oysa; ne güzel çocukları vardı,
hayallerimizi gömdüğümüz bu kentin...
bir dünya kavga ellerimizde,
göğün ateşlerini yutardık...
bir kaç gün daha ömrümüz olsa;
sanki dünyayı kurtaracaktık...
parmağından çıkarıp bana verdiğin,
mavi taşlı yüzüğün geldi aklıma.
çocukluk işte anlamamışım,
meğer sözümüzün nişanıymış,
armağan ettigin o gün o çatıda...
sözümüz dediğime bakma,
poyrazı tutsa Karadeniz'in,
Marmara'nın lodosu,
savursa habersizce bizi...
Anadolu Fenerinde kavuşsak seninle,
yakalasan kolumdan,
götürsen huzurunun kıyısına.
rüyada müyada,
kavuştuk ya,
ben ona bakarım...
gözlerimin içine baktı ya,
gerisi fasa fiso, masal...
sanki hayat,
rüyalarımın en büyük süsüdür,
bir kuş kanadına yamalı merhabalar...
yokluğunun saltanatında zulmediyor,
hükmediyor bu sinsi yalnızlıklar...
şimdi; yüreğime saplanan,
o soysuz hasretler geziniyor,
sabah olmuş, uyanmışım güya,
avuçlarım kan revan içinde.
sımsıkı tutuyorum,
elimde eskiden kalma bir gül dalı...
ucunda kilitli küçük bir sandık gibi,
henüz el değmemiş kızıl bir tomurcuk.
saçların nasıl savrulur,
gözlerin içi nasıl güler;
kimbilir neler var aklında.
şu an ne yapıyorsun mesela?
hangi acılarına merhaba dedin...
şafak gibi;
söktü sökecek
ömrümüzün sonbaharı,
bak yine ıskaladık baharları...
belki de çok yakındır,
sağır duymaz uydururmuş,
işte ben de uydurdum.
duymadım çünkü hiç birini,
dökülürken ağzından
bir tek aşk sözcüğünü...
sağır ve dilsiz olunca böyle şehir,
güneş alıp başını da gidince,
saplanınca yokluğun kapkara geceme,
bir sızı sarar içimi ince ince...
ne kadar da benziyorsunuz birbirinize,
defalarca öldürürken beni, sen ve gece...




Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!