun' diyerek adamı aşağıladı ve arkasını dönerek uzaklaştı. Zavallı 'guajiro' öyle küçük düşmüştü ki ağlamaya başladı. Boti Che ile konuşmaya giderek bu kadar sert olmasının yanlış olduğunu, geri dönerek adamla tekrar konuşup motive etmesi gerektiğini söyledi. Bunun gibi durumlara çok sık rastlanıyordu.)
    ^ Libertarian Community, 'Ernesto 'Che' Guevara, 1928-1967'. [2]
    ^ The Killing Machine: Che Guevara, from Communist Firebrand to Capitalist Brand. The Independent Institute. çevrimiçi. 10 Kasım 2006’da erişildi.
    ^ Hugh Thomas. Cuba: The pursuit of freedom s. 1007
    ^ 'Cuba's face'. Stanford University Germanic Collections.Çevrimiçi. 24 Ekim 2006’da erişildi.
    ^ Paquito D'Rivera, 'Open letter to Carlos Santana by Paquito D'Rivera in Latin Beat Magazine', 25 Mart 2005. Find Articles çevrimiçi, 18 Haziran 2006'da erişildi.
    ^ 'Andy Garcia Tells His Cuba Story, at Last'. NewsMax.com. Cuma, 5 Mayıs 2006. Çevrimiçi. 24 Ekim 2006’da erişildi.
    ^ Don’t Let This Movie Get Lost Kathryn Jean Lopez. National Review. 24 Ekim 2006’da erişildi.
    ^ Stylus Magazine. The Lost City, Movie Review Çevrimiçi. 26 Ekim 2006’da erişildi.
    ^ BBC News, 'Che Guevara photographer dies', 26 Mayıs 2001.BBC News çevrimiçi, 4 Ocak 2006'da erişildi.
    ^ CBC Radio One, 'Discussion about Che Guevara'. Çevrimiçi, 26 Şubat 2006'da erişildi.
    ^ BBC News. How the US 'lost' Latin America. Çevrimiçi 10 Ocak 2007’de erişildi.
    ° Washington Post. Anti-U.S. Protests Flare at Summit. Çevrimiçi 10 Ocak 2007’de erişildi. “Backed by a giant portrait of the Argentine-born Cuban revolutionary Che Guevara. Chavez addressed the crowd for more than two hours. Many people at the rally seemed inspired by Chavez and his defiant message.” (Çevirisi: Arjantin doğumlu Kübalı devrimci Che Guevara’nın devâsa portresi önünde Chavez halka iki saatten uzun bir süre seslendi. Kalabalıktaki birçok kişi Chavez'den ve meydan okuyan mesajından etkilenmişe benziyordu.
    ^ Foreign Affairs. Latin America's Left Turn. Çevrimiçi 10 Ocak 2007’de erişildi.
    ^ Sandinista seçim zaferi yürüyüşünün fotoğrafı Çevrimiçi
    ^ BBC News. Evo Morales 'padlocked' in palace çevrimiçi 10 Ocak 2007’de erişildi.
    ° Spiegel News online. Capitalism Has Only Hurt Latin America Çevrimiçi 10 Ocak 2007’de erişildi.
    ° The Latin American and Caribbean Information Center of the Florida International University. President Evo Morales pays tribute to Che Guevara Çevrimiçi 10 Ocak 2007’de erişildi.
    ^ Guardian Online. Hugo Chavez superstar. Çevrimiçi 10 Ocak 2007’de erişildi.
    ^ MSNBC News. Castro, Chavez tour Che Guevara’s home. çevrimiçi. 10 Ocak 2007’de erişildi.
    ^ Amazon books. Chavez: Venezuela and the New Latin America - Hugo Chavez Interviewed by Aleida Guevara. Çevrimiçi. 10 Ocak 2007’de erişildi.
    ^ Leeds University. The impact and legacy of Che Guevara’s Foco Theory, with special reference to guerrilla warfare in Colombia. Çevrimiçi. 10 Ocak 2007’de erişildi.
    ^ BBC News. Profile: The Zapatistas' mysterious leader Çevrimiçi. 10 Ocak 2007’de erişildi.
    ^ Washington Post. Anti-U.S. Protests Flare at Summit. Çevrimiçi 10 Ocak 2007’de erişildi.
    ^ Target pulls Che Guevara CD cases - Associated Press, 24 Aralık 2006
    ^ Paz, Octavio (1995) . Obras Completas 9, Ideas y costumbres I: la letra y el cetro (edición del autor) , México: FCE.
    °Jon Lee Anderson'un Che Guevara, A Revolutionary Life kitapı hakkında, Bertrand de la Grange. 'This shining book, that does not hide the dark side of this icon of the international left.' (Çevirisi: Bu parlak kitap uluslararası solun bu ikonunun karanlık kısmını saklamıyor.) Çevrimiçi, 21 Aralık 2006’da erişildi.
    ° Régis Debray’nin Alabados sean nuestros señores. Una educación política. kitabı hakkında 'Its picture of the Argentine guerrilla is harder at heart and less friendly. The Che Guevara of these memories is an implacable, cruel man.' (Çevirisi: Arjantin gerillası olarak resmedilen hâli daha duygusuz ve daha az dost canlısı. Bu anılardaki Che Guevara, tatmin olmayan, zalim bir adam. Çevrimiçi 21 Aralık 2006’da erişildi.
    °Castañeda, Jorge (1997) . Compañero: vida y muerte del Che Guevara, Vintage.
    ^ Paul Berman, 'The Cult of Che', 24 Eylül 2004. Slate Çevrimiçi, 18 Haziran 2006’da erişildi.
    ^ Ernesto Che Guevara, 'Che Guevara's Farewell Letter', 1965. English translation of complete text: Che Guevara's Farewell Letter at Wikisource.

    İçerik üzerine notlar [değiştir]^ Doğum tarihi: 14 Haziran 1928 Guevara'nın resmî doğum tarihi olsa da gerçek doğum tarihi olmayabilir. Resmî görüş anne ve babası evlendikten sekiz ay sonra doğduğudur, ancak bazı kaynaklar annesinin evlenirken hamile olduğunu ve doğum tarihinin 14 Mayıs olduğunu belirtir.

    ^ Bask: Guevara soyadının kökenleri- 'Bask: Bask Gebara adının ispanyolcalaştırılmış hali. Gebara, Bask eyaleti olan Araba'da bir yer adıdır. Bu adın kökeni ve anlamı bilinmemektedir. MS 2'nci yüzyılda coğrafyacı Batlamyus tarafından bu yerin adı Gebala olarak kaydedilmiştir. İspanya'da az bulunan bir soyadıdır.' Dictionary of American Family Names (Amerikan Soyadları Sözlüğü) , Patrick Hanks, London: 2003 baskısı, Oxford University Press. Annesi Celia de la Serna, Bask soyundan geldiği belgelenen Peru'nun son naib kralı General José de la Serna e Hinojosa'nın soyundan gelmektedir. [15] Not: Che Guevara'nın detaylı soyağacı için bakınız: Genealogy of Ernesto Guevara de la Serna.

    ^ Galway: Lynch ailesi Galway'in ünlü 14 klanından biridir. Ana María Isabel Lynch'in İrlanda'da doğduğu genel bir yanlış anlamadır, aslında 1868 yılında San Fransisco, Kaliforniya, ABD'de doğmuştur. Babası Francisco Lynch Altına Hücum yıllarında Arjantin'den gelmiştir. Francisco yaklaşık 1860 yılında genç Kaliforniyalı dul Eloísa Ortiz ile evlendi ve Ana Isabael'den başka Amerika doğumlu çocukları da oldu. Ana Isabel'in evleneceği kişi olan Roberto Guevara Castro da Kaliforniya, ABD doğumludur. Babası Arjantinli, annesi de İspanyol Kralı tarafından büyük araziler verilmiş olan İspanyol soylusu Don Luís Peralta'nın torunudur. Ana Isabel ve Roberto aileleri Arjantin'e dönene kadar birbiriyle tanışmamıştır. Büyükannesi Ana Isabel'in o zamanlar Kaliforniya'daki yaşantısı üzerine anlattıklarını dinlemek, Che'nin çocukluğu sırasında en büyük zevklerinden biriydi.

    ^ Neruda: Neruda'nın, daha sonraları düşmanı olacak olan Fulgencio Batista'yı övdüğü şiirlerini aşina olup olmadığı bilinmemekle birlikte, Bolivya'da yakalandığında sırt çantasından Neruda'nın bir şiir kitabı çıkmıştır.

    ^ Diploma: '12 de junio de 1953.- La Facultad de Ciencias Médicas de la Universidad de Buenos Aires le expide a Ernesto Guevara de la Serna el certificado de haber concluido la carrera de medicina. Esto se refleja en el legajo 1058, registro 1116, folio 153. Después participa en una fiesta de despedida que sus compañeros de la Clínica del doctor Salvador Pisani le hacen en la hacienda de la señora.' (12 Haziran 1953. Buenos Aires Üniversitesi Tıp Bilimleri Fakültesi, tıp eğitimini tamamlaması nedeniyle bu diplomayı Ernesto Guevara de la Serna'ya vermiştir. Bu diploma 1058 nolu dosyada, 1116 sicil nosu ile 153 nolu sayfada kaydedilmiştir. Daha sonra Duhaulu Amalia María Gómez Macías'ın evinde doktor Salvador Pisani'nin kliniğindeki arkadaşları tarafından verilen veda partisine katılmıştır.) Che en el tiempo

    ^ İber-Amerika: 24'üncü yaşgünü nedeniyle Peru'daki San Pablo cüzzamlılar evinde yaptığı kısa konuşmada Guevara şöyle demiştir: 'Böyle soylu bir davanın sözcüleri olmak için çok önemsiz de olsak, inanıyoruz ki bu yolculuk Amerika'nın dengesiz ve aldatıcı uluslara bölünmesinin tam bir kurgu olduğu görüşünü kanıtlamıştır. Bizler, Meksika'dan Macellan Boğazı'na kadar, etnografik yönden önemli ölçüde benzeşen tek bir mestizo ırkıyız. Bu nedenle tüm darkafalı taşralılık anlayışından kurtulma çabası adına Peru ve Birleşik Amerika şerefine kadeh kaldırmak istiyorum.' Kaynak: Ernesto Che Guevara, Motorcycle Diaries, London: Verso Books, 1995, s.135.

    ^ Sırt çantası: 'Quizás esa fue la primera vez que tuve planteado prácticamente ante mí el dilema de mi dedicación a la medicina o a mi deber de soldado revolucionario. Tenía delante de mí una mochila llena de medicamentos y una caja de balas, las dos eran mucho peso para transportarlas juntas; tomé la caja de balas, dejando la mochila...' (Türkçesi: 'Belki de bu tıbba olan bağlılığımı mı yoksa devrimci bir asker olmanın gereklerini mi yerine getirmeyi seçme konusunda hayatımda karşılaştığım ilk çelişkidir. Ayaklarımın dibinde tıbbî malzeme dolu bir sırt çantası ile bir cephane sandığı vardı. İkisini birden taşıyamayacağım kadar ağırdılar. Tıbbı geride bırakarak cephaneleri yakaladım...) İlk olarak 26 Şubat 1961'de Havana, Küba'da Verde Olivodaki bir makalede, daha sonra da bir kitapta yayınlanmıştır: Guevara, Ernesto Che. Pasajes de la Guerra Revolucionaria, Havana, Küba: 1963, Ediciones Unión.

    ^ Comandante: Türkçesi binbaşı olan 'Comandante' rütbesi 26 Temmuz Hareketi'nin askerî yapılanmasındaki en yüksek rütbeydi.

    ^ Çocukları: Hilda Gadea'dan (8 Ağustos 1955'te evlendi; 22 Mayıs 1959'da boşandı) : bir kız çocuk, Hilda Beatriz Guevara Gadea, 15 Şubat 1956'da Mexico City'de doğdu; 21 Ağustos 1995'te Havana, Küba'da öldü.
    Aleida March'dan (2 Haziran 1959'da evlendi) :

    Dr Aleida Guevara March,24 Kasım 1960'da Havana, Küba'da doğdu.
    Camilo Guevara March, 20 Mayıs 1962'de Havana, Küba'da doğdu.
    Celia Guevara March, 14 Haziran 1963'de Havana, Küba'da doğdu.
    Ernesto Guevara March, 4 Şubat 1965'te Havana, Küba'da doğdu.
    Lilia Rosa López'den (evlilikdışı) : bir erkek çocuk, Omar Pérez, 19 Mart 1964'te Havana, Küba'da doğdu.

    ^ INRA: 7 Ekim 1959'da National Institute for Agrarian Reform (Tarım Reformu Ulusal Enstitüsü Sanayileşme Direktörlüğü'ne atanmıştır.

    ^ BNC: 26 Kasım 1959'da Küba Merkez Bankası Başkanlığı'na atanmıştır.

    ^ MININD: 23 Şubat 1961'de Sanayi Bakanlığı'na atanmıştır.

    ^ Cezayir: İspanyol Saharası diye bilinen bölgeyle ilgili anlaşmazlıklar nedeniyle Fas'ın savaş ilan etmesi üzerine 1962 Eylül'ünde Cezayir Küba'nın yardımını istedi. Küba, Cezayir kuvvetlerini desteklemek için 686 asker ve subay ile 60 tanktan oluşan bir birlik gönderdi. Küba birliklerinin Oran'a inmesinin basına yansımasından kısa süre sonra Fas Kralı II. Hasan Cezayir Başkanı Bin Bella ile ateşkes imzalamayı kabul etti. Küba birlikleri altı ay boyunca Cezayir'de kalarak getirdikleri askerî ekipmanları kurarak Cezayirli meslektaşlarını eğittiler. Guevara Küba kuvvetlerinin konuşlanmasını örgütleme ve gerçekleştirmede önemli rol oynamıştır. Kaynaklar: Piero Gliejeses, 'Cuba's First Venture in Africa: Algeria, 1961–1965', Journal of Latin American Studies, no. 28, London: Cambridge University Press, Spring 1996, s. 188 ve Castañeda, s. 244-245.

    ^ Kabila: Mayıs 1997'de, Laurent-Désiré Kabila Mobutu Sese Seko hükümetini devirdi ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nin başkanı oldu. 16 Ocak 2001'de suikasta kurban gidene kadar bu görevde kalan Kabila'nın yerine oğlu Joseph Kabila geçmiştir.

    ^ Kamp: Eğitim kampının Ñancahuazú bölgesinde satın alınması Guevara'nın kampın Alto Beni bölgesinde alınmasına yönelik emrine doğrudan karşı gelmeydi. Bu fait accompli (oldu bittiyle) karşılaştığında başlangıçta şikayet etse de Bolivya Komünistlerinin Ñancahuazú bölgesinde aldığı kampı, Alto Beni'de yeni bir yer alınana kadar zaman kaybetmemek için kullanmaya karar verdi.

    ^ ABD Askerî yardımı: 'Bolivya'daki ABD askerî personeliı hiçbir zaman 53 danışman geçmemiştir. Bu danışmanların arasında Panama Kanal Bölgesi'ndeki Fort Gulick'te konuşlanmış olan 8'inci Özel Harekât Grubu'ndan onaltı kişilik bir MobilEğitim Timi de bulunmaktaydı. Binbaşı Ralph ('Pappy') Shelton tarafından komuta edilen bu tim Santa Cruz yakınlarında eğitim kamplarını kurdular. 29 Nisan'da gelen danışmanlar Bolivya 2'nci Ranger Taburu için 19 haftalık bir isyana karşı koyma eğitim programı düzenlediler. Bu yoğun kursun içinde silah eğitimi, yakın dövüş, manga ve takım taktikleri, devriye ve isyan bastırma üzerine dersler verildi. Bolivyalılar eğitime çok iyi katılım sağlayarak kısa süre içinde kendine güvenen, cesaretli ve etkili bir kontrgerilla birimi haline geldiler.' - Che Guevara in Bolivia by Major Donald R. Selvage.

    ^ Mesaj: Örneğin, 31 Ağustos 1967'de Che günlüğüne şöyle yazmıştı: 'Hay mensaje de Manila pero no se pudo copiar.', yani 'Manila'dan (Manila Havana'nın kodadıydı) şifreli bir radyo mesajı var ama bunu kaydedemedik.' Bu mesajın içeriğinin ne olduğu açıklanmamıştır, ama kritik öneme haiz olduğu sanılmaktadır çünkü hemen sonra Castro ve gerillaların tedarik ağını yöneten Kübalılar, gerillaların düştükleri zor durumdan haberdar olmuştur.

    ^ Barrientos: Barrientos Guevara'nın bulunduğu yerde öldürülmesini emretmesinin ardındaki nedenleri açıklamasa da, onunla çalışanlar bu kararın nedenleri olarak Bolivya'nın üzerine istenmeyen uluslararası ilgiyi çekecek bir mahkeme şovunu engellemek, Bolivya hapishanelerinde uzun süreli hapis cezası alabilecek olan Guevara'nın kaçması ya da (Fidel Castro'da olduğu gibi) salıverilmesi sonucu tekrar gerilla eylemlerine dönmesini engellemek olabileceğini gösterdiler.

    ^ Ampütasyon: Castañeda, Jorge G., Che Guevara: Compañero, New York: 1998, Random House, pp. xiii - xiv; pp. 401-402. Guevara'nın kesilmiş elleri formaldehit içinde saklandı ve birkaç ay sonra Fidel Castro'nun eline geçti. Castro'nun kesik elleri sergilemek istediği ama Guevara'nın ailesinden gelen şiddetli tepki sonucu vazgeçtiği söylenir.

    ^ Anıtmezar: 30 Aralık 1998'de Bolivya'da Guevara'nın yanında çarpışmış on gerillanın gömüldüğü yerler bulunmuş ve cesetlerinden artakalanlar Santa Clara'daki 'Che Guevara anıtmezarına' defnedilmiştir. Anıtmezarın içinde Guevara'nın Castro'ya yazdığı ünlü 'Veda mektubunun' aslı da bulunmaktadır. [93] Bu mektupta Guevara, devrim uğruna savaşmak için Küba'dan ayrıldığını, tüm parti, askerî ve hükümet görevlerinden istifa ettiğini ve Küba vatandaşlığından vazgeçtiğini yazmaktadır.

    Kaynakça [değiştir]
    Ana kaynak [değiştir]İngilizce Wikipedia'daki 23 Temmuz 2006 tarihli Che Guevara maddesi

    Basılı kaynaklar [değiştir]Alarcón Ramírez, Dariel ('Benigno') . Memorias de un Soldado Cubano: Vida y Muerte de la Revolución. Barcelona: Tusquets Editores S.A., 1997 ISBN 848319942
    Alarcón Ramírez, Dariel dit 'Benigno'. Le Che en Bolivie. Éditions du Rocher, 1997. ISBN 2268024377
    Anderson, Jon Lee. Che Guevara: A Revolutionary Life. New York: Grove Press, 1997. ISBN 0802116000
    Bravo, Marcos. La Otra Cara Del Che. Bogota, Colombia: Editorial Solar, 2005. “I’d like to confess, papá, at that moment I discovered that I really like killing.” Guevara writing to his father.
    Castañeda, Jorge G. Che Guevara: Compañero. New York: Random House, 1998. ISBN 0679759409
    Castro, Fidel (editors Bonachea, Rolando E. and Nelson P. Valdés) . Revolutionary Struggle. 1947-1958. Cambridge, Massachusetts and London: MIT Press, 1972. ISBN 0262020653
    Feldman, Allen 2003. Political Terror and the Technologies of Memory: Excuse, Sacrifice, Commodification, and Actuarial Moralities. Radical History Review 85, 58-73.
    Escobar, Froilán and Félix Guerra. Che: Sierra adentro (Che: Deep in the Sierra) . Havana: Editora Política, 1988.
    Fuentes, Norberto. La Autobiografía De Fidel Castro ('The Autobiography of Fidel Castro') . Mexico D.F: Editorial Planeta, 2004. ISBN 8423336042, ISBN 9707490012
    Gálvez, William. Che in Africa: Che Guevara's Congo Diary. Melbourne: Ocean Press, 1999. ISBN 1876175087
    George, Edward. The Cuban Intervention In Angola, 1965-1991: From Che Guevara To Cuito Cuanavale. London & Portland, Oregon: Frank Cass Publishers, 2005. ISBN 0415350158
    Gliejeses, Piero. Cuba's First Venture in Africa: Algeria, 1961–1965, Journal of Latin American Studies, no. 28, London: Cambridge University Press, Spring 1996.
    Guevara, Ernesto 'Che'. Pasajes de la guerra revolucionaria
    Guevara, Ernesto 'Che' (editors Bonachea, Rolando E. and Nelson P. Valdés) ,Che: Selected Works of Ernesto Guevara, Cambridge, MA: MIT Press, 1969. ISBN 0262520168
    Guevara, Ernesto 'Che' (editor Waters, Mary Alice) . Episodes of the Cuban Revolutionary War 1956-1958. New York: Pathfinder, 1996. ISBN 0873488245 (See reference to 'El Viscaíno' on page 186) .
    Guevara Lynch, Ernesto. Aquí va un soldado de América. Barcelona: Plaza y Janés Editores, S.A., 2000. ISBN 84-01-01327-5
    Heikal, Mohamed Hassanein. The Cairo Documents. New York: Doubleday & Company, Inc., 1973. ISBN 0-385-06447-0
    Holland, Max. Private Sources of U.S. Foreign Policy William Pawley and the 1954 Coup d'État in Guatemala in Journal of Cold War Studies, Volume 7, Number 4, Fall 2005, pp. 36-73.
    James, Daniel. Che Guevara. New York: Cooper Square Press, 2001. ISBN 0815411448
    Matos, Huber. Como llegó la Noche ('As night arrived') . Barcelona: Tusquet Editores, SA, 2002. ISBN 8483109441
    Miná, Gianni. An Encounter with Fidel. Melbourne: Ocean Press, 1991. ISBN 1875284222
    Morán Arce, Lucas. La revolución cubana, 1953-1959: Una versión rebelde ('The Cuban Revolution, 1953-1959: a rebel version') . Ponce, Puerto Rico: Imprenta Universitaria, Universidad Católica, 1980. ISBN B0000EDAW9.
    Peña, Emilio Herasme. La Expedición Armada de junio de 1959, Listín Diario, (Dominican Republic) , 14 June 2004.
    Rodriguez, Felix I. and John Weisman. Shadow Warrior/the CIA Hero of a Hundred Unknown Battles. New York: Simon & Schuster, 1989. ISBN 0671667211
    Rojo del Río, Manuel. La Historia Cambió En La Sierra ('History changed in the Sierra') . 2a Ed. Aumentada (Augmented second edition) . San José, Costa Rica: Editorial Texto, 1981.
    Ros, Enrique 2003. Fidel Castro y El Gatillo Alegre: Sus Años Universitarios (Colección Cuba y Sus Jueces) . Miami: Ediciones Universal. ISBN 1593880065
    Ryan, Henry Butterfield. The Fall of Che Guevara: A Story of Soldiers, Spies, and Diplomats. New York: Oxford University Press, 1998. ISBN 0195118790
    Taibo, Paco Ignacio II. Ernesto Guevara, también conocido como el Che. Barcelona: Editorial Planeta, 1999. ISBN 8408022806

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • fidel castro

    05.08.2007 - 21:54

    Fidel Alejandro Castro Ruz (d. 13 Ağustos 1926, Mayari) , Küba Devrimi'nin önderlerinden olan, Kübalı Marksist devrimci. Devrim sonrası, Küba devlet başkanı.

    Orta halli İspanya göçmeni bir toprak sahibi olan Angel Castro y Argiz'in, aşçısı Lina Ruz'dan doğan evlilik dışı beş çocuğundan ikincisidir. Çocukluğu yoksul bir yöre olan Mayari'de geçmiştir. Oriente ilinin merkezi Santiago'daki Katolik okullarında ve Havana'daki Cizvit lisesi Belen İlahiyat Okulu'nda öğrenim gördü. 1950'de Havana Üniversitesi'nden hukuk doktoru olarak mezun oldu.

    Öğrenciyken, 1947'de Dominik Cumhuriyeti'ne karşı başarısızlıkla sonuçlanan bir devrimci harekete ve 1948'de Bogota'daki kent ayaklanmalarına katıldı.1947'de Küba Halk Partisi'ne girdi.1950-52 arasında avukatlık yaptıktan sonra Temsilciler Meclisi seçimleri için Küba Halk Partisi'nden adaylığını koydu. Ama 10 Mart 1952'de iktidardaki Carlos Prio Socarras hükümetini deviren Küba'nın eski başkanlarından General Fulgencio Batista seçimleri iptal etti.

    1953 başlarında Batista diktatörlüğünü yıkmak amacıyla küçük bir grup oluşturan Kastro, 26 Temmuz'da Santiago'daki Moncada Kışlasına 125 arkadaşıyla birlikte bir baskın düzenledi.Ama başarısızlığa uğrayarak tutuklandı.16 Ekim 1953'te Santiago'daki Küba Yüksek Mahkemesi'nde yapılan yargılamada Tarih beni aklayacaktır (La Historia Me Absolvera) cümlesiyle biten ünlü savunmasını yaptı.Mahkeme sonunda 16 yıla mahkum oldu.Juventud Adasında 21 ay hapis yattıktan sonra, Batista'nın emriyle cezasının geriye kalan bölümü bağışlandı.

    1955'te Küba'dan ayrılarak Meksika'ya geçti ve 26 Temmuz Hareketi adlı yeni bir örgüt kurdu.İspanya İç Savaşı'na katılmış olan Kübalı Alberto Bayo'nun yönetiminde gerilla savaşı eğitimi gören örgüt üyeleri 2 Aralık 1956'da Granma yatıyla Küba'ya dönerek Oriente'de karaya çıktı.Burada hükümet kuvvetleriyle girişilen çatışmalarda arkadaşlarının çoğunu yitiren Castro, aralarında kardeşi Raul Castro ve Ernesto Che Guevara'nın da bulunduğu 12 arkadaşıyla birlikte Oriente'nin güneybatısındaki Maestra Dağlarına çekildi.Bu dağlarda iki yıl boyunca Batista'nın kuvvetlerine karşı başarılı bir gerilla savaşı yürüttü.Giderek siyasi desteğini yitiren ve bir dizi askeri yenilgiye uğrayan Batista, 31 Aralık 1958'de Dominik Cumhuriyeti'ne kaçtı.Castro 1959'un ilk günlerinde Havana'ya girdi.Hukukçu Dr. Manuel Urrutia Leo devlet başkanlığına, Castro da başbakanlığa getirildi.


    Fidel Kastro (1978) Castro hükümeti ilk olarak fiyatları ve kiralarıdüşürdü.Ardından köklü bir toprak reformu başlattı; 40 hektarı geçen toprak bedelleri 20 yılda ödenmek üzere kamulaştırıldı ve halk çiftlikleri olarak işletilmeye başlandı.Önceleri Castro'ya karşı çıkmakla beraber 1959'a doğru gerilla hareketini desteklemeye başlayan Küba Sosyalist Halk Partisi (PSP) Castro ile ilişkilerini geliştirerek etkili bir konum kazandı.Bu durumdan tedirgin olan Urrutia'nın toprak reformunun ertelenmesi yönündeki baskıları üzerine, Castro istifa etti.Ama halkın yoğun tepkisi karşısında Urrutia görevinden çekilmek zorunda kaldı.Yerine Osvaldo Doticos getirilirken Castro yeniden başbakan oldu.

    Bu sırada toprakların kamulaştırılmasından zarar gören ABD şirketlerinin baskısıyla ABD hükümeti Küba'ya karşı ekonomik ambargo uygulamaya başladı.Ekonomisi tek ürüne dayalı bir ülke olan Küba, öteden beri ABD'ye sattığı şekeri SSCB'ye satmaya başladı.ABD şirketlerinin elindeki rafineriler, şeker karşılığında SSCB'den alınan ham petrolü işlemeyi reddedince, Castro bu rafinerileri devletleştirdi.Bu gelişme ABD ile Küba'nın arasını daha da açtı.Devrimden sonra ABD'ye kaçan ve John F. Kennedy yönetiminden silah ve mali destek sağlayan Kübalıların Nisan 1961'de giriştiği Domuzlar Körfezi Çıkartması başarısızlıkla sonuçlandı.Castro çıkarmanın ardından yayımladığı Havana Bildirisi ile ilk kez, Küba'nın sosyalist politikalar izleyeceğini dünyaya duyurdu.1962'de SSCB'nin Küba'ya balistik füzeler yerleştirmesi ve John F. Kennedy'nin Küba'yı deniz ablukasına almasıyla dünya bir nükleer savaşın eşiğine geldi.Bunalım ancak ABD'nin Küba'da hükümeti devirmek için artık girişimde bulunmayacağına söz vermesi ve SSCB'nin Türkiye'deki Amerikan füze rampalarının kaldırılması karşılığında nükleer silahlarını Küba'dan geri çekmeyi kabul etmesiyle atlatılabildi.Bununla birlikte Merkezi Haberalma Örgütü (CIA) Castro'yu öldürmeye yönelik suikast planları düzenlemeyi sürdürdü.

    Eğitimini hukuk alanında yapmıştır. 1952'de Batista'ya karşı giriştiği mücadele sonucunda hapsedilmiştir (1953-1955) ve ardından da sürgüne gönderilmiştir. 1956'da Küba'ya dönerek 26 Temmuz Hareketi'ni başlatmıştır ve 2 Ocak 1959'da iktidarı ele geçirmiştir.

    Fidel Kastro 31 Temmuz 2006 tarihinde sağlık problemleri nedeniyle yetkilerini geçici olarak Başkan yardımcısı ve kardeşi Raúl Kastro'ya devretmiştir.[1] Tüm yetkilerini geri alarak Nisan 2007'de görevinin başına dönmüştür.

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • lev troçki

    05.08.2007 - 21:49

    Lev TroçkiLev Davidoviç Troçki (Rusça: Л е в Д а в и д о в и ч Т р о ц к и й ; aslında Leyba Davidoviç Bronşteyn; Rusça: Л е в Д а в и д о в и ч Б р о н ш т е й н ;) , (d. 7 Kasım 1879 Yanovka, Ukrayna - ö. 21 Ağustos 1940 Coyoacán, Meksika) Bolşevik siyasetçi, devrimci, Marksist teorisyen. Sovyetler Birliği'nin ilk yıllarında etkili bir siyasetçiydi. Dışişlerinden Sorumlu Halk Komseri görevini alan ilk kişi, Kızıl Ordu'nun kurucusu ve komutanı, Savaştan Sorumlu Halk Komiseri oldu. Josef Stalin ile giriştiği siyasi mücadeleyi kaybedince resmi görevlerden alındı. Troçki en önemli Marksist teorisyenlerden biridir, görüşleri Troçkizm adıyla anılır, Stalin ve Mao'nun görüşlerine karşı en önemli muhalefet hareketini oluşturur.

    Leon Davidoviç Bronştayn adıyla Yanovka’da küçük toprak sahibi bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak doğdu. Troçki adını 1902 yılından itibaren kullanmaya başlamıştır.

    1917 Rus devrimi'nin önde gelen isimlerindendir. Sovyetler Birliği'nin kurulmasında, ihtilâl sonrası iç isyanların ve ayaklanmaların bastırılmasında birinci derecede rol oynadı. Kızılordu`nun kurucusu olarak kabul edilir. Lenin'in ardından Sovyetlerin ikinci adamı oldu. Lenin'in ölümünden sonra Stalin ile giriştiği iktidar mücadelesini kaybetti ve ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.

    Konu başlıkları [gizle]
    1 Hayatı
    1.1 Rus Devrimi (1917)
    1.2 1918
    1.3 Stalin`le mücadelesi ve sürgün
    2 Dış Bağlantılar


    Hayatı [değiştir]
    Lev Troçki'nin Büyükada'da 1929 ile 1933 yılları arasında yaşadığı eviTroçki, 1879 yılında Güney Ukrayna'da bulunan Kerson'da doğdu. Ailesi Yahudi olmasına rağmen evde konuşulan dil Rusça ve Ukrayna dili idi. Dokuz yaşlarında iken Odessa'da bulunan teyzesinin yanına giderek burada eğitim gördü. Daha sonra eğitimine devam etmek gayesiyle Nikolayev'e gitti. Matematik ve hukuk alanında yüksek öğrenim yaptı. Öğrenciliği sırasında sosyal demokrat çevrelerle temasa geçti ve devrimci gruplara dahil oldu. Marksizm görüşünü benimsedi. Bu fikirlerin etkisiyle, Güney Rusya İşçi Birliği adlı gizli bir örgütün kurucuları arasında yer aldı. 1898 yılında bu gizli örgüte mensubiyetinden dolayı Çarlık polisi tarafından yakalanarak hapse konuldu. İki yıl tutuklu kaldı.

    Hapis hayatından sonra Sibirya'ya sürgüne yollandı. 'Troçki' takma adını bu sırada kullanmaya başladı. Yaklaşık iki yıl sürgün kaldıktan sonra firar ederek önce Viyana'ya, akabinde Londra'ya gitti, burada Lenin'le buluştu. Bir yıl sonra Londra'da toplanan Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin kongresine katıldı. Bu kongrede parti içinde Bolşevikler ve Menşevikler olmak üzere iki hizip oluştu. Bolşevik Lenin'e karşı Troçki Menşevik kanatta yer aldı. Ancak, bir yıl sonra Menşeviklerin görüşlerine katılmadığını belirterek Menşeviklerden ayrıldı. 1917 yılında devrim öncesinde Lenin'in davetiyle Bolşeviklere katıldı. Lenin'n Nisan Tezleri'ni kaleme almasından sonra aralarında teorik bir fark da kalmadığından 1917'de Bolşeviklere katılmıştır.

    1897'de mücadeleye Narodnik (halkçılık hareketi) düşünceleri savunarak atıldı. Sürgün şartlarında okuduğu Marksist klasiklerin etkisiyle bir süre sonra kendisini dönemin devrimci akımı olan 'Sosyal Demokrat' ilan etti. 4 Mayıs 1917'de ülkeye döndüğünde geçici hükümete karşı Bolşevik Parti'ye yakın bir tutum aldı ve onunla birlikte hereket etti. Lenin 'son yazıları' dahil olmak üzere iki metninde Troçki için 'aramızdaki son bolşevik olmasına karşın, kabul etmeliyiz ki en yetenekli bolşevik odur' demiştir.

    Rus Devrimi (1917) [değiştir]Troçki, Rusya'ya döndükten sonra Petrograd Sovyeti Başkanlığına seçildi. Bu sıfatıyla Rus ihtilalinin alt yapısının hazırlanmasında, ayaklanmaların örgütlenmesinde ve yönetiminde aktif ve önemli bir rol üstlendi. İhtilalin gerçekleşmesinde ve Rus Çarlığının yıkılmasında büyük pay sahibi oldu. Devrim sonrasında Sovyetler Birliği'nin önemli adamlarından birisi haline geldi. Önce Dışişleri, daha sonra Savaş Bakanlığına getirildi. En önemli faaliyeti ise Kızılordu ile ilgili olanıdır. Başkumandan sıfatıyla Kızılordunun kurulması görevi kendisine verildikten sonra bunu gerçekleştirdi. İhtilal sonrası meydana gelen karışıklıklar ve iç ayaklanmalar boyunca bu orduyu idare etti. Troçki, Komünist Enternasyonal`in kurulmasında da önemli rol oynadı. İlk dört kongrenin programları ve bildirileri kendisi tarafından hazırlandı. Meydana gelen sorunların çözümünde sergilediği farklı tutum ve fikirler sebebiyle, parti çoğunluğuyla ters düştü.....

    1918 [değiştir]I. Dünya Savaşı'nda Rusya’nın yenilgisini onaylayan Brest-Litovsk Antlaşmasını imzalamak için görevlendirilmişse de,Troçki, Sovyetler Birliği'nin yer altı ve yer üstü kaynaklarını başka devletlere bırakmasını öngördüğü gerekçesiyle bu anlaşmayı imzalamadan geri döndü. İnşa aşamasında olan Sovyetler Birliği'nin iç sorunlarıyla uğraşırken, dışa karşı bu tavizin verilebileceği düşüncesiyle Brest Litovsk Antlaşması Troçkî'nin yerine görevlendirilen Kamanev tarafından imzalandı. Bu antlaşma ile Rusya 1878 yılında ele geçirdiği Kars, Ardahan ve Batum'u Osmanlı İmparatorluğu’na geri veriyordu.

    Stalin`le mücadelesi ve sürgün [değiştir]Lenin'in 1924 yılındaki ölümünden sonra partinin elinde tüm yetkileri toplamaya başlamış olan Stalin ile iktidar mücadelesine girişti. Bu mücadelede giderek güç kaybetti ve teker teker elinde bulunan yetkileri kaybetti. Önce Savaş Komiserliği görevinden alındı. Daha sonra Siyasi Büro ve akabinde Komünist Enternasyonal yürütme kurulu merkez komitesinden alındı. Taraftarlarının St. Petersburg'da sokak gösterilerine kalkışmalarından sonra parti üyeliğinden de atıldı. Böylece iki yıl zarfında tüm yetkileri elinden alındı.

    1927‘de yapılan XV. Komünist Kongre’de parti üyeliğinden atıldı ve sürgün hayatı Kazakistan'da Alma Ata yakınlarındaki Semyonov-Tiyanşansky bölgesinde başladı. Bu sürgün sırasında 9 Haziran 1928’te, 26 yaşındaki Nina adındaki kızını Moskova’da kaybetti. Nina’nın kocası da Troçki’nin sürgününden önce tutuklanmıştı. 18 Ocak 1929 tarihinde Sovyet Ceza Kanunu’nun 58/10 maddesine göre karşı devrimcilik ve yasa dışı Sovyet partisi kurmak suçlamasıyla Sovyetlerden kovuldu. 1929-33 yılları arasında İstanbul Büyükada'da sürgün hayatı yaşadı.¹ Kaldığı yer çok sıkı güvenlik önlemleriyle korundu. Düzenli olarak balığa çıkardı, yemek seçmez, sigara içmez yanında da içilmesine izin vermezdi. Sakin bir hayat sürdü, bu sırada bazı hatıra ve düşüncelerini kaleme aldı ve yayınladı. Bu anlamda İstanbul yılları onun için verimli geçtiği gibi olaylı da oldu. 20 Şubat 1932’de Stalin tarafından Sovyet vatandaşlığından atıldığında İstanbul'daydı. İstanbul'da yazdığı kitapları; Sürekli Devrim, Stalin Grubunun Hatası, Rus Devrimi Tarihi, Çin Devriminin Sorunları, Hayatım ve diğer bazı eserlerdir. 1933 Ocak ayında diğer kızı Zina, Hitler rejiminin altında Berlin’de intihar etmeye zorlandı. Bu olay onun ruh dünyasını sarsmış olmasına karşın, mücadele disiplininden hiç kopmadı. (Daha sonra oğlu Lev Sedov da öldürülecektir.) 17 Temmuz 1933’te aldığı vizeyle İstanbul'dan ayrılarak Fransa'ya giden Troçki burada 2 yıl kaldı ve sınırdışı edildi. Akabinde Norveç'e gittiyse de burada da 2 yıl kaldıktan sonra terk etmek zorunda kaldı. 9 Ocak 1937'de Meksika'ya sığındı ve Mexico'ya yerleşti. Dördüncü Enternasyonal'in inşasına başladı. Uluslararası Sosyalist Devrim İçin Mücadelesini bu merkezden ölene kadar sürdürdü.

    1940 yılında GPU ajanı olan Ramón Mercader adlı Stalinist bir İspanyalı, gazeteci kılığında, röportaj yapmak bahanesiyle kaldığı evine gitti. Fırsat bulunca başına kazmayla vurmak suretiyle ağır şekilde yaraladı. Troçki saldırganla boğuştuğu sırada odaya giren Troçki'nin korumaları Mercader'e saldırdı. Troçki korumalarına 'Onu öldürmeyin, bu adamın anlatacak bir hikayesi var.' diye seslendi. Aldığı yaranın etkisiyle Troçki ertesi gün öldü. Ölümünden önce iki kez bilinci yerine gerdi, ilkinde eşine 'Burjuva basına iyi malzeme olduk' diyerek ölümle yüz yüze geldiği bir anda cesaretini yitirmediğini gösterdi. Bir sonraki bilincin geri gelişi ise son sözlerini sarf etmesini sağladı. Bu sözler: 'Dördüncü Enternasyonal'in zaferinden eminim, ileri! ' olmuştur TROÇKİDE KOMÜNİSTTİR FAKAT BEŞ BÜYÜK ÖNDER KOMÜNİSTEN DIŞ SAYILIR

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • lenin

    05.08.2007 - 21:44

    Bu madde Vladimir Lenin'in hayat öyküsüdür. Lenin'in görüşlerinin ayrıntılarını öğrenmek için Leninizm maddesine bakınız.
    Vladimir İlyiç Ulyanov 'Lenin'
    В л а д и м и р И л ь и ч У л ь я н о в 'Л е н и н '

    Doğumu 22 Nisan 1870
    Simbirsk, Rusya
    Ölümü 21 Ocak 1924
    Moskova, SSCB
    Vladimir İlyiç Ulyanov, bilinen adıyla Lenin (Rusça: В л а д и м и р И л ь и ч У л ь я н о в 'Л е н и н ') , (22 Nisan 1870, Simbirsk,Tataristan Cumhuriyeti – 21 Ocak 1924, Moskova) , Rus yazar, sosyalist politikacı, Ekim Devrimi'nin lideri ve Sovyet Rusya'nın ilk devlet başkanıdır.

    Konu başlıkları [gizle]
    1 Çocukluğu ve gençliği
    2 Devrimcilik dönemi
    3 Sovyet devletinin başında
    4 Gizli polisin kuruluşu
    5 Suikast girişimleri
    6 Rusya Komünist Partisi ve iç savaş
    7 Yaşamının son yılları
    8 Ölümünden sonra
    8.1 Lenin'in beyninin incelenmesi
    9 Sovyetler Birliği'nde Lenin'in Sansürlendiği İddiaları
    10 Kitapları
    11 Kaynakça
    12 İlgili maddeler


    Çocukluğu ve gençliği [değiştir]
    Vladimir Ulyanov (Lenin)
    1887 civarıRusya İmparatorluğu zamanında adı Simbirsk olan Ulyanovsk'ta doğan Lenin demokrasi ve özgür eğitim için mücadele veren devlet memuru İlya Nikolayeviç Ulyanov (1831-1886) ile liberal görüşlere sahip Maria Aleksandrovna Ulyanov'un (1835-1916) oğludur. Ailenin etnik yapısı çeşitlilik gösterir. 'Lenin'in ataları Rus, Kalmuk, Yahudi, Alman, İsveçli ve muhtemelen diğer birkaç halka daha mensuptur.' [1] Lenin Rus Ortodoks Kilisesi'nde vaftiz edilmiştir.

    Yaşamının ilk yıllarında iki trajedi ile karşı karşıya kalmıştır. Bunlardan birincisi 1886 yılında babasının beyin kanamasından ölümü, ikincisi de Mayıs 1887'de abisi Aleksandr Ulyanov'un Rus çarı III. Aleksandr'ın hayatına kasteden bir bombalama eylemine katılması nedeniyle asılmasıdır. Aleksandr tutuklandığı sırada yanında bulunan kızkardeşi Anna, Karzan yakınlarındaki küçük Kokuchkino kasabasına sürülmüştür. Bu trajediler Lenin'in radikalleşmesinde etkili olmuştur. Resmî Sovyet biyografilerinde, devrimci eylemlerinin temelinin bu olaylarda yattığı söylenir. Sovyet ders kitabında basılan Beluzov'un ünlü resmi 'Farklı bir yol izleyeceğiz' genç Lenin'i ve annesini Aleksandr'ın kaybı için yas tutarken gösterir. 'Farklı bir yol izleyeceğiz' cümlesi Lenin'in halk devrimi için anarşist ve bireysel yöntemler yerine Marksist bir yaklaşım seçtiği anlamına gelmektedir. Lenin Marksizm ile ilgilenmeye başladıktan sonra öğrenci gösterilerine katıldı ve sonunda tutuklandı. Kazan Üniversitesi'nden atıldıktan sonra bağımsız olarak çalışmalarına devam etti ve 1891 yılında avukatlık yapmak için lisans aldı. [2] Latince ve Yunanca konusunda kendini gösteren Lenin aynı zamanda Almanca, Fransızca ve İngilizce de öğrendi. Üniversiteden atılmasından avukatlığa hak kazanmasına kadar geçen sürede Komünist Manifesto'yu Rusça'ya çevirdiği de söylenmektedir. [kaynak belirtilmeli]

    Devrimcilik dönemi [değiştir]Lenin Samara’da birkaç yıl çalıştıktan sonra 1893 yılında St. Petersburg’a yerleşti. Kariyer yapmak yerine devrimci propaganda ile uğraşmayı tercih etti ve Marksizm üzerine çalıştı. 7 Aralık 1895'te tutuklandı. 14 ay tutulduktan sonra Sibirya’daki Shushenskoye köyüne sürgüne gönderildi.


    Lenin'in sabıka kaydındaki fotoğrafı, Aralık 1895Temmuz 1898’de bir sosyalist eylemci olan Nadejda Krupskaya ile evlendi. Nisan 1899'da Razvitiye kapitalizma v Rossi (Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi - Geniş-Çaplı Sanayi İçin Bir İçpazarın Oluşma Süreci) [3] yayımlandı. 1900 yılında cezasının sona ermesinin ardından Rusya’da ve Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde çalıştı. Zürih, Cenevre, Münih, Prag, Viyana, Manchester ve Londra’da bulundu. Sürgünde iken, sonraları önde gelen rakiplerinden olacak olan Julius Martov ile Iskra gazetesini kurdu. Devrimci hareket üzerine çeşitli makaleler ve kitaplar yazdı. Bu dönemde çeşitli mahlaslar kullandıktan sonra sonunda Lenin mahlasını kullanmaya karar verdi.

    Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nde (RSDİP; Rusça: Р С Д Р П ;) etkin görev aldı. 1903 yılında yazdığı Çto delat? (Ne yapmalı? – Hareketimizin Can Alıcı Sorunları) [4] kitapçığının kısmen etkilemesiyle ortaya çıkan parti içi bölünmede Menşeviklere karşı Bolşeviklere önderlik etti. Bu kitapçığın devrim öncesi Rusya’sında en etkili kitapçıklardan biri olduğu söylenir. Lenin bu kitapçığı her beş işçiden üçünün ya okuduğunu ya da kendisine okunduğunu iddia etmiştir [kaynak belirtilmeli]. 1906 yılında RSDİP’nin başkanlığına seçildi ve güvenlik nedeniyle 1907 yılında Finlandiya’ya geçti. Avrupa’daki seyahatlerine devam ederek 1912’de Prag Parti Konferansı ve 1915’de Zimmerwald Konferansı gibi birçok sosyalist toplantıya ve etkinliğe katıldı. Lenin Zimmerwald Solu’nun en önemli lideriydi. Inessa Armand Rusya’yı terkedip Paris’e yerleştikten sonra sürgünde yaşayan Lenin ve diğer Bolşevikler'le karşılaştı. Armand’ın bu dönemde Lenin’in sevgilisi olduğuna inanılır [kaynak belirtilmeli]. Lenin daha sonra İsviçre’ye geçti.

    1914 yılında I. Dünya Savaşı başladığında, o zamanlar kendilerini Marksist diye tanımlayan Avrupa’nın Sosyal Demokrat partileri kendi ülkelerinin savaş için harcadığı çabayı destekledi. Lenin, Alman Sosyal Demokratları'nın savaşı desteklediğine ilk başlarda inanmamıştı, bu olaylar neticesinde savaşı destekleyen partilerden oluşan İkinci Enternasyonal’den ayrıldı. Lenin “emperyalist savaş” olarak nitelediği bu durumun sınıflar arası savaşa dönmesi gerektiğini savunuyordu.

    Rusya’daki 1917 Şubat Devrimi’nden ve Rus çarı II. Nikolay’ın devrilmesinden sonra Lenin en kısa sürede Rusya’ya geri dönmek zorunda olduğunu biliyordu ancak tüm hızıyla süren I. Dünya Savaşı sırasında tarafsız İsviçre’de sıkışıp kalmıştı. İsviçreli komünist Fritz Platten, Lenin’in ve etrafındakilerin Almanya üzerinden trenle yolculuk edebilmesi için Alman hükümeti ile anlaşmaya varmıştı. Alman hükümeti Lenin’in Rusya’ya dönüşünün açabileceği siyasal karışıklığın Doğu Cephesi’nde savaşı bitirmeye yardımcı olacağını umuyordu [kaynak belirtilmeli]. Almanya’dan sonra feribotla İsveç’e geçen Lenin’in İskandinavya’daki yolculuğu İsveçli komünistler Otto Grimlund ve Ture Nerman tarafından ayarlanmıştı.

    Nisan 1917’de Petrograd’a ulaşan Lenin, geçici hükümete karşı Nisan Tezleri ‘ni [5] yayımlayarak Bolşevik hareketinde liderlik konumuna geldi. Başlangıçta Lenin, partisini sol görüş olarak izole etmesine rağmen Bolşeviklerle anlaşmazlık sonucu parti, geçici hükümetten medet ummayanların toplanma yeri hâline geldi. Muhalefetteki Bolşevikler, sorumluluk almayarak hükümet uygulamalarına sahiplenmediler. [6]

    Bu dönemde Aleksandr Kerensky ve Bolşeviklerin diğer rakipleri Lenin’i Almanlardan para alan bir ajan olarak suçladı. Bunun üzerine (önceleri Menşevik olan sonra Bolşeviklere daha yakın duran) Leon Troçki 17 Temmuz’da Lenin’i savunan bir konuşma yaptı: 'Öyle dayanılmaz bir hava yaratıldı ki artık ne siz ne de biz nefes alamıyoruz. Lenin’e ve Zinoviev’e alçakça iftiralar atılmakta. Lenin devrim için otuz yıldır mücadele ediyor. Ben yirmi yıldır halkın ezilmesine karşı mücadele verdim. Bunun sonucunda Alman militarizmine karşı, nefretten başka bir duygu beslememiz söz konusu bile olamaz. (...) Alman militarizmine karşı mücadelem nedeniyle bir Alman mahkemesi tarafından sekiz ay hapis cezasına çarptırıldım. Bunu herkes bilir. Bu salonda bulunan kimse bizim Almanların paralı uşağı olduğumuzu söylemesin. ' [4]

    Temmuz ayında başarısız bir Bolşevik ayaklanmasından sonra Lenin güvenlik nedeniyle Finlandiya’ya gider. Ekim ayında geri dönerek geçici hükümete karşı 'Sovyetler iktidara! ' sloganıyla silahlı bir devrime önayak olur. Hükümet üzerine düşüncelerini 'Devlet ve Devrim' [7] adlı denemesinde açıklamıştır. Bu denemede işçiler tarafından seçilen ve yine işçiler tarafından iptal edilebilen işçi konseylerinden ya da 'sovyetlerden' oluşan yeni bir hükümet tarzından söz etmiştir.

    Sovyet devletinin başında [değiştir]8 Kasım’da Lenin, Rus Sovyet Kongresi tarafından 'Halk Komiserleri Konsey Başkanı', yani hükümet başkanı seçildi.

    'Komünizm Sovyet iktidarı ile tüm ülkeye elektriğin ulaştırılmasıdır' [8] diyen Lenin, Rusya’nın her yerine elektrik götürülmesinin ve tarım ile sanayinin modernize edilmesinin önemini vurgulamıştır. 'Sanayinin modern ve ileri teknoloji üzerinde örgütlenmesinin ve kent ile kırsal arasında bağlantı sağlayacak olan elektriğin yaygınlaştırılmasının kent ile kırsal arasındaki ayrımı ortadan kaldıracağını, kırsaldaki kültür düzeyini yükseltmeye olanak sağlayacağını ve ülkenin en ücra köşelerinde bile geri kalmışlığı, cehaleti, yoksulluğu, hastalığı ve barbarlığı yok edeceğini köylülere göstermeliyiz.' [9] Herkes için ücretsiz evrensel bir sağlık sistemi kurmak, kadınlara haklarını iade etmek ve okur yazar olmayan Rus halkına okuma yazma öğretmek konularında çok hevesliydi. [10] Ama Bolşevik hükümetinin öncelikli eylemi Rusya’yı I. Dünya Savaşı’ndan çekip kurtarmaktı.

    Almanların doğuya doğru sürekli ilerlemeleri tehdidiyle karşı karşıya kalan Lenin, Rusya’nın acilen bir barış antlaşması imzalaması gerekliliğini tartışmaya açtı. Buharin gibi diğer Bolşevik liderleri, savaşa devam etmenin Almanya’da devrim çıkartmanın bir yolu olduğunu savunuyorlardı. Uzlaşmaları yöneten Troçki her iki tarafın da toprak kazançlarını iade etmesi şartıyla bir barış antlaşması yapılmasını içeren orta yolu savunuyordu. Barış görüşmeleri başarısız olunca Almanlar ilerlemeye devam etti ve Rusya’nın batı topraklarının büyük bölümü işgal edildi. Bu durum karşısında Lenin’in savunduğu tez, Bolşevik liderlerinin çoğunluğunun desteğini kazandı. 3 Mart 1918'de Brest-Litovsk Antlaşması’nı imzalayan Lenin, Rusya’yı I. Dünya Savaşı’ndan çıkardı. Bu antlaşma sonucunda Rusya, Avrupa’da önemli toprak kaybına uğradı.

    Bolşevikler Meclis seçimlerini kaybettikten sonra 19 Ocak’ta yapılan ilk oturumu Kızıl Muhafızları kullanarak kapattılar ve Sovyetlerin desteğinden dayanak aldılar. Bu tarihten itibaren, görüşleri Lenin'e ve Bolşeviklere uymayan parti ve gruplar düzenli olarak siyasal hayattan çıkarıldı ve süreklilik arzeden iç savaşlar bahane edilerek Sovyet Kongreleri tekrar tekrar dağıtıldı.


    Josef Stalin, Vladimir Lenin ve Mikhail Kalinin, 1919Bolşevikler, Sosyalist Devrimci Parti’nin sol kanadıyla birlikte bir koalisyon hükümeti kurdu. Ancak sosyalist devrimcilerin Brest-Litovsk antlaşmasına karşı çıkıp muhalif partilerle birleşerek Bolşevik hükümetini devirmeye çalışmasıyla bu koalisyon bozuldu. Lenin bu çabalara karşı muhalif partilerin bazı üyelerinin hapsedilmesini de içeren toptan bir karşı çıkmayla cevap vermiştir.

    Gizli polisin kuruluşu [değiştir]
    Lenin Kremlin’deki bürosunda, 19181918’in başından itibaren Lenin, işçilerin kendi kendilerini yönetmeleri kavramına zıt ama uzmanlık ve verimlilik sağlayabilmek adına her kuruluşun başına tek bir kişinin geçmesi ve demokratik kurallara göre kuruluşu yönetmesi gerekliliği konusunda kampanya yaptı. S. A. Smith’in yazdığına göre: 'İç savaşın sonuna doğru 1917’deki fabrika komitelerince tanıtılan sanayi idaresinin demokratik idare tarzından eser kalmamıştı, ancak hükümet bunun bir önemi olmadığını çünkü sanayinin artık işçi devletinin kontrolüne geçtiğini savunuyordu.'

    Yeni kurulan Bolşevik hükümetini karşıdevrimcilerden ve diğer siyasi muhaliflerden korumak adına Bolşevikler Çeka (Rusça: Ч К ;) adını verdikleri bir gizli polis teşkilatı kurdu. Bolşevikler devrik Çar II. Nikolay için bir mahkeme kurmayı planlamıştı, ancak 1918 Ağustos’unda Beyaz Ordu’nun kraliyet ailesinin tutulduğu Yekaterinburg'a ilerlemesi üzerine Sverdlov yerel Sovyet’ten, Beyazlar tarafından ele geçirilmesindense devrik çarın infaz edilmesi için istekte bulundu. Çarın ve ailesinin öldürüldüğü olaya merkezî hükümetin mi, yoksa yerel Sovyet’in mi karar verdiği, tarihçiler arasında hâlâ bir tartışma konusudur.

    Suikast girişimleri [değiştir]14 Ocak 1918 günü Lenin’in aracına Petrograd’da, bilinmeyen bir kişi tarafından silahlı saldırıda bulunuldu. Bir konuşmadan dönen Lenin ve Fritz Platten aracın arkasında oturuyordu. Ateş edilmeye başlandığında 'Platten, Lenin’i başından tutarak yatırdı… Platten’in eli, Lenin’i korumaya çalışırken sıyırıp geçen bir kurşun yarasıyla kan içinde kalmıştı.' [11]

    30 Ağustos 1918 günü, Sosyalist Devrimci Parti üyesi Fanya Kaplan, bir miting sonrası aracına giden Lenin’e yaklaştı ve adını haykırdı. Cevap vermek için dönen Lenin, suikastçının üç el ateşiyle yaralandı. Kurşunların ikisi omzuna, biri akciğerine isabet etti. Diğer suikastçıların hastanede beklediğine inanan Lenin, hastaneye gitmeyi reddettiği için Kremlin’deki odasına götürüldü. Doktorlar kurşunları çıkarmanın çok tehlikeli olduğuna karar verdiler. Daha sonra iyileşmesine rağmen Lenin'in sağlığı bu olaydan sonra giderek kötüleşti. Daha sonra geçirdiği inmelere bu vurulmanın sebep olduğuna inanılır.


    Lenin, Troçki ve askerlerle Kronstadt’da, 1921Suikast girişimine ve parçası olduğu giderek artan komünist karşıtı cepheye komünist hükümetin cevabı Kızıl Dehşet oldu. Onbinlerce kişi, Devrim’in düşmanı olarak Bolşevik hükümetine karşı etkin olarak eylemde bulundukları iddiasıyla ya öldürüldü ya da çalışma kamplarına gönderildi. Kızıl Dehşet, iç savaşın kızışması ve Savaş Komünizmi denilen politikanın uygulanmaya başlandığı döneme rastlar. Bu politikanın içine köylünün elindeki tahılın zoralımı da dahildi ve bu durum sonucunda geniş çaplı bir kıtlık oluşmuştur.[12]

    Orlando Figes’e göre Lenin her zaman 'devrim düşmanlarına karşı kitle terörünün' destekçisiydi ve proleter devletin kapitalist kuruma karşı organize bir şiddet sistemi olduğu görüşüne sahipti. Figes aynı zamanda şiddet Bolşevikler tarafından cesaretlendiriliyor olsa da kökünün, ayrıcalık sahiplerine karşı halkın beslediği nefrette yattığını iddia eder. [13] 1918 sonlarında Kamenev ve Buharin Çeka’nın keskin köşelerini yuvarlamaya çalıştığında, teşkilatı Lenin savunmuştur.[14] Lenin kitle terörünün ateşli bir savunucusu olarak kaldı. 1922 yılında Lenin'in teşviğiyle yaklaşık 8.000 kadar din adamı, Shuia kentinde çıkan dinî ayaklanma sonucunda infaz edildi.

    Rusya Komünist Partisi ve iç savaş [değiştir]1919 Mart'ında Lenin ve diğer Bolşevik liderler tüm dünyadan gelen devrimci sosyalistlerle buluşarak Komünist Enternasyonal’i kurdu. Bu şekilde, daha geniş olan sosyalist hareketten ayrılındı, artık komünist olarak nitelendirileceklerdi. Rusya’da Bolşevik Partinin adı önce 'Rusya Komünist Partisi' daha sonra da 'Sovyetler Birliği Komünist Partisi' (Rusça: К П С С ;) olarak değiştirildi.

    Bu arada, Rusya’da iç savaş sürmekteydi. Çok geniş bir yelpaze içinde farklı görüşlere sahip siyasi hareketler ve destekçileri Sovyet hükümetini devirmek için silaha sarılmıştı. Bir çok taraf iç savaşa karışmış olsa da çarpışan iki önemli taraf komünistlerin Kızıl Ordusu ile gelenekçilerin Beyaz Ordusuydu. Fransa, Büyük Britanya, ABD ve Japonya gibi yabancı güçler Beyaz Ordu yararına işe karışmış olsa da etkileri çok olmamıştır. Sonunda Leon Troçki tarafından komuta edilen ve örgütsel açıdan daha becerikli olan Kızıl Ordu 1920 yılında Beyaz Ordu’yu ve müttefiklerini yenerek iç savaşı kazandı. Daha küçük çaplı çarpışmalar ise birkaç yıl daha devam etti.


    'Yoldaş Lenin dünyayı pislikten temizliyor', 1920 Komünist afişiHem Beyaz Ordu hem de Kızıl Ordu kuvvetleri, savaşın ve devrimin yol açtığı karışık dönemde 'kontrol altında tuttukları bölgelerde büyük zalimlik gösterdiler. Kasabalar yakıldı, mal mülk yıkıldı ya da çalındı, köylülerin mahsulü ve hayvanları zorla alındı, karşı koyanlar işkence gördü ve öldürüldü.' [15] Brovkin, askerî gerekliliğin ötesine geçen bu tarz terörün sonuçlarının oldukça yıkıcı olduğunu savunmuştur. Ona göre cephe gerisindeki halkın yabancılaştırılması hem kızıl hem de beyaz güçlerin yenilgisini açıklayabiliyordu. [16]

    1919’un sonlarına doğru Beyaz Rus kuvvetlerine karşı kazanılan başarılar Lenin’i, devrimi artık Batı’ya yaymak gerektiğine ve gerekirse güç kullanılmasına ikna etti. Bağımsızlığını yeni kazanmış olan İkinci Polonya Cumhuriyeti 18. yüzyılın sonlarına doğru Rusya tarafından ilhak edilen doğu topraklarını kontrol altına almaya başlayınca, bu bölgelerin kontrolü konusunda Bolşevik kuvvetleriyle karşı karşıya geldi ve çatışmalar 1919 yılında Polonya-Sovyet Savaşı’na yol açtı. Almanya’da devrimin sürmesi ve Spartaküs Birliği’nin yükselişe geçmesini Lenin, “Avrupa’yı Kızıl Ordu’nun süngüsüyle yoklamak” için en uygun zaman olarak gördü. Lenin, Rus Devrimi ile Alman Devrimi’nin komünist destekçilerini birbirine bağlamak için Kızıl Ordu’nun, arada kalan Polonya’yı sıçrama tahtası olarak kullanıp hem Almanya’ya hem de Batı Avrupa’daki diğer komünist hareketlere yardıma gitmesi gerektiğini düşünüyordu. Ancak Sovyet Rusya’nın Polonya-Sovyet Savaşı’nda yenilmesi üzerine bu planlar suya düştü.

    Lenin, emperyalizmi çok sert eleştiriyordu ve 1917 yılında kapitalist emperyalist güçlerin kontrolü altındaki ulusların koşulsuz olarak kendi kaderini tayin hakkına sahip olduğunu deklare etmişti. Ancak bu ilkenin uygulanmasında ve istediği koşullarda bir birliğin yaratılmasında başarı sağlayamamıştır. 1920-1921 yıllarında, altı ulusal cumhuriyet Ukrayna, Beyaz Rusya, Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan ve Rusya Fedarasyonu arasındaki ilişkiler açık biçimde tamamlanmış değildi. Lenin bu birliğin sosyalist, enternasyonalist ilkelere uygun şekilde gönüllülük yolu ile belirlenmesini istiyordu. Ancak Sovyetler Birliği’nin kurulması sırasında Komünist Parti saflarında yeşermeye başlayan Rus milliyetçiliği ile de mücadele etmek durumunda kalmıştır.

    Gürcistan’ın birliğe katılım koşullarının müzakere edildiği dönemde politikaları yürüten, iç savaş sırasında da orada görev almış olan Stalin ve Ordzhonikidze ikilisinin bağımsızlık yanlısı Gürcistan Komünist Partisi’ne uyguladığı baskıları geç de olsa farkederek engellemeye çalışmıştır. Lenin bu konudaki görüşünü “Ulusal sorunlar bastırılmamalı, çözülmeli.” şeklinde açıklamış ve Gürcistan meselesi ile ilgili Troçki’ye ve Stalin’in hazırladığı ve sadece Ermenistan ve Azerbaycan’ın kabul ettiği Özerkleştirme Tasarısı’nın düzeltilmesi için de Kamenev’e SSCB’nin Kuruluşuyla İlgili Tasarı” isimli mektubu yazmıştır. Sovyet projesinin Rusya Fedarasyonu’na katılma biçiminde değil, eşit cumhuriyetlerin birleşmesi biçiminde olması gerektiğini vurgulamıştır. Bu şekilde bir birliğin amacının diğer ulusların kapitalist emperyalizmden korunmasına da hizmet edeceği öngörülmüştür. Ancak Lenin hastalığı nedeni ile bu dönemde güçten düşmüş ve zamanla sağlığını tümden yitirmiştir. Daha önce yok etmeye söz verdiği ezen ulus şovenizmi sürece yeniden hâkim olmuş ve uluslar politikası, gönüllü olmayanların asimilasyonu politikası biçiminde işlemiştir.

    Uzun yıllar süren savaş, Bolşeviklerin savaş komünizmi politikası, 1921 yılındaki kıtlık ve düşman hükümetlerin kuşatması sonucunda Rusya harap düşmüştü. En büyüğü Tambov isyanı olan birçok köylü ayaklanması oldu. 1921 Mart’ında Kronstadt’da denizcilerin isyanı üzerine Lenin, savaş komünizmi politikasını sanayii ve özellikle tarımı yeniden yapılandırmak için Yeni Ekonomi Politikası (Rusça: Н о в а я э к о н о м и ч е с к а я п о л и т и к а (Н Э П ;)) (NEP) ile değiştirdi. Bu yeni politika, politik ve ekonomik gerçekliklerin tanınması üzerine inşa edilmiş ve aslında sosyalist idealden taktiksel bir geridönüştü. Politikann tamamı sonradan Stalin tarafından tersine çevrilmiştir.

    Yaşamının son yılları [değiştir]
    Kamenev ve Lenin, Gorki Leninskiye’de, 1922Lenin'in sağlığı, devrim ve savaşın getirdiği gerginlik sonucu oldukça zarar görmüş, suikast girişiminde aldığı yaralar sağlık durumunu daha da kötüye götürmüştü. Kurşun hâlâ boynunda idi ve omuriliğe yakın durduğu için, o günün tıp tekniğiyle çıkarılması mümkün değildi. 1922 Mayıs’ında ilk defa felç geçirerek sağ tarafı kısmen felçli kalan Lenin’in hükümetteki rolü giderek azaldı. Aynı yılın Aralık ayında geçirdiği ikinci felçten sonra aktif politikadan çekildi. 1923 Mart’ında geçirdiği üçüncü felcin sonrasında konuşma yeteneğini de yitirerek ölene kadar yatağa bağımlı kaldı.

    İlk kez felç geçirdikten sonra, hükümet ile ilgili bazı yazıları eşine dikte ettirdi. Bunların arasında en ünlüsü Lenin’in Vasiyeti ’dir. Bu vasiyette, başta Stalin olmak üzere önde gelen komünistleri eleştiriyordu. 1922 Nisan ayından itibaren Komünist Parti’nin genel sekreteri olan Stalin'in “eline sınırsız bir otoritenin geçtiğini” söylemiş ve “yoldaşların Stalin’i bu görevden uzaklaştırmak için bir yol aramalarıni” önermiştir. Lenin’in ölümünden sonra eşi, 1924 Mayıs’ındaki 13. Parti Kongresi’nde okunmak üzere Lenin’in Vasiyeti ’ni merkez komiteye göndermesine rağmen, vasiyette merkez komitenin önde gelen Zinoviev, Kamenev, Buharin ve Stalin gibi üyeleri eleştirildiği için merkez komite bu dokümanın geniş kitleye ulaşmasını istemedi. Merkez komite bu kararı haklı göstermek için, hayatının son yıllarında Lenin’in aklî dengesinin yerinde olmadığını, dolayısıyla da son söylediklerine güvenilemeyeceğini belirtti. Lenin'in Vasiyeti resmen ilk olarak 1926 yılında Max Eastman tarafından Amerika Birleşik Devletleri’nde yayımlandı.[17]

    Lenin 21 Ocak 1924 günü, 53 yaşında öldü. Lenin’in ölüm sebebi için yapılan resmî açıklama serebral arteriyoskleroz ya da dördüncü bir inme idi. Ancak Lenin’i tedavi etmeye çalışan 27 doktorun yalnız sekizi otopsi raporunda bu sonuca vardığı için, ölümü ile ilgili başka teoriler de ortaya atıldı.[18]

    Ölümünden hemen sonra, frengi olduğu dedikoduları yayıldı. Otopsiden sorumlu patolog Alexei Abrikosov otopsi raporunda frengiden sözetmedi ancak bahsettiği kan damarlarındaki hasar, felç ve diğer yetersizlikler frenginin de belirtilerindendir.

    Lenin frengi olmuşsa bile normal olarak hastalığın son aşamasında ortaya çıkan lezyonlar vücudunda görülmemiştir. Tarihçilerin büyük çoğunluğu ölüm sebebinin, suikast neticesi boynunda kalan kurşunun neden olduğu bir felç olduğu konusunda hemfikirdir.


    Lenin'in mumyalanmış cesedi, Moskova'da Lenin'in Mozolesi'ndeLenin’in ölümünden üç gün sonra Petrograd şehrinin adı Leningrad olarak değiştirildi. Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında dağılmasına kadar şehrin adı Leningrad olarak kaldı ancak bu tarihten sonra eski adı olan St. Petersburg’a dönüldü.

    1920’lerin başlarında çok popüler olan Rus evrencilik akımı sonucu Lenin’in cesedini dondurarak saklamak ve gelecekte canlandırmak yönünde bir niyet vardı. Gerekli ekipman ülke dışından satın alındı ancak birçok sebepten ötürü bu plan gerçekleştirilemedi. Bunu yerine cesedi mumyalandıktan sonra 27 Ocak 1924 tarihinde Moskova’da Lenin’in Mozolesi’nde daimî istirahatgâhına kondu.

    Ölümünden sonra [değiştir]

    Moskova Kızıl Meydan’da Lenin’in MozolesiLenin'in korunan cesedi Moskova’da Kızıl Meydan’daki Lenin Mozolesi’nde sürekli olarak ziyarete açık tutulmaktadır.

    Ölümünden hemen önce belirttiği, kendisi için anıt yapılmaması isteğine rağmen Lenin adı, ilk komünist devletin yaratılmasındaki eşsiz rolü nedeniyle zaman içinde dinsel tapınmaya yakın sayılacak mertebeye ulaşmıştır. 1980’lere gelindiğinde Sovyetler Birliği’nde her önemli şehrin merkezinde bir Lenin heykeli, merkeze yakın bir Lenin caddesi ya da Lenin meydanı, tüm şehre dağılmış yirmiye yakın irili ufaklı büst ve heykel bulunuyordu. Kolektif çiftliklere, nişanlara, buğday hibridlerine ve hatta bir asteroide Lenin’in adı verilmişti. Çocuklara anaokulu çağından itibaren 'Lenin Dede' hakkında öyküler anlatılıyordu. 1930 yılında adına verilmeye başlanan Lenin Nişanı yaklaşık 460.000 kere verilmiştir.

    Sovyetler Birliği’nin yıkılışından beri eski Sovyet cumhuriyetlerinde Lenin’e duyulan saygı oldukça azalmıştır, ancak Sovyet döneminde yetişmişlerin gözünde hâlâ önemli bir kişidir.[19] Doğu Avrupa’da bulunan heykellerin çoğu yıkılmış olsa da Rusya’da büyük bir kısmı hâlâ durmaktadır. Leningrad şehri orijinal adı olan Petrograd’a dönse de, çevresindeki Leningrad Oblast’ın adı değişmemiştir. Lenin’in doğum yeri olan Ulyanovsk’ta oturanlar şehrin adının yeniden Simbirsk olarak değişmesine karşı çıkarak şu ana kadar başarılı olmuşlardır. Lenin’in cesedinin toprağa verilmesi, son yıllarda Rusya’da sürekli gündemde bir konu hâline gelmiştir.

    Lenin'in beyninin incelenmesi [değiştir]Lenin'in beyni, vücudu mumyalanmadan önce çıkarılmıştı. Sovyet hükümeti, tanınmış Alman bilimadamı Oskar Vogt’u Lenin’in beynini incelemek ve 'dehaya' yol açan beyin hücrelerinin yerini tespit etmekle görevlendirdi. İnceleme Vladimir Behterev’in Beyin Enstitüsü’nde yapıldı. Vogt 1929 yılında yayımladığı yazıda beynin renksiz olduğunu, küçüldüğünü, birçok bölgesinin yumuşadığını [20] ve serebral korteksin üçüncü katmanında bazı piramidal nöronlar bulunduğunu yazmıştır. Ancak bu bulgunun deha ile olan ilgisi tartışma konusudur. Vogt’un çalışması Sovyetler tarafından yetersiz kabul edildikten sonra bir Sovyet ekibi tarafından yeniden incelemeler başlatıldı ancak bu konuda daha fazla bilgi verilmedi. Günümüz anatomi uzmanları, morfolojinin beynin çalışmasını tek başına açıklayamayacağını düşünmektedir.

    Sovyetler Birliği'nde Lenin'in Sansürlendiği İddiaları [değiştir]Richard Pipes ve David Brandenberger tarafından yazılan ve sovyet belgelerinden aktarıldığı iddia edilen bir kitap [21] Sovyet Rejiminin Lenin'in ölümünden sonra yazılarını sansürlediği iddiasını ortaya atmıştır. Buna göre, Lenin'in yazıları ölümünden sonra Sovyet rejimi tarafından ayrıntılı biçimde sansürlenmiştir. 1930’ların başında Stalin’in idaresi altında ne Lenin’in ne de Merkez Komite’nin yanlış olamayacağı kabul görmüş bir dogma hâlini aldığı için, anlaşmazlığa düştükleri durumların kanıtları saklanmaya çalışılmış, 1958 ile 1965 yılları arasında 55 kalın cilt olarak basılan Lenin’in eserlerinin Sovyet basımında kimi yerler baskıdan çıkarılmıştır. [22] Bir anti-komünist olan ve önce Amerikan istihbaratında, B Takımı'nın başı olarak daha sonra da Reagan hükümetinde görev yapan Pipes'ın bu iddiaları tarafsız herhangi bir kaynak tarafından doğrulanmış değildir. Stalinizm'in önde gelen ve sesini en çok yükselten muhaliflerinden olan (ve 1940 yılında öldürülen) Troçki de Stalinizme eleştiri yönelttiği hiçbir yazısında bu sansürden bahsetmemiştir.[23]

    Kitapları [değiştir]Nereden Başlamalı - 1901
    Ne Yapmalı? - 1902
    Devrimci Maceracılık - 1902
    Bir Yoldaşa Mektup - 1902
    Bir Adım İleri, İki Adım Geri - 1904
    İki Taktik (Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği) - 1905
    Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı - 1905
    Sosyalizm ve Din - 1905
    Moskova Ayaklanmasından Alınacak Dersler - 1906
    Gerilla Savaşı - 1906
    Materyalizm ve Ampiryokritisizm - 1908
    Proletarya Partisinin Din Konusundaki Tutumu - 1909
    Rusya'da Parti-İçi Savaşımın Tarihsel Anlamı - 1910
    Avrupa İşçi Hareketi İçindeki Ayrılıklar - 1910
    Marksizmin Tarihsel Gelişmesinin Bazı Özellikleri - 1910
    Bir Yasalcı ile Bir Tasfiyecilik-Karşıtı Arasında Konuşma - 1911
    Rus Sosyal-Demokrat Hareketi İçindeki Reformculuk - 1911
    İşçi Sınıfı ve Yeni-Maltusçuluk - 1913
    Ulusal Sorun Üzerine Tezler - 1913
    'Kültürde' Ulusal Özerklik - 1913
    İncelmiş Bir Ulusalcılıkla İşçilerin Yozlaştırılması - 1914
    Ölü Şovenizm, Yaşayan Sosyalizm - 1914
    Karl Marks - 1915
    Friedrich Engels - 1895
    Diyalektik Sorun Üzerine - 1915
    Sosyalizm ve Savaş - 1915
    Sosyal-Şovenistlerin Safsataları - 1915
    Platonik Enternasyonalizmin Çöküşü - 1915
    Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine - 1915
    Devrimci Proletarya ve Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı - 1915
    Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı - 1914[/a]
    RSDİP'nin Ulusal Programı - 1913
    Ulusal Sorun Üzerine Eleştirici Notlar - 1913
    Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Etme Hakkı - 1914
    Büyük-Rus Ulusal Gururu Üzerine - 1914
    Ulusal Politika Üzerine - 1914
    Sosyalist Devrim ve Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı (Tezler) - 1916
    Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı Üzerine Bir Tartışmanın Özeti - 1916
    Ulusal Sorun Üzerine Söylev - 1917
    Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Tezlerin İlk Tasarısı - 1920
    Uluslar ve Sömürgeler Komisyonunun Raporu - 1920
    'Özerkleştirme' Üzerine Notlar - 1922
    Alman Şovenizmi ile Alman-Olmayan Şovenizm - 1916
    Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması - 1916
    Proletarya Devriminin Askeri Programı - 1916
    Emperyalizm ve Sosyalizmdeki Bölünme - 1916
    Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm - 1916
    Nisan Tezleri - 1917
    Marksizm ve Ayaklanma - 1917
    Devlet ve Devrim - 1917
    Kâhince Sözler - 1918
    Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky - 1918
    Oportünizm ve İkinci Enternasyonalin Çöküşü - 1915
    II. Enternasyonalin İflası (Batkısı) - 1915
    Kurucu Meclis Üzerine Tezler - 1917
    Vandervelde'in Devlet Üzerine Yeni Bir Kitabı - 1918
    Proleter Devrim ve Dönek Kautsky - 1918
    Devlet - 1919
    Üçüncü Enternasyonal ve Tarihteki Yeri - 1919
    Proletarya Diktatörlüğü Döneminde Ekonomi-Politika - 1919
    Ulusal ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Tezler - 1920
    'Sol' Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı - 1920
    Az Olsun, Temiz Olsun
    Marx-Engels-Marksizm
    Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları
    Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü
    Rusya'da Kapitalizmin Gelişmesi - 1899
    Önce gelen:
    Aleksandr Kerenski
    (Geçici Hükümetin Başkanı olarak) Halk Komiserleri Konsey Başkanı
    1917 - 1924 Sonra gelen:
    Aleksey Rikov

    Halk Komiserleri Konsey Başkanı

    Kaynakça [değiştir] Wikimedia Commons'da
    Vladimir İlyiç Lenin ile ilgili çoklu ortam belgeleri bulunur.
    ^ Dimitri Volkogonov, 'Lenin - A New Biography', s.8. ISBN 0-02-933435-7
    ^ Robert Service, 'Lenin: A Biography' ISBN 0-330-49139-3
    ^ Rusya’da Kapitalizm’in Gelişmesi - Geniş-Çaplı Sanayi İçin Bir İçpazarın Oluşma Süreci.
    ^ Ne yapmalı? – Hareketimizin Can Alıcı Sorunları.
    ^ Nisan Tezleri
    ^ Christopher Read, “From Tsar to Soviets” s.151-153
    ^ Devlet ve Devrim
    ^ Lenin 'Collected Works', c. 31, s. 516. (İngilizce)
    ^ Lenin 'Collected Works', c. 30, s 335. (İngilizce)
    ^ Lenin'in eserlerinin arşivi (İngilizce)
    ^ Dmitri Volkogonov 'Lenin: A New Biography', s. 229. ISBN 0-02-933435-7
    ^ Kıtlık.
    ^ A Peoples Tragedy, s. 524-5
    ^ Figes s 649
    ^ Rus İç Savaşı (İngilizce)
    ^ Behind the Front Lines of the Civil War: Political Parties and Social Movements in Russia, 1918-1922
    ^ “Lenin’in Vasiyeti” (İngilizce)
    ^ 'The enigma of Lenin's (1870-1924) malady' V.Lerner, Y.Finkelstein, E.Witztum, European Journal of Neurology, c.11, s.371, Haziran 2004 (İngilizce)
    ^ (İngilizce)
    ^ [1]
    ^ The Unknown Lenin: From the Secret Archive (Annals of Communism Series) ed: Richard Pipes.
    ^ [2]
    ^ [3]

    İlgili maddeler [değiştir]Leninizm
    'http://tr.wikipedia.org/wiki/Vladimir_%C4%B0lyi%C3%A7_Lenin''dan alındı
    Sayfa kategorileri: Kaynakları eksik olan maddeler | Ruslar | SSCB | 1870 doğumlular | 1924 yılında ölenler | Rus devrimciler | Liderler | Suikast sonucu ölenler | Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği devlet başkanları

    GörünümMadde Tartışma Değiştir Geçmiş BÜYÜK EKİM DEVRİMİNİN USTASI KOMÜNİST USTA LENİN TANIYALIM ulaşım adresi

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • karl marks

    05.08.2007 - 12:13

    Batı felsefesi
    19. yüzyıl felsefesi

    İsim: Karl Marx
    Doğum tarihi: 5 Mayıs 1818, Trier, Almanya
    Ölüm tarihi: 14 Mart 1883, Almanya, Londra, İngiltere
    Okul/gelenek: Marksizm kurucusu
    İlgilendikleri: Politika, iktisat bilimi, sınıf mücadelesi
    Etkilendikleri: Kant, Hegel, Feuerbach, Stirner, Smith, Ricardo, Rousseau, Goethe, Fourier
    Etkiledikleri: Luxemburg, Lenin, Stalin, Trotsky, GramsciMao, Guevara, Sartre, Debord, Frankfurt okulu, Negri
    Karl Heinrich Marx (okunuşu: Karl Haynrih Marks) (5 Mayıs 1818 Trier - 14 Mart 1883 Londra) ,5 Mayıs 1818 günü Almanya’nın Rhine Eyaleti’nin Trier kasabasında doğdu. Orta öğrenimini Trier’de tamamladı. Bonn ve Berlin üniversitelerinde hukuk öğrenimi görürken tarih ve felsefeyle ilgilendi, Hegelci E. Gans’ın derslerini izledi. 1841 yılında “Demokritos’un ve Epikuros’un Doğa Felsefelerinin Farklılıkları” adlı doktora tezinde, dinin maddecilik açısından eleştirisini yaptı.

    Bir yandan sol Hegelcilere katılarak Bauer kardeşlerle dostluk kurarken, bir yandan da Feuerbach’ın etkisinde kalıp 1842 yılında, muhalefetteki radikal burjuvalar tarafından kurulan Rheinische Zeitung gazetesinin yazı işleri yöneticiliğini yaptı.

    Saint-Simon, Fourier, Proudhon gibi yazarları okuyarak Fransız sosyalizmini tanımaya çalıştı. 1843 yılında çocukluk arkadaşı Jenny von Westphalenle evlendi. Aynı yıl Rheinische Zeitung gazetesi kapatıldıktan sonra Paris’e yerleşti. Fransız-Alman Yıllıkları’nı yayımladı (1844) . Derginin ilk ve tek sayısında, Yahudi Sorunu adlı yazısıyla siyasal mücadele konusundaki görüşlerini ilk kez açıkladı. Aynı yıl Friedrich Engelsle dostluk kuran Marx, okurken tuttuğu notlardan oluşan 1844 El Yazmaları’nda, ana temasını yabancılaşmanın oluşturduğu insancıl (humanist) bir felsefe geliştirdi.

    Friedrich Engelsle ilk ortak metninde Kutsal Aile’de (1845) tarih felsefesini materyalist (maddeci) bakış açısıyla eleştirdi. 1845 yılında Vorwarts gazetesi yazı kurulu üyeleriyle birlikte sürülünce Brüksel’e yerleşti. Friedrich Engels’in de birkaç ay sonra Brüksel’e gitmesiyle Friedrich Engelsle ortak eserlerinin ikincisini (Feuerbach Üzerine Savlar, 1845) ve üçüncüsünü (Alman İdeolojisi, 1845-1846) yayımladı. Kuramsal çalışmalarının yanısıra, sosyalist işçilerle ve Alman göçmenlerle ilişkilerini sıklaştırdı. Brüksel Alman İşçileri Derneği’ni kurdu ve Friedrich Engelsle birlikte komünist bir yazışma ağı oluşturdu. Komünistler Birliği’nin isteği üzerine Komünist Manifesto’yu yazdıkları bu yıllar, ikisi için de geçmişteki felsefi bilinçleriyle hesaplaşma ve tarihsel materyalizmi (maddeciliği) geliştirme yılları oldu: Bu yüzden, geçmişten kopuşları hem siyasal hem de kuramsal nitelikteydi.

    1848 İhtilali patlak verince, Belçika’dan sınır dışı edilen Marx, Köln’e yerleşerek, Neue Rheinische Zeitung gazetesini çıkarmaya başladı. Neue Rheinische Zeitung gazetesin Bu gazetede işçilere yönelik makaleler yayımladı.

    Önce Almanya’dan, hemen sonra da yeniden Fransa’dan sınırdışı edilince, 1849 yılında -ömrünün sonuna kadar kalacağı- Londra’ya yerleşti. Karl Marx, yoksulluk içinde yaşadığı bu dönemde iktisat incelemelerine ağırlık verdi. Temel eseri olan Kapital’i hazırlamaya başladı. 1851-1861 yılları arasında New York Daily Tribune gazetesinin Avrupa muhabirliğini yaptı.

    1864 yılında Uluslararası İşçiler Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı. Birinci Enternasyonal’in açılış konuşmasını ve tüzüğünü yazdıktan sonra, Kapital’in birinci cildini Almanya’da yayımlattı (1867) . Kızını görmek için gittiği Paris’te Paris Komünü’ne tanık oldu. İngiltere’ye dönünce Fransa’da İç Savaş (1871) adlı eserinde bu devrim denemesini değerlendirdi. Kapital’in yazımını sürdürürken, bir yandan da işçi partililerinin programlarının oluşturulmasına etkili biçimde katıldı. Dühring’e karşı kalem tartışmasında Friedrich Engels’i destekledi. Anti-Dühring’in (1878) bir bölümünün yazımında Friedrich Engels’le çalıştıktan sonra hastalanarak çalışmalarını büyük ölçüde yavaşlatmak zorunda kalan Karl Marx 14 Mart 1883 günü Londra’da öldü.

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • rosa luxemburg

    05.08.2007 - 12:07

    HAYATI:1871 yılının (bazı kaynaklara göre 1870) 5 Mart'ında Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Polonya'da doğmuştur. Daha genç yaşlarında sosyalizmle tanıştı ve dönemin solcu gruplarında yer aldı. Sadece 18 yaşındayken içinde bulunduğu gruplar ve politik görüşü yüzünden İsviçre'ye kaçmak zorunda kaldı. 1889'da Zürih Üniversitesi'ne girdi. Burada felsefe, tarih, politika, ekonomi ve matematik öğrenimi gördü, hayatında büyük etki bırakacak isimlerle tanıştı.
    1890 yılında Bismarck'ın sosyal demokrasiyi yasaklayan kanunu lağvedilip, sosyalistntoya girdi. Parlamentoya giriş dönemin sosyal demokratlarının devrimci uçtan uzaklaşmasına ve parlamentoda daha etkin olabilmek için çalışmasına neden oldu. Bu Rosa Luxemburg'un da dahil olduğu devrimci görüş bağlılarını rahatsız etmekteydi. Bu sırada Zürih'te öğrenim görmeye devam eden Rosa 1898 yılında doktorasını tamamladı. Özgür bir Polonya için çalışmalarına devam etse de, onun kafasındaki tabloda Almanya, Avusturya ve Rusya'da devrim gerçekleştiği taktir de Polonya özgür olabilirdi. Bu tablo milliyetçi bir çizgi çizen Polonyalı sosyalist grupların ve Polonya Sosyalist Partisi'nin ondan daha da uzaklaşmasını sağladı. Daha sonra bu görüşleri Rus sosyalist çevrelerle de ilişkisinin bozulmasını sağlayacaktı.
    1898 yılında Gustav Lübeck ile evlenerek Berlin'e taşındı, Alman vatandaşlığı kazandı. SPD'nin (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) aktif bir üyesi oldu. 1900 yılına gelindiğinde Luxemburg'un fikirleri tüm Avrupa'da sosyalist çevrelerde büyük yankı uyandırmakta, yazdığı makaleler ilgi görmekteydi. Özellikle Eduard Bernstein'in düşüncelerine getirdiği eleştiriler ile öne çıkıyordu. Alman militarizminin yükselen değer olması Luxemburg'u ziyadesiyle rahatsız ediyordu, bu konuda partiyle de ters düşmüştü. 1904 ile 1906 yılları arasında siyasi faaliyetleri ve görüşleri yüzünden üç kez hapse girdi. Bu hapis cezalarının hiçbiri onu yıldırmadı faaliyetlere devam etti. SPD'nin eğitim merkezlerinde Ekonomi ve Marksizm öğretmeye başladı.
    Rosa Luxemburg
    Savaşın başlamasıyla esen milliyetçi rüzgar SPD'nin de milliyetçi bir davranışa girmesine neden oldu, bu Luxemburg'un fikirlerine karşıydı ve partiyle olan tüm ilişkisini kesti. 5 Ağustos 1914'de Karl Liebknecht ile beraber Internationale grubunu kurdu. 1 Ocak 1916'da bu grubun adı Spartaküs Birliği (Spartakistler - Almanca Spartakusbund) oldu. Grubun devlete karşıt tutumu yüzünden 28 Haziran 1916'da Luxemburg hapis cezasına çarptırıldı. Hapiste geçirdiği yıllarda birçok makale kaleme aldı. Özellikle Rus devrimi üzerine yazdıkları ve Bolşeviklere getirdiği eleştiriler çarpıcıdır.
    1918 Kasım'ında Luxemburg hapisten çıktı. Faaliyetlerine devam eti ve Liebknecht ile birlikte Alman Komünist Parti'sini kurdu. 15 Ocak 1919'da Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve Wilhelm Pieck, Freikorps tarafından tutuklandılar, Pieck kaçmayı başarırken Luxemburg ile Liebknecht yedikleri darbelerle bilinçlerini kaybettiler. Aynı gün, Luxemburg ölene kadar dövülmüş ve ölü vücudu nehre atılmış, Liebknecht de başından yediği kurşunlarla öldürülmüştü.
    Not: O yıllarda bolseviklerde yapılan proleter devrimi,yine o yıllarda Alman sosyalizminin yapı taslarından olan Luxemburg'un bir proleter devrime zemin hazırlayamamış olması komünizm'in dünyadaki dönüm noktası olmuştur.Bu hamlenin gerçekleştirelememesi SSCB'nin uzun ömürlü olmasını engellemiştir

    Eserleri
    Gesammelte Werke ('Toplu Çalışmaları') , 5 cilt, Berlin 1970-1975.
    Gesammelte Briefe ('Toplu Mektupları') , 6 cilt, Berlin 1982-1997.
    Politische Schriften ('Politik Yazıları') , 3 cilt, Frankfurt am Main 19

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • döner sermaye

    05.08.2007 - 11:46

    KAPİTALİZMİN SÜREKLİLİĞİNİ SAĞLAYAN NEDİR? *
    Özgür Üniversiteden alınmıştır.

    Michael A. Lebowitz**


    Çok basit bir soruya değinmek istiyorum: Kapitalizmin sürekliliğini sağlayan nedir? Veya, Marksistlerin çok daha teknik dillerini kullanırsak, Kapitalizm bir sistem olarak kendini nasıl yeniden üretir?

    Elbette öncelikle aydınlığa kavuşturmamız gereken nokta, kapitalizm derken neyi kastettiğimdir. İnsanlar bu terimi kullandıklarında bir çok değişik şeyi kastediyorlar. [İnsanların Kapitalizm deyince] akıllarına bir piyasa ekonomisi veya ücretli işçilerin konumlandığı bir ekonomi geliyor-ya da bu, sadece şirketlerin baskın konumda olduğu bir ekonomi de olabilir. Doğal olarak bu durumda da, insanların anti-kapitalizm derken kastettikleri de birbirinden oldukça farklı olacaktır- piyasa karşıtlığı, ücretli emek karşıtlığı veya basitçe büyük şirket karşıtlığını kastediyor olabilirler.

    Benim [kapitalizm] tanımımsa Marxın geliştirdiği bir tanım: Kapitalizm; [içerisinde] insanların üretim araçlarından koparılması ve ekonominin organizasyonunun üretim araçlarına sahip olanlar tarafından yapılması sonucunda, insanların, varlıklarını sürdürebilmek için, bir ticari işlem konusu haline gelmelerinin zorunlu olduğu bir ilişkidir-insanlar emek güçlerini üretim araçlarının mülkiyetini ellerinde bulunduranlara satmak zorundadırlar. Fakat kapitalizmin karakteristik özelliği basitçe halk yığınlarının ücretli-işçi olmak zorunda kalmaları değildir. Aslolan emek gücünü satın alanların sadece ve sadece bir şey ile ilgilenmekte olmalarıdır- kar(daha çok kar): bu da şu anlama geliyor, emek gücünü satın alanlar kapitalistlerdir ve amaçları [sadece ve sadece] sermayelerini büyütmektir.

    İşçilerin emek güçlerini satın almaları sonucunda kapitalistler, üretim sürecinde işçileri yönetme hakkını ve [işçilerin] ürettiklerinin tümüne sahip olma-el koyma- hakkını elde ederler. Ve bu, örneğin; işçilerin, üretim sürecinde kendi kendilerini yönettikleri ve kendi ürettikleri üzerinde mülkiyet hakkına sahip oldukları kolektif ve işbirliğine dayalı yapılanmalardan oldukça farklı bir üretim ilişkileri bütünüdür. Kapitalist ilişkiler çerçevesinde; kapitalist, üretim sürecinde işçileri sömürme hakkını satın almıştır. Bu bağlamda kapitalist; işçilere, yaklaşık olarak, alışılagelmiş ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri kadarını öder fakat [bu süreçte] işçileri; kendisine olan maliyetlerinden daha fazlasını üretmeye zorlama hakkını satın almıştır. Sonuç olarak, işçi kapitalist için artı-değer, fazla para ve kar üretir-işçi kapitalistler için [daha] fazla sermaye üretir. İşçilerin sömürülmesi sonucunda elde edilen bu sermaye, daha fazla üretim araçları biçiminde biriktirilir. Sermayeye baktığınızda gördüğünüz şey, geçmişteki sömürünün sonuçlarından başka bir şey değildir.

    Marxın işçilere ulaştırmak istediği mesajın özü de buydu. Sermaye nedir? O [sermaye] sömürünün sonucudur. O, işçilerin aleyhine dönen [kendi] ürünleridir ve bu ürün makine ve teçhizat biçimindedir-gerçekten de insan etkinliğinin[kafa ve kol emeğinin] bütün ürünleri...

    Fakat nasıl [işçilerin] aleyhine dönüyor? Bu sistemin nasıl varlığını sürdürdüğü, nasıl kendini yeniden ürettiği üzerinde konuşmadan önce, bu sorunun sorulmasının bile, neden bu kadar önemli olduğunu anlamamız gerekiyor. Kapitalistleri sermayelerini genişletmeye[artırmaya] iten şeyin ne olduğunu ve işçi sömürüsünün artırılmasını özendiren şeyin ne olduğunu bir düşünelim. [Kapitalistler] bunu nasıl yapıyorlar? Bunun bir yolu, örneğin, işgününün uzatılması veya işin[işgününün] yoğunlaştırılması biçiminde, işçilerin kapitalistler için çok daha fazla çalışmasını sağlamaktır. Bir diğeriyse işçi ücretlerinin düşürülmesidir. Ve bir diğeri de işçilerin toplumsal verimlilikteki ve bilgi birikimindeki gelişmelerden faydalanabilmesinin önünü kesmektir. Sermaye, kesinlikle, işgününü uzatmak ve yoğunlaştırmak için yollar aramaktadır-elbette bu durumda sermaye, insanların dinlenebilmek ve kendilerini geliştirebilmek için zamana ihtiyaçları olmaları bağlamında insanoğlunun [bu] ihtiyaçlarıyla tamamen çatışma halindedir. Sermaye ayrıca, kesinlikle ve kesinlikle, işçi ücretlerini mevcut seviyesinde tutmak ve/veya bu seviyeyi daha da aşağıya çekmek için de yollar aramaktadır- ve bu da elbette, işçilerin varolabilmek için gereksinimlerini karşılayabilmelerinin önünü kesmek ve de toplumsal emeğin meyvelerine ortak olmalarını reddetmek manasına gelmektedir. Sermaye bunu nasıl başarıyor? Sermaye bunu tümüyle işçileri birbirlerinden farklılaştırarak ve birbirlerine düşman ederek yapıyor...

    Sermaye mantığının, insan ihtiyaçları konusunda yapacak herhangi bir şeyi yoktur. İşçileri bölmek için ırkçılığın ve patriyarşinin kullanılması, işçi sendikalarını baskı altına almak ve/veya feshetmek için devletin kullanılması, fabrikaların kapatılarak üretimin; insanların daha yoksul olduğu, sendikaların yasaklandığı ve çevre koruma düzenlemelerinin bulunmadığı bölgelere kaydırılmasıyla insanların hayatlarının mahvedilmesi biçiminde kendini gösteren pratikler kesinlikle kaza eseri değildir fakat, [bunlar] insanların sermayenin aracı haline geldikleri bir toplumsal yapının ürünüdür. Kapitalizmin karakteri hakkında daha bir çok şey söyleyebiliriz fakat bu noktanın artık anlaşılmış olduğunu düşünüyorum.

    Böylece esas konumuza dönebiliriz-bu durum nasıl devam ediyor? Kapitalizmin sürekliliğini sağlayan nedir? Böyle bir sistem nasıl yeniden üretilebiliyor? Birkaç cevap önermeme izin verin...

    Birincisi, işçilerin sömürülmesi apaçık değildir. Bu durum, işçinin emek gücünü-çalışma kabiliyetini-sattığı ve kapitalistin, onun emeğinin bütün nimetlerini elde ettiği biçiminde tezahür etmez. Bu durumda sözleşmede; sen günün şu bölümünde kendin için(kendi ihtiyaçlarını karşılamak için) çalışıyorsun, ve bu bölümünde de kapitalist için çalışıyorsun ve onun sermayesini büyütüyorsun biçiminde herhangi bir madde yoktur! Aksine, işçi zamanının belirli bir kısmını (bir iş günü) kapitaliste satıyormuş ve de bunun parasal karşılığını alıyormuş gibi görünür. Böylece, açıktır ki işçi ne isterse ona sahip olabilir- eğer geliri düşükse bu işçinin satacak çok değerli bir şeyi olmadığı- (kapitalistle karşılaştırıldığında) topluma pek faydası olan bir şeyi olmadığı- manasına gelir ve gerçekten de herhangi bir şeyi olduğunda işçi mutlu olmalıdır. Ve bu bakış açısından, kısacası herhangi bir sömürü yoktur. Marx bu noktada oldukça haklıydı-belirli bir zaman dilimi için verilen ücret biçiminde ifade edilen, çok bilinen ücret tanımı, sömürünün tüm izlerini gizlemektedir- her emek ödenmiş emek biçiminde tezahür eder. Marx, sömürünün görünüşte farkına varılamamasının ayrıca, işçi ve kapitalist tarafından temsil edilen adalet nosyonunun ve kapitalist üretim tarzının bütün mistifikasyonlarının da (173) * altını çizmekte olduğunu belirtmektedir. Bu bağlamda; herhangi bir sömürünün bulunmadığını düşünme eğilimindeki kişinin sadece kapitalist olmadığını, işçinin de böyle bir eğilime sahip olduğuna dikkat ediniz. Eğer durum bu şekilde anlaşılırsa da, işçiler mücadele ettiklerinde sömürüye karşı değil, adaletsiz ücretlere ve çalışma koşullarına karşı mücadele ederler-böylece işçiler daha iyi ücretler için ve daha kısa işgünü için mücadele ederler; hakkaniyet olarak gördükleri şey için yani: hakkaniyetli bir ücret için hakkaniyetli bir çalışma. Kısacası işçiler kendilerini sisteme karşı değil de onun bazı adaletsiz sonuçlarına karşı görürler ve bunlara karşı mücadele ederler.

    İkincisi (ve birinciyle oldukça ilişkili olansa) eğer üretim sürecinde herhangi bir şekilde işçilerin sömürüldüğü görülmüyorsa bu durumda sermaye de sömürünün bir sonucu olarak görülemeyecektir- ve sermaye işçilerin kendi ürünleri biçiminde tanımlanamayacaktır. Öyleyse,bütün bu zenginlik nereden geliyor? Makinelerin,bilimin ve verimliliği arttıran her şeyin kaynağı nedir? Bütün bunlar kapitalistin katkısı olmalı! Kapitaliste, çalışma kabiliyetini (ve tabii ki tüm ürettiklerinin mülkiyet hakkını da) satmalarıyla, işçilerin toplumsal verimliliği, zorunlu olarak, sermayenin toplumsal verimliliği biçimine bürünür. Marx bu konuyu şöyle yorumluyor: Hünerin, bilginin ve toplumsal aklın tüm üretici güçlerinin birikimi böylece emeğe tümüyle karşıt bir biçimde sermaye tarafından soğurulur ve bundan dolayı sermayenin bir niteliği biçiminde görünür. (156) Burada tanımlamaya çalıştığım şey tam da sermayenin mistifikasyonu dediğimiz şeydir. Sistem geliştikçe üretim, sermaye biçimini alan geçmiş emeğin sonuçları bağlamında daha da fazla sabit sermayeye bel bağlayacaktır-bu artan sermaye (ve kapitalist) işçiler için daha da gerekli görülecektir. Kısacası işçilerin kendilerini sermayeye bağımlı olarak görmeleri de kaza eseri olan bir olay değildir. Marx bu bağlamda çok önemli olan şu yorumu yapıyor:

    Kapitalist üretimin ilerlemesi; eğitim, gelenekler ve alışkanlıklar vasıtasıyla bu üretim tarzını, açık bir şekilde, doğal hukuk kuralı biçiminde değerlendiren bir işçi sınıfının ortaya çıkmasını sağlar. Kapitalist üretim tarzı bir kere yerleştiği ve geliştiği vakit, artık kendisine yönelik her türlü direnci kırar.(157)

    Sömürünün bu gizli doğası ve de sermayenin mistifikasyonu bağlamında, açık ve net bir biçimde, kapitalizmin bir sistem olarak kendisini yeniden üretebilmesi için sağlam bir temel elde etmiş oluruz. Fakat dahası da var...

    Kapitalizmin nasıl varlığını devam ettirebildiğine dair üçüncü nedense, toplumun her türlü ilerleme için, sadece sermayeye ve kapitaliste bağımlı olduğunun görünmemesidir. Kapitalist ilişkiler çerçevesinde, bir birey olarak işçiler gerçekten de sermayeye, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bağımlıdırlar. Üretim araçlarından koparıldıkları ve de ihtiyaçlarını karşılayabilmek maksadıyla para kazanmak için çalışma kabiliyetlerini satmak zorunda kaldıkları sürece işçiler, kendileriyle ihtiyaçlarının karşılanabilmesi arasında aracı olan kapitaliste gereksinim duyarlar. Fakat ücretli işçi için asıl trajedi emek gücünü satması değil, [onu] satamamasıdır. Bir malı satmak üzere olan bir kişi için, bu malın hiç alıcısı olmamasından daha kötü ne olabilir ki? Bu durumda da öyle görünüyor ki; işçilerin kapitalistlerin sağlığından, varlıklarını devam ettirebilmelerinden ve de kapitalistlerin bir kısmının [her zaman için] kendi emek güçlerine olan taleplerinin daha da artmasından çıkarları vardır-bu da Marxın dediği gibi; işçilerin eğitim, gelenekler ve alışkanlıklar vasıtasıyla, sermayenin gereksinimlerini, apaçık bir şekilde, doğal hukuk kuralı biçiminde değerlendirmeleriyle mümkün olur. İşçilerin ücretli işçi olarak yeniden üretilmeleri için, sermayenin yeniden üretilmesi gerekmektedir.

    Kapitalizmin bir sistem olarak sürekliliğini nasıl sağladığına dair başka nedenlere ihtiyacımız var mı? Daha önce saydığımız başka bir nedeni de burada fazladan değerlendirmeme izin verin... Genel olarak meslek edinmek ve de ihtiyaçlarını karşılayabilmek bağlamında işçiler basitçe kapitalist devlete bağımlı değildirler, kişisel sermayelere bağımlıdırlar! Sermaye, bir çok sermayenin bileşimi biçiminde varolduğu için ve bu sermayeler de kendi aralarında rekabet ettikleri için, kesinlikle ve kesinlikle, işçilerin kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri bağlamında, kendilerine iş imkanı sağlayacak olan kişisel sermayelerin başarılarına bağlı kalmaları için çok sağlam bir temel vardır. Kısacası sermayenin [işçileri] bölmek için bilinçli çabalarından bahsetmeden önce, farklı firmalarda-ülke içinde ve ülkeler arasında-işçilerin farklılaşması için zaten sağlam bir temel olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka deyişle, işçilerin diğer işçileri kendilerine nasıl düşman olarak gördüklerini ve işverenlerine, sırf diğer işçilere karşı rekabet üstünlüğü kazanabilmek için nasıl tavizler verebileceklerini kolaylıkla görebiliriz.

    Bütün bu tanımlamalardan sonra, Marxın, kapitalizmin, gereksinimlerini besbelli doğal hukuk kuralları olarak görecek işçiyi üretmekte olduğunu söylemesinin sebebini anlamak hala zor mu? İşçinin sermayeye bağımlılığını düşündüğümüzde, neden/nasıl kapitalizmin varlığını sürdürebildiğini anlayabilmek hala zor mu? Bütün bunlardan sonra, Marx sadece kapitalizmin [kendisine yönelik] her türlü direnci kıracağını söylemiyor, bununla birlikte, sermayenin [işçinin] kendine olan bağımlılığına-ki bu da üretim ilişkilerinden doğar- bel bağlayabileceğini ve bunun da sürekliliğiyle garanti edildiğini belirterek devam ediyor.(899) Kısacası kapitalizm, ihtiyaç duyduğu işçileri üretme eğilimindedir.

    Evet, burada tahrif edilmiş bir kapitalizm portresi çizdiğimi söyleyebilirsiniz. [burada] kapitalizmi çelişkilerden bağımsız, sadece metalar üreten istikrarlı bir sistem olarak tarif ediyor gibi görünebilirim. Evet, ya ekonomik krizler? Kapitalizm kendi doğasında bulunan krizlerle muhatap olmak zorunda kalmıyor mu? Bazıları sistemin bir haftada çöke(bile) ceğini öngörüyorlar. Kapitalizmin sürekli krizinin onun doğumuyla birlikte başladığını söyleyen bir çok argümana katılmıyorum. Fakat bununla birlikte, sistemde kesinlikle krizler ortaya çıkıyor ve de ortaya çıkma eğiliminde- işsizliğin arttığı,üretimin azaldığı ve de kar oranlarının düştüğü periyotlarda- Bütün bu krizler yeni bir sisteme ihtiyaç olduğunu göstermiyor mu?

    Herhangi bir soruya gerek kalmaksızın, bir ekonomik kriz [bu] ekonomik sistemin gerçek yüzünü ortaya çıkarmaktadır. İstihdam edilmemiş insanlar, kaynaklar, makineler ve fabrikalar- aynı zamanda üretilesi gereken şeylere ihtiyacı olan bir yığın insan- olduğu vakit, kapitalizmde üretimin insan ihtiyaçları için yapılmadığı, sadece ve sadece kar amaçlı yapıldığı açık ve seçik bir biçimde görülebilir. İşte bu zamanlar insanların sistemi sorgulamak üzere sefer olabilecekleri zamanlardır. Fakat bununla birlikte, insanlar sermayenin gerekli olduğunu düşündükleri sürece, aradıkları çözümler de sermayenin mantığıyla çatışır bir yapıda ol(a) mayacaktır. (Aynı şey kapitalizmin ürettiği/neden olduğu çevresel/ekolojik krizler için de geçerlidir) İşçiler sermayeyi, işlerinin, zenginliğin ve de yaşamın devamını sağlayan her şeyin kaynağı olarak gördükleri sürece de, [bu duruma] cevapları kesinlikle ve kesinlikle altın yumurtlayan tavuğu boğazlamak istememe doğrultusunda olacaktır.

    Aynı noktanın, işçilerin ücretleri yükseltmek, işgününü kısaltmak ve çalışma koşullarını düzeltmek amaçlı sermayeye karşı mücadeleleriyle ilişkili olarak ortaya konması da gerekmektedir- hem doğrudan bazı işverenlere karşı hem de devleti kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak için ele geçirmeye yönelik- Ve yine, işçiler sermayeyi kendi ürünleri olarak görmedikleri sürece buna karşılık da, ortak bir yanılgı olarak(kendi çıkarlarına uygun olarak) varlıklı kapitalistlere ihtiyaçları olduğunu düşündükleri sürece sermayeyi, krize sokabilecek her türlü eylemden kaçınacaklardır. İşçiler sermayenin gerekli olduğu düşüncesiyle sermayeyle aralarındaki bağları koparmadıkları takdirde de, kendi kontrolleri altındaki [herhangi] bir devlet, sermayenin genişletilmiş yeniden üretimini sağlamaktan başka bir işlev görmeyecektir. Bu, kısacası sosyal demokrasinin oldukça müteessir tarihini betimlemektedir- öyle ki, bazı taraftarlarının öznel bakış açılarının tam tersine [sosyal demokrasi] sermayenin yasalarını güçlendirerek son bulmuştur.

    Böylece tekrar sorumuza geri dönebiliriz-kapitalizmin sürekliliğini sağlayan nedir? Kapitalizm bir sistem olarak kendini nasıl yeniden üretir? Sanıyorum ki önerdiğim cevabı kolaylıkla görebiliyorsunuz: sermaye ihtiyaç duyduğu işçi sınıfını üretme eğilimindedir. [Sermaye] kendisini, bir gereklilik olarak gören işçileri üretir- kendi ihtiyaçlarınızı karşılayabilmek için mücadele etmek zorunda olduğunuz adaletsiz bir sistem, ve ücretli işçilerin yeniden üretilebilmesi için sermayenin yeniden üretilmesinin gerekli olduğu bir sistem- Kapitalizmin sürekliliğini sağlayan nedir: Ücretli işçiler. İşçilerin, ücretli işçiler olarak yeniden üretilmesi sermayenin yeniden üretilebilmesi için gereklidir.

    Patriyarşi ve ırkçılık hakkında herhangi bir şey söylemediğime dikkatinizi çekerim. Kendisini solda tanımlayan bazıları, patriyarşi ve ırkçılığın, kapitalizmin varolabilmesi için gerekli olduğunu iddia ediyorlar. Fakat kapitalizmin varlığını sürdürebilmesi için neyin gerekli ve neyin yararlı/kullanışlı olduğunu birbirinden ayırmamız gerektiğini düşünüyorum. Gereklilikten bahsettiğimiz zaman, şunu söylemiş oluyoruz: x olmaksızın kapitalizm varolamaz. Fakat ben bunun patriyarşi ve ırkçılık için geçerli olduğunu düşünmüyorum. Sermaye kesinlikle ve kesinlikle, ırkçılığı, patriyarşiyi, ulusal ve etnik farklılıkları, işçi sınıfını bölmek, zayıflatmak ve de mücadelesini sermayeden uzak tutabilmek için kullanır. Fakat sermaye işçi sınıfını bölmek ve zayıflatmak için başka bir çok yol da bulabilir. Ve [sermaye] bunu patriyarşi ve ırkçılık olmaksızın da yapabilir aynen daha yüksek ücretlerle ve daha kısa işgünüyle yapabildiği gibi... (aynen Güney Afrikada aparteid ve beyaz yasaları olmadan da yapabildiği gibi) Bununla birlikte, sermayenin beraber varlığını sürdüremeyeceği tek şey şudur: sermayenin, sömürünün sonucu olduğunu anlayan (örneğin; zenginliğin işçilerin ortak çalışmasının sonucu olduğunu bilen) ve de bu sömürüye son vermek için mücadele etmeye her an hazır olan bir işçi sınıfı...

    Şurası da açık ve net ki; bu karakterde bir işçi sınıfı gökyüzünden inmeyecektir-sermaye, [sermayenin] gereksinimlerini, açıkça, doğal hukuk kuralı biçiminde algılayan işçiler ürettiği zaman değil- Cevap, cahil işçilere sosyalist bir bilinç aşılayacak öncü bir parti midir? Sermayenin ürünü olan işçiler dışarıdan gelen bu tip mesajlara neden ilgi göstermek zorunda olsunlar ki? Bu resim kaçınılmaz bir ilgisizlik ve izolasyon senaryosu olarak görünmektedir.

    Bununla birlikte tablonun göründüğü kadar da karanlık olmadığını belirtmeme izin verin. İşçiler basitçe sermayenin ürünleri değillerdir. İçinde bulundukları ve de varoldukları bütün ilişkiler tarafından tanımlanırlar (ve kendilerini tanımlarlar) . Ve kendilerini mücadeleleri doğrultusunda dönüştürürler-ve bu sadece sermayeye karşı mücadeleleriyle değil patriyarşi ve ırkçılık gibi diğer ilişkiler bağlamında da gerçekleşir- Bu tip mücadeleler yoğun bir şekilde kapitalist ilişkiler tarafından kuşatılmış olsa da, kolektif mücadelelere katılarak insanlar kendilerini yenileyebilir ve geliştirebilirler. [İnsanlar] kolektif mücadelenin önemine içkin yeni yeterlilikler ve anlayış biçimleri geliştirirler. Mücadeleleri vasıtasıyla/süresince kendilerini devrimci özneler olarak üreten ve geliştiren insanlar, sermayeyle bambaşka kişiler olarak ilişkiye girerler; harekete dahil olmayan insanların aksine, onlar sermayenin doğasına yönelik bir anlayış/kavrayış edinmeye daha açıktırlar.

    Fakat [onlar] yine de bu anlayışa sadece açıktırlar. Bütün bu eylemler, gösteriler ve mücadeleler kendi içlerinde kapitalizmin ötesine geçemezler. İçsel sömürünün basitçe adaletsizlik olarak görünmesi ve sermayenin mistik doğası, bu mücadeleleri sadece ve sadece kapitalist ilişkiler bağlamında adalet, eşitlik talep etmeye yönlendirir, herhangi bir şekilde kapitalizmin ötesinde bir adalet talep etmeye yönlendirmez. [Bunlar] en iyisinden bir işçi sendikası veya sosyal demokrat bilinci doğururlar- sermayeye bağımlılığın sürdürülmesiyle sınırlandırılmış bir bakış açısı, örneğin, kapitalist ilişkiler tarafından sınırlandırılmış...- Hareket içerisindeki insanların kendiliğinden tepkileri başlı başına sermayenin ötesine geçebilmek için yeterli değildir. Kapitalizmin doğasının tartışılması [onun] yeniden üretilmemesi açısından kritik önem taşımaktadır.

    Sermayenin kavranması için, bunlarla birlikte, sermayenin doğasını ve sömürüye içkin köklerini basitçe anlamaktan daha fazlası gereklidir. İnsanların daha iyi bir dünyanın mümkün olduğuna inanmaları gerekiyor. Bir alternatif olduğunu hissetmeleri gerekiyor. Hem de uğruna mücadele etmeye değecek bir alternatif...Bu bağlamda da, bir sosyalist alternatifin tanımlanabilmesi-ve 20. yüzyıldaki çabaların yetersizliklerinin ve başarısızlıklarının analiz edilmesi- insanları kapitalizme son vermeye yönlendirebilecek sürecin en önemli aşaması haline gelmektedir.

    Ve bu süreçte, biz solda olanlar, aktif bir biçimde; kapitalizmin doğasını tartışmazsak ve bir sosyalist alternatifi açık ve seçik bir biçimde tanımlayamazsak, kapitalizmin sürekliliğini neyin sağladığına dair anlatımın bir parçası haline gelmekten kurtulamayız.

    *Bu yazı Monthly Review Haziran sayısından alınmıştır.

    ** Michael L.Lebowitz Simon Fraser Üniversitesinden emekli ekonomi profesörüdür. Ve Beyond Capital: Marxs Political Economy of the Working Class adlı kitabın yazarıdır. Şu anda Venezüellada yaşamakta ve çalışmalarını sürdürmektedir.

    *Alıntılar yazarın Beyond Capital: Marxs Political Economy of the Working Class adlı kitabından yapılmıştır. ulaşım adresim

    PATİ[email protected]
    HARAMİLER.COM

  • hallac-ı mansur

    20.07.2007 - 21:41

    HALLAC-I MANSUR

    Hallacı Mansur’un esas adı Ebu Abdullah Hüseyin b. Mansur el Beyzavi el Hallac’tır. Hallacı Mansur bu uzun ismine rağmen daha çok Mansur el-Hallac diye anılır. Alevi Bektaşi literatüründe ise Hallacı Mansur olarak anılır.
    Hallacı Mansur Hicri 244 (Miladi 858) yılında Beyza yakınlarında bir kasaba olan Tur’da doğdu. 922 de Muktedir’in buyruğu üzerine Bağdat’ta asılarak, uzuvları kesilerek iskence ile öldürüldü. Hallacı Mansur’un babası Müslüman, dedesi ise Mezdek inancındaydı. [i] Hallac-ı Mansur bazende Muhammed b. Ahmet el-Farisi adını da kulanıyordu.[ii] Hallac; Hüseyin b. Mansur’un lakabıdır. Mansur, Hallac lakabını baba mesleği olan yorgan yatak yünlerini, pamuklarını temizliyen, tarayan anlamında olan yorgancı ve hallaç mesleğinden dolayı almıştır. Yani Hallacı Masur’un babası yorgancılık yapıyordu. Bu nedenle de Hüseyin b. Mansur’a Hallac-ı Mansur olarak söylendi.
    Doç. Dr. Bedri Noyan dedebaba, Hallac-ı Mansur’un Hallac lakabını almasını şöyle anlatıyor.[iii] Hallac-ı Mansurun esas mesleği hallaçlık değildir. Birgün hallaçlık yapan bir dostunun dükkanına gider. “Ben senin işini görürüm, işin geri kalmaz.” diyerek onu bir yere yollar. Adam dönüşünde bakar ki bütün pamuklar atılmış. (Mansur, parmağının bir işareti ile o pamukları atmış.) Bunun üzerine kendisine Hallac takma adı verilmiş.”
    Hallac-ı Mansur’un çocukluğu Beyza’da geçti Beyza, İran coğrafyasında yer alır. Bu nedenle de Hallac’ın İran kültür ve inanç etkisinde olması gerekir. Hakbuki Hallac-ı Mansur’un düşünce yapısını incelendiğinde, İran inanç ve kültüründen fazlaca etkilemediği görülmektedir. Bunun aksine kendi yaşamından uzak olan Arap kültür ve inancı daha fazla ilgisini çekmiş ve kendisini fazlaca etkilemiştir. Bunu da çevresinin etkisi ile olsa gerek ki, henüz küçük yaşlarda olduğu halde Kur’ana ilgi duyuyor ve Kur’an derslerini almaya başlıyor. Hallac-ı Mansur küçük yaşlarda Kur’anı ezberlemiştir. Hallac-ı mansur’u ilginç kılan, ve sunni ulamayı şaşırtan ve hayretler içinde bırakan yanı ise çok küçük yaşlarda Kur’an hakkında yorumlar getirmesidir.
    Hallac-ı Mansur 16 yaşlarında devrin büyük süfi bilgini Sehl b. Adullah et-Tüsteri’den 2 yıl kadar ders aldı. Tüsteri’nin ölümü üzerine Basra’ya gitti. Hallac-ı Mansur burada ünlü süfi bilgin Amr b. Osman el Mekki’den 2 yıl kadar dersler aldı. Bu sırada hocası olan Amr b. Osman el Mekki’nin karşı çıkmasına rağmen Hallac-ı Mansur ünlü süfi bilginlerinden Ebu Yakup el-Akta’nın kızı Ümmü Hüseyin’le evlendi. Bu evlilikten Süleymen, Ahmet (Hamd) , ve Abdüsamed adında üç erkek, bir de bir kız çocuğu oldu.
    Hallac’ın bu evliliği süfilerin arasında ikilik yaratmıştı. Süfiler arasındaki bu kavga Hallac-ı Mansur’un Basra’yı terk etmesine sebep olmuştur. Hallac-ı Mansur tam Basra’yı terk etmek üzereyken Süfilerin önderi ve piri olarak anılan Cüneyd el-Bağdadi ile tanıştı. Var olan rahatsızlıkları, dedikoduları, bu nedenle duyduğu üzüntüyü kendisine anlattı. Cüneyd kendisine öğütlerde bulunarak sabırlı ve sükünetli olmasını istedi.
    Hallac-ı Mansur kendisine isnat edilen iftira ve dedikodulara daha fazla dayanmadığından Basra’dan ayrılarak Mekke’ye gitti. Mansur, Mekke’de nefsini terbiye ile ruhunun miracını
    Hayatı azaltan afatlardan biri hasrettir.
    gerçekleştirmek üzere Kabe’nin haremine kapanarak çile sürecine girdi.
    Hallac-ı Mansur’un Mekke’ye gelişini Ebu Yakup Neh-Recur-i şöyle anlatıyor:
    “ Mekke’ye ilk gelişinde Kabe’nin sahnında oturuyordu. Hallac, bu bir yıllık.ile süreci içinde oturduğu yerden sadece abdest almak ve tavaf etmek için ayrılmıştır. Ne güneşe aldırıyordu ne de yağmura. Her yatsı vakti yanına bir çörekle bir testi su konuyordu. Bir çöreğin dörtte biriyle bir kaç yudum su alıyor geri kalanı çeviriyordu.[iv]
    Hallac-ı Mansur’un bu perhiz-çile denemeleri o günün süfilerini şaşkına çeviriyordu. Aynı zamanda kendisine kızıyor ve alehinde dedikodular yapıyorlardı.Bu dedikoduları Şeyban şöyle naklediyor:
    “Öğle sıcağıydı. Bir taşın üstüne oturmuş duran bir genç ile karşılaştık. Hava çok sıcak ve bunaltıcı olduğundan alnında akan terler taşa dökülüyordu. Arkadaşım bu manzarayı görünce bana: “Haydi gidelim” diye işaret etti. Vadiye inince de şöyle dedi: “ Ömrümüz vefa ederse şu adamın başına neler geleceğini göreceğiz. Oturmuş Allah ile ahmakça sabır yarışı yapıyor. Allah ona, tahammül edemeyeceği bir bela mutlaka verecektir.” Daha sonra bu gencin, Hallac olduğunu öğrendik.
    Hallac-ı Mansur Mekke’de kaldığı süre zarfında Hac veya umre için gelen müslüman gruplarla sıkı ilişkiler içinde oldu. Onlara kendi düşüncelerini aktarıyor ve onları çeşitli konularda aydınlatıyordu. Özellikle de bu müslüman gruplar içinde Horasan ve civarında gelen insanlara daha yakınlık gösteriyor, onlara Kur’an yorumlarını yapıyor ve çeşitli bilgiler vererek onları aydınlatıyordu.
    Hallac-ı Mansur 271 (milladı 900) yılında Mekke’den tekrar Basra’ya döndü. Hallac; ruhsal alemde artık amacına ulaşmış, hayata, insana ve dine değişik perspektiflerden bakmaya başlamış ve kendisine yakışır bir biçimde konuşmaya başlamıştır. Hallac’ın bu durumunu sevgisini kazanananları çoğalttığı gibi, Sünni Ulamanın başını çektiği çevrelerin tepkilerini üzerine çekerek düşman cephesini de büyütmüştür.
    Tasavuf konusundaki yeni düşünceleri, etkili davranışları, konuşmaları nedeniyle gittiği yerde çevresinde büyük bir kalabalığın toplanmasına yol açan Hallac-ı Mansur’u değişik inançta ve mezhepte kimseler savunmuştur. Miladi 908 de baş gösteren Hanbeli ayaklanmasına katılmakla suçlanan Hallac-ı Mansur 913 tarihinde Sus’ta bir kadın saray polislerine “ Hallac denen bir adamın evini biliyorum. O eve her gece gizliden birileri geliyor ve çok sakıncalı şeyler konuşuyorlar” deyip şikayette bulundu. Bunun üzerine Hallac’ın baş düşmanı Ebul Hasan Ali b.Ahmet er-Rasimbi tarafından tutuklandı. Sekiz yıl tutuklu kaldıktan sonra Bağdat’a götürüldü. Maliki kadısı Ebu Ömer Hammadi’nin fetvası ve Abasi Halifesi Muktedir’in buyruğu üzerine 22 Mart 922 tarihinde Bağdat’ta idam edildi.
    Hallac-ı Mansur; idama getirilirken önce 1000 kamçı vurularak kamçılandı sonra., darağacında asılarak gövdesi param parça edildi. Halalc-ın gövdesinden kesilerek koparılan her bir parçası, her bir uzvu “Enel Hak” diyordu. Bu durumu gördükleri halde halen inanmak istemeyen bu caniler bu zulümle de yetinmeyerek, gövdesi param parça edilmiş Hallac-ı Mansur’u halka teşhir için tüm bağdat sokaklarında gezdirip ve halkı Hallac’ın kafasının kesilmesini seyre zorlanmıştır. Hallac’ın kafası gövdesinden koparıldığı zaman seyre zorlanan halkın gözü önünde Hallac-ı Mansur’un kesik başı “Enel Hakk” diye söylemiştir. Tüm bu olup bitenlere rağmen kafası kesilen Hallacı Mansur gövdesi yakılarak külleri suya serptirilmiş yine de nehrin suları “Enel Hakk “ diye bağırıp çağırmıştır. Suyun bu seslenişi Hallac’ın
    “Ben idam edilip, yakılacağım. Benim küllerimi nehire serptirecekler. Nehir bana yapılan zülme
    Allah’a dayanan hiç bir zaman yıkılmaz. 2
    dayanamayacak ve “Enek Hakk”diye bağıracaktır. Sen o zaman benin abamı alıp getirip nehire
    atacaksın. Ancak o zaman sesler kesilecektir diye yardımcısına vasiyette bulunur. Hallac’ın bu vasiyeti yerine getirmek üzere Yardımcısı tarafından Hallacın abası suya atılmış, bölece nehirden gelen “Enel Hakk” nidaları son bulmuştu.
    Hallac-ı Mansur’u idama götüren nedenler:
    Hallac-ı Mansur’un düşünceleri “insan-tanrı- evren” konularını içeren, varlık birliğini savunan, bu nedenle de şeriat anlayışına aykırı sayılan bir niteliktir. Hallac’a göre; gerçek olan, var olan,”Bir”dir. “Çokluk” bir görüştür. “Bir’in değişik biçim ve nitelikte yansımasıdır. Bu “Bir” de Tanrı’dır. Ancak, evren ve insan bu “Bir’in dışında değil, içindedir, onunla özdeştir. Bu nedenle insanın “Enel Hak” demesi doğrudur, gereklidir.[v] İnsan konuşan, dolaşan, düşünen, sevinen, gülen, üzülen, öfkelenen bir Tanrı'dır. Tanrının bütün nitelikleri insanda, insanın bütün özellikleri Tanrı’da, evrende bir birlik, bütünlük içindedir. Ölüm gerçek değildir, bir değişmedir, bir görünüştür. Bundan dolayı kişinin ölümü yaşamında, yaşamı da ölümündedir. Hallac-ı Mansur bu düşüncesini, çevresinde toplanan büyük bir kalabalığa “Beni öldürün. Beni öldürün, yaşamım ölümümde, ölümüm yaşamımdadır.” Sözleriyle açıklamıştır.
    Hallac, Hz Muhammed’in ilahiliği üzerinde ısrarla duran ve Tavasin’de onun ebedi ve ilahiliği açıkça belirten ilk süfilerdendir. Buna rağmen Suni İslam ulamasının boy hedefi olmaktan da kendini kurtaramamıştır. Sünni İslam ulamasını kızdıran ve hatta idamına ferman edilen Hallac-ı Mansur Hz. Muhammed için;
    “Hz. Muhammed’in varlığı yokluktan öncedir. Adı ise kelamdan önce gelir. Cevher ve arazlardan önce ve sonranın hakikatlarından önce bilinmekte idi. Ne doğulu ne de batılı bir kabileden gelir.
    Hz. Muhammed sürekli olarak sufilerin kalplerini yakan, sönmeyen bir nur’dur. Bütün peygamberler ve veliler “Nur’larını” (bilgilerini) ancak Peygamberlerin Nur’undan alırlar. Onun nur’u kelam’inkinden daha parlak ve daha ezelidir.”
    Diğer bir söylenceye göre de:
    “Eğer bir gün Hz. Muhammed ile görüşmem nasip olsaydı ona: “Mi’rac gecesinde niçin yalnız kendi ümmetin için mağrifet istedin? Diğer bütün kafirler için de merhamet isteseydin elbette esirgenmezdi derdim.. demiº. Bunun üzerine Rasul-ullah (Hz. Muhammed) in ruhu ortaya gelerek.ona görünmüº ve hiddetle: “ Benim Tanrı iradesinden başka bir şey istememin imkanı var mıydı? ” deyince Mansur niyaz edip özür dilemiş ise de kabul edilmemiş, başın fedası ile sulh olunacağı kendisine söylenmiş. Mansurun idamıda bu nedenle yerine getirilmiş. [vi]
    Acaba Halac-ı Mansur’u ölüme götüren, Sunni İslam ulamasının yoğun tepkisini üzerine çekerek işkence ile öldürülmesine fetva veren Hambeli kadısını zorlayan Hallac’ın bu sözleri mi? yoksa Halalc’ı Karmati’lerle ilişkilendirip, isyancı gösterip, halkın gözünden düşürerek ondan kurtulmayaı isteyen Abasi Halife’lerinin hileli oyunları mı?
    Karmatiler;
    Hemedani Kırmiti, bir İsmaili şeyhinin tavsiyesi ve yol göstericiliği ile geçim sıkıntısını çeken, yoksul, yetiştirdikleri hurmaları boğaz tokluğuna varlıklı ailelere satan, kısacası; düzenden hoşnut olmayan ve Abbasi ve Arap zülmüne karşı olanlanlardan bir güç oluşturdu. Daha sonraları bu güçlerin birliktelikleri sonucu çoğalıp, büyüyerek düzeni rahatsız edecek boyuta gelmeleri ile de
    Tatlı dilli olanların dostları, her gün biraz dah artar. 3
    Karmati adını aldılar. Diğer bir deyişle Karmati tarikati. Daha sonraları karmati devleti olarak görmekteyiz.
    Abbasi Halifeleri’ni, Arap gericilerini ve Sünni İslam ulamasını korkutan ve düzenini rahatsız eden, Karmati İmamlarının neler söylediklerine bakalım;
    Karmatiler (Karamita) düzene karşı örgütlenmiş ve hatta Sunni İslamın savunduğu bir kelamı, bir ibadet türünü savunmuyorlar tam tersine “ Bizim kabemiz ve kıblemiz Kudüs olduğundan bütün ibadetlerde oraya dönülür. Dinlenme günü Cuma değil Pazar günleridir.Yılda iki gün oruç tutulur. Bu da Nevruz ve Mihrican günleri uygulanır. İnsanlar arasında her hangi bir fark yoktur. Tüm insanlar eşittir. Tüm insanlar eşit oldukları için mallarıda eşittir”[vii]
    “Kur’anın gerçek manasını ancak batini imamlar bilir”
    Karmati’ler de kemal, ikinci doğumla gereçekleşir. Alem bir tecelliler bütünüdür ki türlü şekillerde görülür ve görünür. Madde bir hicap (perde) tır. Bu hücap kaldırıldığında kişiyi aşan kozmik bir zihin şuuruna erilir ki işte ikinci doğum budur. Bu doğum, bir kozmik ben’e ulaşma halidir.
    İkinci doğumun elde edilmesini sağlayan mistik eğitim (seyrusüluk) Beş müsibetten kurtulmak olarak görülür. İnsanın kozmik ben’e ulaşmasını engelleyen Beş negativite şunlardır: Gök, tabiat, kanunlar, devlet, ihtiyaç, ve zaruret. Beş müsibetten kurtulmak ibadettin de hem amacı hem de kendisidir.
    Muhamed Ali es- Suri Karmatiler için şöyle der: Karmati eserlerin bilim ve düşünce üstünlüğü tatışılmaz. Bunu inkar edemeyen iftiracı çevreler Karmati’leri ahlak ve inanç yönünden çamurlama yolunu tutmuşlardır.
    Karmati düşünce, Kur’ana bağlı bir sistem geliştirmiştir. Ancak geliştidikleri bu düşüncelerinde Kur’an, alabildiğine sübjektif bir yoruma tabi tutulmuştur. “Karamati te’vil” diyebileceğimiz bu yorum, yer yer Kur’anı tanımaz hale sokulabilmiştir. Çünkü onlara göre; “Kur’anın gerçek manasını ancak batini imamlar bilir”[viii] Karmati hareket gibi muhteşem bir düşünce ve siyaset aksiyonunun kur’an vahyini rahatsız eden bu tavırı, insanlık dünyası için çok büyük bir kayıp olmuştur kanısındayız.
    İbni Sina ise; Karmati’lerin sosyal hayatlarına ve yetişme usullerine yönelik olarak şöyle der; Karmatiler, fevkalede iyi yetişen, bunu sağlamak içinde çok okuyan insanlardı. Darulhikme denen medreselerde eğitim görürlerdi. Kitap okuma işini meclis denen yerlerde yaparlardı. Meclislerde her türlü bilim ve felsefe konuşulurdu. Tartışmalar ciddi biçimde yazıya geçirilir, sonra da bu yazılanlar temize çekilerek eser haline getirilirdi. Eser haline getirilmiş bu yazılar ilgili yerlere gönderilirdi.
    Meclisler; muhtelif gruplar için ayrı ayrı idi. Bunlar:
    1- Büyük ve seçkin dostlar için. 2- Devlet büyükleri ve ileri memurlar için. 3- Sıradan insanlar ve yolcular için. 4- Kadınlar için. 5- Saraylı kadınlar için.
    Kısacası; Karmat topluluklar tam saoyalist bir hayat yaşarlardı. Herkes çalışmak zorunda idi. Küçük çocuklar bile en azından ekinlere musallat olan kuşları kaçırmak için çalışırlardı.
    Karmati’lerde mülkiyet sadece techizat ve kılıça hastı. Her mıntıkada toplanan nimetleri dağıtan bir görevli bulunurdu. Bu görevliler, yoksulları ve güçsüzleri asla ilgisiz bırakmazlardı.
    Karmati toplumun bağlı bulunduğu sosyal, ekonomik ve hukuksal prensipler şöyle özetliyebiliriz.
    1. Sosyal gruplar (İşçi, çiftçi, zanatkar, tüccar vs) bir tek bütçeden destek görürdü.
    2. Karmati devletine bağlı bulunan her kişi, zekat ve fitre dışında her ay bütçeye 1 dinar vermek
    Hakikat yolunda yürümeyenler, daima yarıda kalırlar.
    zorundadır. Bunlardan başka sosyal konumuna göre başka vergiler de öderlerdi. Toplanan paralar kamu yönetimince sosyal, bilimsel ve sanai programların uygulanmasında kullanılırdı.
    3. Bilge ve eğitim, toplumun tüm katmanları için gerçekleştirilirdi.
    4. Toplum bireyleri arasında ruhsal ve bedensel boyutlarda kardeşçe yardımlaşma, dayanışma ve barış esastı. Yönetilenlerin yönetenlerle dostluk ve kardeşlik hisleriyle bağlılığı da bu cümledendi.
    5. Kadına hayatın tüm alanlarında erkekle eşit hakları tanınmıştı.
    6. Karmati olmayan toplum ve bireyleriyla münasebetlerde, sırların saklanması ve diplomasi kurallarına uygunluk esastı.
    Karmatilerde tüm bu prensiplerin uygulanması, İmam’ın görevlendirdiği, eşit hak ve yetkilere sahip 3 kişilik bir dailer komitesince uygulanıp denetlenirdi.
    Yukarıad görüldüğü gibi; İslami ulamaya göre yanlış olan, Karmati’lere göre doğrudur. Bu nedenle de Karmatiler islam çevrelerince dinden dışarı, zındık olarak görülmüşler. Absi Halifeleri ve iftiracı islam ulaması bu hınçlarını Hallacı Mansur’un sakalları traş edilip, bir deveye bindirilerek Bağdat sokaklarında halka teşhir edilirek “İşte Karmatilerden biri.” Veya “Karmati Papazını görmek istiyenler gelsinler! ” diye göstermişlerdir.
    Bize göre; Hallac-ı Mansur’un asılması ne “Enel Hak” (Ben tanrıyım) sözü, ne de Hz. Peygamber’e yapılan övgü ile birlikte Velilik mertebesinin Nebilik‘ten üstün görülmesi veya Peygamber’in Kelam’dan önce gelmesi ve ne de isyanlara katılmasıdır. Onu idam ettiren sadece ve sadece Abbasi halife’lerinin olumsuz ve keyfi yönetimlerine karşı gelen halk korkusu ve Arap gereciliği ile yobaz Sünni İslam ulamasının bilgisizliklerinden kaynaklanan tutum ve davranışlarıydı.. Bu nedenle dir ki Hallac; düzmece bir mahkeme ile ve de düzmece bir suç ile suçlanmıştır. Şöyleki;
    308 (miladi 908) yılında meydana gelen bir kaç ayaklanmalarda Hallac’ın düşüncelerinin kitleyi etkilemeya başladığı açıkça görülüyordu. Keyfi idareden rahatsız olan toplum patlamaya hazır bir çıban gibiydi. Abbasi sarayı bundan çok rahatsızdı. Çünkü ardı arkası kesilmeyen isyanlar başlamıştı. Saraya yakınlığı ile bilinen ve Hallac’ı Mansur’a içten içe hınç duyan Hamid; Hallac’ın daha fazla yaşatılmasının sarayın geleceği için bir intihar anlamına geleceği fikrinde israr ediyordu. Gerçektende başını Hambeli gurupların çektiği bu isyanlar, Hallac-ın alehine olmuştur. Onu tehlikeli gösteren deliller halinde kullanıldı.
    Hamid; mahkemede esas alınmak üzere “Peygamberlik ve ilahlık adia etmek”idi. Bir de “Sidiğini şifa diye sunmaktan” Hulul (Allahın kullarının vucüduna girmesine) kadar her türlü suç isnat edilerek yargılanmak istendi. Bu idiaların gerçekçi göstermek için de Hallac, bu idaalara uygun bir fıkıh geliştirmiş olmakla suçlanıyor ve hatta Ben Tanrı’yım diyen Hallac’ın peygamberler atadığı da öne sürülüyordu. Hallac; tüm bu saçma sapan suçlamalara kısa ve net olarak söyle diyordu; “Allahlık veya peygamberlik iddiasından Allah’a sığınırım. Ben, Allah’a çokça ibadet eden, oruç tutan, onu her an anan birisiyim. Hepsi bu”[ix]
    Hamid; Hallac’ın ölümüne her ne şekilde olursa olsun karar vermek üzere, mahkeme reisliğine Maliki mezhebinden ünlü kadı Ebu Ümer Muhammed b. Yusuf el Hammadi, mahkeme üyeliklerine de; Hanefi mezhebinden Ebu Cafer Muhammed b Ahmed el-Enbari et Tenuhi ve
    Azim ve sebat en büyük yardımcıdır.
    Ebu Hüseyn Ömer b. Malik ei Şeybani getirildi.
    Mahkeme; yukarıda isnat edilen suçları bir tarafa bırakarak Hallacı “Zındıklıkla “ suçluyordu. Çünkü Hallac’ı asmanın tek yolu buydu. Çünkü Maliki mezhebine göre Zındıklığın tövbesi kabul olmaz. Öyle ise diğer mezheplece af edilmesi mümkün olsa da Maliki mezhebine göre af edilemez. Bununla yetinmeyen mahkeme reisi bir İsfahan fakihi olan İbni Davut ez Zahiri’nin Hallac’la ilgili şu görüşlerini rehber alıyor. “ İbni Davud el-Zahiri; “ Eğer Allahın Hz. Muhammed’e indirdikleri doğru ise Hallac’ın söyledikleri yanlıştır. Sonuç olarak, Hallac ölüme gönderilmelidir”
    Hallac, tüm bu haksız suçlamalara karşı artık kendisini savunmanın boşuna olduğunu anlamış ve kendisini yargılayan kadılara dönerek; “Canıma kanıma dokunmanız haramdır. Dinin mubah saydığı yorumlarımı tevil ederek benim alehime kullanmanız helal değildir. Ben; dini İslam, tavrı sünnet olan bir insanım. Bunu gösteren kitaplarım çarşı-pazarda herkesin elindedir. Allahtan korkun da benim hayatıma kast etmeyin” Hallacın tüm bu feryadı boşunaydı. Çünkü ferman çok önceden verilmişti.
    Hallac’ın idam kararı üzerine halifenin yanında mabenci olarak görev yapan Hallac’ın dostu Nasr el Kusuri Halife’nin annesine şunu söyledi; “Bu masum insanın ölüm fermanını tastiklemesi durumunda oğlunuzun başına bir bela geleceğinden korkuyorum.
    Hallac-ı Mansur’un söylemleri Sünni İslam çevrelerince fırtınalar kopardığı gibi, İslam’a dayalı devletleri ve bu devletlerin başında bulunanların da korkulu rüyası durumuna gelmiştir. Prof. Yaşar Nuri Öztürk Hallac-ı Mansur için şöyle diyor:
    “ Yeni oluşların rüyalarını gören ruh yeni istrapların kabuslarına gögüs germeye hazır olmalıdır. Çünkü her büyük aydınlık, yaratıcı ruhta bazı fanilikleri yakarak beşlenir. İstırap, işte bu yanmanın getirdiği acıların genel adıdır.Hallac bu istırabı ve acıyı duyan ve yaºayan ölümsüzlerdendir.”
    Özellikle de kendisini dinlemediği için Hallac’ı sehirbazlıkla suçlayan süfilerin önderi/piri Cüneyd el- Bağdadi’de bu bilge, bu kamil insan için şöyle diyor:
    “Artık o, sedece kendi benliğine güvenip dayanacak bir aşamaya girmiş bulunuyor.”
    “Enel Hak” için kim ne söyledi; Hallac-ı Mansur denince akla “Enel Hak” sözü gelir. Tasavvuf’ta Hallac-ı Mansur bu sözü ile öne çıkmış bu nedenle de Sunni İslam ulamasının şimşeklerini üzerine çekmiş bir hayli düşman edinmiştir. Bu söz ayni zamanda Hallac’ın düşünce dünyasının esasını, kişiliğindeki hakim öğeyi ve tarihteki yerini belirlemektedir.
    Hallac-ı Mansur; Enel Hak; “Ben tanrıyım” sözünü şöyle açıklar; “ Halk’ta yer alan Hak unsuru dolayısıyla Hak, halk’la aynıdır. Bir başka yerde şöyle diyor; “ Ben Hakk’ım, zira ben hiç bir zaman Hakk’la hak olmaktan vaz geçmedim”
    Yine başka bir yerde de Allah’a yönelerek şöyle diyor; “Seninle benim aramda İllahlık ve Rablik(el-ilahiyye ve’r-rubiyye) yoktur. Ey ben olan O, ve ben O’yum. Zamandanlık ve ezelilik bir yana, benim benliğim ve senin O’luğun arasında hiç bir fark yoktur.”
    Vicdanınız temizse özgürsünüz demektir. 6
    Sunni İslam ulaması, Hallac-ı Mansur’u din adına yargılarken, çıkarlarını ve geleceklerini
    düşünerek, zamanın egemen güçlerine hoş görünmek pahasına ya gerçekten onu anlamamışlar veya anlamak ismemişler. Sunni ulamanın bu konumunu daha sonraları Hallac-ı Mansur’un asılmasını yanlış gören Mutasavvıf, şaiir M. İkbal ve bir çok tesfir ve vıkıh yazarında görmek mümkündür. Tüm Suni İslam ulamasının bu yanlışlarına rağmen gerek Hallac döneminin şair, düşünür, bilim adamı, teolaog, sufi, mutasavvıf ve gerekse sonraki kuşak Hallac- Mansur için şöyle derler.
    Büyük mutasavvıflardan Genguhi şöyle der;
    “Enel Hak diyen Dost’tur, ben değilim!
    Bu budala insanlar Hallac-ı darağacına asıp öldürdüler; eğer ben orada olsaydım, onu asla öldüremezlerdi.”
    Kendisine Hallacın ruhunu temsil ediyor denilen mutasavıf Saçal; ,
    “Şu son devrin Mansur’u Enel Hak sözünü aşikare söyler. Şimdi idam sehpası aşk vuslatının sembölü haline gelmiştir.”
    “Aşıklar her saat darağacına meyleder, Çünkü Mansur’u darağacına çıkaran bu alev, aşkın alevidir. Aşkın mertebesi dar ağacıdır” diyor ve devamla;
    Ölümü göze alıp buna azmetmek aşk erbabı için esastır.
    Dar ağacı her şeyden evvel, aşıkların zihnetidir...
    Darağacı, aşıkların gelin yatağı haline gelir...
    *** *** *** *** ***
    Enel Hak sözünü söylerken...
    Dostun ellerini düşünerek kendimi öldürtürüm...
    *** *** ** *** ***
    “Her kim ki Hallac libasında geldi,
    “Ölümünde” sözünde ebedi hayat buldu.
    Akibeti bakamında Hallac-ı Mansur ile ayni olan Alevi Ulusu Seyid Nesimi şiirlerinde, deyişlerinde “Enel Hakk’ı” şöyle işliyor;
    Sırr-ı Enel Hak söylersem
    Alemde pinhan gelmişem
    Hem Hak derim Hak bendedir
    Mem batini insan gelmişem.
    *** *** *** ***
    Dara çıkmak bu fena darda Mansur’a düşer
    Ol Enel Hak diyenin Sırrını dava ne bilir! .
    ** *** *** *** ***
    Küllü yer gök Hak oldu mutlak
    Söyler def u ceng u ney Enel Hak
    Büyük işler ancak ortak çalışma ile olur. 7
    Yanağında ayan oldu Enel Hak
    Kaçan süret olur gözgüde mestür
    Ne gayretli Enel Hak’tır bu yarap
    Ki Mansur’u asar hem dare mansur.
    Şah Latif ise, Hallac için şöyle diyor:
    “Hallac, yalnız cefakeş aşık değil, ayni zamanda bütün eşyada mevcut bulunan ilahi hakikatin sembölüdür.”
    Şah Latif bir şiirinde;
    Su, toprak, ırmak: Bir tek feryat!
    Ağaç, çalı, bir çağırış: ‘Enel Hak! ’
    Bütün eşya ıstrabına layık hale gelmiştir.
    Hepsi binlerce Mansur’dur
    Hangisini darağacına çekeceksin?
    “Enel Hak Çağıruben dara geleyim mevlam! ” diye yakaran ve: “ Bir ben vardır bende benden içeru” diyerek Enel Hakk’ı bir başka şekilde ifade eden Yunus İmre’de divanında:
    Mansur eydur Enel Hak dil suretun oda yak
    Dinüz dara gelsunler ben darı kurup geldim.
    *** *** *** *** ****
    Bin yıl toprakta yatsam hiç komayan Enel Hakk’ı
    Ne vakt gerek olur ise nefesin uru gelem
    *** *** *** *** ***
    Dem urmaz idi Mansur tevhid-i Enel Hak’tan
    Aşk darına dost zülfü asmıştı beni uryan
    *** *** *** *** ***
    Pir Sultan Abdal kendisinin idamına karar verildiğini duyduğu zaman “ber dar” olmak yani Hallac gibi öldürülmek deyimini kullanıyor ve;
    Hızır paşa bizi berdar etmeden
    Açılan kapılar şaha gidelim
    Siyaset günleri gelip çatmadan
    Açılın kapılar şaha gidelim.

    Zeki Eyuboğlu’nun Tarikatlar adlı eserinde belirttiğine göre;
    Hallac-ı Mansur’un Yeni –Platonculuk’tan esinlenen düşüncelerine göre “evren” yaratılmamıştır, bir ışık kaynağı olan Tanrı özünün yansıması sonucu oluşmuştur. İslam dininin ileri sürdüğü yaratış-yartılış olayı yanlış anlaşılmıştır. Tanrı’dan başka bir varlık olmadığı için “yaratılmış nesne” den söz edilemez. Yatılmış nesne, tek varlık olan Tanrı
    Fazilet kıralların en büyügüdür. 8
    Karşısında ikinci bir varlığın bulunduğunu ileri sürmektir. Bu da tanrısal öze aykırıdır., iki ayrı varlık olduğunu söylemektir.[x]
    Hallac; bunları söylerken, insanın değerli ve kutsal bir varlık olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Hallac’ın benimsediği Tasavvuf anlayışına göre, ahlakın temeli sevgi ve saygıdır. İnsanın gönlü ‘Tanrı Evi’ olduğuna göre ona saygı duymak, sevgiyle yaklaşmak gerekir. Birbirini incitmek, birbirine karşı kötü davranmak, yalan söylemek, haksızlık yapmak, suç işlemek, hırsızlık yapmak, sagısızlık yapmak insana yakışmaz. Bu eksik eylemlerin kaynağı tanrısal sevgiden yoksun kalmaktır.
    Hallac-ı Mansur için kim ne söyledi:
    Vasiti, Hallac için şöyle der; “ Benim gözümde o Kur’anı ezberlemiş ve manasını kavramış bir insandır. Fıkıhta üstat, hadis ve rivayet ilminde bilgin, yıl boyu oruç tutan, geceler boyu namaz kılan bir süfidir. Öğüt verir, ağlar, bazen de anlayamadığım sözler söyler. Ben onun küfrüne de hüküm veremem”
    Mısırlı Zeki Mubarek de şöyle der; “ Eğer Muhiddin İbn Arabi ebedi semböllerin arkasına sığınmasaydı onu da Hallac gibi katlederlerdi”
    Öğrencisi ve müridi olan Şibli şöyle der;
    Hallac’ı, idamından sonra rüyamda gördüm. Ve onu sordum:
    Allah sana nasıl muamele etti? Dedi:
    ‘Beni bir misafir gibi karşıladı ve bana ikramda bulundu.
    Seninle ilgili olarak diğerlerine nasıl davranacak? diye sordum. Dedi:
    “Onları da affedecek. Bana marhametli davrananları, Allah için merhametli davranmayanları yüzünden; bana düşmanlık edenleri de Allah için düşmanlık ettikleri için”
    Şibli sözlerine devamla;
    “Ben ve Hallac aynı şey idik; beni divaneliğim kurtardı, onu aklı batırdı. Ben ve Hallac ayni şey idik. Ne var ki o sırrı aşığa vurdu, ben sakladım”
    Hallacı Mansur’u sehirbazlıkla şuçlayanlara en iyi yanıtı, süfi düşüncesinin önde gelen isimlerinden Hucviri Keşful -Mehcup adlı eserinde Hallac ile ilgili bölümde yer vermiştir. Hücviri şöyle der; “ Hallac, yüce hal sahiplerindendi....O, asıl ve esas yönünden terk edilmemiştir... Bu Hakk erini büyücülüğe nisbet edenlerin iddiaları tutarsızdır... Hallac, namaz kılmış, zikirle meşgul olmuş, çokça oruç tutmuştur... O halde ondan zuhur eden şeylerin keramet olduğu kesindir.”
    Ebu Said ibn Ebil Hayr Hallac’tan söz ederken şöyle der; “ Hüseyin b. Mansur, yükseklerin en yükseğinde idi. Doğu ile batı arasında hiç kimse, bu tevhid vadisinde onun gibi dolaşamadı.”
    Mevlana Celaleddin Rumi; Mesnevisinde; Hallac’a doğrudan veya dolaylı atıf yapan, hayranlık ve saygı ifade eden sözlerinden yalnız birini buraya almayı yeterli buluyorum. Mevlana “Gerçeği, işaretle anlatan Hallac’ı halk darağacına çekti. Hallac sağ olsaydı, sırlarının büyüklüğü yüzünden o beni darağacına çekerdi.”
    Mevlana’nın oğlu sultan Veled’te şöyle der;
    “Tanrı doslarını tanımak, Tanrı’yı tanımaktan daha güçtür. Hallac-ı Mansur’u o çağın bilgin ve velileri
    inkar ettiler. Onu öldürmeğe azmettiler. Hepsi o asılsın diye fetva çıkardı. Sonunda o büyük insanı astılar. Astıktan sonra da cesedini yaktılar. Alemde ondan bir eser kalmasın diye, yanan cesedin küllerini de nehre attılar. Her ne yaptılarsa yine “Enel Hak” yazmıştı. Bu gördükten sonra herkes
    Eğer faziletiniz yoksa yratınız. 9
    yaptığına pişman oldu. O günden beri Hallac’ın adı anılmaktan hiçbir öğüt meclisi renklenmez. Onu kıyamete kadar öveceklerdir.”
    Kadiri tarikatının piri Abdülkadir Geylani
    “Hallac çok zor durumdakaldı. O zamanda elinden tutacak kimse de yoktu. Eğer ben onun zamanında yaşamış olsaydım, onun elinden turardım”
    Ve yíne; Hakk’ı bilenlerden biri dava ufkunda Enel Hak kanatlarıyla yükseldi de sonsuzluk bahçesinin dostsuz, sakinsiz olduğunu gördü. Ona dendi ki: ‘ Senin durumundakilerden gayrısının anlamayacağı bir dille konuştu.”
    Hallac’ı Mansur’un savunduklarından pekte hoşlanmayan süfi Alaudedevle es-Simnai şöyle nakleder
    “ İbret için Hüseyin b. Mansur’un mezarına gittim. meditasyonnum sırasında ruhunu yükseklerin en yükseğinde gördüm. Şöyle yakardım: ‘Rabbim, bu ne haldir ki Firavun: ‘Ben en yüce rabbinizim’ ve Hallac: ‘Ben Hakkım’ dedikleri ve ikisi de Allahlık iddia ettikleri halde Hallac, yücelerin yücesinde. Firavun ise cehennem çukurunda. İçimi ilham edilen bir ses şöyle dedi: ‘Firavun hep kendini görerek öyle dedi, Hallac ise bizden başkasını görmediği için Enel Hak dedi” [xi]
    Hallac’ı destekleyen onun görüşlerini her zaman savunan halveti süfilerinden Sandiyuni şöyle der; “ Hallac, bilginlerin gerçeği fark edenlerince. Veliliği ve Allah’ı bilmekteki kudreti üzerinde ittifak edilen biridir. Bunun dışında ona isnat edilenler iftira ve yalandır. Onun sadakat ve veliliğine inanmak bir borçtuır. O, Hak yolunun temel insanlarından biridir; Mislümanların önderlerindendir. Bazı düşmanlarını İblis kandırdı ve ona iftira ve işkence ettiler.”
    Hallac-ı Mansur’un etkilerinin genişlik ve derinliklerindeki temel sebeplerden bir de sufiliği politik bir aksiyon, söylem ve güç olarak sosyal arenaya çıkarmasıdır. Hallac, inandıklarını savunduğu için idam edilerek bedel ödemiştir. Ama bu idamı veya Hallac’ın idam edilerek ortadan kaldırılması, sufiliği izbelere habseden kapıdaki kilitin de düşüşü olmuştur. Yani Hallac, ölümüyle hiç bir şey kaybetmemiş aksine milyonların ardından gelmesini sağlayarak kendisinin de “insan ölmez, ölüm olarak görülen bir dönüşümdür” dediği gibi onu ölümsüzleştirmiştir.
    Massingnon şöyle der; Hallac sayesindedir ki ölümü düğün yani Allah’a varış, sevgiliye vuslat telaki eden anlayış sufi ekollerinin
    tümüne, adeta bir ortak imam gibi girdi.[xii] Sufiler zafer sarayına Hallac’ın kanı hürmetine girdiler. Bunun uzantısı olarak darağacı, sonsuzluğu kucaklamış aşkın sembolü oldu. Sadece zülme uğrayarak katledilen şehit sufiler değil, nefsini öldürerek sosuzlukla arasındaki perdeyi kaldırmayı deneyen süfiler de Dar’ı Mansu (Hallac’ın idam edildiği darağacı) deyimini kullanmışlardır.
    Seven ben, o sevilen de ben
    Bir bedene girmiş iki ruhuz.
    Hallac-ı Mansur’dan:
    Fakir, Allan’tan başka her şeyden müstağni olan ve yalnız Allah’a bakan kimsedir.
    Yüksek ahlak, Hakk’ı tanıdıktan sonr, halktan gelen eza ce cefanın insana tesir etmemesidir.
    Tevvkkül, bir şehirde yemek yemeye senden daha müstahak olan birisinin bulunduğunu bildiğin zaman, yemek yememendir.
    Kunuşan diller, susan kalplerin helakidir.
    Sözler ve sohbetler illetlere. Fiiller sirke bağlıdır. Allahise ise cümlesinden müstağnidir.
    Mürid tevbesinin, mürad ise arınmışlığın gölgesindedir.
    Müridin cehdi kefşini, müradın keşfi cehdini geşmiştir.
    Kişinin vakti, bağrındaki deryanın incisidir; yarın kıyamet günü bu incileri mahşerin zeminine çarparlar.
    İyi yaradılışlıolmak esenliktir: 10
    Dinyadan geçmek nefs zühdü. Ahiretten geçmek ruh zühtüdür.
    Erkeklerin yüz boyası onların kanlarıdır.
    Aşk’ta kılınan iki reket namazın abdesti ancak ve ancak kanla alınırsa sahih olur! Hallac-ı Mansur ile ilgili bu kısa araştırmayı Yüne Hallacı’ın bir şiiri ile noktalayalım.
    Şu bedenden sana makam.
    Candır Senden başkasına yer yo gönülde
    Seni saran; ruhum, cildim, kanımdır
    Ne yaparım ayrı düşersek. Söyle! ?
    *** *** *** ***
    Ey! Duyur doslara, çabuk haber ver!
    Paröalandı yelken. Çöktü sefine
    Deniz ortasında kaldım perişan
    Gün olur Mansur’u berdar ederler
    Göründü gözüme salibden nişan
    Ne bahta var bana, ne de Medine
    *** *** *** ***
    Seven ben, o sevilen de benim
    Bir bedene girmişiz iki ruhuz biz
    O diye gördüğün benim bedenim
    Bana bak, onu gör; hep ayni şeyiz!

    HARAMİ[email protected] PATİ[email protected]

  • zaza

    20.07.2007 - 21:23

    DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1908-1987)

    1929 Simone de Beauvoir, Fransız varoluşçuluğunun baş temsilcisi Jean-Paul Sartre ile tanışır.
    1935 Amerikalı antropolog Margaret Mead Üç İlkel Toplumda Cinsiyet ve Karakter üzerine incelemelerini yayınlar ve bu eserinde erkek ve dişi karakter çizgilerinin göreceli olduğunu kanıtlar.
    1939 Hitler Polonya'yı işgal ederek 2. Dünya Savaşı'nı başlatır. Fransa ve İngiltere Almanya'ya savaş ilan ederler.
    1940 Simone de Beauvoir ve Jean-Paul Sartre Fransız direniş hareketinin üyeleri arasındadırlar.
    1949 Simone de Beauvoir'in kitabı Le Deıocieme Sexe (İkinci Cinsiyet) yayınlandığında sert tartışmalara yol açar.
    1963 ABD'de Betty Friedan'ın The Feminine Mystique (Kadınlığın Gizemi) yayınlanır. Bu kitapta kadınların ev işi ve çocukların tek yazgıları olduğuna neden ve nasıl ikna edildikleri anlatılmaktadır.
    1968 Paris'te ve Almanya'nın birçok kentinde öğrenci hareketleri başlar.
    1968 Kadınların Kurtuluşu (yani feminizm) hareketi ABD'de yayılır. Simone de Beauvoir'ın İkinci Cinsiyet kitabından esinlenen bir harekettir bu.
    1970 Bu yıldan itibaren Fransa'da Kadının Kurtuluşu Hareketi adında bir örgüt faaliyete geçer.
    1971 Nisan ayında kadın hareketleri tarafından hazırlanan bir itirafname Fransa'nın ileri gelen (aralarında Simone de Beauvoir'ında bulunduğu) 343 kadını tarafından imzalanır: 'Kürtaj Yaptırdım'', Nouvel Obseıvato^'de yayınlanır. Bu kampanyanın kıvılcımı Almanya'ya sıçrar. Aynı yıl 375 Alman kadını Stern dergisine 'Kürtaj yaptırdım' itirafında bulunurlar. 'Madde 218' ile Alman kadın hareketi yeniden ayaklanır.

    'KADIN OLARAK DÜNYAYA GELİNMEZ, KADIN OLUNUR.'

    'İyi niyetli, gayretli ve aşırı dindar.' Simone de Beauvoir, Kadınlığımın Hikâyesi başlıklı anılarının son cildinde kendi çocukluğunu böyle anlatır.

    Hukukçu olan babası, Simone ve ondan iki yaş küçük kız kardeşi Helene'e titiz bir eğitim imkânı sağlar. İki kız da Paris'teki Katolik kız okulu 'Cours Desir'e giderler. Simone iyi bir Katolik'tir. Annesi ile birlikte dua eder ve devamlı olarak ayinlere ve Komünyon'a katılır, günah çıkartır. Okulda örnek öğrenci olarak gösterilir: Uslu, küçük bir kız. En sevdiği uğraşı okumaktır. Babası da bu konuda onu destekler. Fakat eline aldığı kitaplar anne ve babasının seçtikleri kitaplardır: Simone, 'iyi aile kızıdır'.

    Hayır, kız çocuk olarak mağduriyet duygusuna kapılmış değildir. Fakat, kız kardeşi ile bebeklerle oynarken asla bir ev kadını olmayı istemez. Ana olarak, her gün yaşadığı gibi, bir kadının 'binlerce zahmetli görevi' vardır. En iyisi ben öğretmen olayım, diye karar verir çocukken. Büyük zevkle kız kardeşi 'Poupette'e okumayı, yazmayı ve hesap yapmayı öğretir.

    Uzun dalgalı saçlarıyla Simone güzel bir kızdır. Ufak tefek şımarıklıkları aile içinde hoş görülür. Sevilir ve beğenilir. Daha sonra çocukluğunu anımsarken, bu güven duygusunun, sıcaklığın ve çocukluğunda kendisine verilen önemin ilerideki gelişmesinde önemli olduğunu söyler.

    Simone'un babası Birinci Dünya Savaşı'nda askere alındığında, bu olay onu çok etkiler. Küçük örnek kız Simone, Bir Genç Kızın Anılarında babasının ne denli katıksız milliyetçi olduğunu nasıl kanıtladığını anlatır: Üzerinde 'Alman Malı' yazılı bir oyuncak bebeği ayaklan altına alarak çiğnemekle...

    Küçük Simone'a, Tanrı'nın Fransa'yı kurtarıp kurtarmamasının onun uslu ve dindar olmasına bağlı olduğu açıklanır. O yüzden özellikle savaş yıllarında erdemli olmaya özen gösterir. Yeryüzündeki babasını, gökyüzündeki babasını ve vatanını, hepsini memnun etmek ister. Böyle yetiştirilmiştir ve buna karşı koymak için de bir neden göremez. Genç yaşamında Simone'un 'uslu kız' rolüne gölge düşüren ilk insan Zaza adlı aynı yaşta bir kız olur.

    Zaza: Günün birinde 10 yaşındaki Simone'un sınıftaki sırasına, yeni gelen kısa saçlı, esmer bir kız oturur. Diğer sınıf arkadaşlarıyla çok az teması olan Simone yeni sıra arkadaşından çok hoşlanır ve ona karşı fanatik bir yakınlık gösterir, 'Öğretmenlerle nasıl konuştuğuna şaşırmıştım. Diğer kız öğrencilerin aynı tip seslerinin karşıtı olan doğal bir tarzı vardı... Kanunlara, klişelere, önyargılara boyun eğmeme rağmen, yeniyi, kendiliğinden olanı ve kalpten geleni seviyordum. Zaza'nın canlılığı ve bağımsızlığı, ona olan hayranlığımı daha da pekiştiriyordu.'

    Anılarının birinci cildinde Zaza ile aralarında başlayan arkadaşlığı böyle anlatır. Son cildinde ise yeniden bu konuya değinir, 'Özellikle Zaza sayesinde yüceltilmiş burjuvazinin nasıl nefret edilecek bir şey olduğunu keşfettim. Bu kesime karşı her durumda karşı çıkabilirdim, ama maneviyatım yanlıştı, boğucu bir uyumculuğum, kibirliliğim ve etkisini sadece yüreğimde değil gözyaşlarımda da gösteren sıkıcı bir baskıyla yetişmişliğim vardı. Hastalık derecesinde kibirli bir şekilde düşmanca güçlere karşı koyma eğilimim vardı. Fakat Zaza'ya olan hayranlığım buna engel oldu. O olmasaydı belki daha 20 yaşındayken dostluğa ve sevgiye duyarlılığı, yani bu duyguları uyandırabilen tek uygun tavrı benimsemek yerine, sürekli kuşku duyan ve hayatı kendisine zehir eden biri olurdum herhalde...'

    Simone Zaza'yı kazanmaya çalışır. İki kız arasındaki dostluk, 'ruhsal alışverişin ve her gün birbirini anlamanın zevki'ni tattırır. Ve bu da Simone'un evdeki cici kız rolünü kaybettiği zamanın tam ortasına denk düşer. Fransızların bu yıllar için dediği gibi, çocukluktan gençliğe geçilen 'nankör dönem'e girmiştir.

    Simone'un sivilceleri vardır. Vücudu değişime uğramaktadır. Bir aile toplantısı nedeniyle vücudu bandajlanır, çünkü aslında çocuksuluktan öteye gitmeyen göğüsleri yeni elbisesi altından gerekmeyecek şekilde belli olmaktadır. Babası en büyük kızının salak gibi, sıkılgan bir şekilde ortaya çıkmasından dolayı düş kırıklığına uğrar. 'Kadınlarda güzellik ve zarafet arardı babam,' der Simone. Fakat kendisi o yıllarda, küçük bir kız ile bir kadın arasında kalmış, son derece mutsuz bir yaratıktır sadece.

    Bu zaman içinde tek tesellisi Zaza ile olan arkadaşlığıdır. Evde anne ve babasıyla ilişkisi gittikçe zorlaşmaktadır. 'Bu böyle yapılır' ve 'bu yapılmaz', Simone'un annesinin ağzından düşmeyen iki cümledir. Ayrıca annesi onun tüm mektuplarını da okur. Öteden beri Simone'un okudukları sürekli denetlenir ve genç kızın herhangi bir yere yalnız gitmesi söz konusu bile olamaz. Simone henüz karşı çıkmasa da, düşmanca hisler beslemeye başlamıştır.

    Baba evindeki zincirlerini kıran ilk ve en önemli değişimi on dört yaşındayken yaşar: İnancını yitirir. Katolik kilisenin kurallarına yıllarca nasıl uyduysa, şimdi aynı şekilde şartsız olarak bu inancı reddetmektedir. Ve bunda ısrar eder, 'İnançsızlığımızdan hiçbir zaman kuşku duymadım,' diye vurgular durmadan. Zaza ile gelecek üzerine uzun sohbetler yapar. Zaza daha sonra çocuk sahibi olacağına inanmaktadır. Simone şaşırmıştır!

    'Çocuk sahibi olmak, onların da çocuk sahibi olması; sonsuza kadar hep aynı nakaratı tekrarlamak demek...' Fakat Simone sürünün dışında kalmak ister. 'Ben ünlü bir yazar olmak istiyorum,' diye yazar on beş yaşındayken bir sınıf arkadaşının hatıra defterine. Yazmak onun için 'ölümsüz olmak' demektir. 'Beni seven bir Tanrı yoktu artık. Fakat ben milyonların kalbinde bir alev gibi yanmaya devam edecektim.'

    Genç Simone'un özelliği, tüm düşüncelerinin sadece kendine özgü sorunları etrafında dönmesidir. Ergenlik çağında seçme ve seçilme hakkı elde etmek için mücadele eden kadınları duyar. Fakat bu onu ilgilendirmez. Kadınların sorunları onu kesinlikle ilgilendirmemektedir. Kendisini ayrıcalıklı olarak görür. Alışılmış kadınlardan başka olduğu için, kendisini ezdirmeyecektir.

    Bu görüşü daha uzun yıllar etkinliğini korur. Babası mesleki planlarına destek verir. Sık sık kızlarına şöyle der: 'Sizler belli ki evlenmeyeceksiniz. Çeyiziniz de yok. Bu da çalışacaksınız demektir.' Simone ancak saygın bir işte çalışmaya kendisini adayabilecektir.

    1925'te liseyi bitirdikten sonra Neuilly'de Sainte-Marie Enstitüsü'nde filoloji, Katolik Enstitüsü'nde matematik, sonra da Sorbonne'da felsefe öğrenimi görür. Hâlâ evde oturmaktadır ve parasal olarak ailesine bağımlıdır. Annesi hâlâ ne giymesi gerektiğine karar verir ve öğrenimini bitirmesinden bir yıl öncesine kadar bir erkek eşliğinde dışarıya çıkmasına izin verilmez. Hele yalnız başına kat'iyen. Yaşamının akışı kontrol altındadır. Kendisini kafeste hissetmektedir. Yirmi yaşındayken günlüğüne ümitsiz bir durumda şunları yazar:

    'Böyle devam edemez! Ne istiyorum ben? Ne yapabilirim? Hiçbir şey ve yine hiçbir şey. Kitabım? Kendini beğenmişlik sadece. Felsefe? Yeterince okudum. Aşk? Bunun için çok yorgunum. Ve üstelik daha yirmi yaşındayım ve yaşamak istiyorum! ' Bir Genç Kızın Anıları'nda 'burjuva' olarak yetiştirildiği dünya görüşünden kopuncaya kadar sürdürmek zorunda kaldığı zorlu savaşı anlatır.

    1929, onun için önemli bir yıl olur. 21 yaşında felsefe diplomasını alır ve elli yılı aşkın bir süre hayat arkadaşı ve meslektaşı olacak Jean-Paul Sartre ile tanışır. Ve Zaza'yı kaybeder. En iyi arkadaşı ölmüştür. Hangi hastalıktan öldüğü tam olarak açıklanmaz. Simone, Zaza'nın her şeye egemen baba evine karşı verdiği kahredici -kendisinin de uzun yıllar çektiği- savaşımdan dolayı tükenip yaşamını yitirdiğinden emindir.

    Simone de Beauvoir'ın Jean-Paul Sartre ile ilişkisinde birçok şey Zaza ile arasındaki ilişkiyi anımsatır. Kendisi gibi felsefe öğrenimi gören Sartre'ı, bitirme sınavlarına hazırlık döneminde tanır. Kısa bir zaman sonra şunu anlar: 'Sartre on beş yıl önce arzuladığım ve kendime vaat ettiğim insandı. Büyülendiğim her şeyin bir nevi tecellisi olan insanın ikiziydi. Onunla her şeyimi paylaşabilirdim.' Sömestr tatilinde Sartre onu taşrada ziyaret eder.

    Simone bu konuda, 'Ağustos başında ondan ayrıldığımda, hayatımdan bir daha çıkmayacağını biliyordum,' der. İkisi de üniversitede kendilerine felsefe dersi verme yetkisini tanıyan 'agregation' denen bir tür sınavı birlikte geçerler. Tanışmalarının başında burjuva aile hayatından vazgeçip ayrı oturmaya karar verirler. Çocuk yaparak birbirlerine bağımlı olmak istemezler. Kurdukları ve 1980 Nisan'ında Sartre'ın ölümüne kadar süren ilişkileri efsaneleşmiştir.

    Entelektüel alanda da, onlar kadar birbirini tamamlayan bir çift yoktur. Yazdıklarını birbirlerine değerlendirtmeden yayınlamamışlardır. Her gün saatlerce konuşmalarına rağmen, elli yıl boyunca sürdürdükleri yaşamdan sonra bile birbirlerinin fikirlerini almaya ihtiyaç duymuşlardır.

    'Onun, hayatımda hiç kimsenin giremeyeceği bir yeri var,' demiştir Sartre, Simone hakkındaki bir röportajda. 'Birbirimizle tamamen aynıyız. Başka türlü beraber olamazdık. Öyle bir kadın buldum ki, benim gibi bir erkeğe benziyor. Bana göre kadının gerçek yeri budur.' Simone de Beauvoir da, onun için şöyle der: 'Benim ona yardım ettiğim gibi Sartre da bana yardım etti. Fakat ben sadece onun sayesinde yaşamadım.'

    Buna rağmen Beauvoir bugüne kadar hep 'Sartre'ın hayat arkadaşı' olarak nitelenmiştir. Sartre'ı, Beauvoir'ın hayat arkadaşı olarak adlandırmak kimsenin aklına gelmemiştir.

    Simone de Beauvoir 1943 yılında ilk romanı Konuk Kız'ı yayınladığında öğretmenliğe son verir. Daha sonra serbest yazar olarak yaşar.

    1946'da, yaklaşık yirmi yıl sonra yeni feminizmin ayak basabileceği zemini oluşturan bir çalışmaya başlar. İkinci Cinsiyet (Le Deludeme Sexe) adını verdiği ve 'bunun üzerinde çalışırken çevremdeki her şey değişikliğe uğruyordu,' dediği bir kitap yazar. Kırk yaşına merdiven dayadığı bu zamana kadar toplumumuzda bir kadın olarak, kendi durumu hakkında hiç düşünmemiştir. Mesleği gereği saygınlar arasında yer alır. Kendisini erkekler tarafından benimsenmiş hisseder. Ve kendisini istisna bir kadın olarak kabul eder. 'Buna rağmen bir erkek gibi yetiştirilmediniz,' der Sartre ona; 'bunu tam olarak araştırmak gerek.'

    Simone de Beauvoir her şeyi dikkatle araştırır ve bir keşifte bulunur: 'Dünya bir erkekler dünyası. Gençliğim efsanelerle, erkekler tarafından yaratılmış efsanelerle beslenmiş. Ve ben sanki bir erkekmişim gibi, buna hiçbir şekilde karşı çıkmamışım.'

    İlgisi öylesine büyüktür ki, kadın cinsiyle ilgili efsaneleri daha yakından incelemeye karar verir. 1946 Ekim'inden 1949 Haziran'ına kadar bu kitap üzerinde çalışır, 'İnsanın kırk yaşında birdenbire daha önce görmediği ve gözüne çarpmadığı bir dünya görüşünü keşfetmesi tuhaf ve heyecan verici. Kitabımın açıklığa kavuşturduğu yanlış anlamalardan biri, benim kadınla erkek arasındaki her türlü farkı inkâr ettiğime inanılmasıdır. Tam aksine. Yazarken cinsiyetleri neyin ayırdığını anladım. Bu farklılığın doğal koşullardan değil, kültürel koşullardan kaynaklandığını savunuyorum.'

    Simone de Beauvoir'ın çalışmaları sırasında gördüğü gerçek bir cümleyle açıklanabilir: 'Kadın olarak dünyaya gelinmez, kadın olunur.' Simone de Beauvoir İkinci Cinsiyet'} kesinlikle bir iddialı yapıt olarak yayınlamamıştır. Bu çalışma aslında tamamen entelektüel ve kuramsal bir çalışmadır. Kitabın yayınlanmasından sonraki sert tepkiler ve bayağı suçlamalar onu daha da fazla şaşırtır. Tatminsiz, frijit, erkek düşmanı, sevici olduğu, yüz defa kürtaj yaptırdığı, hatta sakladığı bir çocuğu olduğu gibi suçlamalara maruz kalır. İlerici olarak bilinen bir üniversite profesörü kitabı okurken fırlatıp atar.

    Zihinleri karıştıran gerçek, Simone'un konularına soğukkanlı, tarafsız ve rahatça yaklaşmasıdır. 'Yaralı bir ruhun kızgınlığını, feryadını daha duygusal bir yaklaşımla algılayabilirlerdi. Fakat benim tarafsızlığımı bağışlamıyorlar, aksine tarafsızlığımı anlamıyormuş gibi davranıyorlar.'

    Simone de Beauvoir kitabını bir ümitle bitirir; 'erkeğin görevi mevcut dünyadaki özgürlük imparatorluğunun başarıya ulaşması için yardımcı olmaktır. Bu en yüce zaferin kazanılabilmesi için, diğer şeylerin yanı sıra, kadın ve erkeğin doğal farklılıklarına art niyet olmaksızın kardeşçe bakarak yaklaşmaları zorunludur.'

    Bunları 1949'da yazmıştır.

    Kadınlığımın Hikâyesi kitabının son cildinde, 1972'de vaktiyle 'kadınların yakında zafere ulaşacaklarına inanmakta' aceleci davrandığını söyler.

    İkinci Cinsiyet kitabı 1968-69 yıllarında Kadınların Kurtuluşu (Women's Liberation) hareketi ortaya çıktığında yeni Amerikan feminizminin kuramsal altyapısını oluşturur. Bu kitapta şimdi bilinen her konuya ilişkin tasarımlar vardır. Bunlar 1968 Mayıs'ında mevcut düzene karşı öğrenci ayaklanması başladıktan sonra kadınların özgürlük hareketlerinde birleşen Fransız feministleri tarafından da kabul edilir.

    Simone de Beauvoir ilk kez 1970 yılında bir 'feminist' olduğunu açıklar. Uzun bir süre, özerk bir kadın hareketine karşı çıkmıştır. Sosyalist bir devrime ve bunun sonucunda da kadın sorunlarının kendiliğinden çözüleceğine inanmaktaydı. Anılarının son cildinde belirttiğine göre, bunun için feminizme sığınmaktan kaçınmıştır.

    'Gerçekte, 1950'den beri hiçbir şey elde edemedik,' der. Sorunlarımızı çözmek için sosyalist devrim yeterli olmayacak.' Kendisi için bundan çıkardığı sonuç şudur: 'Bugün feminizmden, kadınların özel talepleri için (sınıfsal çatışmaya paralel) savaşılmasını anlıyorum ve kendimi de feminist olarak niteliyorum.'

    1971'de Paris'te kürtaj yasağına karşı ilk büyük gösteri için sokağa inen kadınlar arasında yer alır. O zamandan itibaren Fransız kadın hareketlerine aktif olarak katılır.

    1976'da (Alman feminist) Alice Schwarzer ile yaptığı bir röportajda feministlerden çok şey öğrendiğini söyler. 'Benim birçok görüşümü radikalleştirdiler. Ben, erkeklerin dünyasında yaşamaya alışmıştım. Oldukları gibi: Yani baskıcı. Ben, şahsen bu baskıyı henüz fazla çekmedim sanıyorum. Çoğu kadın için tipik köle işi olan işleri tanımam, asla anne, asla ev kadını olmadım. Mesleğimde de saygınlar arasındaydım. Çünkü benim zamanımda felsefe öğretmenliği yapan kadın azdı. O zaman erkekler tarafından da benimseniyordu insan. Ben istisna bir kadındım ve bunu kabullendim. Bugün feministler (erkekler için) bahane oluşturacak bir kadın olmak istemiyorlar. Haklılar da! Savaşmak lazım! Bana her şeyden önce öğrettikleri, uyanık olmak. Hiçbir şeyi kaçırmamak! En basit şeyleri, o alıştığımız günlük seksi bile. Bu daha kullandığımız dille başlıyor.'

    Simone de Beauvoir bu yüzyılın başında doğmuş, roman ve otobiyografi şeklinde, bu yüzyılda kadın olarak yaşamanın ne demek olduğunu anlatmıştır.

    Son yapıtlarından biri olan Yaşlılık'ta bugünün genç huzursuz insanlarını, yaşlı ve aynı derecede huzursuz insanlara bağlayan köprüyü kurmuştur. 'Toplum bireylerle sadece kendisine faydalı olduğu ölçüde ilgileniyor. Gençler bunu biliyor. Onların bu sosyal yaşama atıldıkları andaki korkusu, yaşlıların toplumdan dışlandıkları andaki korkusuyla aynıdır. İki dönem arasında sorunlar, günlük rutinlerle örtbas ediliyor. İkisinin arasında bir makine çalışıyor ve insanları öğütüyor; insanlar da bundan kurtulabileceklerini hayal bile edemedikleri için kendilerini öğüttürüyorlar. Yaşlı insanların yaşam koşullarının ne anlama geldiği kavranacak olursa, daha cömert bir emeklilik politikası, emekli maaşlarının yükseltilmesi, sağlıklı huzurevleri ve boş zamanı değerlendirme olanaklarıyla yetinilmez. Söz konusu olan tüm sistemdir ve talebimiz ancak radikal olabilir: Hayatı değiştirmek.' ulaşım adresim

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • alevi

    18.07.2007 - 19:13

    Alevilerin inandigi ALI ile Islamiyeteki ALI ayni degil ISA da MUSA da ALI idi
    Alevilik noktası Türkiye halkı için önemini korurken Türkiye halkının bir kısmı İslam emperyalizminin kucağında ne arıyor?
    İslam din adına bir Arap emperyalizmi peşinde iken buna alet olan sözde aydınlarmıza ne demeli?
    Salon sosyalistleri, masa başı aydınları halkımzın deve çobanlarının kirli emellerine alet edilmesine nasıl da goz yumuyor. Evet bu içler acısı duruma karşı en ufak bir kıpırdama yerine kendileri bile insanlık düşmanı bu çağdışı kültür veya inancın basit bir aleti olmayı gönüllüce kabul eden sözde ilerici parti ve kuruluş yanlısı kuru kalabalık yapma dışında bir yeteneği olmayan salon devrmcilerine bin yazık! ! ! ! !


    Gerçek nedir?


    1- ALEVILIK GERICILIK DEGILDIR; GERICILIGIN SEMBOLU OLAN ISLAMIN ICINDE OLAMAZ.

    2- ALEVILIK ZATEN ISLAMDAN COK COK ONCE VARDI. NUVELERI ESKI ZERDUST VE YAHUDI DINLERI ILE BAGLANTILIDIR.

    3- ALEVILIK TAMAMIYLA MEZOPOTAMYA UYGARLIKLARININ DEVAMIDIR.

    Islam dini icine sokulma cabalari Aleviligin en buyuk dusmani bir caba olarak gorulebilinir.

    Sayin arkadaslar; Alevilik gelinen noktada artik kendine sahip cikmalidir. Osmanli Turk takiminin onu Islamin icine sokma faaliyetlerine karsi cikmalidir.
    Alevilerin cahil kesimlerinin kandirilmalarina karsi cikmanin zamani gelmistir.

    Biz Aleviler olarak kendi kimligimize sahip cikmali, halkimizin dunyanin en geri ideolojisine suruklenmesine karsi cesaretli adimlar atmaliyiz.

    Islam denilen halk dusmani ideolojiye karsi amansiz bir mucadele baslatmaliyiz.
    Alevilik ileriye gitmeli, geriye degil!
    Islam demek barbarlik demektir. Col ve deveden baska bir sey tanimayan, demokrasi ve kultur dusmani musluman cahilliginin disina cikmak artik kacinilmaz bir gorev olarak onumuzde durmaktadir.

    Akkoyunlu hukumdarliginin Dersim istilasi ile yayilan sii islamdan korunmak icin ALEVILER ALI yi bir maske olarak kullanmislardir.

    Ornegin ALEVILER kurana inanmamakla birlikte cenazelerinde kuran okutmalari da bir maskedir.Islamiyetle ALI ile ISA arasindaki benzerlik dusundurucudur.Alevilikteki Mistik inanclarin anlamlarini anlayabilmek yani SIR ri anlayabilmek 40 lar cemindeki SIR da yatar.40 lar cemindeki Her sozde bir anlam vardir.

    Aleviler kendilerini ne turk ne kurt ne de Musluman olarak gorur Yalnizca ALEVI olduklarini idda ederler. Alevi inanc ve Gelenekleri Eski Israil Ogularina Dayanir Bakiniz Kitabi Mukades Bible

    Muslumanligin BES (5) sarti vardir.zekat vermenin disinda biz Aleviler Muslumanligin bes sartindan hic birini yerine getirmiyoruz ve bundan dolayi da bizler zaten muslumanligin disindayiz.Ne bizim kendimizi zorluyarak kendimizi muslumanliga dahil etmemiz gerekir, nede muslumanlar bizi buna mecbur (onlar insani herseye mecbur edebilirler) edebilirler.Bizler ne kadar Muslumanliktan uzak olursak ALLAH`a ve INSANLIGA o kadar yakin oluruz,bu da bizim varligimizin esas gerekcesi olmali.

    Müslümanlıkta namaz var. Alevilikte niyaz ve cem. Müslümanlıkta, Allah gökte aranır. Aleviler muminin kalbinde… yani insanda arar. Alevilikte, “insan eksik bir tanrı,Tanrı ise mükemmel bir insandır”. İyiliğide kötülüğüde yapan insandır. “Ne ararsan sen senden ara” sözü boşuna söylenmemiştir. Müslümanlıkta ölünce cennet ve cehennem vardır. Alevilikte cennet ve cehennem bu dünyadadır. Bunu merhum Ozan Mahzuni Şerif şu dizesiyle tanımlar: 'gidip gelmeyen bir yer yok yık benim için” der. Müslümanlıkta öldükten sonra diriliş vardır. Alevilikte, kişi sağlığında yaptığı hizmet oranında öldükten sonra, insanlar arasında anılır, manevi bazda yaşatılır. Pir Sultan’lar, Eba Müslüm’ler, Nesimi’ler, Seyid Rıza’lar ve daha dünmüş gibi aramızdan ayrılan Ozan Mahzuni Şerif’ler gibi… Ayrıca Alevilikte, musaiplik ve eline, beline, diline sahip olma düstürü vardır. Birde günümüzde modern toplumlarda yargılama aşamasında baş vurulan Juri’nin yerini Alevilerde daha geniş halk mahkemeleri mevcuttur cemlerde. Orda verilen en ağır ceza, toplum içinde toplumla ilişkisi kesilir. Kişi yaşarken ölü sayılır halkın nazarında

    Alevilerin atalari Mezopotamya bölgesinde yaşıyorlardı. Tek dinleri Zerdüşlük’tü. Toprak, hava, su ve ateşi kutsuyorlardı. Daha sonraları Zerdüşlük’ten esinlenerek Aleviliği benimsediler.

    Alevilik, birçok dinin iyi yönlerini almış kendi felsefesinde yoğurmuş, ona kendince bir biçim vermiş. Çağın şartlarına göre kendini yenilemiş, kardeşliği, hoşgörüyü, insancılığı ön pilana almış bir yaşam biçimidir. Günümüzde ise: Yoksulluğun, ezilmişliğin, zülmün, soygunculuğun olmadığı, eşit paylaşımın olduğu, herkesin kardeşçesine yaşadığı, tabiatın tahrip edilmediği bir dünya yaratma mücadelesidir Alevilik.

    640 yılında İslam orduları komşu ülkelere sefere başladılar. Ya İslamlığı kabul edecektin, ya da şimdi olduğu gibi göç edecektin. İslamlığı kabul etmeyen 300 bin suçsuz insan kılıçtan geçirilerek öldürüldü..

    Müslümanlığı kabul etmeyen Aleviler göç etmek zorunda kalmışlar. Bu gün Alevi köylerin %90’nı verimsiz, yol geçmez dağ yamaçlarındadır. Gerçek nedeni ise: düzeni yönlendirenler, onlara yaşama hakkı tanımadıklarıdır. İbadet ederlerken bile, biri görür diye köyün dışına nöbetçi dikerlerdı cemlerinde… ulaşım adresim

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • emperyalizm

    10.07.2007 - 21:07

    Emperyalizm nedir?

    Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Lenin, kapitalizmin serbest rekabet dönemi ile emperyalizm dönemini birbirinden ayırır. Öne çıkardığı hususlar; sanayi sermayesi ile banka sermayesinin kaynaşarak mali-sermayeyi oluşturması ve dev tekellerin ekonomi üzerinde belirleyici bir role ulaşması; ulusal sınırlara artık sığmayan mali-sermayenin sermaye ihracı yoluyla dış pazarlara yani tüm dünyaya yayılması; büyük emperyalist devletlerin dış ticaretinde meta ihracına nazaran sermaye ihracının belirleyici önem kazanması; serbest rekabetin dev tekeller arasındaki rekabete dönüşmesi; dünyanın toprak bakımından paylaşımının tamamlanmış olması ve nüfuz alanları temelinde yeniden-paylaşımın gündemde olması. Tüm bu saptamaların bugün ne ölçüde gerçekliği yansıttığını görmek zor değildir. Emperyalizm aşamasında, kapitalist üretim tarzının bağrındaki tüm çelişkiler en olgun biçime bürünür ve bu çelişkiler kendilerini çok keskin biçimlerde dışa vurmaya başlar. Bu durum emperyalizm çağını, savaşlar, devrimler ve karşı-devrimlerle yüklü bir çağ haline getirir. Emperyalizm, tek kelimeyle, mali-sermayenin egemenlik sistemidir. Demek ki, emperyalizm kapitalist dünya sisteminin bugünkü gelişmişlik düzeyini ifade eder. Bu sistem, tepesinde en güçlü emperyalist devletler olmak üzere, eşitsiz bir temelde karşılıklı bağımlılık içerisinde bulunan ulus-devletlerin oluşturduğu hiyerarşik bir yapıdır.

    Emperyalizm sömürgecilik midir?

    Hayır! Emperyalizm kavramı güçlü devletlerin sömürgeci dış politikası anlamına gelmeyip, bir bütün olarak kapitalist sistemin 20. yüzyılın başından itibaren girdiği evreyi anlatır. Kapitalizmin geçmişteki sömürgecilik dönemine özgü yayılmacılık eğilimi ile, günümüzde mali sermaye egemenliğine dayanan emperyalist tarzda yayılma eğilimini birbirinden ayırt etmek gerekir. Sömürge, bir ülkenin siyasal ve hukuksal olarak bir başka ülkenin eklentisi haline getirilmesi demektir. Bu durum yalnızca bir sömürü ilişkisini değil, esas ve ayırt edici özelliği bakımından hukuksal-siyasal bir statüyü anlatır. Sömürgecilik, siyasal bağımsızlıktan yoksun kılınmış sömürgelerden oluşan bir sömürge imparatorluğu kurmak anlamına gelir. Kapitalizmin emperyalizm çağı ise en güçlü mali-sermaye gruplarının dünya ölçeğinde oluşturdukları nüfuz alanlarına dayanır. Bu mali-sermaye gruplarının tüm dünyayı sömürmeleri için, çağımızda artık geri ülkeleri mutlaka sömürge statüsünde tutmaları gerekmiyor. Geri ülkeler siyasal bağımsızlıklarını kazanmakla sömürge statüsünden çıkıyorlar. Ama emperyalizm kıskacından çıkmaları yine de mümkün olmuyor, çünkü emperyalizm esas olarak bir siyasal bağımlılık biçimini değil, ekonomik ve mali bağımlılığı anlatır.

    “Emperyalizme göbekten bağımlı olmak” ne demektir?

    Emperyalizm çağında hiçbir ulus-devlet ekonomik ilişkiler bağlamında diğer ulus-devletlerden yalıtık ve bağımsız değildir. Dünya kapitalist sistemine entegre olmayan bir kapitalist ülke yaşayamaz. Bu nedenle siyasal bağımsızlığını kazanmış bir ülkenin, emperyalist metropollerden ekonomik ve mali bakımdan da bağımsızlaşması son tahlilde mümkün değildir. Emperyalizmden tam bağımsızlık diye bir şey, ancak kapitalist ilişkilerin tasfiyesiyle mümkündür. Aslında en güçlü emperyalist ekonomiler bile dünya pazarından ve diğer ülkelerden bağımsız durumda değildirler. Tüm “ulusal” ekonomiler birbirleriyle tek yanlı değil, karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi içerisindedirler. Fakat şüphesiz bu bağımlılığın derecesi eşit değildir, çeşitli ülkeler için farklılıklar barındırır. Bu bakımdan, ekonomisi zayıf olan ve ancak emperyalist ülkelere devasa miktarlarda borçlanarak yaşayan kapitalist ülkelerin durumuyla, güçlü kapitalist ülkelerin durumu ayırdedilebilir; birincilerin ikinciler karşısındaki eşitsiz konumu bazı sıfatlar aracılığıyla da vurgulanabilir. Ancak emperyalist-kapitalist sistem her zaman bu tür bir eşitsizliği üretir ve bu sistemin dışında eşitlik ya da bağımsızlık temelinde işleyen bir kapitalizm olamaz.ULAŞIM ADRESİ
    PATİ[email protected]
    HARAMİLERÆMSN.COM

  • kapitalizm

    10.07.2007 - 21:04

    KAPİTALİZM İLE EKOLOJİK KRİZ ARASINDAKİ İLİŞKİ NEDİR?



    Çevresel tahribat alarm verici boyutlara ulaşmıştır. Küresel ısınma, ozon tabakasının delinmesi, üst toprağın kaybı, yağmur ormanlarının temizlenmesiyle oksijenin tükenmesi, asit yağmurları, zehirli atıklar, besinlerdeki ve sudaki böcek zehiri kalıntıları, doğal türlerin hızlanan tükenme oranı, vb. vb. şeylerin büyüklüğü hakkında neredeyse günlük olarak yukarıya doğru revize edilmiş tahminler yapılıyor. Bazı bilim adamları, hayati ekosistemlerin tamir edilemez bir biçimde tahrip olması ve kitlesel insan ölümlerinin başlamasından önce harekete geçmek için 35 yıl gibi kısa bir zamanın olabileceğine inanıyor (Donella M. Meadows, Dennis L. Meadows, ve Jorgen Randers, Beyond the Limits: Confronting Global Collapse, Envisioning a Sustainable Future, Chelsea Green Publishing Company, 1992) . Veya, Kirkpatrick Sale'in ifade ettiği üzere, 'gezegen küresel bir ekolojik tahribat [ecocide, ekolojik intihar] yolunda ilerliyor, belki de bunun tam eşiğinde.' ('Bioregionalism -A Sense of Place,' The Nation, 12: 336-339) .
    Çoğu anarşist, ekolojik krizin köklerinin, Geç Cilalı Taş Devri sırasında ataerkilliğin, köleliğin ve ilk ilkel devletlerin ortaya çıkmasıyla beliren tahakküm psikolojisinde yattığını düşünür. Eko-anarşizmin öncülerinden birisi olan Murray Bookchin (bakınız Kısım E) şunu belirtiyor, 'toplumsal tahakkümle birlikte ortaya çıkan hiyerarşiler, sınıflar, mülk sahibi biçimleri, ve devletçi kurumlar, kavramsal olarak insanlığın doğayla ilişkisine aktarıldı. Doğa da giderek latifundium [Eski Roma'daki büyük araziler] köleleri gibi acımasızca sömürülecek basit bir kaynak, bir nesne, bir hammadde olarak görüldü.' (Toward and Ecological Society, s. 41) . Ona göre, tahakküm psikolojisini söküp atmaksızın ekolojik felaketin gerçekleşmesini önlemeye yönelik tüm girişimler büyük olasılıkla sadece palyatif [kısmen rahatlatıcı] olacak ve bu nedenle de başarızlığa mahkum olacaktır.
    Bookchin şöyle devam ediyor, 'insanlık ile doğa arasındaki çatışma insan ile insan arasındaki çatışmanın bir uzantısıdır. Ekoloji hareketi, tüm yönleriyle tahakküm sorununu kucaklayamadığı müddetçe, zamanımızın ekolojik krizinin kökenindeki sebeplerin ortadan kaldırılmasına yönelik hiçbir katkıda bulunmayacaktır. Eğer ekoloji hareketi, genişletilmiş bir devrim kavramının gerekliliği ile radikal bir şekilde uğraşmaksızın, sadece kirlilik ve [vahşi hayatı] koruma kontrollerindeki reformizme -sadece 'çevrecilik'e- bağlı kalırsa, mevcut doğal ve beşeri sömürü sisteminin güvenlik supabı olarak hizmet edecektir.' (a.y., s. 43)
    Kapitalizm, tahakküm psikolojisinin ekolojik olarak en tahripkar çıkış yerini bulduğu araç olduğu için, çoğu eko-anarşist kapitalizmin yıkılmasına en birincil önceliği verirler. 'Sistem, hiç abartısız doğayı bitip tükenmez bir şekilde hırsla yutmasıyla, bütün biyosferi çöl ve arktik canlı topluluklarının kırılgan basitliğine indirgeyecektir. Bitki örtüsü ile hayvan topluluklarını giderek karmaşık biçimlerde ve ilişkilerde farklılaştırmış olan organik evrim sürecini tersine çevirecek, böylece de daha basit ve daha az istikrarlı bir yaşam dünyası yaratmış olacağız. Bu korkunç gerilemenin sonuçları uzun vadede yeterince tahmin edilebilir bir şeydir -biyosfer, en sonunda insan yaşamının gereklilikleri noktasında çökecek ve insan yaşamı için gerekli olan organik önkoşulları ortadan kaldıracak şekilde fazlasıyla kırılgan bir hale gelecektir. Her ne kadar ne zaman gerçekleşeceğini tahmin etmek imkansız olsa da, yalnızca üretim amacıyla üretim yapmaya dayanan bir toplumdan bunun ortaya çıkması... sadece bir zaman meselesidir.' (a.y., s. 68)
    Kapitalizmin ortadan kaldırılması gerektiğinin, çünkü 'yeşil' kapitalistlerinin iddialarının aksine 'çevre dostu' haline gelecek şekilde kendisini reforme edemeyeceğinin vurgulanması önemlidir. Bunun sebebi, 'kapitalizm yalnızca pre-kapitalist doğaya tahakküm kavramlarını geçerli kılmakla kalmaz, doğanın talanını toplumun yaşam kanunu haline getirir. Bu tür bir sistemle onun değerleri hakkında tartışma yapmak, büyümenin sonuçları hakkındaki öngörülerle onu korkutmaya çalışmak, bizzat onun metabolizması ile tartışmaktır. Yeşil bir bitkiyi fotosentez yapmaktan vazgeçmeye ikna etmek, burjuva ekonomisini sermaye birikiminden vazgeçirmekten daha kolaydır.' (a.y., s. 66)
    Bu nedenle, kapitalizm, tahakküm (insanın insan üzerinde ve böylece de insanın doğa üzerinde) ve sürekli, sonsuz bir büyümeye (büyüme olmaksızın kapitalizm öleceği için) dayandığı için ekolojik tahribata yol açar.
    D.04.1 KAPİTALİST FİRMALAR NEDEN 'YA ÖLMELİ YA DA BÜYÜMELİ'DİR?
    Endüstriyel üretim 1950'den bu yana elli kat artmıştır. Sınırlı [sonu olan] bir çevre içerisinde böylesi bir genişlemenin, felaketvari sonuçlar olmaksızın sonsuza kadar süremeyeceği açıktır. Ancak, yukarıdaki alıntının akla getirdiği üzere, kapitalizmin büyüme bağımlılığından kurtulması ilkesel olarak imkansızdır.
    Kapitalizm kar için üretime dayanır. Bir firma karlı kalabilmek için, aynı endüstrideki diğer firmalarla rekabet edebilmek amacıyla mal ve hizmetleri yeterince ucuz üretmek zorundadır. Eğer bir firma üretkenliğini arttırırsa (tüm firmalar aynısını yapmak zorunda oldukları için) , daha ucuza üretebilecek, böylece fiyat kırarak rekabeti zayıflatacak ve piyasadan daha fazla pay kapacaktır -en sonunda daha az karlı firmaları iflas etmeye zorlayana kadar. Üstelik, daha yüksek üretkenliğe/karlılığa sahip olan firmalar büyüdükçe, genellikle ölçek ekonomilerine ulaşırlar (yani daha büyük hammadde miktarlarını toptan fiyatlardan [bulk rates] almak) , böylece de daha az üretken/karlı olan işletmeler karşısında daha da fazla rekabetçi avantaj elde ederler. Yani, sürekli olarak artan üretkenlik ayakta kalmak için hayatidir.
    Üretkenliği arttırmanın iki yolu vardır; işçilerin sömürülmesini arttırmak (örn. daha uzun [çalışma] saatleri ve/veya aynı ücret karşılığında daha yoğun çalışma) veyahut aynı ürün veya hizmeti üretmek için gerekli emek miktarını azaltacak yeni teknolojilerin uygulamaya geçirilmesi. İşçilerin sömürü düzeyindeki artışları engellemeye yönelik mücadeleleri nedeniyle, kapitalizmde üretkenliği arttırmanın ana yolu yeni teknolojilerdir (her ne kadar kapitalistler verili teknolojiyle işçiler üzerindeki sömürüyü diğer araçlarla daima arttırmanın yollarını arasalar da) .
    Ancak yeni teknolojiler pahalıdır; yani, sürekli geliştirmelerin maliyetini karşılamak için firma ürettiğinin daha fazlasını satmalı, böylece de sermayesini (makinalar, işletme sahası [floor space], işçiler, vb.) sürekli büyütmelidir. Aslında, kapitalizmde olduğu yerde durmak krize davetiye çıkarmaktır -bu nedenle firma sürekli olarak daha fazla kar için uğraşmalı ve dolayısıyla daima genişlemeli ve yatırım yapmalıdır. Diğer bir deyişle, firma yaşamak için, sermayesini büyütmeye ve geliştirmeye devam etmesine yetecek kadar satabilmek için, sürekli olarak sermayesini ve üretim seviyesini büyütmeli ve geliştirmelidir -yani, 'büyü ya da öl', veya 'üretim için üretim'.
    Bu nedenle kapitalizm açısından ekolojik krizi çözmek ilke olarak imkansızdır, çünkü 'büyü ya da öl' onun doğasına içkindir:
    'Kapitalistik piyasa ekonomisinde 'büyümenin sınırları'ndan bahsetmek, savaşçı bir toplumda savaşın sınırlarından bahsetmek kadar anlamsızdır. Birçok iyi niyetli çevreci tarafından seslendirilen ahlaki dindarlıklar, çokulusluların ahlaki dindarlıklarının manipülatif olması kadar naiftir. Kapitalizmin büyümeyi sınırlamaya 'ikna edilmesi', bir insanoğlunun nefes almayı bırakmaya 'ikna edilmesi'ne benzer. Kapitalizmi 'yeşilleştirme', onu 'ekokojik' kılma girşimleri, sonsuz bir büyüme sistemi olan sistemin doğası nedeniyle başarısızlığa mahkumdur.' (Murray Bookchin, Remaking Society, s. 93-94)
    Kapitalizm varolduğu müddetçe, 'insan yaşamının organik önkoşulları'nı ortadan kaldırıncaya kadar, kaçınılmaz olarak 'sonsuz bir şekilde doğayı hırsla yutmaya' devam edecektir. Bu sebeple, kapitalizmle hiçbir şekilde uzlaşılamaz: bizi yok etmeden önce onu yok etmeliyiz. Ve zaman giderek tükeniyor.
    Kapitalistler, doğaldır ki bu sonucu kabul etmezler. Çoğu kanıtları göz ardı eder veya durumu pembe renkli gözlüklerle görür; ekolojik sorunların göründükleri kadar ciddi olmadıklarını veya çok geç olmadan önce bilimin bunu halletmenin bir yolunu bulacağını savunur. Sağ liberterler bu yaklaşıma sahip olma eğilimindedirler, ancak onlar aynı zamanda gerçek bir serbest piyasa kapitalizminin ekolojik krize karşı çözümler sağlayacağını da söylerler. Kısım E'de, bu argümanların neden çürük olduğunu ve liberter sosyalizmin neden ekolojik felaketi önlemede en iyi umudumuz olduğunu göstereceğiz. ulaşım adresi
    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • devrim

    10.07.2007 - 20:49

    DEVRİMODERN ZAMANLARDA DEVRİM NEDİR? *
    Bahar günlerini geride bırakırken, siyasetle, ülke ve dünya gündemiyle pek
    ilgili olmayan; ne seçimlere ne de Almanya´daki G-8 görüşmelerine ve
    protestolara kafasını takmayan gençlik 68´lerden, 70´li yıllardan çok
    farklı olarak, devrim marşları değil daha soft, lolipop şarkılar söylüyor.
    Bunlar arasında en popüler olanlardan biri ise Nil Karaibrahimgil´in 'Bu
    mudur? ' şarkısı oldu. Karaibrahimgil şarkısında 'Modern zamanlarda aşk /
    yorulmuş mudur? / bu mudur? ' diye soruyor. Gündelik ilişkiler aşkı silip
    süpürürken Hazır Kart´ın 'özgür kızı' (aslında kapitalizmin reklam
    endüstrisine hapsolmuş bir 'köle kız' mı desek ona! ?) gençlere soruyor:
    'Modern zamanlarda aşk / buharlaşıp uçmuş mudur? / bu mudur? ' Umarsız ve
    duyarsız gençlik bu çerez şarkılarla hayatı tüketirken, bize hep örnek
    gösterilen, Batılılaşma yönlü arzularımızın cezp edici çekim merkezi olan
    Avrupa´nın gençliği başka bir yaşam tarzını ortaya koyuyor; Almanya´nın
    Rostock kentinde, G-8 zirvesinde bir araya gelen dünyanın egemenlerini,
    kapitalizmin ve ekolojik felaketlerin başaktörlerini protesto ediyor.
    Göstericilerin başında ise, her zaman olduğu gibi en uzlaşmaz ve devrimci
    çizgiyi temsil eden anarşistler gelmektedir.

    'Bu mudur? ' şarkısından yola çıkarak, biz de anarşistler olarak şu soruyu
    soralım: 'Modern zamanlarda devrim nedir? ', acaba şarkıdaki gibi
    'buharlaşıp uçmuş mudur? ' yoksa 'yorgun mudur? '. Elbette bu sorunun,
    devrimin ne olduğu mevzusunun, kimsenin elinde hazır bir cevabı yoktur.
    Kesin olan bir şey varsa, o da devrimin hiç de buharlaşmış veya yorgun
    olmadığı, hala canlı ve dinamik bir şekilde devinmeye devam ettiğidir.
    Bugün her şeyden önce iktidar yapıları çok karmaşık ve iç içedir. İktidar
    kendini bir merkez ve yukarıdan aşağı uzanan bir piramit gibi değil, her
    tarafa yayılmış olan bir ağ olarak kurmaktadır. Michel Foucalt´nun iktidar
    teorisini dikkate aldığımızda, 'tıpkı güç ilişkilerinin karmaşık ve
    yayılmış olması gibi, direnişin de çok merkezli ve muhtelif olması
    gerekir' (David West, Foucault´da Öznenin Jeneolojisi, Anarkotopya, 2007) .
    Bugün anarşizmi kabaca devletin ortadan kaldırılması, devletsiz toplum
    ideali olarak görmek yeterli olmayacaktır. Anarşizm; sömürü, iktidar ve
    tahakkümün her biçimine karşı çok yönlü ve yıkıcı olduğu kadar yaratıcı ve
    yapıcı bir tarzda verilecek özgür, sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir
    dünya mücadelesinin adıdır. Bu mücadele kaçınılmaz olarak her anarşist
    bireyi ve grubu bir kararın eşiğine getirir: kapitalizme ve iktidarın tüm
    biçimlerine karşı 'devrimci' bir duruş ve yaklaşımla mı mücadele edeceğiz;
    yoksa bazı ara 'çözüm'lere, yani reformlara ikna mı olacağız. Bu konuda,
    her anarşistin farklı tercihi olacaktır. Bizim tercihimiz ve yanıtımız,
    'devrim'dir. Ernesto Che Guevara´nın sözleriyle: 'Devrimin dışında başka
    bir hayat yoktur! ' (Che Guevara, Sosyalizm ve İnsan, Yar Yayınları,
    Haziran 1990) . Kapitalizm her yere yayılırken, sistem insanları kitle
    kültürü, eğlence endüstrisi, alkolizm ve uyuşturucularla esir alırken; biz
    özgürlüğün ve gerçek hayatın ancak devrim içinde yaşanabileceğini
    düşünüyoruz. Birkaç on yıllık hayatları boyunca insanlar birer esir gibi,
    sistemin rehineleri gibi yaşamak için gönüllü oluyorlar. Anarşistler
    olarak devrimi yaşamaya, ruhlarımızda ve bedenlerimizde, sokaklarda,
    kentlerde ve kırlarda; fabrikalarda, okullarda ve tüm griye boğulmuş
    binalarda yaşadığımız baskılara karşı koymaya, devrimin ta kendisi olmaya
    çağırıyoruz. Devrimci anarşizm bu temel noktada, devrimci yönelimiyle
    diğer ekollerden ayrışır. Devrim, sokaklarda, barikatlarda olduğu kadar;
    hayatın en mikro alanlarında da süren bir süreçtir. Devrimci anarşistler
    için, G-8´e karşı yapılan küresel direniş de, bir aile içinde patriyarkaya
    karşı verilen mücadele de çok önemli ve anlamlı, genel anarşist sürecin
    olmazsa olmaz bileşenleridir. Saldırı her yerdedir, öyleyse devrim de her
    yerde, her sosyal alanda, örgütlü olarak yaşanmalıdır.

    Türkiye´de devrimci anarşistler, verilen mücadelenin bir Anarşist Cephe
    içinde sürdürülmesi gerektiğini, hareketin farklı bileşenlerinin cephe
    tarzında birbiriyle ilişkilenmesini ve merkezi olmayan bu cephenin
    özgürlük mücadelesi içinde genişletilmesini savunurlar. Özgürlük bizce
    toplumsaldır. 'Tek bir bireyin gerçek hürriyeti, tüm herkesin kurtuluşunu
    ima eder; çünkü tüm insan topluluğunun doğal temeli olan dayanışma yasası
    sayesinde kendim gibi özgür olan insanlarla çepeçevre sarılmadıkça, ben
    kendim gerçekten özgür olamam, [özgür] hissedemem, bunu bilemem. Her
    birimizin köleliği benim köleliğimdir.' (Mihail Bakunin, Hürriyette
    Dayanışma, Anarşist Bakış) . Bakunin´in, bu görüşlerine katıldığımız için
    bizler toplumsal örgütlenme, dayanışma ve birlikteliğe inanıyoruz.
    Bireysel bir kurtuluş mümkün değildir!

    Elbette devrim dediğimizde, neyi anladığımız, nasıl bir devrim hayal
    ettiğimiz sorulacaktır. Biz devrimden, 'tarihsel yasa'ları,
    zorunlulukları, ilerlemeci bir tarih/toplum kurgusunu anlamıyoruz. 'Devrim
    kısaca, şu amacı taşır: herkes için özgürlük, kolektif heyetlerin,
    birliklerin, komünlerin, illerin, bölgelerin ve ulusların olduğu denli
    bireylerin de özgürlüğü ve bu özgürlüğün federasyon tarafından karşılıklı
    garanti edilmesi.' (Mihail Bakunin, Devrimci El Kitabı, çev: Süreyyya
    Evren, KARAŞIN Fotokopi-Betik 6, İstanbul, 1998) . Devrimin özü budur,
    herkes için özgürlük ve bu özgürlüğün federatif bir toplum yapısıyla
    garanti edilmesi. Ama tabii ki, modern hayatın getirdiği karmaşıklaşma
    günümüz devrimini de karmaşık bir hale getirmektedir. Bugün öngördüğümüz
    federatif yapı, fabrikadaki bir işçiyi de, patriyarka ve ayrımcılık
    altında ezilen kadınları ve eşcinselleri de, ulus-devletin dışladığı
    azınlıkları da, yaşlıların iktidarının hayatlarını kararttığı gençleri de
    içerecek bir çoğulluk arz etmelidir. Anarşi, tekyönlü okumalarla ele
    alınırsa özgürlükçü doğasını kaybeder. Bizlerin hayalleri, en az toplumun
    bağrında, potansiyel olarak var olan kendiliğinden anarşi kadar renkli
    olmalı ve biz bu potansiyeli güçlendirmek ve genele yaymak, toplumsal bir
    devrim sürecinde kapitalizmi ve devleti, besledikleri tüm ayrımcılık,
    sömürü ve baskı biçimleriyle beraber ortadan kaldırmak için iradi olarak
    örgütlenmeliyiz. Kendiliğinden patlamalar ve ilkeleri, amaçları
    belirlenmemiş 'örgütlenme'ler anarşist hareketin önünü açamayacaktır.
    İspanya´dan Rusya´ya, İtalya´dan Latin Amerika´ya kadar devrimci
    anarşistlerin yarattığı gelenek bugün Anarşist Cephe´nin kara bayrağı ile
    Türkiye´de de devam ediyor. Türkiye´de anarşizm bizle başlamadı ve bizle
    de bitmeyecek, bunu çok iyi biliyoruz. Bugün Anarşist Cephe, kendisinden
    önceki yerel anarşist deneyimleri de sahiplenmekte ve savunmaktadır.
    Gelecek anarşist kuşaklar ise muhtemelen birçok yönden bizleri aşacaktır.
    Biz sadece, bugünün sorunlarına bugünün yanıtlarını vermeye çalışıyoruz.
    Bizim ilkelerimiz, amaçlarımız ve beklentilerimiz açıktır:

    —Anarşist Cephe, anarşist otonom ve bireylerin, devrimci gayelerle
    buluşacağı bir mücadele birliğidir.

    —Cephe içinde, hiçbir birey, grup ya da kolektif diğerinden daha çok söz
    hakkına sahip değildir, hiyerarşi ve otorite yoktur.

    —Anarşist Cephe, uluslararası kapitalizme ve devletlerin oluşturduğu
    iktidar ağına karşı toplumsal devrimi hedefler. Devlet, mülkiyet ve miras
    hakkı ortadan kaldırılmalıdır. Ekolojik yaşamı sarsan endüstri, insan ve
    doğaya zarar verdiği oranda aşılmalıdır.

    —Modern yaşam bugün hepimizin dahil olduğu bir süreçtir. Sorunlar kadar
    kendisine karşı direniş araç ve yöntemlerini de sunmaktadır. Biz, modern
    toplumun sunduğu tüm olanaklarla, onları fetişleştirmeden, modern iktidara
    sonuna kadar uzlaşmaz bir yoldan direnmeyi hedefliyoruz.

    —İşçilerin kapitalistlerle olan çelişkisi hala çok önemli bir çelişkidir.
    Fakat iki nokta atlanmamalıdır: Birincisi, artık işçi sınıfının yapısı ve
    koşulları çok değişmiştir. Bugün hizmet sektöründe sömürülen milyonlar var
    ki, onlar belki de fabrikalardaki işçilerden çok daha radikal bir
    sistem-karşıtı hareketin öznesi olabilirler. İkincisi, işçilerin
    mücadelesi tüm diğer çelişki ve mücadeleler üzerinde hiyerarşik bir yere
    konumlandırılmamalıdır.

    —Bizler fabrikalarda da, gettolaşan semtlerde de, büyük kentlerde de,
    taşrada da sistemin karşısına aynı kararlılıkla çıkabilmeliyiz. Bizim
    cephemizde kadınların, gençlerin, dışlanan azınlıkların, kaçak siyah
    göçmenlerin, müzisyenlerin, öğretmenlerin, memurların, yoksul Kürt seyyar
    satıcıların, öğrencilerin, esnafların, travestilerin, seks işçilerinin,
    evsizlerin, kısacası sistemle çelişkisi olduğu düzeyde herkesin yan yana
    ve beraber durması doğal bir süreçtir.

    Türkiye seçim gündemine kitlenmişken, laik-anti-laik, darbeci-demokrat
    cepheleşmesi yaşanırken, biz kendi seçimimizi çoktan yaptık: onların
    saflaşmalarında, onların gündemlerin halkın yararına en küçük bir kırıntı
    dahi bulunmamaktadır. Kurtuluş, özgürlük ve anarşi için halkın ve devrimin
    cephesini, Anarşist Cephe´yi örmeliyiz. Bizi kurtaracak olan kendi
    ellerimiz, kendi birliğimiz ve dayanışmamızdır. Anarşizmi bireysel bir
    kaçış veya nihilizm değil; iktidarın, sömürünün, otoritenin hiçbir
    biçimini içermeyen toplumsal ve örgütlü bir alternatif olarak görüyoruz.
    Buenaventura Durruti´nin şu sözlerini bir kez daha haykırıyoruz: 'Burada,
    kalplerimizde yeni bir dünya taşıyoruz. Bu dünya her an büyüyor! '
    M ÇEŞİTLERİ ulaşım adresi

    PATİ[email protected] HARAMİ[email protected]

  • sivas katliamı

    02.07.2007 - 18:37

    SİVAS Bir Katliamın Adı

    ----------

    SİVAS
    Bilinen bir katliamın adı
    Sıvas katliamı ne anlık, ne de kendiliğinden bir gelişmeydi. Yerel basında şenlikten bir-iki gün önce yayınlanan yazılara bakan herkes, bunun bilinçli, organize bir saldırı olduğunu görürdü. Yerel basında 'Müslüman mahallesinde salyangoz sattırmayız', 'Aziz Nesin dinimize küfretti', 'Sıvas'ta neler oluyor' gibi

    Sıvas katliamı ne anlık, ne de kendiliğinden bir gelişmeydi. Yerel basında şenlikten bir-iki gün önce yayınlanan yazılara bakan herkes, bunun bilinçli, organize bir saldırı olduğunu görürdü. Yerel basında 'Müslüman mahallesinde salyangoz sattırmayız', 'Aziz Nesin dinimize küfretti', 'Sıvas'ta neler oluyor' gibi başlıklarla gerginleştirilen hava 'Müslümanlar' imzalı kontra bildirilerle iyice doruğa ulaştı.
    Konya ve Kayseri'den bir gün önce gruplar halinde insanlar geldi-getirildi. 'Bizim Sıvas' gazetesi gericileri, faşistleri 'gaza'ya çağırıyordu. Saldırı şenliğin ilk günü başladı. Daha ilk gün standlara saldıran gericiler ve faşistler sonuç alamadan geri döndüler.
    2 Temmuz'da vakit Cuma namazına gelirken, ortalık hareketlendi. Yazarlar kitaplarını imzaladıkları Büruciye Medresesi'nde gericilerin sözlü tacizlerine uğradılar. Daha sonra kaldıkları otele dönerken yolda da saldırıya uğradılar.
    Kentteki değişik camilerde Cuma namazını kılan gruplar, namaz sonrası merkezdeki Paşa Camii'nin önünde toplanmaya başladılar. Toplananlar arasında Milli Gençlik Vakfı yurtlarında kalan öğrenciler, üniversitenin ve çarşı esnafının tescilli faşistleri dikkat çekiyordu.
    Saldırgan güruh, ilk olarak Valilik binasına yöneldi. Vali, Pir Sultan Şenliği'ni desteklemekle suçlanıp sloganlarla protesto edildi. Polis olay yerindeydi, ancak hiçbir müdahalede bulunmadı.
    Güruh polis desteğiyle Ozanlar anıtının önüne geldi ve anıtı taşlamaya başladılar. Sonra Kültür Merkezi önünde etkinlikler için toplanmış bulunan 1500 kişilik kitleye saldırdılar. Kitle Kültür Merkezi binasına sığındı. Belediye Başkanı gerici kitleye 'Gazanız mübarek olsun' diye hitap ediyor. Kültür Merkezi'ndekiler devrimcilerin önderliğinde barikatlar kuruyorlar, direnmeye hazırlar; etraf faşistler tarafından sarılmasına rağmen içeriden türkü sesleri geliyor.
    Anıta saldıran, Kültür Merkezini kuşatan faşistler ve gericiler, Madımak Oteli önündeki kitle ile birlikte daha da kalabalıklaşıyor. Aralarında RP'li Belediye Başkanı, Belediye Meclisi üyeleri de var. Belediye Başkanı Kültür Merkezi önünde toplanan insanlara 'Gazanız mübarek olsun' dediğini unutmuşçasına Madımak Oteli önünde toplanan kitleyi 'yatıştırmaya' çalışıyor. Bir yandan da Sıvas Belediyesine ait bir kepçeyle Kültür Merkezi önündeki ozanlar anıtı gericiler tarafından yıkılıyor.
    Otelin etrafındaki kuşatma saatlerdir sürüyordu. Otelin içindekiler Başbakan Yardımcısı İnönü dahil, pek çok yerle telefonla görüşüyorlardı. Kendilerine her yerden söylenen aynıydı; 'merak etmeyin, gereken yapılacak'. Faşist, gerici güruh giderek kalabalıklaşıyor ve saldırganlaşıyor. 'Gereken' bir türlü yapılmıyor. Laik SHP iktidarının yetkilileri, laik ordunun subayları, kimse 'durumdan bir vazife' çıkarmıyor. 'Ya Allah İntikam', 'Aziz'e ölüm', 'Bismillah Allahüekber', 'İslama uzanan eller kırılsın' sloganları duyuluyor. Ve herkesin gözü önünde sekiz saat boyunca taşlanan otel ateşe veriliyor.
    Otelin İçinde 80-90 kişi var. Belediyeden itfaiye isteniyor, fakat itfaiyenin gelmesi Karamollaoğlu tarafından engelleniyor. Yangın büyüyor. Valilik 'kitleyi itfaiyeden su sıkarak dağıtın' diyor. Belediye başkanının 'hoşuna gitmiyor' bu öneri. Yangın büyüyor müdahale edilmiyor, otelin içindekiler yanıyor; 'gereken' yapılmıyor; ama belki faşist düzen açısından 'gereken' bu!
    Otel tamamen yanıyor. Sonuç 35 ölü, 60 civarında yaralı. Gün bitiminde gericiler, faşistler böyle kanlı bir eser bırakıyorlar tarihe.' -----------

    Sivas katliamı öncesinde 'Müslümanlar' imzalı camilerde
    dağıtılan bildiri;
    'Müslüman Kamuoyu...Salman Rüştü müslümanların çok az olduğu kafir bir ülkede sokağa çıkmaya bile cesaret edemezken, onun yerli uşağı Aziz Nesin köpeği, yanında kendisiyle beraber şehrimiz valisi tarafından davet edilip, şehirde adeta müslümanlarla alay edercesine gezebilmektedir... Kafirler şunu iyi bilmeli ki: ıslamın peygamberini ve kitabın izzetini korumak için bu uğurda verilecek canlarımız vardır. Gün müslümanlığımızın gereğini yerine getirme günüdür. ‘İman edenler Allah yoluna savaşırlar, kafirler de tağut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır.’ (Nisa suresi, 76) Galip gelecek olanlar şüphesiz ki, Allah tarafından olacaktır.
    MÜSLÜMANLAR'
    -----------
    Yumrukluyorum duvarları
    Yumrukluyorum kara gecenin bedenini ellerim kan içinde
    Nehirler taşmış yanaklarımdan
    Otuz yedi can
    Otuz yedi gül çatlamış susuzluktan Sivas'ın içinde
    Nasıl uyku tutar gözlerimi
    Döne döne semaha duranlar tutuştu önce
    Sonra türküler
    Sonra şiir çığlıksız düştü türkülerin yanıbaşına
    Sivas... Sivas..
    Yiğitlik midir emanet cana kıymak
    Yiğitlik midir bir tutam ışığı kör bıçakla koparıp karanlığa kurban etmek
    Söyle hangi kitapta vardır elleri kollları bağlı yakmak
    Var mıdır kardelen akında bir avuç inciyi ateşe tutmak lo...
    Böyle garip düştüğüme bakma
    Böyle mahsun durduğuma
    Varsın ateşin suskunlukla beslensin
    Benim de yüreğim gençliğini almış yanına yürür başı dik
    Senin de dağların var Sivas, senin de dağların
    Dağlarında şahanların
    SAVAŞ EZGİ
    -----------
    Katledilen Canlar:
    Muhibe Akarsu - 35 yaşında, Muhlis Akarsu'nun eşi
    Muhlis Akarsu - 45 yaşında, sanatçı
    Gülender Aka - 25 yaşında
    Metin Altıok - 52 yaşında, şair, yazar
    Ahmet Alan - 22 yaşında
    Mehmet Atay - 25 yaşında, gazeteci
    Sehergül Ateş - 30 yaşında
    Behçet Aysan - 44 yaşında, şair
    Erdal Ayrancı - 35 yaşında
    Asım Bezirci - 66 yaşında araştırmacı, yazar
    Belkıs Çakır- 18 yaşında
    Serpil Canik - 19 yaşında
    Muammer Çiçek - 26 yaşında, aktör
    Nesimi Çimen - 62 yaşında, şair, sanatçı
    Carina Cuanna - 23 yaşında, Hollandalı gazeteci
    Serkan Doğan - 19 yaşında
    Hasret Gültekin - 26 yaşında şair, sanatçı
    Murat Güneş
    Murat Gündüz - 22 yaşında
    Gülsüm Karababa - yaşında
    Uğur Kaynar - 37 yaşında, şair
    Asaf Koçak - 35 yaşında, karikatürist
    Koray Kaya - 12 yaşında
    Menekşe Kaya - 17 yaşında
    Handan Metin - 20 yaşında
    Sait Metin - 23 yaşında
    Huriye Özkan - 22 yaşında
    Yeşim Özkan - 20 yaşında
    Ahmet Öztürk - 21 yaşında
    Ahmet Özyurt - 21 yaşında
    Nurcan Şahin - 18 yaşında
    Özlem Şahin - 17 yaşında
    Asuman Sivri - 16 yaşında
    Yasemin Sivri - 19 yaşında
    Edibe Sulari - 40 yaşında, sanatçı
    İnci Türk - 22 yaşında
    Kenan Yılmaz - 21 yaşında


    -----------
    'Sivas Olayları Araştırma Raporu'ndan
    Dönem 19, Cilt 43, Yasama Yılı 3, 28inci Birleşim 16.11.1993 günlü T.B.M.M Tutanak Dergisi'nde yayınlanan '2 Temmuz 1993 Günü Sivas'ta Meydana Gelen Olayların Sebep ve Sorumluları İle Olayların Oluş Şeklinin Ortaya Çıkarılması ve Maddi Zararların Tespiti Amacıyla Anayasanın 98 inci İçtüzüğün 102 ve 103 üncü Maddeleri Uyarınca Bir Meclis Araştırması Açılmasına İlişkin Önergeleri ve Meclis Araştırması Komisyonu Raporu' (S. Sayısı: 369) adını taşıyan raporun 18. sayfasında şu ibareler bir paragraf olarak yer almaktadır:
    'Arif Sağ ise tanımadıkları bir kişinin kendilerine 'sizi otobüslerle götürelim' dediğini (126) bu kişiye güvenmediklerini, çünkü resmi bir tebliğin kendilerine gelmediğini; Valilikten 'arkadaşlar yukarıda toplansınlar, bir arada olsunlar biz kurtaracağız, yardım bekliyoruz' şeklinde bir bilgi geldiğini (127) ifade etmiştir.'
    Bu ibarelerle ilgili raporda muhalefet şerhi yer almamaktadır. Söz konusu komisyon şu isimlerden oluşmaktaydı: Osman Seyfi, Nami Çağan, Mehmet Cemal Öztaylan, Mustafa Kul, Haydar Oymak, İsmail Köse, İbrahim Yaşar Dedelek, Münir Doğan Ölmeztoprak, Abdullatif Şener, Bülent Akarcalı, Kadir Bozkurt ve Fahrettin. ULAŞIM ADRESİM

    PATİ[email protected]

  • mao zedung

    01.07.2007 - 12:37

    1893 yılında Çin'in Human eyaletinde doğdu. Babası zengin bir kişiydi. 13 yaşına kadar sabahları tarlada çalışan öğleden sonraları da okula giden Mao Zedong, 1911 yılında Guomindang ordusuna katıldı. Bu ordu 1912 yılında Mançu Hanedanı'nı devirerek cumhuriyet ilan etti. Mao, Marksist fikirlerle de öğretmen okulunda okurken tanıştı; bu fikirler Pekin'e yaptığı bir gezi sırasında pekişti; bu gezi aynı zamanda ÇKP'yi kuracak olan öncülerle tanışma fırsatı verdi Mao'ya
    .

    Mao, soydaşı olan Li Dazhao'dan çok etkilendi ve Li'nin 'Çin'deki devrimin ancak köylü tarafından başarılabilir' fikrini daha sonraki mücadelelerinde ana düstur olarak benimsedi.

    Mao, ilk siyasal faaliyetlerini Hunan'da özerklik yanlısı bir hareket içinde yürütmeye ve bu hareketin sosyalist gençlik bölümünü örgütlemeye koyuldu. Ardından ÇKP'nin eylemlerine katılacak ve onun desteklediği işçi sendikalarıyla bağlantılı bir madenciler grevi örgütleyecektir. 1921'de yapılan ÇKP kongresinde Mao sekreter oldu. ÇKP'nin ilk taktiği, birleşik milliyetçi taktiği oldu; bu cephede anarşistlerle omuz omuza mücadele yürütüldü ve hatta Cumhuriyetçi Sun Yat-Sen'in Guomindang'ı ile bütünleşildi.

    ÇKP, 1925 yılındaki ilk devrimci ayaklanmasını organize etti ve bu ayaklanma kanlı bir şekilde bastırıldı. Bu ayaklanma ÇKP için sonun başlangıcı gibiydi; 1927'ye gelindiğinde hemen hemen sıfır noktasına gelmişti. On yıl sonra parti Japon işgalcilerine karşı bir kez daha Guomindang ile işbirliği yaptı; ancak bu kez, kendi birliklerinin bağımsızlığını korudu; çünkü rüzgar artık Mao'nun kızıl devrimcilerinden yana esiroydu.

    Aslında Mao, 1925 yılından itibaren parti ile ters düşen tezleri savunuyordu. Büyük ayaklanmalar geleneğini sürdüren Mao, Hunan eyaletinde ilk köylü birliklerinin kuruluşunu destekledi. Mao, yabancı etkisine açık olan şehirlerinden ziyade bu etkiye kapalı olan köylülerin harekete geçirilmesinin daha kolay olduğunu düşünüyordu. Ayrıca ÇKP'nin şehirli yöneticilerinin SSCB'nin sözcülüğünü yapmaktan başka bir iş yapmadığını düşünüyordu. Bu hareket Mao'nun liderliğe yükselmesinde önemli bir dönüm noktası oldu.

    1927'deki kırımdan sonra komünistlerin yeniden örgütlenişi sırasında Çin Köylüler Birliği'nin yönetimine seçildi Mao. 'Güz hasadı ayaklanması'ndan arta kalan birkaç köylüyü bir araya getiren Mao, ilk devrimci orduyu kurdu. Ne var ki Guomindang'ın lideri General Çan Kay-Şek'e bağlı hükümet birlikleri, Mao'nun devrimci ordusunu Jinggang Dağlarına sığınmaya zorladı; Mao, burada Parti'nin destek vermemesine rağmen, kasım 1927'den itibaren toprakları köylüler arasında paşlaştırdı ve köylüleri silahlandırdı. Kızıl Ordu'nun gelecekte komutanı olacak olan Zhu De'nin askeri yardımıyla kızıl üsler, özellikle Jiangxi Eyaletinde çoğaldı. 1931'de devlet başkanlığını Mao'nun üstlendiği bir Çin Sovyet Cumhuriyeti ilan edildi; iki yıl sonra, Parti Merkez Komitesi'nin geri çekilmesi üzerine Mao bu eyalette komünist devrimin başına geçti.

    UZUN YÜRÜYÜŞ VE İKTİDAR

    Komünistler, 1934 sonbaharında bir yıl sürecek bir Uzun yürüyüş için Jiangxi'yi boşaltmak zorunda kaldılar: yola çıkan yaklaşık 100 000 kişiden yürüyüşün sonunda ancak onda biri hayattta kalabilmiştir. Kızıl Ordu birlikleri, düşman kuşatmasından kurtulmak için kendinden daha kalabalık ve daha iyi silahlanmış hükümet kuvvetleriyle çarpışa çarpışa kuzeybatıya doğru zorlu bir dağlık arazide 10 000 kilometre yol yürümüşlerdi.. İşte bu Uzun Yürüyüş'ün mimarları ve kalan 10 000 kişi, Çin devriminin de seçkinlerini oluşturdu.

    Uzun yürüyüş ve daha sonraki dönemde ÇKP ve Mao, milliyetçi tepkiden de destek alarak kendi yönetimi altındaki topraklarda karşılıklı yardımlaşma ekipleri oluşturarak ekonomik örgütlenmeyi sürdürdü. Bu tarz örgütlenme şu ilkeden hareket ediyordu: 'Parti otoritesi, ilke olarak tabana ifade özgürlüğü tanıyan ama yukarıdan alınan kararların tartışılmasını yasaklayan bir demokratik merkeziyetçilik ve dünşünceyi baskı altına alan 'özeleştiri'. Mao, Makyavel'den itibaren siyasette geçerli olan bir ilke ile başlangıçta, Parti'nin genel direktiflerine aykırı olarak (hedef için her yol meşrudur) , zengin köylülerin desteğini yitirmemek için, aşırı sert bir tarım reformundan uzak durma politikasını uyguladı.

    Mao, Guonmindang'a karşı üç yıl süren savaş ve Kuzey Çin köylülerinin yoğun bir biçimde hareket geçirilişi sonucunda, 1 Ekim 1949'da Pekin'de Tian An Men Meydanı'nda bir bildiri okuyarak Çin Halk Cumhuriyeti'ni ilan etti. (Kaynak: Büyük Ansiklapedi) 1954 yılında Devlet başkanı seçilen Mao, artık rejimin ideolojik güvencesi ve yeniden kavuşulan birliğin simgesiydi.

    DÜŞÜNCESİ

    1956'da Hrusçov'un Stalin'in kişiliğini tapınmayı eleştiren ve hatalarını ortaya koyan raporundan sonra, Çinli yöneticiler, ölmüş totoliter şefi savunmaya kalkıştılar; böylece Mao'ya yönelebilecek eleştirilerin önünü kesmek istediler. Nitekim Mao da, 1957'de verdiği Halkın İçindeki Çelişkilerin Adil Çözümü konulu söylevinde Marksist ve Leninis anlayışlarla arasındaki mesafeyi dile getirdi.

    Sosyalizme geçiş evresi boyunca, Marksiszm-Leninizm, önceliği ekonomik etkenlere verir ve partinin ideolojisinin egemen olduğu kültürel alanı her türlü çelişkiden uzak tutar. Mao, Taocu yin ve yang geleneğine yaslanmakta tereddüt göstermeyerek, çelişkili etkenlerin ortadan kalkması nedeniyle, ideolojik devrimin ekonomik devrimden önce geldiği 'kitle çizgisi' halinde kollektif enerjiyi seferber edecek ard arda devrimlerin zorunlu olduğunu ileri sürdü. Bu bağlamda, İleriye Doğru Büyük Sıçrama (1957-1960) gönüllü stratejisini benimsedi; bu doğrultuda 'tarım cephesi askerleri' haline getirilmiş köylülerden ölçüsüz bir üretim çabası istendi. Büyük Sıçrama'nın sonucu 13 milyon kişinin açlıktan ölmesine yol açan bir kıtlık oldu. Bunun üzerine 'Büyük Önder(!) ' ülkenin doğrudan yönetiminden çekildi.

    Mao'nun önemli fikir kaynaklarından biri de Charles Darwin'di. Daha sonra anlatılacak olan Kültür Devrimi*'nin temelinde de bu fikirlerin olduğu görülecektir. K. Mehnert, bu konuda 'Mao, kurduğu bu düzenin felsefi dayanağını 'Çin sosyalizminin temeli, Darwin'e ve Evrim Teorisi'ne dayanmaktadır' diyerek açıkça belirtmişti' demektedir.

    II. DÖNEM İKTİDAR

    1963'ten itibaren, belli başlı Maocu tezlere dayalı olarak olağanüstü bir propaganda saldırısı, bir sosyalist eğitim kampanyası başlatıldı: partinin kitleler tarafından denetlenmesi, hiyerarşiye son verilmesi, el emeğiyle kafa emeği, şehirle köy arasındaki faklılığın kaldırılması. Halk Kurtuluş Ordusu'nun yöneten Lin Biao, Mao'nun kişiliğinde gerçek bir tapınmayı örgütledi. Mao, bir kez daha ekonomi uzmanlarına karşı çıktı ve iktidarı ele geçirmek üzere parti aygıtına karşı Kültür Devrimi'ni (1965-1969) yönetti. Dört Eski'yi (eski düşünceler, eski kültür, eski alışkanlıklar ve eski adetler) yok etmeyi, Kültür Devrimi, bürokrasiyi eleştiriyordu.

    Liselerde ve üniversitelerde şiddet hareketleri başladı, öğretmenler dövüldü; 1966'da çoğunluğu öğrencilerden, fanatik gençlerden oluşan milyonlarca Kızıl Muhafız'ın seferber edilmesiyle terör doruk noktasına ulaştı. Bu döneme hakim olan Kaostu. Komünizmin Kara Kitabı adlı eserde bu dönem şöyle tasvir ediliyordu: 'Hepsi ölüme mahkum edilen devrim karşıtları, bütün halkın davet edildiği açık duruşmalarda, Kızıl muhafızlar tarafından parçalanıyorlardı. Halk ise bu esnada 'öldür öldür! ' diye bağırıyordu. Kızıl Muhafızlar bazen parçaları kızartıp yiyor ya da hala canlı olan mahkumun gözleri önünde ailesine yediriyordu; herkes 'eski mülk sahibi'nin karaciğerinin ve kalbinin yendiği ziyafetlere ve konuşmacının yeni kesilmiş kafalardan yapılmış bir kazık dizisi önünde konuştuğu toplantılara davetliydi.'

    Çin'de yamyamlığa varacak kadar şiddetlenen nefret ve vahşet hakimdi. (Komünizmin Kara Kitabı, s. 617) ' Kızıl Muhafızlar, şehirleri denetim altına aldılar ve geçmişin simgesi dedikleri her şeyi yakıp yıktılar. Kendi içlerinde de bölünmüş haldeki Kızıl Muhafızlar, ordu tarafından düzene uymaya çağrıldı. Bu düzenleme bizzat Mao tarafından yönetildi. Mao'nun en çok eleştirilen yönü de bu oldu.

    Kendisinden sonra gelen yöneticiler tarafından Mao'nun uyguladığı Kültür Devrimi, rejimin uğradığı tüm başarısızlıkların nedeni olarak gösterildi. Aynı şekilde, İleriye Doğru Büyük Sıçrama'dan başlayarak, Mao'nun tüm hataları, ihtiyarlayan otokrat üzerinde büyük etkisi olan eşi Jiang Quing**'in yönettiği Dörtlü Çete'ye mal edildi. Kültür Devrimi'nin hem örgütlenmesine hem bastırılmasına katılmış olan bu önde gelen Maocular, 9 Eylül 1976'da Mao'nun ölmesinden sonra iktidarlarını sürdüremediler.

    *Kültür Devrimi: Mao Zedung iktidar mücadelesi sırasında çok planlı hareket etmiş, büyük bir sabırla başarısızlıklardan geçe geçe başarıya ulaşmıştır. Ülke içinde kendisine karşıt güçleri yenilgiye uğrattıktan, II. Dünya Savaşı sonrası emperyalizmin tasfiyesini sağladıktan, 1 Ekim 1949'da Çin Halk Cumhuriyeti'ni ilan ettikten sonra, artık yeni hedefi kuracağı düzeni daim kılmaktı. Bu amaçla tasarlamış olduğu insan modeline ulaşmak için 1966 Kasımında 'Büyük Proleter Kültür Devrimi'ni başlatmıştır. Bu devrimin önemli ilk öğesi, Mao'nun adeta putlaştırılmaya varan önemi yani halka benimsetilen; insanı, toplumu, doğayı dönüşüme uğratan; insanları kendi sistemine göre varoluşları hakkında bilgilendiren bir düşünce tarzı olan 'Mao Zedung Düşüncesi(MZD) 'dir. Bu düşünce tarzıyla Mao, bir çok sistemin, ideolojinin sahip olduğu yapısına uygun tek tip insan ütopyasını bir süreliğine gerçekleştirmiştir.

    **Jiang Qiang: 1980'de Dörtlü Çete duruşmasında, ömür boyu hapse mahkum edilen Jiang Wuing, 1991'de intihar etti.BÜYÜK PROLETER DEVRİMİ'NİN MİMARI BAŞKAN MAO,NUN KISA FAKAT KİTAPLARA SIĞMAZ HAYATI.
    PATİKAYOLU@MSN

  • sivas katliamı

    01.07.2007 - 12:08

    SİVAS KATLİAMINI UNUTMA UNUTURMA

    Sivas Katliamı: Alevilerin Kanayan Yarası

    Ali Yıldırım

    I.KANLI SİVAS’TAN

    OZANLAR ŞEHRİ’NE

    Pir Sultan kızıydım ben de Banaz’da

    Kanlı yaş akıttım baharda yazda

    Dedemi astılar KANLI SİVAS’TA

    Darağacı ağlar Pir Sultan deyü

    Pir Sultan Abdal’ın tarihsel duruşundan mıdır nedir bilinmez yakın zamana kadar Sivas denilince akla Pir Sultan ve Alevilik gelirdi.

    Ne var ki Sivas Alevilerin nazarında Pir Sultan’ın asıldığı şehir olarak pek makbul bir sicile sahip değildir. Yine de Aleviler bu olayı bir kan davasına dönüştürmemişler, iktidar mensupları ile Sivaslı sıradan insanı ayırmışlar ve Sivas’a “ozanlar şehri” olarak sahip çıkmışlardır. Hatta yetiştirdiği ozanlar dolayısıyla Sivas’ın ayrıcalıklı, özel bir yeri vardır denilebilir. Nasıl olmasın ki Ağahi, Aşık Veli, Ali İzzet, Aşık Veysel, Kemter ve daha niceleri... Sivas toprağında yetişmemiş miydi?

    Sivas şehri’nin kara tarihi/talihi cumhuriyetle bir parça dönmüştür. Çünkü Sivas köhne Osmanlı’nın yerine kurulan genç Cumhuriyet’in temellerinin atıldığı yerlerden biri olmuştur. Bundan dolayıdır ki Sivas Şehri demokrat ilerici kimliğiyle bilinmiş, anılmıştır.

    II.PİR SULTAN’IN DİRENCİ

    HIZIR PAŞA’NIN İHANETİ

    İlimi sorarsan köyümdür Banaz

    Yakılsın yıkılsın ol KANLI SİVAS

    Bir ben ölmeyinen cihan yıkılmaz

    Açılın zındanlar Pir’e gidelim!

    12 Eylül sonrasında Sivas’ın toplumsal dokusunda köklü değişiklikler olur. Sivas büyük göç veren şehirlerin başında gelir. Sivas’tan göçenlerin çoğunu ilerici unsurlar, Aleviler oluştur. Onlardan boşalan yerleri ise tam karşıt güçler doldurur. On yıl içinde Sivas’ın yüzü kararır.

    1989 yerel seçimlerinde Refah Partisi’nin belediye başkanlığını kazanmasıyla gerici güçler bütünsel olarak Sivas’ta kurumsallaşmaya başlar. Belediye olanakları sınırsız bir biçimde Şeriatçı çevrelerin hizmetine sunulur. Anadolu’nun bu demokrat kimlikli kenti gerici bir dokuya bürünmüştür. 12 Eylülcülerin toplumsal güçleri bastırmak için dinci gericiliği kullanmaları sonuçlarını vermiş, gerici güçler sahiplerinin dahi zor kontrol ettikleri bir noktaya gelmiştir.

    Tarih boyunca Sivas kentinin şahsında hep iki çizgi varlığını devam ettirir. Pir Sultan Abdal’ın başeğmez direnişçi yolu ile Hızır Paşa’nın hain, ihanetçi çizgisi.

    Bu iki farklı dünya anlayışı, bu insanlığın hizmetinde olma ile ona ihanet etme çizgisi 2 Temmuz 1993 tarihinde bir kez tarih sahnesinde ortaya çıkacaktır.

    III.SİVAS ELLERİNDE SAZIM ÇALINIR

    Pir Sultan Abdal Kültür Derneği geleneksel olarak 1978’den beri düzenlemekte oldukları Banaz Pir Sultan Abdal Şenlikleri daha görkemli, daha kalıcı bir biçimde gerçekleştirmek için 1993 yılında da aylar öncesinden hazırlıklara başlarlar.

    Tüm demokratik kitle örgütlerine ve Alevi kuruluşlarına çağrı yaparak Banaz şenliklerini paylaşmayı, birlikte yapmayı teklif ederler. Bu etkinliklerin bir bölümünün de Pir Sultan Abdal’ın sazının çalındığı Sivas şehir merkezinde yapılması öngörülür.

    1993 şenlikleri için bilinen tanınan yazarları sanatçıları yapılan davete olumlu yanıt verirler. Pir Sultan Abdal Şenlikleri Pir Sultan Abdal’ın toplumsal ve inançsal duruşuna uygun olarak geniş kapsayıcı sosyal bir organizasyon olacaktır.

    Ankara’dan İstanbul’dan Anadolu’nun dört bir yanından yola çıkan Pir Sultan yolcuları 1 Temmuz 1993 sabahı Sivas’ta buluşurlar. Programa göre iki gün Sivas’ta etkinlikler gerçekleştirilecek ardından ise Banaz’a geçilecektir.

    Fakat Sivas eski Sivas değildir, daha sabahın ilk saatinde, daha Sivas’a girer girmez farkedilir bu. İnsanı sıkıp boğan, söylenmesi gerekip de söylenmeyen bir söz gibi rahatsız eden bir havası vardır Sivas’ın.

    Pir Sultan’ın torunları kendi havalarını hakim kılmakta gecikmezler şehre. Şenlik başlar, deyişler, semahlar birbirini izler. Söyleşiler, paneller izleyici ile dolup taşar. Korkulacak bir şey olmadığını düşünür herkes. Kaygıların boşuna olduğunu söylerler birbirine. Sivas da bizim şehrimiz derler. Ne yazık ki bir gün geçmeden bu görüşlerin tam tersini yaşayacaklardır.

    IV.PLANLI PROGRAMLI KATLİAM

    Sorma be birader mezhebimizi,

    Biz mezhep bilmeyiz yolumuz vardır.

    Mezhep bilmeyen, insanlık yolu dışında başka yol tanımayan, sevgiyi kendisine din edinmiş insanlar Sivas’ta kendileri için kurulan tuzaklardan habersizdirler.

    Sivas’ı bilip tanıyanlar şenlikle ilgili olarak kaygılarını dile getirdiklerinde, şenliğin devletle/kültür bakanlığıyla ortak olarak düzenleniyor olması, Sivas valisinin demokrat kimlikli bir kişi olması, iktidar ortaklarından SHP’nin Alevilerin oy verdikleri bir parti olması gerekçe gösterilerek kaygı giderilmeye çalışılmıştır. Tüm bunların birer yanılgı olduğu anlaşılacaktır ama ne pahasına...

    Şeriatçı karanlık güçler günler öncesinden Sivas’ta Alevilerin, demokratların varlık göstermesini engellemek ve onlara “müslüman mahallesinde salyangoz sattırmamak” için hazırlıklara girişirler.

    Gazete ilanları vererek, bildiriler hazırlayıp dağıtarak yalan dolana dayalı provakasyon ortamı hazırlarlar. Güya şenlik için Sivas’a gelecek olan Aziz Nesin peygamberin eşine hakaret eden Salman Rüştü’nün kitabını yayınlamıştır. Bu tamamen yalandır, ne bir hakaret ne de bir kitap yayınlama olayı sözkonusu değildir. Ama yalana dayalı tahrik şeriatçılar için yeni bir şey sayılmaz. Daha 1978 yılında, yine Sivas’ta “Aleviler camiyi bombaladı” yalanını uydurup halkı birbirine düşürmeye kalışıkan kendileri değil midir? Maraş katliamı öncesi aynı provakasyonu yapmamış mıdırlar.

    2 Temmuz’dan 15 gün önce şeritaçılarca tüm Sivas’a dağıtılan Müslüman Kamuoyuna başlıklı ve altında Müslmanlar imzası olan bildiride halk “cihada” çağrılır:”Aziz Nesin köpeği, yanında kendisiyle beraber bir ekiple birlikte, şehrimiz Valisi tarafından davet edilip, şehirde adeta Müslümanlar’la alay edercesine gezebilmektedir

    Kâfirler şunu iyi bilmeli ki: İslâmın Peygamberi’ni ve kitab’ın izzetini korumak için, bu uğurda verilecek canlarımız vardır.

    Gün, Müslümanlığımızın gereğini yerine getirme günüdür.”

    İlk gün şeriatçılar pusuda beklerler. Saldırı için her zaman yaptıkları gibi Cuma gününü ve Cuma namazını beklerler. 2 Temmuz günü Cuma namazından çıkan kalabalıklar katillerin kışkırtmasıyla harekete geçeler. Önce etkinliklerin yapıldığı Kültür Merkezi’ne saldırırlar.

    Arkasından Sivas katliamının yaşanacağı Madımak Oteli kuşatılır.

    Tüm dünyanın gözü önünde Sivas katliamı yaşanır.

    2 Temmuz Sivas katliamı üzerinden geçen yıllara rağmen Alevilerin nazarında küllenmemekte, tam tersine Sivas yangını Alevilerin kanayan yarası olmaya devam etmektedir.

    Sivas katliamı Alevilerin yaşadığı diğer bir çok katliamlara benzemekle birlikte ondan bazı çok trajik unsurlarla farlılık göstermektedir.

    Bu nedenle “Sivas’ın ışığı sönmeyecek”, bu nedenle “Sivas unutulmayacak” sözleri bu katliama karşı her fırsatta dile getirilmektedir.

    Çünkü 8 saat insanlar Madımak Otelinde kendilerine bir yardım eli uzanmasını beklerler. Cumhurbaşkanı aranır, başbakan aranır, başbakan yardımcısı, bakanlar aranır. Tanıdık bildik etkili yetkili kim varsa bir umut olarak aranır ama güvenlik güçleri de dahil hiçbir güç gelip de şeriatçı güçleri dağıtmaz, Pir Sultan torunlarını kurtarmaz!

    Bu ne derin acıdır!

    Bu ne büyük bir trajedidir.

    Sivas’ta göz göre göre insanlar katledilir. Şeriatçılar bir bayram yerinde buluşmuş gibi Madımak Oteli’ni sarar ve insanlarımızı katlederler. Bu katiller günler öncesinden hazırlık yapmalarına rağmen yakalanmamış, engellenmemiştir. Sivas gibi küçücük bir şehirde kimin ne dolap çevirdiğinin bilinmemesi mümkün müdür? Tersine istihbarat birimleri “olay çıkacağını rapor ettik” demektedirler. Olay çıkmamış, katliam yaşanmıştır. Sivas belediye başkanı katilleri “gazanız mübarek olsun” diye kutlamaya kadar işi vardırmıştır!

    8 saat genç kızlarımızın, oğlanlarımızın, şairlerimizin, bağlama ustalarımızın, semahçılarımızın çığlıklarına tüm insanlık kulaklarını tıkamıştır. Başta iktidar sahipleri olmak üzere!

    8 saat içinde dünyanın bir başka ucuna müdahale edilebildiği halde, Sivas’a yardım gönderilmemiş, insanların katledilmesine engel olunmamıştır! Sivas nasıl unutulur?

    BUNLARI UNUTMA!

    Bazı anlarda bazı sözler söylenir, bazen bu sözlerin ve bu sözleri söyleyenlerin asla unutulmaması gerekir. Bu sözler ve onları söyleyenler yeni acılar yaşanmaması için, yeni katliamlar olmaması için, dostu düşmanı tanımak ve aklımızdan çıkarmamak için kesinlikle unutulmamalıdır. Taşlara, demirlere bu sözler kazınmalı ve bir kenara konulmalıdır.

    Sivas katliamı yaşanırken de unutulmaması gerekin sözler söylenmiştir.

    Hem de bu sözleri dönemin Cumhurbaşkanı, dönemin başbakanı söylemişlerdir. Bu sözler bize katliamın arkasındaki gizi ifade etmektedir.

    UNUTULMAYACAK SÖZLER BİR

    “GÜVENLİK GÜÇLERİ İLE HALKI KARŞI KARŞIYA GETİRMEYİN! ”

    Sözün sahibi Cumhurbaşkanı’dır. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel. Katiller Madımak Otelini kuşatmış, insanlar içeride çığlıklarla yardım beklerken bu sözü defalarca Sivas valisine ve emniyet müdürüne söylemiştir. Demirel’in vatandaş dediği şeriatçı katillerdir. Ve güvenlik güçlerinin onlara müdahale etmesine engel olmakta, katillerin işlerini rahatça yapmalarını istemektedir adeta. Katillere karşı gelmeyin, bu sözün anlamı bundan başka nedir? Bu söz nasıl unutulur?

    UNUTULMAYACAK SÖZLER İKİ

    “OTELİ SARAN VATANDAŞLARIMIZA BİR ŞEY OLMAMIŞTIR! ”

    Sözün sahibi Başbakan’dır. Başbakan Tansu Çiller. Çiller Madımak Otelini saran ve insanlarımızı katleden şeriatçı katillere bir şey olmadığını, katillerin burunlarının kanamadığını müjdelemektedir.

    Başbakan’ın vatandaş dediği de şeriatçı katillerdir. Ya içeride çığlıklarla yardım bekleyenler? Onların vatandaşlık hakları? Onların yaşama hakları? Çillerin umrunda olan, Çillerin bu sözleri ile gözetip kayırdığı katillerdir mağdurlar değil. Bu sözler nasıl unutulur?

    Ya bu sözleri söyleyenlerin partisine oy veren, oy vermeye çağıran Aleviler, sözde Alevi önderleri onlar nasıl unutulur?

    V.ATEŞTE SEMAHA DURANLAR

    ŞİVAS ŞEHİTLERİMİZ

    Nesimi Çimen:Üç telli curanın üstadı. Sarız 1926

    Asım Bezirci:Sosyalizm ve Edebiyat. Erzincan 1927

    Metin Altıok:Kara kutu, şiir, felsefe. Bergama,1941

    Muhlis Akarsu:Kula kulluk yakışır mı? Kangal 1948

    Behçet Aysan:Sefa’sını ölümüle öğreten şair. Ankara 1949

    Muhibe Akarsu:Akarsuyum böyle miydi ahdımız? Kangal 1958

    Edibe Sulari: Davut Sulari’nin yadigarı. Erzincan 1953

    Uğur Kaynar:Militan, şair, elyazarı. Zara 1956

    Asaf Koçak:Yok devenin kuşu, bir sır “Cop Cumhuriyeti”nin çizeri, Yerköy 1957

    Erdal Ayrancı:Hep barikatın başında. Niğde 1958

    Sehergül Ateş:Biz onunla baba kız değildik. O hem sırdaşım, hem yoldaşım, hem dayanağım ve gücümdü; babasının sözleri. Ankara 1953

    Hasret Gültekin:Koçgiri’den, Han Köyü’nden. 1965

    Muammer Çiçek:Bir oyun yazdı “İnadına Yaşamak”.

    Muammer Çiçek:Bir oyun yazdı “İnadına Yaşamak”.Yalınyazı Köyü, Zile 1967

    Gülender Akça:Abidin ve Sultan’ın gözbebekleri. Divriğinin Şahin Köyü’nden, 1968

    Mehmet Atay:Şahanım, şahdamarım, yangın yüreklim. Divriği 1968

    Sait Metin:Uzundu, usuldu dedemin boyu. Divriği 1970

    Carina Johanna:Alevilik araştırmacısı, “yabancı değil”. Hollanda 1970

    Gülsün Karababa:Babası”Kızım benden daha iyi saz çalacak” derdi. Divriği 1971

    İnci Türk:Çiçek açar domur domur dal verir. Balıkesir 1971

    Huriye Özkan:Havanın yüzünde semah dönerken. Ankara 1971

    Murat Gündüz:Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, en sevdiği dize.Ankara 1971

    Ahmet Özyurt:Çok seviyorum düşüncelere dalmayı. Enstein gibi düşünerek kendimden geçmeyi. Kendi dizeleri. Ankara 1972

    Handan Metin:Tüm güzellikleri toplayıp uzun bir yola çıktın. Ankara 1973

    Yeşim Özkan:Ballıhan, erenlerin bal çiçeği. Ankara 1973

    Yasemin Sivri:Kamber’in profesörü, kitap kurdu. Ankara 1974

    Serpil Canik:Kuş olup güvercin donunu giyen, Uyan dağlar uyan Serpil geliyor. Ankara 1974

    Serkan Doğan:Başıma kızıl bağla, arkamdan ağıt yakma anam, Ankara 1974

    Belkıs Çakır:Güne Umut’tan. Ceylanlara karışıp semaha duran. Ankara 1975

    Nurcan Şahin:Kim yakıştırabilir sana ölümü? Ankara 1975

    Özlem Şahin:Okur, meraklı, yerinde duramaz, yaşam delisi. Ankara 1976

    Asuman Sivri:Semah, semah tutkunu, abisinin delisi. Ankara 1977

    Menekşe kaya:Sazı elinde İsmail’in.Ötme bülbül ötme gönlüm şen değil. Ankara 1977

    Koray Kaya:Pir Sultan’ın genç şehidi. Ve hep öyle kalacak. Ankara 1981

    Yanyana öldüler.

    Ve yanyana gömüldüler Karşıyaka’da.

    Karşıyaka’nın onur gülleri, direnç gülleri, Pir Sultan Şehitleri...

    VI.SİVAS DAVASI

    “İnsanlık tarihinde

    din adına işlenen

    böyle bir vahşet görülmemiştir.”

    Sivas katliamının bulunabilen, ele geçirilebilen sanıkları çeşitli mahkemelerde yargılandılar. Sivas davası hala sürmektedir!

    Dava süreci nasıl gelişti?

    Katliam davası güvenlik gerekçesiyle Sivas’tan Ankara’ya nakledildi. Yargılamaya adiyen adam öldürme eylemi davası olarak başlanılmıştı. Mahkeme davayı planlı programlı, örgütlü bir katliam olduğu gerekçesiyle Devlet Güvenlik Mahkemesine gönderdi.

    Ankara DGM 1994 yılında verdiği ilk kararında olayı basit bir “yangın çıkararak adam öldürme” olarak değerlendirdi. Hatta işi daha da azıtarak Aziz Nesin’in katilleri tahrik ettiğini dahi ileri sürdü ve buna dayanarak katillerin cezalarında indirim yaptı.

    DGM’nin bu hukuka ve maddi gerçekliğe aykırı kararını inceleyen Yargıtay DGM kararının tümüyle hukuka aykırı olduğunu saptadı. Yargıtay DGM’nin olayı basite aldığını, yanlış değerlendirdiğini vurgulayarak olayda şeriatçılar tarafından laik düzene yönelik bir kalkışma olduğunun belirlenmesi gereğine işaret etti. 28 Şubat sürecine denk gelen günlerde Ankara DGM’de yargılama yeniden başladı. Bu kez sanıklar hakkında “anayasal düzeni bozarak şeriat devleti kurmaya kalkışmak” eyleminden ceza verilmesi yoluna gidildi. Mahkeme 33 sanığı idam cezasına çarptırdı.(1997) Bu karar Yargıtay’ca yeniden incelendi ve bazı usul hatalarından dolayı bozularak eksikliklerin giderilmesi için yeniden Ankara DGM’ye gönderildi. Şubat 1999 tarihinde usul eksikliklerinin giderilmesi için başlayan yargılama sonucunda 33 sanık DGM’ce yeniden idam cezasına çarptırıldı. Sanıklar bu kararı temyiz ettiler. Dava dosyası şu an Yargıtay’da incelenmekte.

    Ankara DGM’sinin sanıklar hakkında idam kararı verirken dayandıkları gerekçe tüyler ürperticidir: “İnsanlık tarihinde din adına işlenen böyle bir vahşet görülmemiştir.”

    VII.SİVAS DERSLERİ

    Sivas katliamı gerek Alevi örgütlenmesinde gerekse Alevilerin bilincinde bir dönüm noktası olmuştur.

    Sivas katliamından çıkan birinci ve temel ders, yalnızca ve yalnızca kendi gücüne ve örgütlülüğüne güvenmenin zorunluluğudur.

    Aleviliği yönelik ağır bir kuşatmanın yaşandığı ve saldırıların gündeme geldiği şu günlerde Alevilerin kimlik mücadeleleri için güçlü örgütlülükler yaratması zorunluluğu görevi her zamankinden daha yakıcıdır. ulaşım adresi PATİ[email protected]

  • emek

    24.06.2007 - 16:33

    FRİEDRİCH ENGELS'İN GİRİŞ'İ

    Bu yapıt, Neue Rheinische Zeitung'da[76] 4 Nisan 1849 tarihinden başlayarak bir dizi başyazı olarak yayımlandı. Marx'ın 1847'de, Brüksel'de, Alman İşçileri Birliğinde[77] verdiği konferanslar, bu broşürün temelini oluşturur. Bu yapıt, basıldığı kadarıyla, yarım kalmıştı. Gazetenin 269'uncu sayısında, makalenin sonunda, 'Devam edecek' notu ile verilen söz, o sırada hızla birbiri üstüne yığılmakta olan olaylar sonucu yerine getirilmedi: Macaristan'ın Ruslar tarafından istilâsı,[78] bizzat gazetenin de kapanmasına (19 Mayıs 1849) yolaçan Dresden'deki, Iserlohn'daki, Elberfeld'deki ayaklanmalar, Pfalz ve Baden ayaklanmaları.[79] Marx'ın ölümünden sonra bulunan yapıtları arasında makalelerin geri kalan bölümlerinin müsveddelerine raslanmadı.[80]
    Ücretli Emek ve Sermaye'nin ayrı bir yayın olarak broşür (sayfa 174) biçiminde birkaç baskısı yapılmıştır, sonuncusu, 1884'te Hottingen-Zurich'te, Schweizerische Genossenschafts-Bushruckerei (İsviçre Basın Kooperatifi) tarafından yayınlanmıştır. Şimdiye kadar yayınlananlar, ilk metne harfi harfine uyuyordu. Ama bu yeni baskı, propaganda broşürü olarak, en azından 10.000 adet dağıtılacaktır; bu bakımdan, Marx'ın kendisinin de, bu koşullar altında, asıl metinde değişiklik yapmadan yeni bir baskıya izin verip vermeyeceğini düşünmeden edemezdim.
    Kırklarda, Marx ekonomi politiğin eleştirisini henüz tamamlamamıştı. Bu, ancak ellilerin sonuna doğru gerçekleşti. Onun için, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın birinci kısmından (1859) önce yayınlanan yazıları, birçok bakımdan, 1859'dan sonra yazdıklarından farklıdır. Bundan önceki yazılarında öyle deyimler, hatta başlıbaşına öyle tümceler vardır ki, sonraki yapıtları açısından talihsiz, hatta yanlış görünürler. Şurası açıktır ki, geniş okur yığınları için yapılan sıradan yayınlarda, yazarın entelektüel gelişiminin bir parçası olarak bu ilk bakış açısının da bir yeri vardır, ve yazarın olduğu kadar okurların da, bu eski yapıtların değiştirmeden basılmasını istemek hakları vardır ve. benim de bunların tek sözcüğünü olsun değiştirmeyi aklımın köşesinden bile geçirmemiş olmam gerekirdi.
    Ama, hemen tümüyle işçiler arasında propagandayı amaçlayan yeni bir baskı sözkonusu olduğunda, iş değişmektedir. Bu durumda, Marx, elbette, 1849 tarihli eski açıklamasını, yeni bakış açısıyla bağdaştırmak isteyecekti. Ve bu baskı için, bellibaşlı bütün noktalarda, bu amaca ulaşmak üzere, bazı gerekli değişiklik ve eklemeleri yapmakla, Marx'ın düşünüşüne uygun bir davranışta bulunduğumdan eminim, Okura şimdiden söylüyorum: bu, Marx'ın 1849'da yazmış olduğu değil, 1891'de yaklaşık olarak yazmış olacağı broşürdür. Dahası, asıl metin öyle çok sayıda dağıtıldı ki, onu, daha ileride tüm yapıtları arasında hiç değiştirmeden yeniden basmama dek, bu, şimdilik, yeterli olacaktır.
    Benim yaptığım değişikliklerin tümü, bir tek nokta etrafında toplanıyor. Asıl metne göre, işçi, kapitaliste, ücret karşılığında emeğini satmaktadır; bu metne göre ise, işçi, işgücünü satmaktadır. Bu değişiklik için bir açıklama yapmam (sayfa 175) gerekir. Bu açıklamayı, bu sorunun basit bir sözcük oyunu değil, tersine, bütün ekonomi politiğin en önemli noktalarından biri olduğunu görsünler diye yapmalıyım.
    Bu açıklamayı, en güç ekonomik tahlillerin kendilerine kolaylıkla anlatılabildiği eğitim görmemiş işçilerin, böylesine karmaşık sorunları yaşamları boyunca hiç kavrayamamış bizim 'kültürlü' ve kendini beğenmiş kişilerimizden ne kadar üstün olduklarına burjuvazi kendisini inandırabilsin diye yapmalıyım.
    Klasik ekonomi politik,[81] fabrikatörün satın aldığı ve karşılığını ödediği şeyin, çalıştırdığı işçilerin emekleri olduğu yolundaki mevcut anlayışı sınai uygulamalardan devralmıştır. Bu anlayış, fabrikatörün ticari gereksinmeleri, muhasebe ve fiyat hesaplamaları açısından tamamıyla yeterli olmuştur. Ama bunun ekonomi politiğe safça aktarılmasıyla orada gerçekten de olağanüstü yanılgılar ve kargaşalıklar yaratmıştır.
    Ekonomi, bütün metaların, bu arada 'emek' diye adlandırdığı metaın da fiyatlarının sürekli değişmekte olduğunu; bunların çoğu kez bizzat metaların üretimleriyle hiç bir ilişkisi bulunmayan ve, dolayısıyla da, fiyatların, kural olarak, salt raslantı sonucu belirleniyorlarmış gibi göründüğü çok çeşitli koşullar sonucu yükselip düştüğü olgusunu gözlemlemektedir. Bundan ötürü, bir bilim olarak ortaya çıkar çıkmaz,[82] ekonomi politiğin ilk işlerin den biri, görünüşte metaların fiyatlarını belirleyen bu raslantının arkasına gizlenen, ama gerçekte, bu raslantının kendisini de belirleyen yasayı araştırmak oldu. Ekonomi politik, çalkanma ve dalgalanmaların etrafında gerçekleştiği sabit merkezi, yükselme ve alçalma arasında gidip gelen sürekli çalkantı halindeki bu meta fiyatlarının sınırları içinde aradı. Fiyatları düzenleyen yasa olarak metaların değerini, bütün fiyat dalgalanmalarının onunla açıklandığı ve bütün bu dalgalanmaların sonuç olarak gelip dayandığı değeri bulmak için, yola, meta fiyatlarından çıktı.
    Klasik iktisat, böylece, bir metaın değerinin, bu metaın içerdiği ve üretilmesi için gerekli olan emek ile belirlendiğini buldu; ve bu açıklama ile yetindi. Biz de, bir an için, burada durabiliriz. Ama yanlış anlamlara meydan vermemek (sayfa 176) için, bu açıklamanın, günümüzde artık tamamıyla yetersiz bir hale geldiğini anımsatacağım. Emeğin değer yaratma özelliğini derinlemesine inceleyen ilk kişi Marx'tı ve bu incelemesiyle, bir metaın üretimi için görünürde ya da gerçekte zorunlu olan her emeğin, bu metaya, bütün koşullarda, harcanan emeğin niceliğine tekabül eden büyüklükte bir değer katmadığını buldu. Demek ki, bugün, Ricardo gibi iktisatçılarla birlikte, rasgele, bir metaın değerinin, onun üretimi için gerekli-emekle belirlendiğini söyleyecek olursak, bunu her söylediğimizde, Marx'ın bu konudaki ihtiyat kaydına da dolaylı olarak değinmiş oluruz. Burada bu kadarı yeterlidir; gerisi, Marx'ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'sında (1859) ve Kapital'inin birinci cildinde bulunabilir.
    Ama, iktisatçılar, değerin bu emek ile belirlenişini 'emek' metaına uyguladıklarında, çelişkiden çelişkiye düştüler. 'Emek'in değeri nasıl belirlenir? İçerdiği gerekli-emekle. Ama bir işçinin, bir günlük, bir haftalık, bir aylık, bir yıllık emeğinde ne kadar emek vardır? Bir günlük, bir haftalık, bir aylık, bir yıllık emek vardır. Eğer emek bütün değerlerin ölçüsü ise, o zaman, 'emeğin değeri'ni, gerçekten de, ancak emek ile ifade edebiliriz. Ama eğer bütün bildiğimiz, bir saatlik emeğin bir saatlik emeğe eşit olduğundan ibaretse, bir saatlik emeğin değeri konusunda hiç bir şey bilmiyoruz demektir. Bu ise, bizi, amaca bir kıl payı olsun yaklaştırmıyor; olduğumuz yerde dönüp duruyoruz.
    Onun için, klasik iktisat, bir başka yol denedi, ve şöyle dedi: bir metaın değeri, onun üretim maliyetine eşittir. Peki ama, emeğin üretim maliyeti nedir? Bu soruya karşılık verebilmek için, iktisatçılar, mantığa birkaç takla attırmak zorundadırlar. İktisatçılar, bizzat emeğin, ne yazık ki bilinemeyen üretim maliyetini araştıracaklarına, işçinin üretim maliyetini araştırmaya girişmişlerdir. Ve bu bulunabilir. Bu maliyet zamana ve koşullara göre değişiklik gösterir, ama belli toplum koşulları için, belli bir yer, belli bir üretim dalı için, hiç değilse oldukça dar sınırlar içinde, bu maliyet de bellidir. Bugün biz, nüfusun büyük ve durmadan artan bir sınıfının ancak üretim araçları —alet, makine, hammadde ve geçim araçları— sahiplerinin hesabına ücret karşılığında çalışarak yaşayabildiği kapitalist üretimin egemenliği (sayfa 177) altında yaşıyoruz. Bu üretim biçimi temeli üzerinde, işçinin üretim maliyeti, işçinin çalışabilmesi, çalışabilir durumda kalması, ve yaşlılık, hastalık ya da ölüm gibi nedenlerle ayrılmasından sonra yerinin bir başkası tarafından alınması —yani, işçi sınıfının gerekli sayılarda çoğalması— için ortalama olarak gerekli olan geçim araçları miktarından —ya da bunların para olarak fiyatından— ibarettir.
    Varsayalım ki, bu geçim araçlarının para olarak fiyatı, günde ortalama üç markı bulmaktadır.
    Demek ki, işçimiz, kendisini çalıştıran kapitalistten günde üç marklık bir ücret almaktadır. Buna karşılık, kapitalist, onu, diyelim ki, günde oniki saat çalıştırmaktadır. Bu kapitalist, kabaca şöyle hesap yapar:
    İşçimizin —bir tesviyecinin— bir günde tamamlayabileceği bir makine parçasını yapmak zorunda olduğunu varsayalım. Hammadde —daha önceden gerekli biçimde hazırlanmış demir ve pirinç— 20 mark tutuyor. Buharlı makinenin kömür tüketimi, ve bu aynı buharlı makinenin, tornanın ve işçimizin kullandığı öteki aletlerin bu kullanımdan doğan yıpranma payı, bir gün için, bir marklık bir değeri temsil etmektedir. Varsayımımıza göre, bir günlük ücret, 3 marktır. Böylece bizim sözkonusu makine parçası, hepsi içinde, 24 mark etmektedir. Ama kapitalist, buna karşılık, müşterilerinden, ortalama olarak, 27 mark alacağını hesaplamaktadır, ya da yaptığı harcamadan 3 mark daha fazlasını.
    Kapitalistin cebine indirdiği bu 3 mark nereden geliyor? Klasik ekonominin iddiasına göre, metalar, ortalama olarak, kendi değerlerinden satılırlar, yani içerdikleri gerekli-emek miktarına tekabül eden fiyatlardan. Bizim makine parçasının ortalama fiyatı —27 mark— demek ki, kendi değerine, yani bu parça içinde cisimleşmiş emeğe eşit olacaktır. Ama bu 27 marktan 21'i, bizim tesviyeci işe koyulmadan önce de zaten var olan bir değerdi. 20 markını hammaddeler, bir markını da iş sırasında tüketilen kömür, ya da [üretim -ç.] sürecinde kullanılmış ve etkinlikleri bu değer tutarınca azalmış olan makineler ve aletler içermekteydi. Geriye kalıyor hammaddenin değerine eklenmiş olan 6 mark. Ama iktisatçılarımızın kendi varsayımlarına göre, bu 6 mark, ancak, işçimizin hammaddeye katmış olduğu emekten ileri gelebilir. İşçinin oniki (sayfa 178) saatlik emeği, böylece, 6 marklık yeni bir değer yaratmıştır. Onun oniki saatlik emeği, demek ki, 6 marka eşit olacaktır. Ve böylece, biz de, en sonunda, 'emeğin değeri'nin ne olduğunu bulmuş oluyoruz.
    'Dur bakalım! ' diye bağırıyor tesviyecimiz. 'Altı mark mı? Ama ben ancak üç mark aldım! Benim kapitalist, oniki saatlik emeğimin değerinin ancak üç mark olduğuna yemin billâh ediyor, ve eğer altı mark isteyecek olursam, benimle alay eder. Ne demek oluyor bu? '
    Emeğin değeri ile, önceleri kısır bir döngü içine giriyor idiysek, şimdi de, tam anlamıyla içinden çıkılmaz bir çelişki içine düşmüş bulunuyoruz. Emeğin değerini aradık ve bize gerekli olandan fazlasını bulduk. İşçi için, oniki saatlik emeğin değeri üç marktır, kapitalist için ise, altı marktır, ki bunun üçünü ücret olarak işçiye öder, üçünü de kendisi için cebe atar. Şu halde, emeğin, bir değil, iki değeri, üstelik de birbirinden çok farklı iki değeri olmalıydı!
    Para olarak ifade edilen değerleri iş zamanına indirgediğimiz anda, çelişki daha da akıl almaz bir hal alıyor. Oniki saatlik çalışma sırasında, altı marklık yeni bir değer yaratılmıştır. Böylece, altı saatte üç mark — işçinin oniki saatlik emek karşılığı aldığı miktar. Oniki saatlik emek karşılığında, işçi, buna eş bir değer olarak, altı saatlik emek ürünü elde etmektedir. Şu halde, ya emeğin biri ötekinin iki katı olan iki değeri vardır, ya da oniki altıya eşittir! Her durumda da tam bir saçmalığa varılmaktadır.
    Ne yaparsak yapalım, emeğin alınıp satılmasından ve emeğin değerinden sözettiğimiz sürece, bu çelişkiden hiç bir zaman kurtulamayacağız. İktisatçılarımızın başına gelen de budur. Klasik ekonominin son kolu olan rikardocu okul, esas olarak bu çelişkiyi çözümlememesi yüzünden batmıştır. Klasik iktisat bir çıkmaza girmişti. Çıkış yolunu bulan Marx oldu.
    İktisatçıların 'emek'in üretim maliyeti olarak gördükleri şey, emeğin değil, bizzat yaşayan işçinin üretim maliyeti idi. Ve bu işçinin kapitaliste sattığı şey, kendi emeği değildi. 'İşe fiilen başlar başlamaz', diyor Marx, 'artık, emeği onun olmaktan çıkmıştır ve bunun için de bu emeğin şimdi işçi tarafından satılması sözkonusu olamaz.'[83] İşçi, olsa olsa (sayfa 179) gelecekteki emeğini satabilir, yani belirli bir zaman içinde belirli bir işi yerine getireceği üzerine söz kesebilir. Ama bunu yapmakla emek satmış olmaz (ki bu emeğin önce harcanmış olması gerekirdi) , belirli bir zaman için (gündelik iş durumunda) ya da belirli bir üretim için (parça başına iş durumunda) , işgücünü kapitalistin emrine verir: kiraya verdiği, ya da sattığı, işgücüdür. Ama bu işgücü işçinin kişiliğine sıkı sıkıya bağlıdır ve ondan ayrılamaz. İşgücünün üretim maliyeti, şu halde, işçinin bizzat kendi üretim maliyeti ile çakışmaktadır; iktisatçıların emeğin üretim maliyeti dedikleri şey, gerçekte, işçinin ve, böylelikle de, onun işgücünün üretim maliyetidir. Ve böylece işgücünün üretim maliyetinden gerisin geriye işgücünün değerine varabiliriz ve, Marx'ın işgücünün alım ve satımı konusundaki bölümde yaptığı gibi (Kapital, Band IV, 3) ,[84] belirli bir nitelikteki işgücünün üretimi için zorunlu olan toplumsal olarak gerekli-emek miktarını saptayabiliriz.
    Peki ama işçi işgücünü kapitaliste sattıktan, yani önceden kararlaştırılan —gündelik ya da parça başına— bir ücret karşılığında işgücünü kapitalistin emrine verdikten sonra ne olur? Kapitalist, işçiyi, iş için gerekli bütün şeylerin —hammaddelerin, yardımcı maddelerin (kömür, boya vb.) , aletlerin, makinelerin— hazır olduğu atelyesine ya da fabrikasına götürür. İşçi burada ölesiye çalışmaya başlar. Gündelik ücreti, yukarda varsaydığımız gibi, üç marktır — bu durumda, bu ücreti, gündelik ya da parça başına kazanıyor olması önemli değildir. Burada da, gene, işçinin, kendi emeği ile, tüketilen hammaddelere oniki saatte altı marklık bir yeni değer kattığını varsayıyoruz, ki bu yeni değeri, kapitalist, yapımı tamamlanmış parçayı sattığı zaman paraya dönüştürür. Kapitalist, bununla, işçiye üç markını öder; öteki üç markı da kendisine alıkoyar. Ama eğer işçi, oniki saatte altı marklık bir değer yaratıyorsa, altı saatte de, üç marklık bir değer yaratır. Demek ki, kapitalist için altı saat çalışmakla, işçi, ücret olarak aldığı üç markın eşdeğerini kapitaliste zaten geri ödemiş oluyor. Altı saatlik bir çalışmadan sonra ikisi de ödeşmiş olmaktadırlar, birbirlerine tek fenik bile borçlu değillerdir.
    'Dur bakalım! ' diye bağırıyor bu kez de kapitalist. 'Ben işçiyi bütün bir gün için, oniki saatliğine kiraladım. Oysa (sayfa 180) altı saat ancak yarım gün eder. Haydi bakalım öteki altı saat da doluncaya kadar iş başına — ancak o zaman ödeşmiş olacağız! ' Ve işçi, gerçekten de, 'kendi isteğiyle' kabul ettiği ve altı iş saatine malolan bir ürün için oniki saatlik bütün bir gün çalışmayı üstlendiği anlaşmaya uymak zorundadır.
    Parça başına çalışmada da durum tıpatıp aynıdır. Varsayalım ki, işçimiz, oniki saatte bir metadan oniki parça yapıyor. Bu parçalardan herbiri, hammadde ve yıpranma olarak iki marka malolmakta ve 2,5 marka satılmaktadır. Bundan önceki aynı varsayımlara göre, demek ki, kapitalist, işçiye, parça başına 25 fenik verecektir; bu, oniki parça için üç mark etmektedir ki, bunu kazanılması için de işçinin oniki saate gereksinmesi vardır; oniki parçanın satışından kapitalistin eline 30 mark geçer; bundan hammaddeler ve yıpranma için 24 mark indirildiğinde geriye altı mark kalır ki, kapitalist bunun üç markını ücret olarak işçiye öder, üç markını da cebine atar. Tıpkı yukarıdaki gibi. Burada da işçi, altı saat kendisi için yani ücretini karşılamak için (oniki saatin herbirinde yarımşar saat) , ve altı saat da kapitalist için çalışır.
    En iyi iktisatçıların, 'emek'in değerinden yola çıktıkları sürece üstesinden gelemedikleri güçlük, 'emek'in değil de, 'işgücü'nün değerinden yola çıktığımızda ortadan kaybolur. Günümüzün kapitalist toplumunda, işgücü bütün öteki metalar gibi bir metadır, ama gene de, tamamıyla özgün bir meta. Yani, değer yaratan bir güç, bir değer kaynağı olmak ve, gerçekten de, uygun bir biçimde kullanıldığında, bizzat kendisinde olandan daha fazlasını yaratan bir değer kaynağı olmak gibi özgün bir niteliği vardır. Üretimin bugünkü durumunda, insanın işgücü, bir günde, bizzat kendisinde bulunandan ve kendisinin malolduğundan daha büyük bir değer üretmekle kalmaz; her yeni bilimsel bulguyla, her yeni teknik buluşla, günlük üretiminin günlük maliyeti aşan bu fazlalığı artar, ve dolayısıyla da işgününün, işçinin günlük ücretini karşılamak için çalıştığı bölümü azalır; öte yandan da, işgününün, işçinin karşılığını almaksızın emeğini kapitaliste armağan etmek zorunda olduğu bölümü artar.
    İşte bugünkü toplumumuzun tüm ekonomik yapısı budur: bütün değerleri yaratan tek başına işçi sınıfıdır. Çünkü değer sözü, emek sözünün bir öteki ifadesinden başka bir şey (sayfa 181) değildir ve bugünkü kapitalist toplumumuzda, belirli bir metaın içerdiği toplumsal olarak gerekli-emek miktarını anlatan bir deyimdir. Ne var ki, işçiler tarafından üretilen bu değerler, işçilere ait değildir. Bu değerler, hammaddelerin, makinelerin, aletlerin ve işçi sınıfının işgücünü satın almalarına olanak sağlayan birikmiş paranın sahiplerine aittir. Demek ki, işçi sınıfının yarattığı ürünler yığınından kendisine kalan, bu yığının bir bölümüdür ancak. Ve az önce gördüğümüz gibi, kapitalist sınıfın kendine sağladığı ve olsa olsa toprak sahipleri sınıfı ile bölüşmek zorunda olduğu geri kalan bölüm, her yeni bulgu ve buluşla daha da artar, buna karşılık, işçi sınıfının payına düşen bölüm (adam başına hesaplandığında) ya çok yavaş ve önemsiz bir artış gösterir, ya yerinde sayar, ya da hatta bazı durumlarda azalır.
    Ama gitgide artan bir hızla birbirinin yerini alan bu bulgu ve buluşlar, insan emeğinin her gün görülmemiş ölçüde artan bu üretkenliği, nihayet, bugünkü kapitalist ekonomiyi ortadan kaldıracak bir çelişkiye yolaçar. Bir yanda ölçüye gelmez büyüklükte zenginlikler ve alıcıların başa çıkamayacağı ürün bolluğu; öte yanda ise, toplumun proleterleşmiş, ücretli işçiler haline gelmiş ve işte bu yüzden de bu ürün bolluğunu kendilerine maledemez hale sokulmuş geniş yığınları. Toplumun, son derece zengin küçük bir sınıf ile mülkten yoksun büyük bir ücretliler sınıfına bölünmesi, toplumun üyelerinin büyük bir çoğunluğu aşırı bir yoksulluğa karşı hemen hemen korunmamış, giderek hiç korunmamış durumda iken, o toplumun, kendi ürettiği fazlalığın ağırlığı altında ezilip boğulması sonucunu verir. Bu durum, her geçen gün daha saçma, daha gereksiz olmaktadır. Bu duruma son verilmelidir, verilebilir. Bugünkü sınıf farklılıklarının ortadan kalkmış olacağı ve —belki biraz sıkıntılı ama herhalde ahlâk bakımından çok yararlı kısa bir geçiş döneminden sonra— toplumun bütün bireylerinin, daha şimdiden zaten varolan muazzam üretici güçlerinin planlı olarak kullanılması ve genişletilmesi sayesinde, ve herkes için zorunlu ve eşit çalışma ile, yaşamdan zevk alma, gelişme ve bedenin ve usun bütün yeteneklerini işletebilme araç ve olanaklarından herkesin eşit bir biçimde ve durmadan artan bir bolluk içinde yararlanabileceği yeni bir (sayfa 182) toplum düzeni olanaklıdır. Ve işçilerin bu yeni toplumsal düzeni elde etme kararlılıklarının giderek artmakta olduğunu yarınki Bir Mayıs, ve önümüzdeki 3 Mayıs pazar günü,[85] Okyanusun her iki yakasında da, tanıtlayacaktır bize. (sayfa 183)

    Londra, 30 Nisan 1891 FRİEDRİCK ENGELS

    Vorwärts, 13 Mayıs 1891,
    n° 109'a ek olarak ve
    Karl Marx, Lohnarbeit und Kapital,
    Berlin 1891, başlıklı broşür olarak yayınlanmıştır

    ÜCRETLİ EMEK VE SERMAYE

    I

    Çeşitli çevreler tarafından, bugünün sınıf savaşımlarının ve ulusal savaşımların maddi temelini oluşturan ekonomik ilişkileri ortaya koymamış olmakla kınandık. Biz bu ilişkilere, kasıtlı olarak, yalnızca siyasal çatışmalarda kendilerini doğrudan ön plana çıkardıkları yerde değindik.
    Sorun, her şeyden önce, sınıf savaşımlarını günümüzün tarihi içinde izlemek ve elimizde zaten bulunan ve her gün tazelenen tarihsel malzeme ile işçi sınıfının, Şubat ve Martla[86] gerçekleştirilen bağımlılığının, aynı zamanda işçi sınıfının karşıtlarının da —Fransa'da cumhuriyetçi burjuvaların ve bütün Avrupa kıtası üzerinde feodal mutlakiyete karşı savaşım veren burjuva ve köylü sınıflarının da— yenilgisine yolaçtığını; Fransa'da 'hilesiz cumhuriyet'in zaferinin, aynı zamanda, Şubat Devrimine kahramanca bağımsızlık savaşları (sayfa 184) ile yanıt vermiş olan ulusların da düşüşü olduğunu; ve son olarak, Avrupa'nın, devrimci işçilerin yenilgisi ile, yeniden eski çifte köleliğine, İngiliz-Rus köleliğine düştüğünü ampirik olarak tanımlamaktı. Paris'teki Haziran savaşımı, Viyana'nın düşüşü, Berlin'in Kasım 1848 traji-komedisi, Polonya'nın, İtalya'nın ve Macaristan'ın umutsuz çabaları, İrlanda'nın açlıktan kırılması — Avrupa'da burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki sınıf savaşımını niteleyen ve bize de, amacı sınıf savaşımından ne kadar uzak görünürse görünsün her devrimci ayaklanmanın devrimci işçi sınıfı zafere ulaşıncaya dek başarısızlıkla sonuçlanmak zorunda olduğunu, her türlü toplumsal reformun, proleter devrimi ile feodal karşı-devrimin bir dünya savaşı içinde silahlarla boy ölçüşecekleri ana kadar bir hamhayal olarak kalacağını göstermek olanağını vermiş olan bellibaşlı etmenler işte bunlardı. Gerçekte olduğu gibi bizim sunuş biçimimizde de, Belçika ile İsviçre, biri burjuva monarşisinin model devleti, öteki burjuva cumhuriyetinin model devleti olarak, kendilerinin Avrupa devriminden olduğu kadar sınıf savaşımından da bağımsız devletler olduklarını sanan, ve büyük tarihsel tabloda karikatüre yakın, traji-komik fresklerdi.
    Okurlarımız, 1848 yılında sınıf savaşımının koskoca siyasal biçimler alarak geliştiğini görmüş olduklarına göre, şimdi, artık, burjuvazinin varlığının ve sınıf egemenliğinin olduğu kadar, işçi sınıfının köleliğinin dayandığı ekonomik ilişkilerle de daha yakından ilgilenmenin zamanı gelmiştir.
    Üç büyük kesim halinde şu konuları açıklayacağız: 1. Ücretli emek ile sermaye arasındaki ilişki, işçinin köleliği, kapitalistin egemenliği; 2. orta burjuva sınıfların ve köylü denen katmanın bugünkü sistem altındaki kaçınılmaz çöküşleri; 3. çeşitli Avrupa uluslarının burjuva sınıflarının, dünya pazarının zorbası —İngiltere— tarafından ticari boyunduruk altına alınması ve sömürülmesi.
    Ekonomi politiğin en ilkel kavramlarının bile önceden bilindiğini varsaymaksızın, mümkün olduğu kadar yalın ve herkesin anlayabileceği bir açıklama yapmaya çalışacağız. İşçiler için anlaşılabilir olmayı istiyoruz. Zaten Almanya'nın her yanında, en basit ekonomik ilişkiler konusunda, bugünkü düzenin patentli savunucularından tutun da Almanya'da (sayfa 185) prenslerden de daha bol olan sosyalist kerametçilere ve bilinmedik siyasal dehalara varıncaya kadar herkeste, bilgisizlik ve en garip fikirlerden meydana gelme bir karışıklık hüküm sürmektedir.
    O halde, ilk soruyu ele alalım: Ücret nedir? Nasıl belirlenir?
    Eğer işçilere, 'ücretiniz ne kadar? ' diye bir soru sorulsaydı, kimi, 'işverenimden günde bir mark alıyorum', kimi de, 'iki mark alıyorum' vb. diyeceklerdi. Hepsi de, bağlı bulundukları çeşitli işkollarına göre, belirli bir işin yapılması, örneğin bir yardalık bezin dokunması, ya da bir sayfalık bir yazının dizilmesi karşılığında kendi patronlarından aldıkları farklı para tutarları sıralayacaklardı. Bu işçilerin hepsi, bildirdikleri tutarların çeşitliliğine karşın, bir noktada birleşeceklerdir: ücret, kapitalistin belirli bir işzamanı karşılığında ya da belirli bir işin yapılması karşılığında ödediği para tutarıdır.
    Kapitalist, bundan ötürü, para ile onların emeklerini satın alıyor görünür. Onlar da, kapitaliste bu para karşılığında emeklerini satarlar. Ama bu, ancak görünüşte böyledir. Oysa gerçekte onların para karşılığında kapitaliste sattıkları işgücüdür. Kapitalist bu işgücünü bir günlüğüne, haftalığına, aylığına vb. satın alır. Ve satın aldıktan sonra da, işçileri baştan şart koşulan süre boyunca çalıştırarak, bu işgücünü kullanır. Kapitalist, işçilerin işgüçlerini satın aldığı bu aynı para, örneğin iki mark karşılığında, iki kilo şeker, ya da belirli bir miktarda herhangi bir başka meta satın alabilirdi. İki kilo şeker satın aldığı bu iki mark, iki kilo şekerin fiyatıdır. İşgücünün oniki saatlik kullanımını satın aldığı bu iki mark, oniki saatlik işin fiyatıdır. Demek ki, işgücü bir metadır, şekerden ne eksik, ne fazla. Birincisi saatle ölçülür, ikincisi ise teraziyle.
    İşçiler, metalarını, yani işgüçlerini kapitalistin metaı ile, yani para ile değişirler, ve bu değişim, belirli bir oranda olur. Şu kadar paraya, işgücünün şu kadar süreyle kullanılması. Oniki saatlik dokuma karşılığında 2 mark. Peki bu 2 mark, 2 mark karşılığında satın alabileceğim bütün öteki metaları da temsil etmez mi? Şu halde işçi, kendi metaını, yani işgücünü, her türden öteki metalarla değişmiştir ve bu, belirli bir (sayfa 186) orana göre olmuştur. Kapitalist, işçiye 2 mark vermekle, günlük emeği karşılığında ona şu kadar et, şu kadar giyecek, şu kadar yakacak, ışık vb vermiştir. Buna göre, bu 2 mark, işgücünün öteki metalarla değişilme oranını, yani işgücünün değişim-değerini ifade eder. Bir metaın para olarak hesaplanan değişim-değeri, onun fiyatı denen şeydir. Ücret, genellikle emeğin fiyatı denilen işgücü fiyatına, ancak insanın etinde, kanında saklı bulunan bu özgün metaın fiyatına verilen addan başka bir şey değildir.
    Herhangi bir işçiyi, örneğin bir dokumacıyı alalım. Kapitalist ona dokuma tezgâhını ve ipliği sağlar. Dokumacı işe koyulur, ve iplik beze dönüşür. Kapitalist, bezi alır ve onu örneğin 20 marka satar. O halde, dokumacının ücreti, bezin, 20 markın, kendi emeğinin ürününün bir bölümü müdür? Hiç de değil. Dokumacı, bez satılmadan çok önce belki de bezin dokunması bitmeden önce, ücretini almıştır. Şu halde kapitalist, bu ücreti, bezin satışından alacağı paradan değil, önceden biriktirilmiş paradan öder. Nasıl ki, işveren tarafından sağlanan dokuma tezgâhı ve iplik dokumacının ürünü değilse, aynı şey dokumacının kendi metaı, yani kendi işgücü karşılığında aldığı metalar için de geçerlidir. Olabilir ki, kapitalist, bezi için hiç bir alıcı bulamaz. Olabilir ki, bezin satışından elde ettiği miktar, ücreti bile çıkaramaz. Ya da bezini dokumacının ücretine kıyasla çok kârlı bir biçimde satabilir. Bütün bunların dokumacıyla hiç bir ilgisi yoktur. Kapitalist, dokumacının işgücünü, servetinin, sermayesinin bir bölümüyle satın alır, tıpkı servetinin öteki bölümüyle de hammaddeyi —ipliği— ve iş aletini —dokuma tezgâhını— satın aldığı gibi. Bunları satın aldıktan sonra, ki bu satın alınan şeyler arasında bezin üretimi için gerekli olan işgücü de vardır, artık yalnız kendisinin olan hammaddelerle ve iş aletleri ile üretim yapar. Çünkü şimdi iş aletleri, üründe ya da ürünün fiyatında dokuma tezgâhı ne kadar pay sahibiyse o kadar pay sahibi olan bizim dokumacıyı da içermektedir.
    Şu halde ücret, işçinin kendi ürettiği meta içinde sahip olduğu pay değildir. Ücret, kapitalistin onlarla kendisi için belirli bir miktarda üretken işgücü satın aldığı daha önceden varolan metaların bir bölümüdür. (sayfa 187)
    İşgücü, demek ki, onu elinde bulunduranın, yani ücretli işçinin kapitaliste sattığı bir metadır. Ücretli işçi bunu neden satar? Yaşamak için.
    Ama, işgücünün uygulanması, emek, işçinin kendi yaşam faaliyetidir, kendi yaşamının tezahürüdür. Ve işte, işçinin gerekli geçim araçlarını sağlamak için bir başkasına sattığı bu yaşam faaliyetidir. Böylece, yaşam faaliyeti, kendisi için bir varolabilme aracından başka bir şey değildir. O, yaşamak için çalışır. Hatta kendisine göre çalışmak, kendi yaşamının bir bölümü değil, daha çok, yaşamından yapılan bir özveridir. Bir başkasına devrettiği bir metadır. Bundan ötürü, kendi faaliyetinin ürünü de, bu faaliyetinin amacı değildir. Kendisi için ürettiği şey, dokuduğu ipek, madenden çıkardığı altın, yaptığı saray değildir. Kendisi için ürettiği şey, ücrettir, ve ipek, altın, saray onun gözünde belirli bir miktar geçim aracına, belki de pamuklu bir fanilaya, bir miktar bakır paraya ve bir bodrum katına indirgenir. Peki ya bu oniki saat boyunca dokuyan, iplik eğiren, yol açan, tornaya çeken, ev yapan, kürek sallayan, taş kıran, yük taşıyan vb. işçi, bu oniki saatlik dokumacılığa, iplik eğirmeye, yol açmaya, tornacılığa, duvarcılığa, kürek sallamaya, taş kırmaya kendi yaşamının bir belirtisi gibi, kendi yaşamı gibi mi bakar? Tam tersine, onun için yaşam, bu işin bittiği yerde, masada, kahvede, yatakta başlar. Öte yandan, bu oniki saatlik emek, kendisi için dokuma, eğirme, yol açma vb. olarak değil, kendisini masaya, kahveye, yatağa götüren kazanç olarak anlam taşır. Eğer ipekböceği, varlığını bir tırtıl olarak sürdürmek için koza örseydi, tam bir ücretli işçi olurdu.
    İşgücü, her zaman bir meta olmamıştır. Emek, her zaman ücretli emek, yani özgür emek olmamıştır. Köle kendi işgücünü köle sahibine satmıyordu, nasıl ki öküz de yaptığı hizmeti köylüye satmazsa. Köle, efendisine işgücü ile birlikte, bir defada ve tümden satılır. Köle, bir efendinin elinden ötekinin eline geçebilen bir metadır. Kendisi bir metadır ama, işgücü onun kendi metaı değildir. Serf, işgücünün yalnız bir bölümünü satar. Toprak sahibinden bir ücret almaz; daha çok o, kendisi, toprak sahibine bir haraç öder.
    Serf toprağa aittir ve topraktan elde edilenleri toprağın sahibine teslim eder. Öte yanda, özgür emekçi, kendisini satar (sayfa 188) ve hem de parça parça satar. Yaşamının 8, 10, 12, 15 saatini, gün be gün açık artırmayla, en çok artıranlara, hammaddelerin, iş aletlerinin ve geçim araçlarının sahiplerine, yani kapitalistlere satar. İşçi, ne bir köle sahibine, ne de toprağa aittir, ama günlük yaşamının 8, 10, 12, 15 saati bunu satın alana aittir. İşçi, kendisini kiralayan kapitalisti istediği an terkeder, ve kapitalist de, artık onun sırtından kâr elde etmediği, ya da umduğu kârı elde etmediği anda kendisine yol verir. Ama yaşamının biricik kaynağı kendi işgücünün satımı olan işçi, kendi varlığını reddetmeksizin alıcılar sınıfının tümünü, yani kapitalist sınıfı terkedemez. İşçi şu ya da bu kapitaliste değil, kapitalist sınıfa aittir, ve dahası, kendisini satmak, yani bu kapitalist sınıf içinden bir alıcı bulmak ona düşer.
    Sermaye ile ücretli emek arasındaki ilişkilerde daha derinlere dalmadan önce, şimdi kısaca, ücretin belirlenmesinde hesaba katılan en genel ilişkileri açıklayacağız.
    Ücret, görmüş olduğumuz gibi, belirli bir metaın, işgücünün fiyatıdır. Demek ki, ücret de bütün öteki metaların fiyatlarını belirleyen aynı yasalarla belirlenir. O halde burada sorulacak soru şudur: bir metaın fiyatı nasıl belirlenir?

    II

    Bir metaın fiyatını belirleyen nedir?
    Bunu belirleyen, alıcılarla satıcılar arasındaki rekabettir, yani arz ve talep arasındaki ilişkidir. Bir metaın fiyatını belirleyen rekabet, üç yönlüdür.
    Aynı meta, çeşitli satıcılar tarafından piyasaya sürülür. Aynı nitelikte metaları en ucuz fiyata satan, öteki satıcıların ayağını kaydıracağından ve en büyük sürümü sağlayacağından emindir. Demek ki, satıcılar, malların sürümü için, pazar için karşılıklı çekişir dururlar. Herbiri, satmak, olabildiğince çok satmak ve elinden gelirse öteki satıcıları safdışı ederek yalnız kendisi satmak ister. Bunun içindir ki, biri ötekinden daha ucuza satar. Bunun sonucu olarak, satıcılar arasında piyasaya sürdükleri metaların fiyatını düşüren bir rekabet çıkar ortaya.
    Ama, buna karşılık, alıcılar arasında da rekabet vardır ki, bu da piyasaya sürülen metaların fiyatlarının yükselmesine (sayfa 189) yolaçar.
    Son olarak, alıcılarla satıcılar arasında da rekabet vardır; alıcılar olabildiğince ucuza almak, satıcılar ise, olabildiğince pahalı satmak isterler. Alıcılar ile satıcılar arasındaki bu rekabetin sonucu, bu rekabetin yukarıda sözü edilen iki yanının nasıl bir ilişki içinde olduklarına, yani rekabetin alıcılar ordusunda mı, yoksa satıcılar ordusunda mı daha güçlü olduğuna bağlı olacaktır. Sanayi bu iki orduyu karşı karşıya getirir ki, bunlardan herbiri gene kendi safları arasında, kendi birlikleri arasında da bir savaş yürütmektedir. Kendi birlikleri arasında en az vuruşma olan ordu, hasmına karşı zaferi kazanır.
    Piyasada 100 balya pamuk ve, aynı zamanda, 1.000 balya pamuk alıcısı olduğunu varsayalım. Bu durumda, demek ki, talep arzdan on kat daha büyüktür. Herbiri bu yüz balyadan bir tane, ve eğer mümkünse hepsini almak isteyen alıcılar arasındaki rekabet çok çetin olacaktır. Bu örnek keyfi bir varsayım değildir. Ticaret tarihinde, aralarında birlik kurmuş birkaç kapitalistin 100 balya değil, dünyanın tüm pamuk stoklarını satın almaya çalıştıkları pamuk rekoltesinin kötü olduğu dönemleri yaşadık. Böylece, verilen bu örnekte, bir alıcı, pamuk balyası başına göreli olarak daha yüksek bir fiyat vererek öteki alıcıyı piyasadan uzaklaştırmaya çalışacaktır. Düşman ordunun birliklerinin kendi aralarında zorlu bir kavgaya tutuştuklarını gören ve 100 balya pamuğun tümünün de satılacağından emin bulunan pamuk satıcıları, karşı taraftakilerin pamuk fiyatını yükseltmek için birbirleriyle rekabete giriştikleri bir sırada, birbirlerine girip pamuk fiyatını düşürmemeye dikkat edeceklerdir. İşte böylece, satıcılar ordusunda birdenbire bir iç barış meydana gelir. Şimdi onlar, alıcıların karşısına tek bir kişi gibi dikilirler, kollarını filozofça kavuştururlar, ve eğer en ısrarlı ve hevesli alıcıların bile fiyat tekliflerinin kesin bir sınırı bulunmazsa, bunların isteklerinin de sınırı olmaz.
    Demek ki, bir metaın arzı bu mala karşı olan talepten daha az ise, satıcılar arasında hemen hemen, ya da hiç bir rekabet olmaz. Bu rekabetin azalması oranında, alıcılar arasındaki rekabet artar. Sonuç, meta fiyatlarında oldukça önemli bir artıştır. (sayfa 190)
    Bunun karşıtı durumun, tam tersi bir sonuçla, çok daha sık meydana geldiği bilinmektedir. Arzın talebe göre hatırı sayılır bir fazlalık göstermesi; satıcılar arasında amansız bir rekabet; alıcı yokluğundan malların gülünç derecede düşük fiyatlarla satılması.
    Ama fiyatlarda bir yükselme, bir düşme ne demeye gelir; yüksek fiyatın, düşük fiyatın anlamı nedir? Bir kum taneciği, mikroskopla bakıldığında yüksektir, ve bir kule, dağ ile kıyaslandığında alçaktır. Ve eğer fiyat, arz ile talep arasındaki ilişki ile belirleniyorsa, o zaman arz ile talep arasındaki ilişkiyi belirleyen nedir?
    Karşımıza çıkan ilk burjuvaya başvuralım. Bir an bile duraksamayacak, bir başka Büyük İskendermiş gibi, bu metafizik kördüğümü çarpım cetveli ile kesip atacaktır. Bize diyecektir ki, sattığım malların üretimi bana 100 marka maloluyorsa, ve ben bu malların satışından, ama bütün bir yıl içerisindeki satışından, 110 mark elde ediyorsam — o zaman bu, akla-uygun, dürüst, meşru bir kârdır. Ama eğer bunun karşılığında 120 ya da 130 mark elde ediyorsam, bu, yüksek bir kârdır; ve eğer elde ettiğim 200 markı buluyorsa, bu, olağanüstü, çok büyük bir kâr olur. Peki burjuvanın kârını ölçmekte kullandığı ölçü nedir? Metaının üretim maliyeti. Bu meta karşılığında, üretimleri daha ucuza malolmuş bir miktar başka meta alacak olursa, zarar etmiş olur. Kendi metaı karşılığında, üretilmeleri daha pahalıya malolmuş bir miktar başka meta alacak olursa, kazançlı çıkmış olur. Ve kârdaki yükselme ve düşmeleri, kendi metaının değişim-değerinin sıfır göstergesinin —üretim maliyetinin— üstünde ya da altında duruyor olmasına göre hesaplar.
    Böylece arz ile talep arasındaki değişen ilişkinin fiyatlarda nasıl kimi kez bir yükselişe, kimi kez bir düşüşe, kimi kez yüksek, kimi kez düşük fiyatlara yolaçtığını görmüş bulunuyoruz. Eğer bir metaın fiyatı arz yetersizliği ya da talepte görülen orantısız bir artış yüzünden oldukça önemli bir yükselme göstermişse, mutlaka bir başka metaın fiyatı buna orantılı olarak düşmüş demektir, çünkü bir metaın fiyatı, o metaın başka metalarla değişilme oranının para olarak ifadesinden başka bir şey değildir. Örneğin, bir metre ipekli kumaşın fiyatı 5 marktan 6 marka çıkarsa, gümüşün değeri (sayfa 191) ipekli kumaşa göre düşmüş, ve eski fiyatlarında kalmış olan bütün öteki metaların fiyatları, aynı şekilde, ipekli kumaşa oranla düşmüş demektir. Aynı miktarda ipekli kumaş alabilmek için, karşılığında, bu metalardan daha fazla miktarda vermek gerekir. Bir metadaki fiyat artışının sonucu ne olacaktır? Bir miktar sermaye, gelişmekte olan bu sanayi dalına atılacak ve sermayenin bu yeğlenen sanayi alanına akımı, sermayeye olağan kârlar getirene dek, ya da daha doğrusu, ürünlerinin fiyatı, aşırı üretim yüzünden, üretim maliyetinin altına düşene dek sürecektir.
    Bunun tersine, eğer bir metaın fiyatı, üretim maliyetinin altına düşerse, sermaye, bu metaın üretiminden çekilecektir. Modası geçmiş ve bundan ötürü de yokolması gereken bir sanayi dalı olma durumu dışında, böyle bir metaın üretimi, yani arzı, sermayenin kaçmasından dolayı, talebe uygun düşene dek, ve bunun sonucu fiyatı yeniden üretim maliyetinin düzeyine çıkıncaya dek, ya da daha doğrusu, arz, talebin altına düşünceye dek, yani fiyatı yeniden üretim maliyetinin üstüne çıkıncaya dek düşmeye devam edecektir, çünkü bir metaın yürürlükteki fiyatı, her zaman, üretim maliyetinin ya altında ya da üstünde bulunur.
    Sermayenin bir sanayi alanından bir başkasına nasıl ileri geri hareket ettiğini görüyoruz. Yüksek fiyatlar çok büyük bir içe doğru göç, düşük fiyatlar ise çok büyük bir dışa doğru göç getirirler.
    Bir başka görüş açısından, yalnız arzın değil, talebin de üretim maliyeti tarafından belirlendiğini gösterebilirdik. Ama bu bizi konumuzdan çok uzaklaştırır.
    Arz ve talepteki dalgalanmaların bir metaın fiyatını sürekli olarak nasıl yeni baştan üretim maliyetine getirmekte olduğunu görmüş bulunuyoruz. Bir metaın gerçek fiyatı, gerçekten, her zaman üretim maliyetinin ya altında ya da üstündedir; ama yükseliş ve düşüşler karşılıklı olarak birbirlerini dengelerler, öyle ki, belirli bir süre içersinde, sanayideki çekilme ve kabarmalar birlikte alındıklarında, metalar birbirleriyle üretim maliyetlerine uygun olarak değişilirler ve, demek ki, fiyatları üretim maliyetleri tarafından belirlenir.
    Fiyatın üretim maliyeti tarafından bu belirlenişi, iktisatçıların anladıkları anlamda anlaşılmamalıdır. İktisatçılar, (sayfa 192) metaların ortalama fiyatının üretim maliyetine eşit olduğunu; bunun bir yasa olduğunu söylerler. Yükselmenin alçalmayla alçalmanın da yükselmeyle dengelendiği anarşik hareketi bir raslantı sayarlar. Ama, başka iktisatçılarca da gerçekten yapıldığı gibi, dalgalanmaları yasa, ve üretim maliyeti tarafından belirlenmeyi raslantı kabul etmek de aynı ölçüde doğru olurdu. Ancak daha yakından bakıldığında, yalnızca bu dalgalanmalardır ki, kendileriyle birlikte en korkunç yıkımları getirirler ve burjuva toplumunu, yersarsıntıları gibi, temellerine dek sarsarlar — yalnızca bu dalgalanmaların akışı içersindedir ki, fiyatlar üretim maliyeti tarafından belirlenir. Bu düzensizlik hareketinin tümü, onun düzeninin ta kendisidir. Bu sınai anarşinin akışı içinde, bir daire çevresindeki bu hareket içinde, rekabet, sözgelimi, bir aşırılığı bir başkasıyla telâfi eder.
    Şu halde, görüyoruz ki, bir metaın fiyatı kendi üretim maliyeti tarafından öyle bir biçimde belirlenir ki, bu metaın fiyatının kendi üretim maliyetinin üstüne çıktığı dönemler, üretim maliyetinin altına düştüğü dönemler tarafından telâfi edilir, ve vice versa. Bu, elbette, ayrı ayrı, belirli sınai ürünler için değil, ancak tüm bir sanayi dalı için geçerlidir. Bunun sonucu olarak, bu, gene, tek tek sanayiciler için değil, ancak tüm sanayiciler sınıfı için geçerlidir.
    Fiyatın üretim maliyeti tarafından belirlenmesi, fiyatın bir metaın yapımı için gerekli-emek zamanı tarafından belirlenmesi ile aynı şeydir, çünkü üretim maliyeti (1) hammaddelerden ve aletlerin yıpranmasından, yani üretimleri belli bir miktarda işgününe malolmuş ve bundan ötürü de belli miktarda bir emek zamanını temsil eden sanayi ürünlerinden, ve (2) ölçüsü bizzat zaman olan dolaysız emekten oluşur.
    Bu durumda, genel olarak metaların fiyatını düzenleyen bu aynı genel yasalar, elbet, ücreti, emeğin fiyatını da düzenlerler.
    Ücret, arz ve talep arasındaki ilişkiye göre, işgücü alıcıları, yani kapitalistler ile, işgücü satıcıları, yani işçiler arasındaki rekabetin aldığı biçime göre yükselip düşecektir. Ücretteki dalgalanmalar genel olarak metaların fiyatındaki dalgalanmalara tekabül eder. Ama bu dalgalanmaların çerçevesi içerisinde, emeğin fiyatı üretim maliyeti ile, bu metaın (sayfa 193) —işgücünün— üretimi için gerekli-emek zamanı ile belirlenir.
    O halde, işgücünün üretim maliyeti nedir?
    Bu, işçiyi işçi olarak muhafaza etmek ve işçiyi işçi durumuna getirmek için gerekli olan masraflardır.
    Bundan ötürü, herhangi bir işin gerektirdiği eğitim süresi ne denli kısa olursa, işçinin üretim maliyeti o denli az, ve emeğinin fiyatı, ücreti o denli düşük olur. Çıraklık döneminin hemen hiç gerekli olmadığı, işçinin kabaca maddi varlığının yeterli olduğu sanayi dallarında, işçinin üretimi için gerekli masraflar, hemen hemen yalnızca kendisini yaşatmak ve çalışabilir durumda tutmak için zorunlu metalardan ibarettir. Bunun içindir ki, emeğin fiyatı, zorunlu geçim araçlarının fiyatı ile belirlenecektir.
    Bununla birlikte, burada işin içine bir başka düşünce daha girer. İmalâtçı, üretim maliyetini ve, buna göre, ürünlerin fiyatlarını hesaplarken iş aletlerinin yıpranmasını da hesaba katar. Örneğin eğer bir makine ona 1.000 marka malolmuşsa ve ömrü on yılsa, on yılın sonunda eskimiş olan makinenin yerine bir yenisini koyabilmek için metaların fiyatına her yıl 100 mark ekler. Aynı biçimde, basit işgücünün üretim maliyeti hesaplanırken üreme masrafları da hesaba katılmalıdır, ki böylelikle, işçi soyunun çoğalabilmesi ve eskimiş işçilerin yerini yenilerin alabilmesi sağlanmış olur. Demek ki, işçinin yıpranması da, makinenin yıpranması gibi aynı şekilde hesaba katılır.
    Basit işgücünün üretim maliyeti, demek ki, işçinin varoluş ve üreme masraflarından oluşur. Bu varoluş ve üreme masraflarının fiyatı, ücreti meydana getirir. Bu biçimde belirlenen ücrete, asgari ücret denir. Bu asgari ücret, metaların fiyatlarının genel olarak üretim maliyetleri ile belirlenmesi gibi, bir tek birey için değil, bu bireylerin meydana getirdikleri tür için gereklidir. Varolmak ve üremek için tek tek yeterli ücret alamayan milyonlarca işçi vardır; ama tüm işçi sınıfının ücretleri gösterdikleri dalgalanmalar içerisinde, bu asgariye eşitlenirler.
    Herhangi bir başka metaın fiyatı gibi ücreti de düzenleyen en genel yasaları şimdi artık anlamış olduğumuza göre, konumuza daha ayrıntılı bir biçimde girebiliriz.
    Sermaye, yeni hammaddeler, yeni iş aletleri ve geçim (sayfa 194) araçları üretmede kullanılan her çeşit hammaddelerden, iş aletlerinden ve geçim araçlarından oluşur. Sermayeyi oluşturan bütün bu parçalar, emeğin yarattığı şeylerdir, emeğin ürünleridir, birikmiş emektir. Yeni bir üretimin aracı olarak işgören birikmiş emek, sermayedir.
    İktisatçılar böyle derler işte.
    Bir zenci köle nedir? Kara ırktan bir insandır. Bu açıklama ne denli yeterliyse, bundan önceki de o denli yeterlidir.
    Bir zenci, bir zencidir. Ancak belirli koşullar altında, bir köle durumuna gelir. Bir pamuk eğirme makinesi, pamuk eğirme makinesidir. Ancak belirli koşullar altında sermaye durumuna gelir. Bu koşullardan koparıldı mı, artık sermaye değildir, tıpkı altının kendi başına para olmaması ya da şekerin şeker fiyatı olmaması gibi.
    Üretimde, insanlar, yalnız doğa üzerinde değil, birbirleri üzerinde de etkili olurlar. Ancak belirli bir biçimde işbirliği yaparak ve etkinliklerini karşılıklı olarak değiş-tokuş ederek üretimde bulunurlar. Üretmek için birbirleriyle belirli bağlantılar ve ilişkiler içine girerler, ve ancak bu toplumsal bağlantı ve ilişki sınırları içindedir ki, doğa üzerinde etkili olur, üretimde bulunurlar.
    Üreticilerin kendi aralarındaki bu toplumsal ilişkiler, etkinliklerini değiş-tokuş etme ve tüm üretim eylemine katılma koşulları, üretim araçlarının niteliklerine göre, doğal olarak farklı olacaktır. Yeni bir savaş aletinin, ateşli silahın icadı ile ordunun tüm örgütlenmesi zorunlu olarak değişmiştir; bireylerin bir ordu oluşturabilme ve bir ordu olarak davranabilme ilişkileri değişik bir biçim almış ve farklı orduların birbirleriyle olan ilişkileri de değişmiştir.
    Demek ki, insanların, içinde üretimde bulundukları toplumsal ilişkiler, toplumsal üretim ilişkileri, maddi üretim araçlarındaki, üretici güçlerdeki değişme ve gelişme ile birlikte değişir, değişik bir biçim alır. Üretim ilişkileri bir bütün halinde toplumsal ilişkiler denilen şeyi, toplumu, ve özellikle, belirli bir tarihsel gelişme aşamasındaki bir toplumu, özgün, ayırdedici nitelikte bir toplumu oluşturur. Antik toplum, feodal toplum, burjuva toplum, herbiri, aynı zamanda, insanlık tarihinde özel bir gelişim aşamasını belirten bu türden üretim ilişkileri bütününü oluştururlar. (sayfa 195)
    Sermaye de bir toplumsal üretim ilişkisidir. Bir burjuva üretim ilişkisi, burjuva toplumunun üretim ilişkisidir. Sermayeyi oluşturan geçim araçları, iş aletleri, hammaddeler, belli toplumsal koşullar altında, belirli toplumsal ilişkiler içinde üretilmiş ve biriktirilmiş değiller midir? Bunlar yeni üretim için belli toplumsal koşullar altında, belirli toplumsal ilişkiler içinde kullanılmıyorlar mı? Ve yeni şeyler üretilmesine hizmet eden ürünleri sermaye haline dönüştüren de işte bu belirli toplumsal nitelik değil midir?
    Sermaye sadece geçim araçlarından, iş aletlerinden ve hammaddelerden, sadece maddi ürünlerden ibaret değildir; bunları olduğu kadar değişim-değerlerini de içerir. Sermayenin içerdiği bütün ürünler metadırlar. Demek ki, sermaye, yalnız bir maddi ürünler toplamı değildir; sermaye, bir metalar, bir değişim-değerleri, bir toplumsal büyüklükler toplamıdır.
    Yünün yerine pamuğu, buğdayın yerine pirinci, ya da demiryollarının yerine buharlı gemileri koysak da, sermaye aynı kalır, yeter ki pamuk, pirinç, buharlı gemi —sermayenin kitlesi— daha önce yünün, buğdayın, demiryollarının sahip oldukları aynı değişim-değerine, aynı fiyata sahip olsunlar. Sermaye en ufak bir değişikliğe uğramaksızın, sermayenin kitlesi sürekli olarak değişebilir.
    Ama, her sermayenin bir emtia, yani değişim-değerleri toplamı olmasına karşılık, her emtia, her değişim-değerleri toplamı sermaye değildir.
    Her değişim-değerleri toplamı, bir değişim-değeridir. Ayrı ayrı her değişim-değeri, bir değişim-değerleri toplamıdır. Örneğin, 1.000 mark eden bir ev, 1.000 marklık bir değişim-değeridir. Bir fenik eden bir kâğıt parçası, yüz tane yüzdebir feniklik bir değişim-değeri toplamıdır. Başka ürünlerle değişilebilir olan ürünler, metadırlar. Birbirleriyle belirli bir orana göre değişilebilirler; bu oran onların değişim-değerini, ya da para olarak ifade edildiğinde, onların fiyatını oluşturur. Bu ürünlerin miktarı, onların meta olma, ya da bir değişim-değeri miktarı, ya da belirli bir fiyata sahip olma niteliklerinde hiç bir değişiklik yapamaz. Bir ağaç ister büyük, ister küçük olsun, bir ağaçtır. Demiri öteki ürünlerle ister ons olarak ister yüzdelik ağırlık birimlerine göre değişiyor olalım, bu, onun (sayfa 196) meta olma, değişim-değeri olma niteliğini değiştirir mi? Miktarına göre, daha büyük ya da daha küçük değere, daha yüksek ya da daha düşük fiyata sahip bir metadır.
    O zaman, herhangi miktarda bir metaın, değişim-değerinin sermaye haline gelmesi nasıl olur?
    Bağımsız bir toplumsal güç olarak, yani toplumun bir kesiminin gücü olarak varlığını sürdürerek ve çoğalarak, dolaysız, canlı işgücü karşılığında değişilmek suretiyle. Çalışma yeteneğinden başka hiç bir şeye sahip bulunmayan bir sınıfın varlığı sermayenin zorunlu bir önkoşuludur.
    Birikmiş emeği sermayeye dönüştüren tek şey, birikmiş, geçmiş, maddeleşmiş emeğin, dolaysız, canlı emek üzerindeki egemenliğidir.
    Sermaye, yaşayan emeğe yeni üretimin aracı olarak hizmet eden birikmiş emekten ibaret değildir. Sermaye, birikmiş emeğe, kendi değişim-değerini korumasının ve çoğaltmasının aracı olarak hizmet eden yaşayan emektir.
    Kapitalist ile ücretli işçi arasındaki alışveriş sırasında olan nedir?
    İşçi, kendi işgücü karşılığında geçim araçları alır, ama kapitalist, verdiği geçim araçları karşılığında işçinin emeğini, üretken faaliyetini, işçinin tükettiği şeyi karşılamakla kalmayıp, birikmiş emeğe bu emeğin içerdiğinden daha büyük bir değer veren yaratıcı gücünü alır. İşçi, mevcut geçim araçlarının bir bölümünü kapitalistten alır. Bu geçim araçları onun ne işine yarar? O anda tüketim yapmasına. Ama, bu geçim araçlarını tükettiğim anda, bunlar benim için bir daha geri gelmemek üzere kaybolmuştur, meğer ki, bu araçların benim varlığımı sürdürmemi sağladıkları süreyi yeni geçim araçları üretmekte, tüketim sırasında, tüketilmekle yokolan değerlerin yerine, emeğimle yeni değerler yaratmakta kullanayım. Ama, aldığı geçim araçları karşılığında işçinin kapitaliste teslim ettiği işte bu soylu yeniden üretme gücüdür! Bu bakımdan, bu gücü kendisi için yitirmiş olur.
    Bir örnek alalım: bir kiracı çiftçi gündelikçisine günde 5 gümüş groşen veriyor. Bu 5 gümüş groşen karşılığında gündelikçi bütün gün çiftçinin tarlasında çalışıyor ve böylece ona 10 gümüş groşenlik bir hasılat sağlıyor. Çiftçi gündelikçiye verdiği değeri yerine koymuş olmakla kalmıyor, iki katına (sayfa 197) çıkarıyor. Demek ki, gündelikçiye verdiği 5 gümüş groşeni verimli, üretken bir biçimde kullanmış, tüketmiştir. Bu 5 gümüş groşen karşılığında tam iki katı bir değerde tarımsal ürün üreten ve 5 gümüş groşeni 10 gümüş groşen yapan emekçinin emeğini ve gücünü satın almıştır. Buna karşılık, gündelikçi, sonuçlarını çiftçiye bıraktığı kendi üretici gücü yerine, azçok kısa bir süre içinde tükettiği geçim araçlarıyla değiştiği 5 gümüş groşen alıyor. Demek ki, 5 gümüş groşen ikili bir biçimde tüketilmiştir, sermaye için yeniden üretici biçimde, çünkü 10 groşen getiren işgücü[*] karşılığında değişilmiştir; işçi için üretici olmayan biçimde, çünkü bir daha geri gelmemek üzere yokolmuş bulunan geçim araçları ile değişilmiştir ve işçi, ancak çiftçi ile aynı değişimi yineleyerek onların aynı değerini elde edebilir. Şu halde sermaye ücretli emek varsayımına, ücretli emek de sermaye varsayımına dayanır. Bunlar birbirlerinin koşuludurlar; karşılıklı olarak birbirlerini yaratırlar.
    Bir pamuk fabrikası işçisi, yalnızca pamuklu kumaşlar mı üretir? Hayır, sermaye üretir. Kendi emeğine yeniden kumanda etmeye ve onun aracılığı ile yeni değerler yaratmaya hizmet edecek değerler üretir.
    Sermaye, ancak işgücü karşılığında değişilmek suretiyle, ancak ücretli emek yaratarak çoğalabilir. Ücretli işçinin işgücü, sermaye ile ancak sermayeyi artırarak, kölesi olduğu gücü kuvvetlendirerek değişilebilir. O halde, sermayenin artması demek, proletaryanın artması yani işçi sınıfının artması demektir.
    Burjuvalar ve burjuva iktisatçıları, kapitalistle işçinin çıkarlarının bundan ötürü aynı olduğunu iddia ederler. Gerçekten de! Kapitalist, işçiye iş vermezse, işçi mahvolur. Sermaye de, işgücünü sömürmezse yokolur, ve onu sömürmesi için de satın alması gerekir. Üretime ayrılmış sermaye, yani üretken sermaye, ne denli çabuk çoğalırsa, bunun sonucu olarak sanayi de o denli gelişir, burjuvazi o ölçüde zenginleşir, işler o denli daha iyi gider, sermaye o denli daha çok işçiye gereksinme duyar, işçi o denli kendini daha pahalıya satar.
    İşçi için katlanılabilir bir durumda olmasının vazgeçilmez (sayfa 198) koşulu, böylece, üretken sermayenin olabildiğince hızla büyümesidir.
    Peki ama, üretken sermayenin büyümesi ne demektir? Birikmiş emeğin canlı emek üzerindeki gücünün büyümesi, burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki egemenliğinin büyümesi demektir. Eğer ücretli emek kendisine egemen olanların zenginliklerini, kendisine düşman olan gücü, sermayeyi üretiyorsa, o zaman istihdam araçları, yani geçim araçları, kendisini yeniden sermayenin bir parçası haline getirmesi, sermayeyi büyümenin giderek hızlanan hareketi içerisine yeniden atan bir kaldıraç haline getirmesi koşuluyla, bu düşman güçten gerisin geriye kendisine geliyor demektir.
    Sermayenin çıkarları ile işçilerin çıkarlarının bir ve aynı çıkarlar olduğunu söylemek, sermaye ile ücretli emeğin bir ve aynı ilişkinin iki yanı olduklarını söylemektir yalnızca. Biri ötekinin sonucudur, tıpkı tefeci ile borç alanın karşılıklı olarak birbirini yaratmaları gibi.
    Ücretli işçi, ücretli işçi oldukça, yazgısı sermayeye bağlıdır. İşçi ile kapitalist arasındaki o kadar övülen çıkar ortaklığı işte budur.
    Sermaye artınca, ücretli emek kitlesi büyür, ücretli işçilerin sayısı çoğalır; tek sözcükle, sermayenin egemenliği daha çok sayıda bireyleri kapsar. En elverişli durumu varsayalım: üretici sermaye artınca emek talebi de artar. Buna göre de emeğin fiyatı, yani ücret yükselir.
    Bir ev, büyük ya da küçük olabilir, çevresindeki evler de aynı ölçüde küçük oldukları sürece, bu ev, bir konuta olan bütün toplumsal talepleri karşılar. Ama küçük evin yanında bir saray yükseliverse, küçük ev bir kulübe derecesine düşer. O zaman bu küçük ev, sahibinin güç beğenir bir kişi olamadığının ya da ancak alçakgönüllü istekleri olabileceğinin tanıtı olur. Ama, uygarlığın ilerleyişi boyunca, küçük ev ne denli büyürse büyüsün, eğer komşu saray da aynı hızla ya da daha büyük ölçüde büyürse, göreli olarak küçük evde oturan kişi, kendi dört duvarı arasında, kendini, gitgide daha rahatsız, daha hoşnutsuz, daha darda hissedecektir.
    Ücrette hissedilir bir artış üretken sermayede hızlı bir büyümeyi öngörür. Üretken sermayenin bu hızla büyümesi, (sayfa 199) zenginliğin, lüksün, toplumsal gereksinme ve zevklerde de eşit hızda büyümeye yolaçar. Şu halde, her ne kadar işçinin zevk konulan artmışsa da, bu zevklerin sağladıkları toplumsal tatmin, kapitalistin artmış bulunan ve işçi için erişilmez olan zevklerine kıyasla ve genellikle toplumun gelişme aşamasına kıyasla, düşmüştür. Bizim isteklerimiz ve zevklerimiz toplumdan kaynaklanır; bu bakımdan, biz de bunları, toplum ölçüsüne vururuz; yoksa bize tatmin veren nesnelerle ölçmeyiz. Bunlar toplumsal bir nitelik taşıdıklarından görelidirler.
    Genel olarak ücret, yalnız karşılığında elde edebileceğim metalar miktarı ile belirlenmemektedir. Ücret çeşitli ilişkileri içerir.
    İşçilerin işgüçleri karşılığında aldıkları şey, her şeyden önce, belirli bir miktar paradır. Ücret, sadece bu parasal fiyatla mı belirlenmektedir?
    16. yüzyılda, Avrupa'da dolaşımda bulunan altın ve gümüş, Amerika'daki daha zengin ve işletilmesi daha kolay madenlerin bulunuşu sonunda arttı. Bu nedenle, altın ve gümüşün değeri, öteki metalara oranla düştü. İşçiler işgüçleri karşılığında para biçiminde aynı miktar gümüş almaya devam ettiler. Emeklerinin parasal fiyatı aynı kaldı, ama bununla birlikte, ücretleri düşmüştü, çünkü aynı nicelikteki gümüş karşılığında ellerine geçen metalar toplamı daha azdı. Bu, 16. yüzyılda, sermayenin büyümesini, burjuvazinin yükselişini daha da ilerleten koşullardan biri oldu.
    Başka bir durumu alalım. 1847 yılı başında en gerekli besin ürünlerinin, buğdayın, etin, yağın, peynirin vb. fiyatları, kötü ürün alınması yüzünden önemli derecede artmıştı. İşçilerin işgüçleri karşılığında aynı para tutarını almakta devam ettiklerini varsayalım. Onların ücretleri düşmüş değil miydi? Elbette. Aynı para tutarı karşılığında daha az ekmek, daha az et vb. alıyorlardı. Ücretleri, gümüşün değeri azaldığı için değil de, geçim araçlarının değeri yükselmiş olduğundan ötürü düşmüştü.
    Son olarak, bütün tarım ürünlerinin ve imalât sanayii ürünlerinin fiyatları, yeni makinelerin kullanımı, daha elverişli bir mevsim geçirilmesi vb. sonucu düşerken, emeğin parasal fiyatının aynı kaldığını varsayalım. Bu durumda (sayfa 200) işçiler, aynı miktar para karşılığında her türden daha çok meta satın alabilirler. Şu halde, salt ücretlerinin parasal değerinin değişmemiş olmasından ötürü, ücretleri artmıştır.
    Demek ki, emeğin parasal fiyatı ile, yeni itibari (nominal) ücret ile gerçek ücret, yani ücret karşılığında fiilen verilen metaların niceliği, birbirleriyle çakışmazlar. Şu halde, ücretin yükselmesinden ya da düşmesinden sözettiğimiz zaman, yalnız emeğin parasal fiyatını, yani itibari ücreti düşünmemeliyiz.
    Ama ne itibari ücret, yani karşılığında işçinin kendini kapitaliste sattığı para tutarı, ne de gerçek ücret, yani işçinin bu para ile satın alabildiği metaların niceliği, ücretlerin içerdiği ilişkilerin tümünü kapsamaz.
    Ücret, her şeyden önce, kapitalistin kazancı ile, kapitalistin kârı ile olan ilişkisiyle de belirlenir —göreli, orantılı ücret.
    Gerçek ücret, emeğin fiyatını öteki metaların fiyatına göre ifade eder, öte yandan, göreli ücret, dolaysız emeğin yarattığı yeni değerdeki birikmiş emeğe, yani sermayeye düşen paya oranla dolaysız emeğin payını ifade eder.
    Daha yukarıda, 14. sayfada, şöyle demiştik: 'Şu halde ücret, işçinin kendi ürettiği meta içinde sahip olduğu pay değildir. Ücret, kapitalistin onlarla kendisi için belirli bir miktarda üretken işgücü satın aldığı daha önceden varolan metaların bir bölümüdür.' Ama, kapitalistin, bu ücreti, işçi tarafından üretilen ürünü sattığı fiyatın içinde tekrar ele geçirmesi gerekir; bunu öyle bir biçimde yapmalıdır ki, kendisine, kural olarak, kendisi tarafından harcanmış olan üretim maliyetinin üstünde bir artı, bir kâr kalsın. İşçinin ürettiği metaın satış fiyatı, kapitaliste göre, üç bölüme ayrılır: birincisi, önceden ödediği hammaddelerin fiyatı ile gene önceden ödediği iş aletlerinin, makinelerin ve öteki iş araçlarının yıpranma payını karşılayan, onu yerine koyan bölüm; ikincisi, önceden ödediği ücreti karşılayan bölüm; üçüncüsü ise, geriye kalan artı, kapitalistin kârı. Birinci bölümün yalnızca önceden varolan değerleri yerine koyuyor olmasına karşılık, hem ücretin ve hem de kapitalistin kârının, bir tüm olarak, işçinin (sayfa 201) emeği tarafından yaratılmış olan yeni değerden karşılandığı ve hammaddelere eklendiği açıktır. Ve bu anlamda, bunları birbirleriyle kıyaslayabilmek için, ücrete ve kâra, işçinin ürününden alınan paylar gözü ile bakabiliriz.
    Gerçek ücret aynı kalabilir, hatta yükselebilir de, ama göreli ücret gene de düşebilir. Varsayalım ki, örneğin bütün geçim araçlarının fiyatı 2/3 oranında bir düşme gösterdiği halde, günlük ücret yalnız üçte-bir oranında, yani örneğin 3 marktan 2 marka düşüyor. Her ne kadar işçi, iki markı ile daha önce 3 markla alabildiğinden daha büyük miktarda meta alabilecekse de, onun ücreti, gene de, kapitalistin kârına oranla azalmıştır. Kapitalistin (örneğin, fabrikatörün) kârı bir mark artmıştır, yani işçiye ödediği daha az değişim-değeri tutarına karşılık, işçinin eskisinden daha büyük bir miktarda değişim-değerleri üretmesi gerekmektedir. Sermayenin payı, emeğin payına göre artmıştır. Toplumsal servetin sermaye ile emek arasındaki bölüşümü daha da eşitsiz bir hale gelmiştir. Kapitalist, aynı sermaye ile, daha büyük bir nicelikte emeğe kumanda etmektedir. Kapitalist sınıfın işçi sınıfı üzerindeki gücü artmıştır, işçinin toplumsal konumu kötüleşmiş, kapitalistinkinden bir adım daha aşağıya düşmüştür.
    Peki ama, karşılıklı ilişkiler içersinde, ücretin ve kârın yükselip alçalmasını belirleyen genel yasa nedir?
    Ücret ve kâr birbirleriyle ters orantılıdır. Emeğin payı, yani ücret düştüğü ölçüde, sermayenin payı, yani kâr yükselir, ve vice versa. Ücret düştükçe kâr yükselir; ücret yükseldikçe kâr düşer.
    Belki de buna şöyle itiraz edilecektir: ister yeni pazarların açılması sonucu, ister eski pazarlarda talebin geçici olarak artması sonucu, vb. olsun, kendi metalarına olan talebin artmasıyla, kapitalist, ürünlerini öteki kapitalistlerle daha elverişli koşullarda değişerek kâr edebilir; kapitalistin kârı, demek ki, öteki kapitalistlerin safdışı kalmasından dolayı, ücretteki, işgücünün değişim-değerindeki yükseliş ve düşüşlerden bağımsız olarak artabilir; ya da kapitalistin kârı, iş aletlerinin yetkinleşmesi, doğa kuvvetlerinin yeni bir kullanımı vb. sayesinde de yükselebilir.
    Her şeyden önce şunu kabul etmek gerekecektir ki, ters (sayfa 202) yoldan giderek de varılsa, sonuç aynı kalır. Evet, kâr, ücret azaldığı için artmamıştır, ücret, kâr arttığı için azalmıştır. Kapitalist, başka kişilerin aynı miktardaki emeği ile, emeğe daha yüksek bir fiyat ödemeksizin, daha büyük bir miktarda değişim-değeri elde etmiştir; yani bu duruma göre, emeğe ödenen, emeğin kapitaliste bıraktığı net kâra oranla daha azdır.
    Ayrıca, anımsatalım ki, metaların fiyatlarındaki dalgalanmalara karşın, her metaın ortalama fiyatı, yani metaın başka metalarla değişilme oranı, o metaın üretim maliyeti ile belirlenir. Demek ki, kapitalist sınıf içindeki birbirini geçmeler, zorunlu olarak, birbirlerini dengelerler. Makinelerin gelişip yetkinleşmesi, yeni doğal güçlerin üretim için kullanılması, belli bir süre içersinde aynı nicelikteki emek ve sermaye ile daha çok miktarlarda ürün yaratılmasını sağlar, yoksa daha büyük değişim-değeri yaratılmasını değil. Eğirme makinesi sayesinde bir saat içinde, bu makinenin icadından önce çıkartabildiğinin iki katı, örneğin elli yerine yüz kilo iplik çıkarabiliyorsam da, bu yüz kilo iplik karşılığında, uzun vadede, daha önce elli kilo karşılığında alabildiğimden daha fazla meta alamam, çünkü üretim mafiyeti yarı yarıya düşmüştür, ya da çünkü, aynı üretim maliyeti ile iki katı ürün verebiliyorum.
    İster bir ülkenin, ister bütün dünya pazarının kapitalist sınıfı, burjuvazisi olsun, üretimin net kârını aralarında ne oranda üleşirlerse üleşsinler, bu net kârın toplam tutarı, her zaman için, bir bütün olarak dolaysız emeğin birikmiş emeği artırmış olduğu miktardan ibarettir. Demek ki, bu toplam miktar, emeğin sermayeyi artırdığı oranda, yani kârın ücrete kıyasla yükseldiği oranda artar.
    Şu halde görüyoruz ki, sermaye ile ücretli emek arasındaki ilişkinin sınırları içinde kalsak bile, sermayenin çıkarları ile ücretli emeğin çıkarları birbirlerine taban tabana karşıttırlar.
    Sermayede hızlı bir artış, kârda da hızlı bir artış demektir. Eğer emeğin fiyatı, eğer göreli ücret hızla azalırsa, kâr da, ancak bu aynı hızla artabilir. Gerçek ücretin, kâr ile aynı oranda olmasa bile, itibari ücretle, emeğin parasal değeri ile birlikte aynı anda yükseliyor olmasına karşın, (sayfa 203) göreli ücret düşebilir. Örneğin işlerin iyi gittiği dönemlerde, eğer ücret yüzde-beş, öte yandan kâr da yüzde-otuz yükselse, orantılı ücret, yani göreli ücret yükselmiş değil, düşmüş olur.
    Demek ki, eğer işçinin geliri, sermayenin hızlı büyümesi ile birlikte yükselecek olursa, işçiyi kapitalistten ayıran toplumsal uçurum da aynı zamanda genişler, bu arada sermayenin emek üzerindeki gücü, emeğin sermaye karşısındaki bağımlılığı da büyür.
    İşçinin, sermayenin hızla büyümesinde çıkarı vardır demek, işçi başkalarının zenginliğini ne kadar büyük bir hızla çoğaltırsa, kendi payına düşen kırıntılar o denli bol olacak, istihdam ve var edilebilecek işçilerin sayısı o denli çok olacak, sermayeye bağımlı köleler yığını o denli artırılabilecek demektir ancak.
    Demek ki, şunları saptadık:
    İşçi sınıfı için en elverişli olan koşullar, sermayenin olabilecek en hızlı büyümesi bile, işçinin maddi varlığını ne denli iyileştirirse iyileştirsin, kendi çıkarlarıyla burjuvazinin çıkarları arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı ortadan kaldırmaz. Kâr ve ücret, daha önce de olduğu gibi, ters orantılı olarak kalırlar.
    Eğer sermaye hızla büyüyorsa ücret yükselebilir; ama sermayenin kârı bununla kıyaslanamayacak kadar çabuk yükselir. İşçinin maddi durumu iyileşmiştir, ama toplumsal konumunun pahasına. Onu kapitalistten ayıran toplumsal uçurum genişlemiştir.
    Son olarak:
    Ücretli emek için en elverişli koşul, üretken sermayenin mümkün olduğu kadar hızlı büyümesidir demek, yalnızca şu anlama gelir: işçi sınıfı ne denli çabuk çoğalır ve kendisine düşman olan gücü, kendisine ait olmayıp kendisine egemen olan zenginliği ne denli çabuk genişletirse, burjuvazinin kendisini kuyruğuna takıp peşinden sürüklemesine yarayan yaldızlı zincirleri kendi eliyle yapmaktan hoşnut olarak, burjuva zenginliğini artırmak, sermayenin gücünü genişletmek üzere yeniden çalışmaya koyulacağı koşullar da o denli elverişli olacaktır.
    Üretken sermayenin büyümesi ile ücretin yükselmesi, gerçekten de, burjuva iktisatçılarının iddia ettikleri kadar (sayfa 204) ayrılmazcasına birbirine bağlı mıdır? Onların sözlerine inanmamalıyız. Hatta, sermaye semirdikçe onun kölesi de o kadar iyi beslenir dedikleri zaman da, onlara inanmamalıyız. Burjuvazi fazla uyanıktır, hizmetkârlar kalabalığının gözalıcılığından böbürlenen büyük derebeyinin boş inanlarını paylaşmayacak kadar hesaplıdır. Burjuvazinin, varoluş koşulları, onu, hesap yapmaya zorlar.
    O halde şu noktayı daha yakından incelememiz gerekecek:
    Üretken sermayenin büyümesi ücretleri nasıl etkiler?
    Eğer burjuva toplumunun üretken sermayesi tüm olarak büyüyecek olursa, emek birikimi de daha çeşitlilik kazanır. Sermayeler sayıca ve kapsam olarak artar. Sermayelerin sayıca artması, kapitalistler arasındaki rekabeti artırır. Sermayelerin artmakta olan kapsamı, daha kocaman savaş araçlarıyla birlikte daha güçlü emek ordularının sanayiin savaş alanına sürülmesine yolaçar.
    Bir kapitalist, ancak daha ucuza satarak, başka bir kapitalisti bu alandan sürüp atabilir ve onun sermayesini ele geçirebilir. Batmadan daha ucuza satabilmek için, daha ucuza üretmek, yani emeğin üretken gücünü mümkün olduğu kadar artırmak gerekir. Ama emeğin üretken gücü, özellikle daha büyük bir işbölümü ile, makinelerin daha genel bir biçimde üretime sokulması ve durmadan geliştirilmesi ile artar. İşin kendi aralarında bölündüğü emek ordusu ne denli büyük olursa, makineleşmenin alanı ne denli genişlerse, üretim maliyeti o ölçüde buna orantılı olarak düşer, emek o ölçüde verimli olur. Bu yüzden, kapitalistler arasında, işbölümünü ve makineleri artırmak ve her ikisinden de en büyük ölçülerde yararlanmak yolunda genel bir yarışma başlar.
    Eğer bir kapitalist, daha büyük bir işbölümü ile, yeni makinelerin kullanılması ve geliştirilmesi ile, doğa kuvvetlerinin daha elverişli bir biçimde ve daha büyük bir ölçüde kullanılması ile aynı emek ya da birikmiş emek kullanarak rakiplerinden daha büyük bir miktarda ürün, yani meta yaratmanın yolunu bulmuşsa; örneğin rakiplerinin yarım metre kumaş dokuyabildikleri aynı işzamanı içerisinde bir yarım metre daha üretebiliyorsa, bu kapitalist nasıl (sayfa 205) davranacaktır?
    Bu kapitalist, yarım metre kumaşı, pazardaki eski fiyata satmakta devam edebilirdi, ama bu, rakiplerini safdışı etmenin ve kendi sürümünü artırmanın çaresi olmazdı. Ama üretimi genişlediği ölçüde, satma gereksinmesi de artmıştır. Onun yarattığı daha güçlü ve daha pahalı üretim araçları, elbette ki, ona, metaını daha ucuza satma olanağını sağlar, ama aynı zamanda, onu, daha çok meta satmaya ve kendi metaları için çok daha geniş bir pazar ele geçirmeye zorlar. Şu halde, kapitalistimiz, yarım metre kumaşını rakiplerinden daha ucuza satacaktır.
    Ancak, her ne kadar, bütün bir metre kumaş, ona, yarım metre kumaşın öteki kapitalistlere malolduğundan daha fazlaya malolmuyorsa da, o, bu bir metreyi rakiplerinin yarım metreyi sattıkları kadar ucuza satmayacaktır. Yoksa hiç bir ek kazanç sağlayamazdı ve metaının değişimi sonucu, ancak üretim maliyetlerini elde edebilirdi. Onun daha büyük gelir elde etme olasılığı, sermayesini ötekilerden daha çok artırmış olmasından değil, daha büyük bir sermayeyi harekete geçirmiş bulunması olgusundan ileri gelmektedir. Ayrıca, eğer mallarının fiyatını rakiplerininkinden pek az bir yüzde ile düşük tutacak olursa, varmak istediği amaca ulaşır. Daha ucuz fiyata satarak rakiplerini safdışı eder, onların pazarlarından hiç değilse bir kısmını ellerinden alır. Şunu da hatırlatalım ki, yürürlükteki fiyat, her zaman, metaın satışının elverişli ya da elverişsiz bir sanayi mevsiminde olup olmamasına göre, üretim maliyetinin üstünde ya da altındadır. Yeni ve daha verimli üretim araçları kullanmış olan kapitalistin metalarını gerçek üretim maliyetinin ne kadar üstünde bir yüzde ile satacağı, bir metre kumaşın o zamana kadar alışılagelmiş üretim maliyetinin altında ya da üstünde oluşuna göre değişir.
    Ama kapitalistimizin ayrıcalıklı konumu uzun sürmez, öteki rakip kapitalistler de aynı makineleri ve işbölümünü uygularlar, ve bunu, aynı ölçüde, hatta daha büyük bir ölçüde yaparlar ve bu uygulama o kadar genelleşir ki, kumaşın fiyatı, yalnızca eski üretim maliyetinin altına değil, yeni üretim maliyetinin de altına düşer.
    Böylece, kapitalistlerin birbirlerine göre olan konumları, (sayfa 206) yeni üretim araçlarının kullanılmaya başlanmasından önceki konumlarıyla aynı olur, ve bu araçlarla aynı fiyat üzerinden iki katı üretebiliyorlarsa da, şimdi artık bu iki kat üretimi eski fiyatın altında bir fiyatla sürmek zorundadırlar. Bu yeni üretim maliyeti temeli üzerinde aynı oyun yeniden başlar. Daha büyük işbölümü, daha çok makine, işbölümünden ve yeni makinelerden daha geniş ölçüde yararlanılması. Ve rekabet, bu sonuca karşı aynı tepkiyi yeniden yaratır.
    Böylece üretim biçiminin ve üretim araçlarının, nasıl durmadan dönüşümler geçirdiklerini, köklü değişikliklere uğradıklarını; işbölümünün nasıl zorunlu olarak daha büyük bir işbölümüne, makine kullanımının daha geniş bir biçimde makineler kullanımına, büyük çapta bir işin daha da büyük çapta bir işe yolaçtığını görüyoruz.
    İşte, burjuva üretimini durmadan eski yolundan çıkartan, ve sermayeyi, emeğin üretici güçlerini yetkinleştirmeye zorlayan ve onları yeğinleştirdiğinden ötürü, sermayeye durdurak dedirtmeyen, kulağına sürekli olarak 'yürül yürü! ' diye fısıldayan işte bu yasadır.
    Bu yasa, ticari dönemlerin dalgalanmalarının sınırları içinde, bir metaın fiyatını, zorunlu olarak, o metaın üretim maliyetine eşitleyen yasadan başka bir şey değildir.
    Bir kapitalistin birlikte üretime soktuğu üretim araçları ne denli güçlü olursa olsun, rekabet, bu üretim araçlarını evrenselleştirecektir, ve onları evrenselleştirdiği bu andan itibaren, sermayenin daha verimli oluşunun tek sonucu, kendisinin şimdi artık aynı fiyata, eskisinden on, yirmi, yüz kez daha fazla ürün çıkarması olacaktır. Ama yalnızca daha çok kâr elde etmek için değil, üretim maliyetini de karşılamak için —görmüş olduğumuz gibi, bizzat üretim aleti giderek daha pahalılaşmaktadır— şimdi daha geniş bir satış zorunlu hale geldiğinden ve bu yığınsal satış yalnız kendisi için değil, rakipleri için de bir ölüm-kalım sorunu olduğundan, düşük satış fiyatını daha çok miktarda ürün satışıyla dengelemek için öncekinden belki de bin kez daha çok satmak zorunda kaldığına göre, yeni bulunan üretim araçları ne denli verimli olursa, eski mücadele de o denli şiddetli bir biçimde yeniden başlar. Demek ki, işbölümü ve makinelerin (sayfa 207) kullanılması, çok daha büyük bir ölçüde, alabildiğine gelişmeye devam edecektir.
    Şu halde, kullanılan üretim araçlarının gücü ne olursa olsun, rekabet, metaın fiyatını, gerisin geriye üretim maliyetine indirgeyerek, böylece ucuz üretimi, —aynı toplam fiyat karşılığında gittikçe daha büyük bir ürün arzını— kaçınılmaz bir yasa durumuna yükselterek, daha ucuza ürettiği ölçüde, yani aynı emek miktarı ile daha fazla ürettiği ölçüde sermayenin elinden bu gücün altın meyvelerini kapmaya çalışır. Demek ki, böylece, kapitalist, kendi öz çabası ile, aynı işzamanı içersinde daha çok üretmek zorunluluğundan, kısacası, kendi sermayesinin değerini artırmak için daha güç koşullardan başka bir şey kazanmış olmayacaktır. Bu bakımdan, rekabet, üretim maliyeti yasası ile, onun peşini bırakmazken, rakiplerine karşı ortaya çıkardığı her yeni silah kendisine karşı dönerken, kapitalist, eski makinelerin ve eski işbölümü yöntemlerinin yerine, kuşkusuz daha pahalı, ama daha ucuza üreten yenilerini, rekabetin bu yenileri eskitip gözden düşürmesini beklemeksizin, hiç ara vermeden, yenilerini getirerek yarışmayı kazanmaya çalışır.
    Şimdi bütün dünya pazarı üzerinde aynı zamanda yer alan bu hummalı çırpınışı gözümüzün önüne getirecek olursak, sermaye büyümesinin, birikmesinin ve yoğunlaşmasının, nasıl kesintisiz bir işbölümü ile ve yeni makinelerin kullanılmasına ve eskilerin geliştirilmesine, bunun da çok daha büyük boyutlarla sonuçlanmasına yolaçtığı anlaşılır olacaktır.
    Peki ama, üretken sermayenin büyümesine ayrılmazcasına bağlı bu koşullar ücretin belirlenmesini nasıl etkilerler?
    Daha büyük bir işbölümü, bir işçiye, 5, 10, 20 kişinin işini yapma olanağını verir; demek oluyor ki, işbölümü, işçiler arasındaki rekabeti, 5, 10, 20 kat artırır. İşçiler, yalnız, kendilerini birbirlerinden daha ucuz fiyata satarak birbirleriyle rekabet etmezler; bir tek işçinin, 5, 10, 20 işçinin işini yerine getirmesi biçiminde de birbirleriyle rekabet ederler; işçileri bu biçimde rekabete zorlayan şey, sermayenin getirdiği ve sürekli olarak artan işbölümüdür.
    Üstelik, işbölümü arttığı ölçüde, iş basitleşir. İşçinin özel ustalığı değerini yitirir. İşçi, yoğun bedensel ve zihinsel (sayfa 208) yetenekler kullanmak zorunda kalmayan basit, tekdüze bir üretici güce dönüşür. Onun emeği, herkesin becerebileceği bir emek olur. Bunun içindir ki, rakipler, her yandan işçi üzerinde baskı yaparlar, ve ayrıca anımsatalım ki, iş ne kadar basit ve öğrenilmesi kolaysa, işe alışmak için gerekli üretim maliyeti de o kadar düşer ve ücretler de o ölçüde düşer, çünkü ücret, bütün öteki metaların fiyatları gibi, kendi üretim maliyetiyle belirlenir.
    Demek ki, iş, doyurucu, zevk verici olmaktan uzaklaştıkça, işe karşı isteksizlik arttıkça, rekabet çoğalır, ücret azalır. İşçi, ister daha uzun saatler çalışarak olsun, ya da ister bir saatte daha çok üreterek olsun, daha çok çalışarak aldığı ücretinin miktarını aynı tutmaya çalışır. Demek ki, yoksulluğun dürtüsü, işbölümünün yıkıcı etkilerini daha da artırır. Bunun da sonucu şudur: daha çok çalıştıkça, daha az ücret alır; ve iş arkadaşlarıyla olan salt bu rekabet yüzünden, iş arkadaşlarını da, kendisininki kadar kötü koşullarla kendilerini satan birer rakip haline getirir, bundan ötürü, son tahlilde, işçi sınıfının bir üyesi olarak kendisiyle rekabet eder.
    Makine, usta işçilerin yerine düz işçileri, erkeklerin yerine kadınları, erginlerin yerine çocukları koyarak çok daha geniş bir ölçekte aynı sonuçları getirir. Makinelerin yeni uygulandıkları yerlerde el işçilerini yığın yığın sokaklara dökerek ve makinelerin geliştirildikleri, yetkinleştirildikleri ve yerlerine daha üretken makinelerin konulduğu yerlerde ise işçileri daha küçük yığınlar halinde işlerinden ederek, aynı sonuçları yaratır. Yukarda, kapitalistlerin kendi aralarındaki sanayi savaşının kabaca çiziştirilmiş bir portresini vermiş bulunuyoruz; bu savaşın şöyle bir özelliği vardır: bu savaşta, çarpışmalar, işçi ordusunun askere alınmasından çok, terhis edilmesiyle kazanılır. Generaller, yani kapitalistler, kim daha çok sanayi erine yol verecek diye aralarında yarışırlar.
    İktisatçılar, bize, makinelerin gereksiz kıldığı işçilerin yeni istihdam dalları bulduklarını söylerler, bu doğrudur.
    Ama onlar, işten çıkarılmış aynı işçilerin yeni işkollarında iş bulabileceklerini doğrudan doğruya iddia etmeye kalkışamazlar. Olgular bu yalana karşı bas bas bağırıyor. (sayfa 209) Gerçekte iddia ettikleri şundan ibarettir: işçi sınıfının başka kesimleri için, örneğin batmaya yüztutmuş bir sanayi koluna girmek üzere olan genç işçi kuşakları için, yeni iş olanakları doğacaktır. Bu, elbette, mirastan mahrum edilmiş işçiler için büyük bir tesellidir. Muhterem kapitalistler hiç bir zaman sömürülecek taze et ve kan sıkıntısı duymayacaklar, ve ölüleri, kendi ölülerini gömmeye terkedeceklerdir. Bu, burjuvaların, işçilerden çok kendi kendilerine verdikleri bir tesellidir. Makine yüzünden tüm ücretli işçiler sınıfı ortadan kalkacak olsaydı, ücretli emek olmadıkça sermaye olmaktan çıkan sermaye için bu ne korkunç bir şey olurdu!
    Ama işçilerin, doğrudan doğruya makine yüzünden işten atılanların ve yeni kuşaktan onların yerine zaten gözdikmiş bulunan tüm kesiminin yeni bir iş bulduğunu varsayalım. Bu yeni işin yitirilmiş olan kadar yüksek ücret getireceğini düşünen var mı? Bu, bütün iktisat yasaları ile çelişen bir şey olurdu. Modern sanayiin her zaman, karmaşık, üst düzeyde bir işin yerine, nasıl daha yalın ve alt düzeyde bir iş getirdiğini gördük.
    Makine yüzünden bir sanayi dalından kapı dışarı edilen bir işçi yığını, daha düşük bir ücretle çalışmadıkça, nasıl olur da, başka bir sanayi dalına sığınabilir?
    Bizzat makinelerin yapımında çalışan işçiler, bu durumun dışında bir ömek olarak gösterilmiştir. Denilir ki, sanayide daha çok makine talep edilmeye ve kullanılmaya başlar başlamaz, makineler de, zorunlu olarak, sayıca artacaktır, ve bunun sonucu, makinelerin yapımı, şu halde makine yapımıyla uğraşan işçilerin sayısı da artacaktır; ve bu sanayi dalında çalıştırılan işçilerin usta, ve hatta eğitim görmüş işçiler oldukları öne sürülmektedir.
    Zaten daha önceleri bile ancak yarıyarıya doğru olan bu iddia, 1840 yılından beri bir değer taşır görünümünü büsbütün yitirmiştir, çünkü makine yapımında her zamankinden daha çeşitli makineler kullanılması pamuk ipliği yapımında kullanılandan ne fazladır ne de eksik, ve makine yapan fabrikalarda çalıştırılan işçiler, son derecede gelişmiş makineler karşısında, ancak çok ilkel makinelerin oynadıkları rolü oynayabilmektedir.
    Ama, makinenin kovduğu erkek işçinin yerine, fabrika, (sayfa 210) belki de üç çocuk ve bir kadın çalıştırmaktadır. Ama erkeğin ücretinin, üç çocuk ve bir kadın için yeterli olması gerekmiyor muydu? Asgari ücretin, soyun varlığını sürdürmek ve sayısını çoğaltmak için yeterli olması gerekmiyor muydu? Burjuvaların pek sevdikleri bu sözler neyi tanıtlar öyleyse? Bir tek işçi ailesini yaşatmak için, şimdi artık dört kat fazla işçinin yaşamının tüketilmekte olduğundan başka bir şeyi değil.
    Özetleyelim: Üretken sermaye ne denli büyürse, işbölümü ve makine kullanımı da o denli genişler. İşbölümü ve makine kullanımı ne denli genişlerse, işçiler arasındaki rekabet de o denli genişler ve ücretleri de o denli kısılır.
    Buna ek olarak, toplumun üst tabakalarından da işçi sınıfına katılmalar olur. Kollarını işçilerin kolları yanında kaldırmaktan başka çareleri olmayan bir küçük sanayiciler ve küçük rantiyeciler kitlesi, işçi sınıfı saflarına fırlatılıp atılırlar. Böylece, iş istemek üzere havaya kalkan kolların meydana getirdiği orman gitgide sıklaşırken, kolların kendileri gittikçe cılızlaşır.
    Besbelli ki, küçük sanayici, ilk koşullarından biri gittikçe daha büyük ölçekte üretmek, yani küçük bir sanayici değil, tam tersine, büyük sanayici olmak olan bir savaşta, fazla dayanamaz.
    Sermayelerin kitlesi ve sayısı çoğaldıkça, sermaye büyüdükçe sermayenin faizinin azaldığı; bunun sonucu olarak, küçük rantiyenin artık aldığı faizle yaşayamaz olduğu, onun da sanayie atılması, yani küçük sanayiciler saflarını ve böylece de işçi sınıfı adaylarının saflarını kabartması gerektiği — bütün bunlar, daha fazla açıklamayı gerektirmez.
    Son olarak, kapitalistler, yukarda anlatılmış bulunan hareket yüzünden, mevcut dev üretim araçlarını daha büyük bir ölçüde işletmek ve bütün bellibaşlı kredi kaynaklarını bu amaca yöneltmek zorunda kaldıkça sınai depremler —ki bu depremler boyunca ticaret âlemi, ancak servetin, ürünlerin ve hatta üretici güçlerin bir bölümünü cehennem tanrılarına kurban etmek suretiyle ayakta kalabilir— gitgide çoğalır — tek sözcükle, bunalımlar artar. Üretim yığını, ve bunun sonucu olarak da daha geniş pazarlara olan gereksinme büyüdükçe, salt bu nedenden ötürü olsa bile, (sayfa 211) herbir önceki bunalım, dünya pazarının karşısına, o zamana dek ele geçirilmemiş ya da yalnızca yüzeysel olarak sömürülen bir pazar çıkardığından, dünya pazarı giderek daha çok daralır, giderek daha az sayıda sömürülecek pazar kalır, bunun sonucu olarak da bunalımlar daha sıklaşır ve daha şiddetlenir. Ama sermaye yalnızca emekle yaşamaz. O, hem seçkin, hem de barbar bir efendi olarak, kölelerinin cesetlerini, bu bunalımlar sırasında canvermiş işçi kurbanlarının tümünü kendisiyle birlikte mezara sürükler. Böylece görüyoruz ki, eğer sermaye hızla büyürse, işçiler arasındaki rekabet bununla kıyaslanamayacak bir hızla büyür, yani işçi sınıfının istihdam araçları, yaşam araçları buna oranla çok daha fazla azalır, ama bununla birlikte, sermayenin hızla büyümesi ücretli emek için en elverişli koşuldur.[87] (sayfa 212)

    Aralık 1847'nin ikinci yarısında
    kendisi tarafından verilen konferanslara
    dayanılarak Marx tarafından yazılmıştır

    Neue Rheinische Zeitung,
    5-8 ve 11 Nisan 1849,
    n° 264-67 ve 269'da yayınlanmıştır

    Engels'in Önsöz'ünü yazarak
    baskıya hazırladığı ayrı bir broşür olarak
    1891'de, Berlin'de yayınlanmıştır

    ----------

    Dipnotlar

    [*] 'İşgücü' terimi, buraya, Engels tarafından eklenmemiştir; Marx'ın Neue Rheinische Zeitung'da yayınladığı metinde terim zaten vardı. -Ed.
    [75] Bu yapıtı baskıya hazırlarken Marx, kapitalist toplumdaki sınıf savaşımının maddi temelini oluşturan iktisadi ilişkilerin anahatlarını herkesçe anlaşılabilir bir dille sunmayı hedeflemişti. Amacı, proletaryayı teorik bir silahla —kapitalist toplumda burjuvazinin sınıf egemenliğinin ve işçilerin ücret köleliğinin üzerine dayandıkları temel konusunda derin bir bilimsel kavrayışla— silahlandırmaktı.
    Ücretli Emek ve Sermaye'nin bu ciltte yer alan Türkçe metni, bu yapıtın Fransızcasından çevrilerek (K. Marx, Travail Salarié et Capital; Salarie, Prix et Profit, Editions Sociales, Paris 1969) Ücretli Emek ve Sermaye; Ücret, Fiyat ve Kâr adı ile Sol Yayınları tarafından Nisan 1976'da yayınlanmış ikinci baskısındaki metnin bu cilt için düzenlenmış yeniden basımıdır. - 174.
    [76] Neue Rheinische Zeitung. Organ der Demokratie — 1 Haziran 1848'den 19 Mayıs 1849'a kadar Köln'de yayınlanmış bir günlük gazete; Marx gazetenin başyazarı, Engels de yazıkurulu üyesiydi. - 174, 226, 428, 611.
    [77] Brüksel'deki Alman İşçileri Birliği, Belçika'da yaşamakta olan Alman işçilerinin siyasal bilinçlerini daha da geliştirmek ve onlar arasında bilimsel komünizm düşüncelerini yaymak için 1847 Ağustosu sonlarında Marx ve Engels tarafından kurulmuştu. Marx, Engels ve arkadaşları tarafından yönlendirilmekte olan Birlik, Belçika'daki devrimci Alman işçileri için, çevresinde toplanılan yasal bir merkez haline geldi. Birliğin en önde gelen üyeleri, aynı zamanda, Komünist Birliğin Belçika şubesi üyeleriydiler. Üyelerinin Belçika polisi tarafından tutuklanması ve sınırdışı edilmesi yüzünden Brüksel'deki Alman İşçileri Birliğinin faaliyetleri, Fransa'daki 1848 Şubat burjuva devriminin hemen ardından durdu. - 174.
    [78] Burada, Macaristan burjuva devriminin bastırılması ve Avusturya Habsburg hanedanlığının yeniden kurulması amacıyla Macaristan'ın 1849'da Çar birlikleri tarafından işgal edilmesine değinilmektedir. - 174.
    [79] Burada, Mayıs-Haziran 1849'da Almanya'da (28 Mart 1849'da Frankfurt Ulusal Meclisi tarafından kabul edilmiş, ama birtakım Alman devletleri tarafından reddedilmiş bulunan) İmparatorluk Anayasasının desteklenmesi amacıyla girişilen halk ayaklanmasına değinilmektedir. Bu ayaklanmalar kendiliğinden ve birbirlerinden kopuktular, ve 1849 Haziranı ortasında bastırıldılar. - 174, 214.
    [80] Ücretli emek ve sermaye konusu üzerinde 'Ücret' başlığını, ve kapağında da 'Brüksel, Aralık 1847' notunu taşıyan nihai konuşmanın ya da bir dizi nihai konuşmanın kaba anahatları daha sonradan Marx'ın elyazmaları arasında bulundu. Bu konuşmaların içeriğine gelince, (bkz: K. Marx, Ücretli Emek ve Sermaye; Ücret, Fiyat ve Kâr, Sol Yayınları, Ankara 1976, s. 61-88) elyazmaları, tamamlanmış Ücretli Emek ve Sermaye yapıtının bazı bakımlardan bir devamıdır. Bu yapıtın basıma hazır hale getirilmiş biçimdeki son bölümleri Marx'ın elyazmaları arasında bulunamamıştır. - 174.
    [81] Marx, Kapital'de şöyle yazıyordu: '... ben klasik ekonomi politik deyince... W. Petty'den beri, burjuva toplumundaki gerçek üretim ilişkilerini araştıran bir ekonomi bilimini anlıyorum.' (Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt, Sol Yayınları, Ankara 1975, s. 102, 33. dipnot.)
    Klasik ekonomi politiğin İngiltere'de en önde gelen temsilcileri, Adam Smith ve David Ricardo idi. - 176.
    [82] Engels, Anti-Dühring'de şöyle yazıyordu: 'Ekonomi politik, dâhi kafalarda 17. yüzyıl sonuna doğru doğmuş olmasına karşın, gene de, dar anlamda, fizyokratlar ve Adam Smith'in vermiş bulundukları olumlu formüller içinde, esas itibariyle 18. yüzyılın çocuğudur...' (F. Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, Ankara 1975, s. 241.) - 176, 254.
    [83] Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt, Sol Yayınları, Ankara 1975, s. 596. - 179.
    [84] Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt, Sol Yayınları, Ankara 1975, s. 191. - 180.
    [85] Engels, burada, 1891'deki Mayıs Gününün kutlanmasına değiniyor. Bazı ülkelerde (İngiltere ve Almanya) Mayıs Günü 1 Mayıstan sonra gelen ilk Pazar günü kutlanmaktaydı, ki 1891'de bu, 3 Mayısa raslamaktaydı. - 183.
    [86] 1848 Devrimi sözkonusudur. - 184.
    [87] 'Giriş'te Engels'in belirttiği gibi, bu yapıt tamamlanmadan kalmıştır. Marx, Köln'den geçici olarak ayrıldığı için ve Almanya'daki siyasal durumun kızışması ve Neue Rheinische Zeitung'un yayınının durmuş olması nedeniyle makalelerin yayını kesintiye uğramıştı. - 212. daha fazla bilgi için
    [email protected]

  • zaza

    23.06.2007 - 15:48

    Zazalar kendi başına bir ulustur ve kesinlikle başka bir milliyete mensup degildir.Bizleri yıllardır kürt ulusunun bir lehçesi olarak görüyorlar hayır ve hayır bizler kendi başımıza bir ulusuz biz zazalar iran kürt ulusuna yada türk uluslarına mensup değiliz zaza ne demek diye soranlara cevap olsun zaza lar bir ulustur fakat bağımsızlık talebimiz yoktur sadece tek bir şey istiyoruz eşitlik özgürlük.Birde unutmadsan not düşelim zaza toplumunun çoğunluğu sosyalistir ve eşitliği desteklemektedir. bu yazıda hiç bir ulus ve toplum karalanmamıştır ulaşım adresim
    [email protected]

  • zaza

    09.04.2007 - 18:10

    ZAZA kendin başına bir ulustur hiç bir milletin yada ulusların kolu ve lehçesi değildir ne kürt nede türktür sürekli birileri rivayetler uyduruyor yok 'zaza'lar türklerden kopmuştur diye boş laflar atıyorlar.'
    zazlar kesinlikle kürt 'de değilerdir kendi başlarına bir ulustur dili avrupa hint dilleri arasına girmektededir bizler ne kürdüz nede türküz biz zaza'yız bu yazımda kesinlikle milliyetçilik yapmıyorum ve ırkçı bir söylemde bulunmuyorum sadece yok olmaya bırakılmak istenen
    zaza toplumuna sahip çıkmak için zaza'larda diğer tüm azınlıklar gibi eziliyorlar daha fazlası için /[email protected]'a girip mail adresine yazı ata bilirsiniz teşşekkürler.

  • taksim 1977

    08.04.2007 - 13:10

    Taksim katliamının sorumlusu kompradorcu kapitalist ve olagarşi sevdalılarıdır 1977 taksimde kendilerinin doğal olan hakları olan 1mayıs işçi bayramını kutlamk için girdikleri taksim meydanına zamanın büyük devrimci komünist sol eylimli partilerin ortak katılımlarıyla olan bu büyük dayanışma hareketi amerikancı devletimizin yoğun ve büyük destekleri sonucu yerini bularak 500 bin emekçinin canına mal oldu bu gün bile taksimdeki o oteldeki katilerin orada ney işi olduğu bilinmemektedir daha fazlası için /[email protected] öğrene bilirsiniz

Toplam 336 mesaj bulundu