Kurtlar alıyor bizden kalanı,
Yektalara karışacak küfürlerden önce,
Bir çukurda, bir hayvanın kemiklerinden
Daha değerli değil mi cesedimiz?
Bize taşırlarken ölüm kokusunu,
Kızım ve yaşım ilerlerken mezarlık yolda,
Gök kızıl bir hüzün, yer kara toprak.
Akşamın gölgesi çökerken solda,
Rüzgârda titrerdi serviler ancak.
Her taşın altında bir tarih yatar,
Varidat nur-u ilâhî, ne zulüm, ne de nifâk!
Gerildi çarmıha, soldu dudakta son kelâm,
Can veren, canı diriltir, o kutlu emr-i ezelâk!
Ama ölmedi! Hak bir yiğit bahşetti insana tam.
Bir yol tuttu mu insan, dönmüyor geri,
Usta işi günün ardından,
Alacakaranlıkta serildi önüme vaatler.
Her hevesle yeni bir kılıfa giriyor,
Kendi kendimi yediriyorum bu açlığa.
Uçurum çarşaflarına yatırılmış komutan,
Merdivenaltı sinemalarında elden ele gezen bilet,
Düpedüz gümüş horoz! peki ya kime ateş eder?
Eprimiş ipekler, dikilmemiş gömlekler gizleneyim.
Ve mümkünse kanunu olmasın,
Zira biz oyunları hep bıçak sırtında oynadık.
Hanımeli sofrasında bir gün,
Eller bakır tepside tatlı uzatırken,
Anam, babam, kardeşlerim
Şakalaşır, gülüşürken...
Benim yerim boş kalır,
Kaşık sesleri ağırlaşır.
Şairim, sözüm sarsar, ince eleyip dokurum,
Kalem elimde, dobra yazar, bir çınlık halidir.
Halk meclisinde dilden dile sevda haramiliğim,
Ölünce yaratana yalvaran bir pişmanlık halidir.
Levante tılsımlı ölü, gümüş şamdanların,
Rüzgârla uyuduğu çorak çöller dişisi.
Her gece yıldızlarla yıkanan kızların,
Baktığı yaralı ıtri hilal çizgisi.
Campo hatırsız düş, unuttuğun masal,
Yaşadığım an yoktunuz,
Mavi renkler serpildi göğe.
Çamur, bataklık gibi sürünüyordu,
Yontulmuş tanrıların çukurlarında.
Taş, kendi hafızasını kemiriyordu—
Düşüne takvim astım—
Yalnız yıldızlardan eğrilmişti dokusu.
Kâbus gibi parlayan gezegen yarattım.
Çiğ kokan limon çiçeklerimiz—
Kırmızı kurdeleden evimiz,
Gönlünüze sağlık ben şiirlerinizideki üslubunuzu beğendim. Ayrıca bir ünal kardeşimiz de Altındağlı imiş, siz de, ben de Benimki Altındağ da doğmuşum, eskiden oturduğumuz yer Karakolun yanında idi, şimdi ne oldu bilmiyorum.