Gel gönül, varlıktan geç, durma bu handa,
Ene'l Hak sırrına er, kalma güman'da.
Benlik davasını sil süpür, at bir tarafa,
Hiçlik makamında bul sırrı pinhan'da.
Dört kapı kırk makam, yol budur erenler,
Hind’in sofrasında kan şerbeti ikram edildi,
Bir masum gülüş, bir beddua, bir kırık testi…
Hamza’nın ciğeri, zehrin içine bandırdığı ekmek,
“Al ya Muhammed!” diyen celladın gölgesi.
Kadehinde kin, sofrasında kalleşlik,
Zâhid, sen Tanrı'yı inkâr edersin,
Secde etmeyeni şeytan sanırsın.
Secde ettirmeyen Tanrı değil mi?
Hakk'a şirk koşandan farkın yok senin.
Gelen dört kitabı hak görmez misin?
Bir düştünüz dünyaya
Biri mor buluttan
Biri al şafaktan
İki kanatlı bir kuşun
Tek yüreği gibi
Çarptınız göğsüme
Hû!
Bir sofra ki eti insan, şarabı kan!
Hind'in dişleri çatal, Ebu Süfyan'ın elleri kaşık,
Muaviye'nin zehri tuz, Yezid'in kılıcı bıçak!
Peygamber evladını yediler bu sofrada!
Şeriat kapısından girdim içeri,
On makamda öğrendim eğri, doğruyu
Tarikat yolunda yürüdüm, durdum,
On makamda ben Hakk’a ulaştım.
Marifet deryasında daldım derine,
Gece yağmuruyla ıslanmış saatler,
Boğaz'da durmuş ağlıyor
zamanın kırık bilekleri
sulara gömülüyor usulca.
Galata'nın daracık sokakları
Her sokak başında bir kedi,
Tıknaz, tombik, yuvarlak bedeni.
Patileri yorgun, bakışları tok,
Yemeğe düşkün bu şehir çocuğu.
Bir zamanlar fare kovalardı,
Yine bir akşam çöker şehrin üstüne,
Beton duvarlar suskun, gökyüzü küskün.
Bir türkü düşer dilime, eski bir yara gibi,
Sanki dağların sesi, iner bu garip şehre.
Yüreğim bir iz sürer, dumanlı sokaklarda,
Ey can! Akşamın alacasında beliren o nuru dinle.
Eteği kırk rengin sırrıyla dokunmuş; o şalvarı dinle.
Ayağında çarığın değil, Kerbela toprağının süzülmüş kundurasını;
Yol azıksız sanma, "Erzak bendedir," diyen o sesi dinle.
Cebinden Sekine'nin buğdayını serpti yola; bereketi dinle.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!