İsmet Barlıoğlu Şiirleri - Şair İsmet Ba ...

İsmet Barlıoğlu

Yaşamı

Öze geçmeden önce önemli bir nokta üzerinde durmak istiyorum.
Şükrolsun ki; bugün ülkemizde ulusal bir bütünlük içindeyiz. Yurttaşlarımız arasında sen-ben yoktur. Sınıf yoktur. Buyurgan-tapkın yoktur. Sınırlarımız içinde yaşayan ve bu yurda yurttaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk ‘tür, herkes bizdendir. Yasalar karşısında kimsenin kimseye üstünlüğü mevcud değildir. Ve biz, bunu Cumhuriyet ‘e, onun kurucusu olan Büyük Atatürk ‘e borçluyuz.
Cumhuriyet ‘ten önceki teokratik ve onu izleyen monarşik dönemlerde, ne yazıktır ki; durum hiç de böyle değildi. Yurttaşlarımız arasında sen-ben vardı, sınıf farkları vardı, buyurgan vardı, tapkın vardı. Herkes kendi ulusal kimliğiyle anılmaktaydı ve pramidin çatısındaki Osmanlılık bir din, bir inanış birliğinin simgesiydi. Yurttaşlık yoktu, teb ‘alık vardı. Osmanlı, saraylı olanlardan ve saraylı olmayanlardan oluşmuştu. Saraylı olanlara “Saltanat” ve saraylı olmayanlara da “Halk” deniyordu. Bunlar iki karşı sınıf ve iki zıt kutup gibiydi. Sadece bir şeyde değil, her şeyde ayrılıyorlardı. Edebiyat da öyleydi. Bir yanda bir Saray Edebiyatı soluk alıp verirken, obir yanda Halk Edebiyatı yaşamaktaydı. Saray Edebiyatı Arapça ‘nın, Farsça ‘nın hükmü altındaydı. O bile birbaşına Arapça, birbaşına Farsça değildi ve zaman zaman, yer yer Türkçe sözcüklerle yamalanmakta ve o yamalanmış bohçanın adına da “Osmanlıca” denilmekteydi. Bir bakıma; Arap ve İranlı şiir söylüyor, öykü-roman yazıyor, yazı-başyazı döşeniyor, Osmanlı dinliyor, okuyor, özeniyor, yansılamaya çalışıyor, Osmanlı ‘nın herekesiz Arapça hevesi yüzünden; birinin yazdığını obiri okuyamıyor, butekinin söylediğini öteki yazamıyor ve bazen, yazan kendi yazdığını bulup seçemiyor, davranış “Kel Ahmet Çeşmesi” ni “Gül Ahmet Çeşmesi” ne, “Van Kalesi” ni “Kan Kalesi” ne ve daha böyle binlercesine döndürüyor, “Bab-ı Ali kapısından mürur edip geçerken, bir süvari tek atlıya tesadüfen rastgeldim.” vari ne dediğini bilmezliklere yol açıyordu. Çünkü; saray, kendi dilini konuşmayı küçüklük varsayıyor, elin dilini de ancak bu kadar konuşabiliyordu. Halk sarayın dediğini anlayamıyor, saray da varsın iyice anlamasın diye onunla kendi arasına Çin Sedleri çekiyordu.
Bu tutarsızlıklar yüzündendir ki; halk, kendisinden saymadığı saraya karşı kendi edebiyatını oluşturmak zorunda kalmıştır. Onun, halkın büyük bir kolaylıkla anladığı, candan-gönülden sevdiği ve her koşul altında pekilendiği kendi ozanları, kendi öykücüleri, kendi romancıları vardır. Halk arasında “Halk Aşığı”, “Hak Aşığı” denen ozanlar bunlardandır. Çayevlerinde öyküler anlatan “Hekatçı” lar bunlardandır. Olayları alaya alan “Meddah” lar bunlardandır.

Devamını Oku
İsmet Barlıoğlu

Alacaksan incitmeden al canımı,
Önce açıver paslı parmaklarını boğazımı sıkan elin,
Tutup çıkarıver gözlerime çekilmiş milleri,
Al şu kanlı hançeri yüreğimin orta yerinden,
Çöz ellerimdeki zincirleri,
Ayaklarımdaki demir gülleleri,

Devamını Oku
İsmet Barlıoğlu

9*
Şarkın dört yanından nice
Aşıklar meydana geldi.
Feryat ettik gündüz-gece,
Bayburt ‘lu hicrana geldi.

Devamını Oku
İsmet Barlıoğlu

Beyazları giyin, karalar bana,
Madem ki tek çıktım yine akşama.
Her akşam gözyaşı döküp yarama
Derdimi gizlice çeker dururum.

Akşamlar bağrımda hançer yarası,

Devamını Oku
İsmet Barlıoğlu

Bugün de yağmur yağdı, sızlattı yüreğimi,
Yine maziyi andım yakılıp yana yana.
Özlemler engelledi biricik dileğimi,
Ağladım pencerede, ağladım kana kana.

Yağmuru görmeyeyim; dönüyorum maziye,

Devamını Oku
İsmet Barlıoğlu

Açılın kapılar, boğuluyorum,
Sanki her odamda o geziniyor.
Eşikte bir parça durduğum anda
Sanki bana doğru geldi geliyor.

Yumuşak, rengarenk halılarda o,

Devamını Oku
İsmet Barlıoğlu

Gel bir ‘Açıl ya Susam…’ diyelim
Yolumuza uğru gibi dikilenlere,
Uçurum kesilenlere, attığımız her adımda,
Ayırmak isteyenlere bizi birbirimizden,
‘Açıl ya Susam…’ diyelim,
Sevmenin ne demek olduğunu bilmeyenlere

Devamını Oku
İsmet Barlıoğlu

Şaşırtıcı Bir Olay

Fotonist Kay Rem başındaki kaksını çıkarıp koltuğunun altına alarak:
- Kaptan… Diye haykırdı. Olağanüstü bir görüntüyle karşı karşıya olduğumuzu, artık kaksa ve oksijen tüpüne gereksinmeyeceğimizi muştulayabilirim.
Birbirlerinin ardı sıra sırtlarındaki oksijen tüplerini çıkarıp kabine bırakan, giysilerinin küresel başlıklarını ellerine alan astronotlar, büyük bir sevinç içinde, lazerle kesilmiş imdat kapısından dışarı fırladılar.
Dışarıda görülmeye değer bir doğa bir başına hüküm sürmekteydi.Kabinin yakınlarından başlayan bir düzlük, oldukça ilerilerde yumuşak eğimli tepelere dek ulaşmıştı. Sık ağaçlarla örtülmüş olan tepelerde avuç içi kadarlık bir toprak parçası bile görünmemekteydi. Nitekim, zemin her yanda yemyeşil çimenlerle ve eşi-benzeri görülmemiş rengarenk çiçeklerle bezenmişti. Bu göz ve gönül okşayan yabanıl çiçek tarlasında rengarenk sınırlarıyla birbirlerinden ayrılan milyonlarca çiçek, zemini yer yer ayva rengi sarıya, kan rengi kırmızıya, deniz rengi maviye, çimen rengi yeşile, kar rengi beyaza, tırnak rengi pembeye boyuyor, varlığı izinden sezilen sevimli bir bahar yeli bu renk ve güzellik cennetini bir baştan bir başa dalgalandırıyor, çiçeklerin önce gövdeleriyle narin başlarını öne yatırarak gidiyordu.

Devamını Oku
İsmet Barlıoğlu

2.3
İnanılmaz Olaylar Yağmuru

Genç kadın, astronotlardan ayrılmış ve tek başına ormana dalmıştı.
Karşılaştığı olaylarla yorulan ruhunun dinlendiğini sezinliyor ve içinde, sözcüklerle anlamasına olanak bulunmayan derin bir rahatlama duyuyordu. Bulunduğu yöre gözalabildiğine uzanan yüksek çamlarla örtülüydü. Oldukça yükseklerden hafif hafif estiği anlaşılan, ancak aşağılarda varlığı hiç de sezinlenemeyen bir ilkbahar yeli çamların en üst dallarını eğip eğip geçmekteydi.Genç kadın havayı sık sık içine çekerek ormandan yayılması gereken çam kokularını duymak istiyor fakat ortada böyle bir kokuya her nasılsa rastlayamadığını sanıp duruyordu. Kabukları yarılmış çamların yaralarını onarmak için çıkardıkları o sarı sıvıdan ibaret bulunan reçinenin, ormanı bir baştan bir başa tatlı kokular içinde bırakması gerektiğinden kuşkusu olmamakla birlikte, nasılsa bu anda bundan bir türlü yararlanamıyor fakat üstünde durarak nedenini de aramıyordu. Çam reçinelerinin yapışkan ökselerine yakalanmış olan küçücük böceklerin ve ince, narin yapılı sineklerin varlıkları onu bundan daha çok ilgilendiriyordu. Koskoca çam ormanı, bir yandan genç kadının içindeki çocukluk günlerini cana getiriyor, bir yandan da dikkatini o sayısız ağaçlar arasında kaybolma tehlikesine çekiyordu. Tüm bunlara karşın, bir kendi kendini alamamanın içine düşmüş gibiydi. Yürüdükçe yürümek, ilerledikçe ilerlemek, gittikçe gitmek, daha derinlere, ta en derinlere ulaşabilmek istiyordu. Ormanın insanı büyüleyen, ona kendi kendini unutturan bir özelliği ve derin bir gizemli gücü vardı. Çarup bunu öteden beri biliyor, yolunu yitirme korkusunu yüreğinin ta derinliklerinde duyuyor fakat ilerledikçe ilerlemekten de kendisini alamıyordu. Genel anlamıyla bu bir tür ölüme gitmek gibi bir şeydi. Nitekim, ormanın büyülediği insan, yolunu çok büyük bir kolaylıkla yitirebileceği derinliklere itile itile, zorlana zorlana değil, isteye isteye, seve seve gidiyor, gidiyor, gidiyordu.
Genç kadının düşünceleri zaman zaman çocukluğuna doğru uzanmaktaydı. Çarup işte bu düşüncelerle çevresini saran ormandan sıyrılıp kurtulmuşa benziyordu. Bu anda sanki uçsuz-bucaksız bir ormanda değil de, bedenini son derece büyük bir zevkle yumuşak dalgalarına bıraktığı masmavi bir denizdeydi. Attığı her kulaçta kollarının ve ellerinin yanlarında bembeyaz köpükçükler oluşuyor; kaygan gövdeli, gümüş pullu, ürkek balıkların, bedeninin şurasına-burasına değip kaçtıklarını sezer gibi oluyordu. Birazcık dinlenmek amacıyla her durmak istediği anda; başını çevirip çevirip arkalarında kalan kıyılara bakıyor, orada; altından kumların bembeyaz köpüklerle öpüştüğü kıyıda çılgınca eğlenen, yüzen, konuşan, sevinç çığlıkları atan bir kalabalığın kaynaştığını görüyordu. Bu ona daha etkin bir güven duygusu verdiğinden, içinden habire kulaç atmak, daha daha çok kulaç atmak geliyordu. Denizin enginliklerinde insanı büyüleyen, sımsıkı pençelerine alan, sağlam iplerden yapılmış bir ağ gibi sarıp sarmalayan bir özellik vardı. Çeken, isteyen, sürükleyip götüren, alan ve bir daha geri göndermek istemeyen bir özellik. Bilinmeyeni bilebilmek, görünmeyeni görebilmek, ulaşılamayana ulaşmak, başarılamayanı başarmak sevdasının buram buram tüten dumanı gibi. Çarup, ancak kolları yorulduğu anda daha derine gidebilme olanağı bulamayacağını anlamıştı. İstemeye istemeye geri döndüğünde; o altın kumlu, beyaz köpüklü kıyıyı, o çılgınca eğlenen, haykıran, gülüşen, yüzen, konuşan ve bunun için de kendine güven veren insan kalabalıklarının kaynaştığı kumlukları bulmakta zorluk çekti: Kıyıda gece vardı ve karanlıkların sarıp sarmaladığı kumlarda derin bir sessizlik, ürkütücü bir yalnızlık hüküm sürmekteydi. Kıyı artık, sonsuzluğa dek yüzse varamayacağı bir yer olmuştu. Kollarındaki gücün yarısını dönüş için saklaması gerekirken bunu bir hayli geç anlamıştı. Daha doğrusu; enginin büyüsü bunu ona unutturmuşa benziyordu.

Devamını Oku
İsmet Barlıoğlu

1.7
Analiz ve Sentez Ünitesi

Yıldızlararası Uzay Gemisi Foton 1 ‘de yakıta gerek kalmamıştı. Zira, gemi bir türlü kurtulamadığı paradoksal rotada serbest düşüş halindeydi. Dünya ile ayın manyetik çekim alanları çevresinde, bu alanların ortak manyetik etkisiyle dönüp duruyordu. Her iki etki alanına en yakın noktası, çekim alanlarının teğetteki sıfır noktasıydı. Gemi bu noktayı her geçişinde, önce dünyanın, sonra da ayın çekim çekim alanları çevresinde tur tamamlamak zorunda kalıyordu.
Foton 1 ‘de yakıt mevcudu kendi miktarını korurken enerji tüketimi her an biraz daha artıyor ve enerji göstergeleri sürekli azalma gösteriyordu.
Kaptan Çi Vaştar komuta kabininde sinirli adımlarla dolaşmakta ve öfkeli bir tutumla sağ yumruğunu sol avucuna vurup durmaktaydı. Bir ara yerine oturmaya bile gerek görmeden, öne eğilerek enerji merkeziyle bağlantılı iç görüşme tuşuna dokundu:

Devamını Oku