Kültür Sanat Edebiyat Şiir

tımarhane duvarı sizce ne demek, tımarhane duvarı size neyi çağrıştırıyor?

tımarhane duvarı terimi Maria Puder tarafından tarihinde eklendi

  • Abdulkadir Başodacı
    Abdulkadir Başodacı

    Tımarhane de bir sabaha uyandık ..
    Sigara için ateş almaya giderken
    Vanlı bir kardeşim yakama yapıştı!
    - Nerede Allah, Allah nerdedir!
    - Dedim .. arkanda (Arkasında Hataylı kömür gibi bir arkadaş)
    - Allah bu mudur?
    - He dedim .. budur
    - Allah siyahtır?
    - Yok dedim beyazdır ama güneşte kalmıştır
    (Kısa süreli gülme krizi geçirdi dua etti sonra)

  • Maria Puder
    Maria Puder




    CANDIDE'YI PLAJA GÖMDÜM


    Kumsalda, şezlonguma boylu boyunca uzanmıştım. Hem kitabımı okuyor hem de güneşleniyordum. Tatil bu işte be! Dalga sesleri ,hafif hafif kulağıma bir müzik tınısı gibi dolarken güneş tatlı tatlı tenimi yakıyordu. Yanımda getirdiğim buzluktan soğuk biramı da açıp yanıma koymuşum daha ne olsundu.

    Şimdi bu adam haksız mı kardeşim ‘’ içinde yaşadımız dünyanın, dünyaların en düzenlisi, en mükemmeli’’ olduğunu söylemekle. Leibniz bence o kitabı yazmadan önce böyle bir anı kesinlikle yaşamış olmalı. Yoksa ne diye bunca kavganın ve iğrençliğin yaşandığı bir dünya için böyle düşünsün ki. Bu sahilin öznesi olmak her yiğidin hakkıdır. Buradan sonra yapıp edeceklerimin tamamı için gizil bir tözden bahsedebilirim. ‘’Benim ruhsal tözüm,ağzını burnunu yediğim felsefik minnoşum. Monadlarım nerede benim yahu? Acaba şu biranın içine girip kendi sonsuz evrenlerini arıyor olabilirler mi? Matematiksel açıdan bunu desteklemek güneş yağımın görevi olmalı. Aslında uyuyan monadların sadece bitkilerde olduğunu düşünen filozof abimize saygılarımı sunarken çakırkeyf bir halde felsefe okumanın bi boka yaramadığını düşünüyorum’’ demiş bulundum kendime.

    İşte ben böyle ulvi bir yola kendimi adamışken, çık çıkabilirsen işin içinden felsefesinin dibini bulmuşken yüzüme damlayan su damlaları ile irkildim. Evet! Tabi ya… Ege’nin yüzünden gelip tam duşun yanındaki şezlonga oturursan başına gelecek budur Deniz hanım. Neymiş efendim küçük bey denizden çıkınca hemen duş alıyormuş ve havlu için fazla uzağa gitmek istemiyormuş.Bu çocuğun beynine büyütürken ne ekiyor olabilirim diye kendimi sorgularım çoğu zaman. Erkek monadları tamamen tembel işte. Kim demiş sadece bitkiler böyledir diye. Demişler evet de Descartes’de kusura bakmasın artık canım. Bu Ege canavarını ben büyütüyorum. Öyle oturdukları yerden felsefe yapması kolay tabi. Tinsel bir kendilik ile monadlarına hükmeden bu evlat benim dostum. Kaç köz varmış,kim kime daha yakınmış,kimin kuyruğu hangi monada değiyormuş bunu da Tanrı biliyormuş madem ben daha ne diye okuyayım ki bu kitapları. Adam işte açıkça yazmış,yazmış, en sonunda sen bi bok bilemezsin bilse bilse Tanrı bilir demiş olayı bitirmiş.

    Yahu hala ıslatıyorlardı ama beni ya! Hafif arkama doğru dönüp bakmaya karar verdim. Denizden çıkıp duş alan iki yazlık komşumuz bey kendi aralarında konuşuyorlardı.
    - Abi bu sene yöneticinin değişmesi çok iyi oldu. Adam dünya kadar para çalmış diyorlar.
    - İftira Mehmet’ciğim inanma böyle laflara sen. İrfan bey yıllardır çırpınıp duruyor.Baksana basketbol sahamız bile ne kadar güzel oldu.
    - Onu biliyorum abi de bu işler böyledir zaten. Belediyecilerde böyle yapıyor işte. Göz boyamak için iki park yapıp tüm parayı cebe indiriyorlar.

    Böyle böyle devam eden sohbetin orta yerinde( sohbet ederken hala duş alıyorlar olmalarından hiç rahatsız değiller ) Mehmet beyin elini şortunun içine sokup karıştırırken son cümleleri ettiğini görünce ‘’oha!’’ demeden edemedim. Başımı hızla çevirip elimdeki kitaba gömülmüşken yeniden bilin bakalım ne oldu?
    - Anne , anneee, anneeeeeee!
    - Efendim Ege, bu kadar bağırma lütfen rahatsız olabilir insanlar.
    - Anne! Ben bağırmıyorummmmmm… Sesimi duyuruyorummmmmmmm..
    - Ege, yanıma gelip konuş oğlum.

    Dişlerimi sıkıp etrafa gülümserken bu Ege ile ne yapacağımı düşünüyordum . Elimden geldiğince elit bir yazlıkçı olmak için bunca çaba harcamışken Ege’nin bütün karizmamı bir plaj kumsalına her seferinde gömmesine engel olamıyordum. Bu sefer de iki metre uzaktan’’ Ama çişim geldi ne yapayım, denize mi gireyim?’’ diye bağırması ile yan şezlongtaki Gülseren hanımın dudak büküp ‘’A! ‘’ diye bir ses çıkarması ile yerin dibine girmiş oldum.

    Ayağa kalkıp Ege’nin yanına gitmek zorunda kaldım. Yerimden doğrulurken Gülseren hanıma tatlı bir tebessüm bırakıp, ‘’ Çocuk işte,törebilim hakkında henüz bir fikri yok. Yoksa ussal açıdan bir eksiği bulunmuyor. Yabanıllarda bile var olan bir yetenek için aslında çok da zekaya gerek yok’’ dedim. ‘’ Pardon Deniz hanım anlayamadım’’ diyen Gülseren hanıma ‘’ Buda o yamulttuğun dudaklarının kıymeti kadar bir cümle idi boş ver’’ diyecektim. Ama sadece ‘’ Büyüdükçe anlayacak’’ demekle yetindim.

    Gülseren hanımın delici bakışlarını popom da neden hissettiğime bir anlam veremeden Ege’nin yanına vardım.
    - Oğlum, böyle şeyler bağırarak söylenmez ki ama. Gelirsin yanıma söylersin,gideriz Ömer abinin kafesinde tuvalete girersin. Bu davranış sana yakışmadı.

    Ege’nin elinden tutup kafeye doğru ilerlerken konuşmamız devam etti.

    - Anne, şimdi denize kimse işemiyor mu?
    - Bilmiyorum,sanmıyorum…
    - Bence herkes işiyor anne
    - Bunu nereden çıkardın Ege şimdi?
    - Eğer kimse işemiyor olsa idi Ömer abinin tuvaletinde kuyruk olurdu. Hani bak kimse yok.
    - !?
    - Anne?
    - Efendim Ege
    - Cevap vermedin .
    - Senin büyüdüğünde nasıl biri olacağın hakkında hiçbir fikrim yok. Bunu düşünüyordum.
    - Merak etme anne senden daha akıllı olacağım.
    - Ha! Beni akıllı bulmuyor musun?
    - Yok akıllısın da …
    - Eee!
    - Hep kurallara göre aklın var.
    - Sen nasıl olmamı isterdin?
    - Denize işemeni isterdim.
    - !?

    Gülseren hanımın hiç Ömer’in tuvaletini kullandığını görmediğimi düşününce Ege’nin haklı olduğunu fark ettim. Sanırım benden daha akıllı olacağı konusunda da haklı idi. Ama aklını bu şekilde kullanması pek hoşuma gitmiyordu. Bu durumda ben Candide oluyordum. Voltaire beni görse Candide için bir kadını uygun görebilirdi. Ege için ise derviş karakterini uygun buluyorum .

    Voltaire Candide’yi yaratırken aslında felsefe adına bir adım atmıştı. Ne ilginçtir ki kitabın kurgusu öyle tutuldu ki çok satanlar arasına girdi. Dünya işte,olmayacak ne var ki! Voltaire monarşiyi desteklemese aslında çok kafa adam bana göre. Bir kere dine bakış açısı bire bir olmasa da bana çok yakın. Gülseren hanım gibi birinin Nihilizme gönül verdiğini düşünmek bile korku filmi senaryosu gibi. Hazmedilmemiş bilgilerle ateizme yönelen insanların veba mikrobu gibi tehlike saçacaklarına inanıyorum. Voltaire’in ‘’ “Tanrının olmaması durumunda bile, bir Tanrının icat edilmesi gerekir” sözü asla boşuna değildir.

    - Anne!
    - Ha! Şey.. Efendim Ege
    - Ne düşünüyorsun ,beni duymadın ?
    - Saatçiyi düşünüyorum oğlum.
    - Ne?
    - Ege, bak eğer elimizde bir saat var ise onu yapan birinin olduğunu da düşünürüz değil mi?
    - Yoo! Ben saat istemiyorum ama telefon alabilirsin.
    - Hahahha … Peki o zaman bir telefonun varsa o telefonu yapan birinin olduğunu düşünmez mi insan?
    - Bana telefon mu alacaksın?
    - Hayır Ege, konu o değil.
    - Oho… Ne diyorsun anne ya?
    - Seninle hiç felsefe konuşulmuyor Ege.
    - Anne …!
    - Evet.
    - Artık denize girebilmiyiz? Ben çok sıkıldım,zaten Arda da denize girdi.
    - Tamam geliyorum, yaratıcı hakkında daha sonra konuşuruz. Yarattıkları ile daha çok meşgulsün şu anda.

    O tatil gününden haftalar sonra okul açıldı ve Ege ile zorlu savaşımız kaldığı yerden devam ediyor. Birinci sınıfta oldukça sıkıntılı bir yıl geçirmiştik. Ege’nin kural tanımaz davranışları,lider kişiliği öğretmenimizi ve hatta müdürümüzü hayli yormuştu. Neredeyse her gün okula çağırılmak bende alışkanlık yaratmıştı. Okuldan aranmadığım günlerde ben okulu arayıp ‘’Ege iyi mi?’’ diye sorar hale gelmiştim. Yeni dönemin ilk haftasını geride bırakınca Ege’ye sordum.
    - Oğlum, bu sene okul kurallarına daha çok uyacağın konusunda anlaşmıştık . İlk haftan sence nasıl geçti?
    - Öğretmen bana uyum sağladı anne. Merak etme bu sene fazla sorun çıkartmaz.
    - !?
    Oğlumun otodeterminizm yanlısı yaşam anlayışı hakkında neler yapabilirim zaman içinde göreceğim. Şu anda tek bildiğim kurallar hakkında bende çoğunlukla onun gibi düşünüyorum. Toplumsal birlikteliği sağlamak adına bireysel ödünlerin arttığı bir zamanda yaşıyoruz.

    Yaşasın anarşist ruhlar…!


    D...

  • Berika Kut
    Berika Kut

    Akılsız adam taş gibi: Suya düşerse batar. Saf yürekli adam şeker gibi: Suya düşerse erir. Bilge kişi yağ gibi: Suya düşerse yüzer.
    (Alıntı)

  • Abdulkadir Başodacı
    Abdulkadir Başodacı

    Bitme ; bazı birleşimler sonucu yoktan var olma.(türeme)
    Bitmek ; yok oluş, tükeniş, sona erme durumu

  • Abdulkadir Başodacı
    Abdulkadir Başodacı

    Bitki kelimesinin tam anlam kazanması için,
    kelimeyi ikiye bölmemiz şarttır
    Bit-ki insan yaşasın
    Bit-ki bu kirli havanın sana ihtiyacı var
    Bit-ki hayvanlar senden faydalansın
    Bit-ki hastalar senden şifa ve sebep bulsun

  • Maria Puder
    Maria Puder 22.05.2019 - 16:43

  • Maria Puder
    Maria Puder

    Favori traşlı mavi aciz ve anemik aciz... Bence ikisi de birbirinden aciz.. Boşlukları doldurmadan, safları sıklaştırmadan öykülere yeni yerler açıyoruz. Buyurun Gizemli Rüveyda sahne sizin

    :)))

  • Delirdim Ama Bisor Niye Delirdim
    Delirdim Ama Bisor Niye Delirdim

    boşluktaysak boş gezenin kankası değiliz yani, yüpsek yerlerde yüpsek ahbaplarım var benim sürdürürüm sizi buralardan ona göre ayağınıza terlik alın.......

  • Rüveyda Pamukçu
    Rüveyda Pamukçu

    Bakışlarında Safi Boşluk’um, (1) 17/05/2019

    Duyguların alıp götürdüğü acılar, hayallerin güzelliğinde tatlı sükûnetlere dönüşüyor. Gündüzün içinden geceye hep iyi şeylerden bahsetmek, sıkıntılardan sıyrılarak kalbi biraz olsun ferahlatmak ballı çay tadında sohbetler etmek geliyor. Duyguların gözlerde ve yüzde aldığı tarifi kişiye özel olmakla birlikte vuku bulan anlamın değişkenliğini karşıdakine aktardığı mesajla eşleştirildiğinde dünyaya gelme sebeplerinden birini gerçekleştirmiş oluyor insanoğlu. Yüzde aksini bulan bakışlar insan aklının yegâne aynası, hisseden kalp atışlarının dalağa vericisi misali karşı frekansa sürekli mesajlar gönderiyor. Aslında çoğunlukla bilinçsizce gerçekleşen bu hal yansıması görünümler his yoksulu olmayanlar tarafından hemen fark ediliyor. Fark edişteki hüsnü zan sahibi olunca tabirine de doyum olmuyor.

    Boşluk’a bakış bir…

    Baharın yaşandığı nehirlerin turuncu ruj sürüp misafir ağırladığı o eşsiz saatler insan olmanın eziyetli yükünü biraz olsun üstümüzden alıyor. Kimine göre çok çalışılıp yorulmuş, kimine göre de aylak aylak gezilip kurtulunmuş ama her iki bakış açısına göre de hakkedilmiş rahatlama zamanları vardır. Baharın buyur ettiği misafirler çocuk yaşlarda olmasa da yetişkinliğin ağır oturaklı hallerinde biraz rahatlama çabasında ev sahibine “Hoş bulduk.” diyor. Nefis serin bir hava, yağmur sonrası ılıklığında; mekânın ısısını ayarlayıp etrafı kontrolünde tutarken şiirler, türküler çardağın boşluğunda çağıldıyor. Lafın gözüne vurulup yumuşak tebessümlerle pansuman ediliyor. Talebeler çevirince ahşap masanın etrafını bir bağlama eksik kalıyor. Yenilen öğlen yemeğinin üstüne ilave edilen kuruyemiş yiyenlerin ağızlarında nefis hazlar uyandırıyor. Parmaklar kâseye ritimli iniş çıkışlar yaparken birden favori tıraşı bakanları yakıp kavuran, saçları bir erkeğin ancak taklitle benzeyemeyeceği kadar biçimli taranmış, muzip ama bir o kadar ağır başlı genç, karşıda oturup demir eksikliğinden yorucu seneye inat dik durmaya çalışan genç kıza bakarak parmaklarıyla yavaşça işaret ediyor. Gösterdiği masanın üzerinde duran kuruyemiş tabağına tadından bir daha bir daha alıp doyamayan çevredeki narin eller ritimli iniş çıkışlar yapıyor. İşarete bakmasını isteyen bu yakışıklının mavi gözleri bir okyanus derinliğinde karşıdakine hislerini aktarmak istiyor. Gerçekliğe açılan kapıların kapalı olduğu bir dünyada üzülüp paramparça olmuş ürkek bakışları hafiften akan nehrin kızıllığına yansıyor. Tek bir sevgi emaresini fark edemeyen bu zavallı kendine hayrı olmayan Aciz’e neşeli anlar eklemek istiyor. Karışık kuruyemiş dolu tabak, bu gel git mide misafirliklerine karşı koyamadan dibini görmeye başlamışken Antep fıstığını eliyle yavaşça en ortaya bırakıyor kimseye fark ettirmeden genç adam. Olayı tam kavrayamamakla birlikte sus işaretine uyarak küçük oyununa ortak oluyor Aciz kız. Antep fıstığı az bulunan, pahalı olmasıyla da tadından bulundum mu kaçırılmak istenmeyen leziz tanecik Aciz’in yanında oturan genç kız tarafından ağzından suların akmasına ramak kala mideye gönderilmek üzere kabuklu fıstığı yakalamak için davranmışken genç adam bir anda çekip alıyor. Henüz oynanan oyundan haberi belki olmayan kız, aynı şekilde tekrar lades oluyor. Salak derecesinde saf olmayan Aciz duruma ancak vakıf oluyor. Diğer kızın suratındaki ifadeyi görüyor. Patlatıyor lafı “Siz benimle neden uğraşıyorsunuz?” Favori Traşlı Genç Aciz’e bakıyor çaresizce, yüzü bir dokunaklı hal alıyor, kalbinde ve beyninde yığınla dolu kelimeleri ustası olmasına rağmen cümlelere dönüştüremiyor. Lal olan dili duygularının resmini bu surete adeta fotoğraf parlaklığında ana asıyor. Her bir aklın kenarından köşesinden tahmin ettiği bu küçük yakınlaşma çalışmaları Aciz’in aşk filizlerini görememesiyle sonuçlanıyor. Bu kız kör olmanın ötesinde erkeklerin ciddi olmamasından korkarak kendini sığınağı yaptığı mantık kurallarına sıkı bağlayarak korunma çabasından kaynaklanıyor. Öyle ki çevresinde ayaklı hikayeler düğmesine dokunulmadan çalışan sinema misali ortalıkta dolaşıyor.

    Boşluk’a bakış iki…

    Uzun bir koridorun sarının açık tonlarıyla bakanın içinde ferahlık uyandırmayan havası basık tavanıyla hapishane bozması yapıyı daha iyi hale getirmiyor, zorunluluk barındıran yoklama çizelgelerine inat polyanna bakışlı Aciz’e okullu olmanın keyfini doyasıya yaşatıyor. İçinde kendisine acı verecek anılar ve insanlar biriktirmek istemezken okul koridoru onu ziyadesiyle mutlu ediyor. Sakınıp ruhu parçalayan gerçeklerden sarılıp yeni doğan güne sebepleriyle Allah’a şükrediyor. Bir yandan da eşarbının bozuk olup olmaması ya da her gün aynı kıyafeti giymesi gibi dış tasavvurlara kendini kapatmış halde yanındaki tombulca suratlı dudaklarından ruju eksik etmeyen rahat olması itibariyle ders çalışmayıp alttan ders alan beyaz yüzlü, siyah çerçeveli gözlüğüyle çevreyi izleyen arkadaşın sohbetine ortak oluyor. Ruhunun sakinliği arkadaşının sesine de yansıdığı için akranlarından farklı olduğunu düşünüyor. Uzun serin koridorun bitiminde karşı binaya bakan pencerenin kenarında sohbetlerine devam ediyorken Favori tıraşlı genç ara merdivenden koridora çıkıyor ve onları fark etmeden penceresi koridora bakan sınıfın camına yaklaşıyor. Mütemadiyen gözleri bu Favori Traşlı Genç’i takip ederken, o dar pencereden sınıfta aradığı birini ısrarla bulmak istercesine onun bakındığını fark ediyor. Aciz bu çabasına saygı duyduğu gence yardım etmek istiyor. Saflık derecesinde salak olmadığını belirttiğimiz bu gereksiz yardım severliği üstüne görev edinmiş Aciz, hemen yerinden doğrulup yavaş ve hızlı adımlarla Favori tıraşlı gencin arkasından yaklaşıyor. Bir adım mesafe kala duruyor. Henüz arkasında dikilen bu meraklı varlıktan haberi olmayan genç sınıfı taramaya devam ediyor. Aciz korkutmaktan çekinerek yüzünde beliren muzip ama dostça bir ifadeyle gence sesleniyor. “Yakaladım sizi… Kime bakıyordunuz hııı?” Kulaklarının aniden arkaya dönmesiyle gayet iyi duyduğu anlaşılan Favori Traşlı Genç, Aciz’in gözlerine bakakalıyor, yani sadece kalıyor. Aciz’in gülümseyen şefkat abidesi yüzü sorusuna cevap almak için ısrarla bakıyor yerde ararken gökte bulmuş ifadeye. Kötü bir niyeti zaten yok, sadece içeride ilgilendiği biri varsa aralarını yapmak istiyor. Her zaman olur böyle çekingen vakalar, bir türlü gururunu yenip açılamaz bazıları. Çekingen bir o kadar biçimli bu surat ifadesine Aciz cevap almak ümidiyle ne kadar baksa da mavi deryalara yelken olmuş kıpırdaşan kirpiklerin rüzgarına kendisini kaptırıveriyor. Favori Traşlı Genç çekingen hareketlerle birden arkasını dönüp adeta mekândan kaçıyor. Aciz kalakaldığı mermer zemin üzerinde arkasından tuhaf hislerle garip garip bakakalıyor. Rahatsız mı etmişti, patavatsızca mı davranmıştı; bir tülü sorularına cevap bulamıyor. Uzun koridor boyunca hızlı adımlarla varacağı yere giderken birkaç defa arkasına bakınıp gözden kayboluyor Favori Traşlı Genç.

    Boşluk’a bakış üç…

    Yeşil bir örtü tatilin göğsünde uyuturken mazide kalan aşkları kapısını çaldığı iklimdir bu kördüğüm hislerin dile geldiği yer. Yollar ayrı şehirlerden birleştirmişse bakış açısı benzer insanları sadece misafir etmek düşüyor mekâna onları. Tek tek nefesler sıcak havada boşluk doldururken plan dahilinde ayrı kalmış ruhlar istemsiz karşılaşmalarla bir araya gelebiliyor. İlim irfan yuvasının kalın şirazeli kitaplarından yaldızlarla süslenmiş ön sözleri okuyanlara küçük dip notlar yazmak zorunda kalıyor anlayışlı gözlere. Kalem asil düşüncelerinden hocaların devşirirken ürünlerini; kâğıda buyur etmek kalıyor aktarılan seçilmiş kelimelerini. Zihinde hedefe basamak olan kaynak kitaplar, meraklı yüzlerde kalıcı bilgi bağlarıyla bir diğer eşleştirmede anlamını buluyor. Aciz’e bu sofrada en akıllıca iş olarak kelamı doğru anlamak kalıyor. Ayrılık rüzgarlarını hissetmese de çevredekiler şiddetli esiyor. Kavurucu sıcak, iklimden payına düşen nemini alınlara bırakıyor. Kalp uzun bir geçmiş zaman hikayesinin acıyla sonlanan bölümünden yeni çıkmış, yavaş yavaş atıyor. Kırılan taraflar yapıştırılmış, arada bir sızıntı yapıyor. Favori Traşlı Genç’i bakış açısının dışında bırakmak zorunda kalıyor. Göz cesaret edip örülen duvarlardan öteye bakamıyor. Nasıl baksın ki acı fışkıran atıl yaşanmışlıklar alınan kararlara uyulması konusunda emirler veriyor. Tesadüfi karşılaşmada sıkı durarak ser verip sır vermemek gerekiyor. Ne de olsa bu karşılaşma başkaları tarafından ayarlanan bir tesadüf eseri vuku buluyor. Sıralar bu defa daha büyük öğrencileri kabul ederek sınıf atlıyor. Acıkmış hücreler öğlen yemeği arası mideye sinyaller gönderiyor. Yavaş yavaş ders sonlanarak insanlar dışarıda toplanıyor. Yemekhaneye doğru yola çıkılıyor. Aciz de gruba uymak üzereyken Favori Tıraşlı Genç, Aciz’e sesleniyor. Aciz biraz tedirgin bekliyor. Çevredeki insanlar azalıyor. Favori Tıraşlı Genç elindeki kalemi göstererek “Bu senin mi?” diye soruyor. “Evet benim.” diyerek sakin bir sesle kalemi alıyor. Yavaşça gözlerini kaldırıp bu çekingen gence bakıyor. Dahası var mı, merak ediyor. İncinmiş duygular zihinlerde birbirine çarpıyor. En acıklı melodiler bu anda anlam buluyor. Favori Tıraşlı Genç de Aciz’e bakıyor. O bakış cesareti heyecanına yenik düşen, kalbi duyguları kuvvetli ama tek kelime söz söylemeye mecali kalmamış mavi deryalarda gemilerinin yelkeni yırtılmış bir tabloyu canlandırıyor. Tablo Aciz’i üzüyor. Bir özür beklerken başını öne eğip konuşmayan bu dil ustasından uzaklaşmak istiyor. Arkasından “Gitme!” dedi mi hatırlamıyor. Çam ağaçlarının arasına dalıp ağustos böceklerinin seslerinde kayboluyor.

  • Maria Puder
    Maria Puder

    G.H.

    :)))


  • Maria Puder
    Maria Puder

    Yazımı okuyup değerlendiren arkadaşlara teşekkür ederim. Günaydın efenim :))

  • Gözlerinin Hastasıyım
    Gözlerinin Hastasıyım

    Allah korusun,
    Kaldıramayacağım yükün altına girmem
    Kibarca :)
    Elif bacı :)

  • Gözlerinin Hastasıyım
    Gözlerinin Hastasıyım

    Boş laflar boş umutlar...
    İçmeye devam...
    En azından hayallerimizi yaşıyoruz...
    Tımarhaneye saygılar!
    Kafası atan varsa
    Her zaman bir kadeh daha var ;)

  • Gözlerinin Hastasıyım
    Gözlerinin Hastasıyım

    Jagermeister shot
    Tavsiye ederim
    12 sonrası uçuyorsunuz
    Kağıt yanıyor
    Kalem eriyor
    Yazacak bir şey bulamıyor insan
    Fırtına öncesi sessizlik işte
    Sakin
    Dingin
    Huzur yanılgıları
    Zaman dilimlerinin tasniflerinde
    Aklımdan çıkmayanlar var benim
    Saygıyı sevgiyle karıştırmamak lazım
    Araf'ındaysan eğer
    Ve öğretmedilerse
    Kalbinin sesini dinle
    Tutkunun esiri ol
    Bırak aklını
    Bırak düşünmeyi
    At kendini uçurumlardan
    Her zaman ölemezsin
    Her insanın bir şansı vardır
    Yaşamak için
    Yaşamak için
    Tekrar değil
    Yaşamak için
    Özüne bak
    İçine dön
    Zaman kısa
    Hayat hiç başlamamış gibi
    Ya da
    Bir göz kırpmasını kaldıramayacak kadar dolu
    Bazıları vardır ki tanıdım dediğin noktada
    Ufkunda dahi belirmezler
    Ben senin
    Ufkunun ötesindeyim
    Sen bunu göremezsin
    Göstermem
    Ne zaman ki duvarlarını yıkarsın
    Lafta değil
    Gözlerimde hiç değil
    Hislerimde
    O zaman
    Küçük bir kız iken
    Hayal ettiğin rüyaları yudumlatırım sana
    Ya da kana kana içiririm
    Fark etmez
    Düşüncenin ötesindeyim ben
    Tahayyül edemezsin
    İstersen yaşarsın
    Kafi dersen
    Hata edersin!
    Benim görevim bitmedi
    Ya da aşkım
    Adını sen koy
    Nırvana nedir bilir misin
    Ben bilmiyorum
    Onun öteleri olmalı
    Ve ben
    Sen ile
    Onu yaşayacak kadar uçuk
    Hayal ettiğim kadar manyağım
    Sizin gördükleriniz
    Ademoğlu ben
    Ardındakini
    Tanımlayamıyorum
    Ama
    Bolca sen
    Bolca delirmeler
    Beni yaşaman lazım
    Pişman olursan geri bile sararım...

  • Gözlerinin Hastasıyım
    Gözlerinin Hastasıyım

    Vazgeçtiği zaman kaybediyor insan.
    Hayat bir mücadele,
    Aşk bir direniş...
    Ve benim
    Adını kalbime kazıyıp da
    Sözlüğümü yaktıklarım var!
    Vazgeçmek de neymiş?
    Ezberlerini bozacağım kızııımmm ;)

  • Özlem Özge
    Özlem Özge

    kendinden dışarı çıkıp kendine bak!!! kim oldugunu ancak öyle bilirsin......

  • Gözlerinin Hastasıyım
    Gözlerinin Hastasıyım

    Sevgilimi çok seviyorum. Onun aç kalmasını istemiyorum. Onun yerine oruç tutabilir miyim? :)

  • Gözlerinin Hastasıyım
    Gözlerinin Hastasıyım

    Aldırma bakışlarıma
    Biraz kırgın biraz da yorgunum
    İçimde bir yerlerde
    Hala seviyorum seni

  • Abdullah Artaç Arslan
    Abdullah Artaç Arslan

    Maria , tebrik ediyorum
    Uzun diye okumamazlık yapmasın arkadaşlar
    Cidden güzel bir yazı.
    Unutulmasın geçmiş.

    Ve sözüm günümüz insanlarına.

    Uyan vatan evladı uyan .!
    30 kupona alınmadı bu vatan.!

  • Maria Puder
    Maria Puder



    İZMİR FACİASINI UNUTMAYINIZ


    “Göklerden yıldırımlar yağsa, dağlardan kanlı volkanlar fışkırsa, denizler taşsa da araziyi tufanlara boğsa idi Türklüğe, Alem-i İslamiyet’e belki o kadar tesir göstermezdi”.

    Giresun Işık Gazetesi ( İzmir işgali ardından)

    Birinci Dünya Savaşı sonrasında :
    ‘’St. Jean de Maurienne Anlaşması ( 19-21 Nisan 1917)
    Taraflar: İngiltere, Fransa, Rusya ile İtalya
    Amaç: İtalya’nın Anadolu Asyası üzerindeki haklarının belirlenmesini sağlamaya çalışması.
    Anlaşmaya göre Antalya, Konya, Aydın, İzmir ve kuzeyi İtalya’ya bırakılıyordu.’’

    Bu yapılan gizli antlaşmalar sadece biridir. Burada bahsi geçmesinin sebebi daha sonra İzmir’in Yunanlılara verilerek İtalyanları kızdırmış olmasıdır.

    Mondros Mütarekesi sonrasında artık bitmez tükenmez kabus günleri adım adım geliyordu. Vatanın her yerinden saldıran düşmanlar öncelikli gördükleri yerlerden başlayarak ülkeyi talan ediyordu. İstedikleri yeri, istedikleri şartlarda, istedikleri gibi işgal ediyorlardı. Müslüman halka etnik kökenine bakılmaksızın kıyım ve işkence tarif edilemez acımasızlıkla son hızıyla devam ediyordu. Fransızlar, İtalyanlar, İngilizler ve tabi ki bunların şımarık çocuğu Yunanlılar azgın bir canavar gibi topraklarımızı kana buluyorlardı.

    Mondros Antlaşması ile artık tamamen fişi çekilmiş olan Osmanlı Hükümetinin sembolik varlığından başka hiçbir etkinliği kalmamıştı. Antlaşmaya göre orduların fiilen bulundukları yerde kalmasını şart koşmasına işaret eden maddeye rağmen ilk işgal edilen yer yabancı kuvvetlerin bulunmadığı Musul olmuştur. Tarih boyunca hem Hıristiyanlar hem de Müslümanlar için oldukça önemli olan Musul’un işgalinin verdiği üzüntü henüz atlatılamamışken birkaç gün sonra bu kez Çanakkale darbesini aldık. Hem de Çanakkale! Uğruna 200 binin üzerinde şehit verdiğimiz, günlerce kanımızla suladığımız, uğruna ölmekten çekinmediğimiz Çanakkale artık düşmanın tek mermi bile atmadan girdiği, düşman çizmesinin tüm mahremlerimize tek değdiği bir yer oluvermişti.

    Ülke ilk direnişin gösterildiği Dörtyol’dan Batum’a , Musuldan Samsun’a dek alev alev yanıyordu. Sultan ve yanındaki devlet yetkilileri tüm olan biteni kılları bile kıpırdamadan izliyorlardı. Damat Ferit tarihe utanç ve hainlik notlarını birer birer düşerken Sultan onu her istifasından sonra yeniden göreve getiriyor, Anadolu’yu acıdan acıya sürüklüyordu.

    İzmir! Ah, İzmir! Güzel, şirin şehir ve tüm yabancıları dostlukla kucaklamış naif, misafirperver, nazik halkı ile tüyler ürperten günlere yaklaşmış olan İzmir. Büyük Yunanistan hayalinin başkenti İzmir. Ev, iş ve yaşama hakkı verdiği komşuları Rumlar tarafından acımasızca katledilecek olan biçare İzmirliler.

    Tarihe düşülen notlardan alıntıdır:

    ‘’ Papaslar, mekteb hocaları bütün kuvvetleriyle mekteblerde, kilisalerde, Rumlara:
    -Artık bu pis Müslümanlardan çekdiğimiz yetişir. Yarın Yarın Yunan orduları gelecek, bizi bunlardan kurtaracak, bizim intikamımızı alacak.
    Yolunda vaaz ve teşviklerde bulundular. Hatta bu teşvikde o kadar ileri vardılar ki İzmir’de (Seydiköy) nahiyesinde
    Papas’ın biri:
    -Ey Allah’ın sevgili kulları olan Rumlar. Kuyuları daha derin kazınız, kollarınızı daha kuvvetlendiriniz, bıçaklarınızı daha çok bileyiniz, iplerinizi daha iyi bağlayınız. Çünkü Müslümanların ecelleri geldi. Onların Azrail’i siz olacaksınız. Yakında kuyuları bu mundarların leşleriyle dolduracağız ‘’

    İzmir adım adım karanlık günlerine ilerlerken Mustafa Kemal Paşa Saltanat tarafından Müfettiş Paşa olarak Anadolu’daki isyanı bastırması için görevlendirilmişti. Mustafa Kemal Paşa, konum olarak Amasya ve oradan da Anadolu’nun kalbine o günün şartlarında en kolay ilerleyebileceği Samsun’u dikkat çekmeden hesap edip seçmiş ve Kurtuluş Mücadelesinin meşalesini yakmak için yola koyulmuştu.. Kurtuluş Hareketinin başladığı zamanlara İzmir İşgalinin tesadüf etmesi Atatürk’ün bir öngörüsü müydü yoksa tarihin bir cilvesi miydi bilinmez. . Ama İzmir’in kanlı sahnelerle işgal edilmesi, Trakya’dan Anadolu’ya tüm halkı büyük bir öfke ve acıya itince halkımız Kurtuluşa koşarak gitmişlerdir. Atatürk’ü kendi elleri ile mücadeleye gönderdiğinden haberleri olmayan Sultan ve ahalisi daha sonra kendi halkının kanını dökmek için (kuvay-i inzibatiye- Hilafet ordusu) o yoklukta para harcayıp bir ordu kurmuş ve tarihte bir utanç belgesine daha imza atmıştır. Kuvay-i Milliye ruhu İzmir ateşi ile yandıktan sonra zaman içinde çığ gibi büyümüş, artık önüne geçilemez bir güç haline gelmiştir.

    İzmir’de halk, Sultana güvenmiş, hilafet emirlerine harfiyen uymuştur. Gelen emre göre memurlar, esnaf ve bölge halkı her zaman ki gibi işlerine gitmek için evlerinden çıkıp görevlerinin başında bulunmuşlardır. Askere ‘’karşı çıkmayacaksınız ‘’emri geldiği için kışlalarında oturup işgale direniş göstermemişlerdir. Ancak halkın bazı mücadeleci insanları el altından askerinde desteğini alarak cephaneyi yağmalayıp silahlanmıştır. Sultanın emirlerinde bir hata olduğunu düşünüp kan dökmeden İzmir’i teslim etmemeye ant içmişlerdir.

    Türk Ocağında toplanan gençler Büyük Yunan İdealine geçit vermemek için halkı harekete geçirmek istiyordu( Bu ideale göre Yunanlılar, İzmir ve yakın çevresindeki Türkleri soykırımdan geçirip Bizans imparatorluğunu yeniden bu topraklarda kurmak istemektedir). Bildiriler dağıtılıyordu. Şimdilerde Atatürk Lisesi olarak bilinen 128 yıllık gurur vesilemiz olan okulun öğrencilerinin de içinde olduğu bir grup insan halkın işgale tepki göstermesi için yapılan çağrı bildirilerini elleri ile dağıtmışlar. Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Mücadelesi nedeni ile iki yıl boyunca öğrencileri savaşta şehit düştüğü için mezun verememiş okulumuzun önünden her geçtiğimde tüylerim diken diken oluyor. Bizler onlara layık birer evlat olabildik mi?

    Ve işte 15 Mayıs 1919 sabahı! Yunanlılar İzmir rıhtımına yanaşıp Efsun taburları ile kışlaya doğru yaklaşırlarken heyecanını bastıramayıp öne atılan genç gazeteci Hasan Tahsin ( o ilk kurşunu mutlaka biri atmış olmalı) ilk kurşunu sıkınca acımasızca Yunan Askerleri tarafından katledilmiştir.

    Araştırma yaparken tesadüf ettiğim İzmir işgaline birebir tanık olup hayatta kalabilmiş bir zatın ağzından yazılmış metinden bazı bölümleri parça parça aktaracağım:

    ‘’ Yunan orduları İzmir’in (Punta) ve (Pasaport) mevkilerinden Kordon’a ayak basınca sekiz on kol oldular, ortada hiçbir şey yok iken heman askerler süngülerini taktılar, zabitler tabancalarını ele aldılar ve evvelce Rumların hazırladıkları haritaları alarak, Rum izci çocuklarından ve Papaslarından birer beşer önlerine katarak şehrin dört tarafına birden ilerlemeğe başladılar. Bu zamana kadar Kordonboyu Papas, kadın, çocuk, erkek bütün Rumlarla doldu. Yüzbinlerce Yunan bayrağı açıldı, bütün mağazalar, dükkanlar donandı.
    -Yaşasın Yunanlılar, gebersin Müslümanlar, intikam alınız kahramanlar.’’

    İşte o kordon boyunda ben bugün gezip keyfini sürerken o gün bu sokaklarda acımasızca katledilen atalarımı unutursam bin kere lanet olsun bana ve yedi ceddime! O çığlıkları unutup, o süngüden geçirilip yerlerde sürüklenen insanlarıma layık bir evlat olamıyorsam yüz bin kere yüzüme tükürsünler benim.

    Ve katliam son hızıyla devam etmiş:

    ‘’İslamlar bu manzara karşısında telaş içerisinde idiler. Vapurla Karşıyaka’dan, Kokaryalı’dan gelenler iskeleden öteye geçemiyor ve büyük bir tevekkül ve korku içinde olan biten şeylere bakıyorlardı. Birçokları aralıklar bularak Kordon’un üzerine geçip mağazalarına, işlerine gitmeğe başladılar. Ve işte o ara bütün manasıyla kızıl ve kanlı kıyametler başladı. Yunan askerleri bulundukları yerlerden ileriye doğru yürümeğe başlayınca Kordon üzerinde işine gücüne giden Müslümanların evvela fesleri alınarak parçalandı ve:
    -Kaldır ellerini kerata.
    Nameleriyle beraber dipçikler bigünah İslamların kafalarına ve bellerine inmeğe başladı. Bir kol asker Gümrük’e doğru ilerliyor ve her attığı adım başında Dünya’nın en kaba küfürlerini savurarak dipçik ve süngü ile Müslümanları öldürüyor, diğer bir kol da İskele üzerinde yığılan ahali arasına girerek aynı işi yapıyordu.
    Şimdi Kordon üzeri bir kasaphaneye dönmüş idi. Şurada bir zavallı ihtiyarın sekiz on yerinden süngülenmiş şehit naşı bir Yunan çizmesiyle tekmelendikçe on binlerce Rum,
    -Yaşa!
    Diye bağırıyor, biri de tütün mağazasında çalışmağa giden çocuğunu arkasına bağlı bir kadın kanlar içinde saçlarından sürüklene sürüklene getirilüb sokakları dolduran Rum kümelerinin gözü önünde karnı yarılmak, gözü çıkarılmak suretiyle parçalanıyor. Ve bu böylece her Müslüman şehit edildikçe gözleri çanaklarından fırlamış katiller, dişleri hırsla kilitlenmiş mel’unlar:
    -Yaşa!
    Diye bağırıyorlardı.’’
    Zulüm tarifi yapılamaz boyutlarda iken zavallı İzmirli halk Sultan’ın emri ile kışlasından çıkamayan askerlerini gözleri ile ararken Sultan İstanbul’da Damat Ferit’i yeniden ve yeniden görevinin başına geçirerek İzmirlinin kanını içmeye devam ediyordu.

    Sonra ne mi olmuş? :

    ‘’ Derken Gümrük önünden Pasaport önüne kadar Kordon üzerinde inleyen, kanlar içinde boğulan Müslüman naaşları arasından gelen büyük bir kafile göründü. Bu kafilenin içinde üstleri başları temiz, saçlı sakallı iki üç yüz kadar insan vardı. Bunların başları açık, üstleri başları yırtılmış, elleri daima havaya kaldırılmış idi. Hepsinin yüzlerinden alınlarından yaş, kan akıyor, vücutları yara ve bere içinde idi.
    Etraflarını iki dizi Yunan süngülüsü çevirmiş getiriyorlar, Kordon üzerinden tam yarım saatlik bir mesafe olan Punta’ya, Yunan vapurlarına götürüyorlardı. Bunlar İzmir’in en namuslu, en bilgili memurları, eşrafı, tüccarı, asilzadeleri, mekteb muallimleri idi. Bunlar hükümetden, gümrükden, mekteblerden toplanmış, sürü haline getirilmiş, başları gözleri dipçik ve süngüden, yumruk ve taştan kana boyanmış, üstleri başları dilim dilim olmuş, fesleri başlarından alınub ayak altında ezilmiş, ceplerindeki paraları çalınmış Müslümanlar idi.
    Şimdi bunlar kafile halinde Kordon’u dolduran Müslüman feryad ve figanı, Müslüman naaşları arasından geçiriliyordu. Etrafı dolduran Rumlar bunları görünce.
    -Zito, Zito!
    Feryadlarını ayyuka çıkarıyorlar ve Yunan askerleri de boyna dipçikleriyle:
    -Yürüyün be pezevenkler!
    -Kaldırın ellerinizi be keratalar!’’

    Nağmesiyle bu zavallıları yerlere kapatırcasına döğüyorlardı. Hele
    içlerinden birisi bir şey söylesin, bir merhamet dilesin derhal o kudurmuş halkın zitoları içinde yetmiş seksen süngü ile parçalanırdı. Hele biri dipçikden yeredüşsün de derhal toparlanub kalkmasın derhal sekiz on çizme ve tekme kafatasınıKordon’un taşlarıyla yamyassı bir hale getirirdi.’’

    Halk neye uğradığını anlayamadan yediden yetmişe, kadın erkek demeden kıyımdan geçirilirken peki asker hala nerede idi?

    İşte Sultan’ın emri ile kışlasında gafil avlanan askerin durumu:

    ‘’ Şurada sekiz on zabitimizin üniformaları parçalanub kendileri kan ve çamurlar içinde döğüle döğüle sevk ediliyordu, burada on beş yirmi Müslüman birbirine bağlanarak (Zito) [diye] bağırtdırılıyor, daha ötede birisi denize atılıyor, daha beride bir kadın, diğer bir ihtiyar, bir malul boğazlanıyordu. Kordon bu haliyle kan dökülen, can sökülen bir kasaphane idi.
    Hükümet önüne vasıl olan diğer bir kol asker evvela kışlanın önünde, hükümetin kapısında nöbet bekleyen askerlerimizi şehit etdiler. Kana susamış bir vahşetle kışlanın dairelerine giren Yunan müfrezeleri rast geldikleri zabitin üniformalarını sökerek onlara cebren ve süngü tehditleriyle (Zito) [diye] bağırtdırarak topladılar. Ve yine evvelki memurin kafilesi gibi onları da yüzbinlerce halkın gözü önünde yuhalar, küfürler içinde baş açık elbise yırtık, üst baş kan içinde geçirüb bir kısmını Punta’da bekleyen Yunan beğlik gemilerine, bir kısmını da ikinci Kordon’daki büyük hanlara habs eylediler. Bir tarafdan kışladaki zabitan toplanıyor, hükümetdeki memurlar devşiriliyor, diğer tarafdan da Kemeraltı caddesinde ne dükkan bırakılıyor, ne mal, ne ırz... Silah seslerini takip eden ah ve of sadaları ile şurada burada Müslümanlar şehit ediliyor, evler basılub ihtiyar ve genç kadınların ırzlarına tasallut ediliyordu. Artık vahşet bütün dehşetiyle İzmir’in Müslümanlarını yakub kavuruyordu. Öğlene doğru Kordon üzerinden başı açık, formaları sökük, göğsünün sekiz yerinden süngülenmiş kan içinde Ahz-ı Asker Heyeti Reisi Miralay (Süleyman Fethi) Bey bir alay canavar sürüsünün ortasında dipçikler altında yürüdülüyordu.

    İstanbul’daki Salkım Söğüd dergah-ı şerifinin şeyhi Pir-i Fani İzzeddin Efendi Hazretleri’nin oğlu olan Süleyman Fethi Bey merhum, Yunan’ın İzmir’e çıkdığı gün Kışla’da Kuran-ı Kerim okurken Yunanlıların hücumuna maruz kalmış ve elinden Kur’an-ı Kerim’i alub (haşa) ayaklarıyla çiğnemeğe başlayan bir Yunan zabitine vurduğu bir tokatdan dolayı ilk şehadet süngüsünü omuzu üzerinden almışdır. İlk süngü yarasını alan bu arslan, yarasının kanlarına bakmaksısız eğilerek o mübarek Kur’an-ı azimü’ş-şanı yerden almış ve omzundan akan kanlara karışdırdığı gözyaşlarıyla ıslatarak öpüp başına koymuş ve bu sırada etrafını alan yirmi kadar Yunan asker ve zabitlerinin ikinci bir hücumuna maruz kalmışdır.

    Odaya giren askerler merhuma ellerini kaldırmalarını emr eylemişler. Buna cevaben demişdir ki:

    -Ben bir kumandan ve Miralayım. Amirimden başkasına kendimi muayene etdiremem.

    Bu söz merhuma ikinci bir süngünün daha yara açmasına sebeb olmuşdur. Üçüncü teklif!

    -Üniformalarını çıkar!

    Buna o mübarek şehit şu cevabı vermişdir!

    -O üniformayı bana Padişahım takdı onu ancak onun emri çıkardır.

    Bu cevabı alan Yunanlılar azgın birer canavar gibi merhumun üzerine çullanarak üniformalarını parçalamış ve belinden çıkardıkları kayışla kafasını gözünü birkaç yerinden yarmışlardır. Dördüncü teklif şu idi:
    -Zito Venizelos diye bağıracaksın!

    Bilhassa bu son teklife merhumun:

    -Yaşasın Osmanlılık, benim kanımın döküldüğü bu topraklar inşallah size mezar olur.
    Bu cevap merhuma üçüncü bir süngünün daha vurulmasın[a]ı mucib olmuşdur. Artık kudurmuş Yunanlılar o hal ve heyetle Süleyman Fethi Bey’i Kışla’dan çıkartub Kordon’a doğru sevketmeğe ve her adım başında (Zito) bağır diye tehdit eylemeğe koyulmuşlardır. Yüzbinlerce halkın arasında dipçiklenen bu yaralı arslan her teklife,
    -Yaşasın Müslümanlık.
    Cevabını ve her defasında bir dipçik, bir süngü yarası ala alakanlar ve çamurlar içinde tam yarım saat Kordon’un kaldırımlarını mübarek kanıyla sulaya sulaya Vapur iskelesine kadar gelmişdir. Burada sekizinci yarayı almış ve takatı kesilerek Kıble’ye dönmüş ve:

    -Allahım sen Müslümanları bu cellatlardan kurtar!

    Duasını müteakib yüzü koyun secdeye kapanmışdır. Bu manzara karşısında (Rumlar Zito) diye muttasıl bağırıyor ve

    -Geberdin melunu!’’

    Amerikalıların müdahalesi ile ağır yaralı halde yaralı arslan hastaneye kaldırılsa da yine de şehit düşmüş. Ben bu satırları gözyaşları ile okurken yurdun her köşesinde gün geçtikçe benzer vahşetler yaşandığını bilirken nasıl olur da bu tarihi unuturum. Atatürk’ün bizlere gösterdiği umut ışığını, atalarımızın başardığı şeyi anlayabiliyor musunuz?

    Minareyi kılıfına uydurmak için Wilson ilkelerine nüfusu uydurmak için sahte belgelerle bölgedeki Rum nüfusunu fazla gösterdikleri yetmemiş gibi soykırım yaparak İzmir’deki Türk halkını yok etmeyi hedefleyen Yunanlılar bu planlarını daha ilk günden uygulamaya en vahşi şekilde koymuşlardır. Artık ırzına geçilmiş kadınlarımızla, üniforması parçalanmış askerimizle, şerefleri çırıl çıplak sokaklarda gezdirilmiş memurlarımızla İzmirliler 1922 yılına dek yaşadıklarını asla unutmayacaklardır.

    Okuduğum kaynaklardan birinde bilerek sadece yaralayıp kuyulara atılan küçük çocukların ve kadınların çığlıklarını ölüp sesleri kesilene dek dinlemekten keyif alan Rumların bu yaptıklarını büyük bir zevkle torunlarına anlattıklarını okuyunca düştüğüm dehşeti kelimelere sığdıramıyorum.

    Tek tesellim ise o gün İzmir’de yaşanmış olarak insanlık dışı kıyım ve kıyamet milli mücadelenin gerçek anlamda fitilini ateşlemiştir. Bu vahşetin yarattığı sonuçlar:

    1. Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde Kuvay-i Milliye hareketi ortaya çıkmaya başlamıştır.
    2. Milli bilinç uyanmıştır.
    3. Halkı milli bilinç için örgütlemek kolaylaşmıştır.
    4. İtalyanlar kendilerine söz verilen İzmir’i alamayıp Paris konferansını terk edince Anadolu’dan çekilirken Türk halkına cephanelerini bırakmış ve hatta maddi destekte bulunmuşlardır.
    5. 17,19,20 Mayıs tarihlerinde Anadolu ve Trakya’da büyük mitinglerle İzmir İşgali protesto edilmiştir.
    6. Redd-i İlhak cemiyeti kurulmuştur.
    7. Halk, artık Sultanın kendilerine masal anlattığını anlamış, işgalcilere güvenilmeyeceğini çok acı bir tecrübe ile görmüştür.
    8. İzmir’in İşgali tüm Dünyada büyük yankı ile kınanınca ABD tarafından gönderilen heyetin başındaki Amiral Bristol’ün raporu yayınlanmak zorunda kalıyor. Böylece İtilaf Devletleri hem kendi halkları hem de Dünyanın gözünde haksız duruma düştü.

    Bölgede Rumların değil Türk Halkının çoğunlukta olduğu artık bu raporla resmi olarak belgelenmiş oldu. Olayların ve katliamların sorumlusu olan Yunanlılar, tarihte alacakları ağır yenilgiden önce böylece haksız bir şekilde başkasının topraklarına göz diktiklerini inkâr edemeyecek durumda oldular. Milli Mücadele artık Dünyanın gözünde meşru bir hal almıştır.

    Sonunda Mayısın ON DOKUZU! Anadolu’nun batı kıyılarında derin bir acı ve matemle karanlık an be an üzerimize çökerken kuzey kıyılarımızda doğan umut güneşi MUSTAFA KEMAL ATATÜRK vardı. İstanbul’a çektiği telgraf ile İzmir’de yaşanan işgal ve katliamın kabul edilemez olduğunu bildirip KURTULUŞ MÜCADELESİNİ resmen başlatmış oldu.

    Günü geldiğinde ‘’ Ordular ilk hedefiniz Akdenizdir! İleri!’’ diyerek Türk Milletine, Yunan belasını Adalar Denizine dökmeyi emretmiştir. Özgürlük ve demokrasi, o gün bugündür Atamızın paha biçilemez bir hediyesi olarak her İzmirlinin vazgeçilmez mirasıdır. İşte bu yüzden İzmir, bugün dahi Demokrasinin Son Kalesidir.

    - Anne, Atatürk bize ne hediye etti ki biz onu çok seviyoruz.
    - Özgürlüğümüzü!
    - Anne, özgürlük ne demek?
    - Ege, özgürlük; nefes almak demektir. Ağzını ve burnunu kapattığında nasıl nefes alamazsan özgürlüğün elinden alındığında da işte böyle hissedersin.
    - Anne, biz bayrağımızı neden çok seviyoruz?
    - Ege, bayrak evimizin çatısı gibidir. Eğer evimizde bir çatı olmasaydı rüzgârdan, yağmurdan, sıcaktan ve soğuktan korunamazdık. Bayraksız milletler çatısız evlere benzer.


    D…


    dergipark.org.tr/download/article-file/73210

    dergipark.org.tr/download/article-file/233435

  • Rüveyda Pamukçu
    Rüveyda Pamukçu

    Yazdıklarımı beğendiğinize sevindim, teşekkürler ederim. Haftada bir yazdıklarımı paylaşmak isterim.

  • Rüveyda Pamukçu
    Rüveyda Pamukçu

    Boşluk'uma Şiirler

    Elveda

    Kar gibi sükûnlu beyaz, bir tatlı ayaz
    Aklımdaki aksi fikri aldı bu sert yaz

    Sevgili mağrur bozkır, dudakların kuru
    İki şahıs var; bardak bir kişilik su dolu

    Su beyaz değildir, sevgili mavi dolu
    Kalbi kanlı yaş döker, gözleri korlu

    Kelamı dile vermez dudaklar, özlemi gözler
    Yeşil sevap sözlükte, kırmızı günah bekler

    Gönül sarayı çoktan düştü, vücut direnir
    Ölüm elde tatlı ilaç, günaha tercih edilir

    Saçlar aklı karalı, mavi gözler, acı ifade
    Oyar geçer, deler, yakar; yok buna çare

    Öpücük; sakla, boşluk karanlık, paylaş
    Kol; yana takatsiz düş de kucaklaş

    Arzu; sokak lambası, çare siz bankta
    Sarmala geçmişi, kalma bu yanlış durakta

    Kuvvetsiz ayaklar, sancılı aşk prangalı
    Dönüşsüz yollar, vasıta bozuk acılı

    Kadere teslim ol, huzur ayet de bağlı
    Kutlu haber, ölüm zor da örgü ağlı

    Kollarında ateş; güvercini kanatsız ağaç
    Mabedin gece; gündüzünden ışıksız, aç

    Ezgili yakıyor, bankta bir kadın ağlıyor
    Hep su diye aşkından kaynar yudum içiyor

    Lekeli, hayallerde sabrın sınırı kurcalanan
    Ateşini cehennem yatağında kalıp sulayan

  • Maria Puder
    Maria Puder

    Ruveyda Pamukçu her kimsin bilmiyorum ama tımarhane duvarları yaptığın edebiyatı seviyor. Teşekkürler.

  • Maria Puder
    Maria Puder

    Elif Key paylaşımında bir düzeltme yapmalıyım. O sözü hemen tanıdım. George Orwel imzalı Hayvan Çiftliği isimli kitaptan bir alıntı asmışsın. Ancak altına spoiler yazmışsın. Spoiler: Bir kitap veya filmden alıntı yaparken maksadını aşıp çok fazla detay vermek anlamına gelen bir kelimedir. Mesela en abartılı hali ile filmin ya da kitabın sonunu söylemek gibi.

    Umarım ukalalık olarak almamışsındır. George Orwel ve özellikle bu kitabı benim çok sevdiklerimdendir. Bu nedenle bunu yapmak zorunda hissettim kendimi.

    Tımarhane de yaptığın paylaşımlar için teşekkür ederim.

  • Rüveyda Pamukçu
    Rüveyda Pamukçu

    Kavi Boşluk’um, 09/05/2019

    Başak tarlaları vardı şehirlere yakın ilçelerde, uzun geniş bozkırlar onları kucaklardı. Saçları savrulan sarı tanecikler boynu bükülene kadar çocuklara dehliz olurdu üstü açık. Sahiplerini hiç tanımadığımız bu tarlalar tepeden bakınca sarı çimler gibi küçük görünürdü. Görünen yükseklerden bir de görünmeyen içine düştüğünde; boyunu aşan labirent, yutmasından korkulan sarı kobra yılanına dönüşüverirdi. Boyutları, küçük bir kızın zihninden ancak çıkışı bulunduğunda huzura kavuşan masallara sayfalar açardı. Tepedeki en büyük kayanın üzerine oturulduğunda rüzgarında en büyük gemilerin demir alıp uzaklara yelken açabileceği sarı okyanuslara gidilebilirdi. Başaklar hasat mevsiminin bitiminde toplandığında yere gizlice kazılan hazine kutuları bulunabilirdi. Hayallerin sonu yoktu ki koca dağların kayalarında yankısını bulmayan çığlıklar, baharda çamurların ayaklara bataklık ağları örmesine aldırmadan köklenen çiğdemler, evde ne varsa sofra bezine sarılıp arkadaşlı piknikler…
    Sabahın ışıltısına meraklı iki göz uykusuzluğunun mahmurluğuyla korkmadan sokağa çıkar adımlanan mesafeye aldırmadan tarlaları, gökyüzünü, dağları seyrettiği tepeciğine varıverir. Merakın kendini salıverdiği aydınlanan gökyüzünde güneşin doğuşuna arkadaşlık eder. İç ferahlatıcı bu sessizlik duaların semaya iletilmesiyle görevine son verir. Korku bu buluşmada çoktan arkada kalmıştır. Güneşle gözlerinin buluşmasına en azılı katillerin hayalleri bile engel olamaz. Yaz mevsiminin tatil esnemeleri onun gecelerinde yoktur. Okunacak daha çok kitap vardır ve seyredilecek harikulade gün doğumları onu her sabah kucaklamak için beklemektedir. Sessizlikte ses olan mısralar ezgi ezgi yüreğine dökülmelidir. Ezgilerde yılanlar parmaklardan süt içmeye çağrılmalı, alaca atlar özgürce koşmalıdır. Bütün şairler görevde başında şiirleriyle hazır bulunmalıdır. Annesinin çeyiz telaşına anlam verememesine rağmen kırılamayan hatırlara binaen danteller, etamin işlemeler, oyalar iki geceyi geçmeden huzura teslim edilmelidir. Bir zaman için susan telaşlı anne dudakları kıpırdamak istemez, kitapların kucağında ısınmasına müsaade eder büyümüş kızının.
    Oda kapısı kapalı dursun, dışarıdan arada bir insan sesleri gelsin yeterdi. Misafir gelince çağırılmasın, görücü kadınlara görünmesin, akraba ziyaretlerinde “Hoş geldiniz.” Sözünden başka bir kelam edilmesin, isterdi. Komşu çocuklarına ders anlatmak, teyze çocuklarına bakmak, en çok da daktiloda yazı yazmak güzeldi. Sıcak yaz günlerinin acısını gece saatlerinde bahçede kayısı ağacının altında geçirmek isterdi. Hışırtılı yapraklar şarkısını söylerken rüzgârın sokak lambasının ışığı yeterli olurdu. Işık ne için vardı zaten. Yanmasa da içinin sıkıntılı karanlığına gökteki yıldızlar yeterdi kitap okumasına.

    Anlaşılabilmek hemen hemen herkesin ortak isteğidir. Anlaşma yollarını bazen sesli olarak yürümek, karşımızdakinin gözlerine bakarak yüzümüzün coğrafyasında dinleyeni gezdirmek isteriz. Herkese de konuşmayız, kalbimizdeki duyguları kutucuklarından çıkarıp karşımızdaki insana göstermek istemeyiz. Kapalı kutu ama sımsıkı, sadece anahtarı kendinde olan şifreli gözlere açılabilecek olanlar Venüs’e ait hikayeler biriktirir. Hasbihal edip yıldız kümeleriyle balkondan iğde ağacına uzanan yalnızlığı hüzne bulaşmıştır. Kendi geniş ülkesinde adımları uyumunu bozmayan şiirler okur. “Mono romantika” eşliğinde üçüncü tekil şahıslarda bulur gizemini. Bir şiirden manzumesini dinlediği hatıralar öteki şiirde kimliğini açığa vermeyen şairleri ele verir çoğu zaman. Şiirin uhrevi havası sararken okuyanın kalbini melodilerin sesinde can bulur yanık hislerin sahibi. Yazarında gerçekliğe kavuşup sevgiliye koşan nağmeler dizelerin arasından başak olup fışkırır. Aç sevgililerin karnını ekmek sıcaklığında doyurur. Sanılanın aksine şifa vermez, doydukça okunan şiir dudaklardan kalbe akıtılan zehir olur. O zehrin ılık havuzu okuyana çalkalanan koca denizlerin kızlarından haber verir. Başkasının sıcak nefeslerinde ısınamadığını, paylaştığı gece yalnızlığında kaybettiği sevdiğinin değerini anladığını, kıymetlisini düşündüğünü söyler. Dizeler acıları söylerken bile asil ruhunun acı şerbetleri içtiğini bilir. Yaprakları hışırdayan, dallarından geceye yıldız döken bir sevdiği vardır. Öyle duygusal bir terzidir ki o duygu çeşitliliğini kalbi hislerini açtığı yıldızına elbise olarak giydirir. Giyilen elbisenin renkleri hüznün yeni yeni şekillerini podyumda sergiler. Erkeğine ışıltılı pullarla yürür. Okuyan gözler tanıdık bir koku bulur erkeğinden hediyedir. Gözyaşı şişeleri okumalarda karşılıklı değiş tokuş edilir. Değişken ruhunda filizlenen dev bir fasulye gökyüzünden semaya yükselir. Bulutları sevdiğinin şehrine iterek gözyaşı yağmurlarında ıslatır.
    Çırpınan kalbin atışlarını kırık şehirlerin boz renkleriyle süslediği türkülerinden dinleyebilir. Kalp hasta, atmaktan öyle yorulmuş. Yorgun şairlerin usta kalemlerinden beyaz kâğıt kesikleri bestelemiş. Kulakta tatlı sesleri acı sularından damıtılarak kalbe inmiş. Kalp kalbe karşı mektuplar biriktirmiş. Sıcaklığında ısınan kaldırım üstü banklarda oksijen saflığında tuzlu kelimeler kırık şehirlere gönderilmiş. Dağında ağaç yetişmez, yağmurunda ot bitmez. Kadife sesli şiirlerinden güneye yolu düşmez. Dilimleyip bir kalbi ızgaralanmış sıcaklığıyla sevdiğine sunmada öyle cömert ki tuzu bol, tatlısı az. Kımıldansa bir damar kanamak için diğerlerinden fırsat bulamaz. Fırsat nedir ki sevdiği, kalbi elinde bir oyuncak. Aldatılan kelimelerin dedikodu oldu ancak. Kulaklara musikidir dedisi sevgilinin kodusu. Ellerin tenceresinde kaynar yıldızının kalbi. Oturtulmuş bir kazık olur sevgiliye konulunca. Sulanır bu kazık dillerde dolaşa dolaşa filizini verir sevgilinin kulağına. Kadınından intikam çiçeğini koparıp almıştır sonunda.

  • Maria Puder
    Maria Puder 16.05.2019 - 11:46

  • Maria Puder
    Maria Puder 15.05.2019 - 11:04

  • İrem Başar
    İrem Başar


    .... bu buraya yakışır.




  • Maria Puder
    Maria Puder

    Bence hiç fena değil

  • Rüveyda Pamukçu
    Rüveyda Pamukçu

    Boşlıuk'um,


    Sevgili

    İçinde kuytu sevgiler barındıran kalbi camdan sevgili
    Hangi taze gülüşlere yandın elde şamdan sevgili

    Bilmez ki eşarbında uçuk ümitler gizli sevgili
    Tatlı bakışlardan ürker ezelden zor bir sevgili

    Kurulan masal ordularıyla sevdası sarılınca sevgili
    Telaşlı bir karınca yoklar kızıldan kızgın sevgili

    Sessiz dumanlı bakar sigarasında sarılı sevgili
    Göz yaşında parlar yıldızdan daha parlak sevgili

    Gecenin demini ışığıyla kucaklarken kalem sevgili
    Ürkek kelebekler uçuşur seyrinde dumanın sevgili

    Bakınca penceresi duvar kalbi değerli taştan sevgili
    Ustaca işleyip şeklini benzetip yıldıza verdi sevgili

    Karmakarışık bir denklem çözülmez kördüğüm sevgili
    Askıda aşklar birikmiş gönülden öpen sevgili

    Hani işlemiş habersiz buzdan saatler yirmiden sevgili
    Vuslat olur mu tik taklarda kalbi duran sevgili

    Havada uçuşan uğur böcekleri şaşkın bakar sevgili
    Ahmet’in kalbinde yanan çiçeği arar sevgili