Zamanın kenarında oturuyordum
kendini tamamlamayan bir cümle gibi.
Sustuğun her yerden geçtim,
her sessizlik yeni bir kıyametti içimde.
Adını bilmeden yazdım seni;
Boğazında büyüyen,
ama bir türlü çıkamayan o kelimeyi biliyorum.
Yutkundukça şekil değiştiriyor:
önce sızı,
sonra yara oluyor.
“Bu ülkede yoksulluk bir kader değil, suç işlemeye zorlayan bir tuzaktır.”
Sırtı kambur, gözü puslu
Bir adam karıştırıyor çöpleri
Çalmıyor…
Ama çalacak gibi bakıyorlar ona
Suçla Sınayan, Açlıkla Terbiye Eden
Bize bir sınav kurdu bu devlet:
Suç işle, kurtul...
Ya da dürüst kal, sürün!
Bir taraf çukur, bir taraf uçurum
Onurlu kalmak zor bu düzende
İyiysen açsın,
Dürüstsen dışlanmış,
Hakkı arıyorsan potansiyel suçlu!
Ve suçsuzsan…
En ağır cezayı sen çekiyorsun.
(“Bir çocuk gülüşünde gizli tüm devrim ihtimalleri…”)
Bizi hiç dinlemediler
Sözümüzü kesmeden önce
Sesimizin rengini hiç duymadılar
Sadece gürültü sandılar
Susmak,
göğün derin yarığıdır,
bulutun içindeki gürültüyü gizleyen.
Bazen taşın dili,
bazen ırmağın tutamadığı gözyaşıdır.
Bir otobüs penceresinden bakıyordum
Cam buğulu, yol ıssız.
Gece mi geçmiş,
Gün mü doğmuş,
Belli değil.
Bir gün sustum...
Korkudan değil,
Sözümün kime değeceğini bilemediğimden.
Çünkü bu ülkede
Zalim de mazlum kılığına bürünüyor artık,
Cellatlar adaletin cüppesini giyip
Bir damlayla başlar her hikâye
Göğe bakarak düşer toprağa
Kimi zaman bir yaprağın ucunda
Kimi zaman bir çatının kırığında
Ama hep sessizdir,
ve hep diridir düşerken.
Şiirlerinizle tanıştığım gün, kelimelerin kıyısında yeniden doğdum. Her dizenizde Ahmet Arif’in o devrimci nefesini, halkın sesini ve aşkın en katıksız halini buldum. Toprağın derdini, göğün öfkesini, sevdanın ve direnişin şiirini bu kadar içten dokuyabilmek ancak büyük bir kalbe ve usta bir kaleme ...