Hamam sözcüğü; Arapça Hammam=Banyo, İbranice Hamam=Sıcak olmak sözcüklerinden türemiştir. Özel bir düzenle ısıtılan sıcak ve soğuk suyu bulunan, yıkanma amacıyla kullanılan yapı anlamına gelmektedir.Hamam, kısaca “yıkanma, arınma ve şifa bulmaya mahsus yer “ olarak tanımlanabilir.
Yıkanmanın hastalıkların tedavisinde ve önlenmesinde kullanımı MÖ. 15. Yüzyılda Eski Yunana kadar gitmektedir..Burada, bedeni terbiye ve tedavi yeri konumunda hamamlar bulunduğu bilinmektedir. Hamamlar esas mimari yapısını Roma çağında yakalamıştır. Bu dönemde çok geniş alanlar üzerine inşa edilen hamamlar, temizliğin yanı sıra kültür ve spor etkinliklerin de merkezi olmuştur.
Hamamın tarihi Romalılara kadar uzanmaktadır. Vezüv yanardağının patlamasından sonra küller altında kalan Pompeii şehrinde yapılan kazılar, Romalıların kullandıkları hamamları ortaya çıkarmıştır. Bu hamamların yalnız temizlik için değil, zevk ve eğlence için de yapıldığı anlaşılmaktadır. Romalılarda sınıf farkı olduğu için, hamamlarda kölelerle asillerin giriş kapıları ve yıkandıkları yerler ayrılmıştı. Roma hamamlarında ayrıca buhar banyosu yeri, soğuk ve sıcak su havuzları da vardı.
Hamam, Anadolu kültürünün oldukça önemli bir parçası olup,tarih sahnesine 6 bin yıl önce Sümerlerle çıkmış, ardından tarihte adı geçen hemen her medeniyetin kültürel bir parçası olmuştur. En anlamlı ve en sık “Türk” adıyla söylenegelmiştir. Öyle ki turistler, “Türkiye” dendiğinde, akıllarına gelen ilk şey olarak, çoğunlukla “Türk hamamı” dır.
Türk hamamı, Türk banyosu geleneğinin, 15. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’nun hamam kültürüyle birleşiminden ortaya çıkan bir yapıdır. Bu tarihten başlayarak ülkenin dört bir yanında inşa edilen hamamlarla 17. yüzyılda, sadece İstanbul’da, yaklaşık 15 bin hamam olduğu biliniyor. Bu devirde insanlar, çeşitli fırsatları kollar, birçok nedenle (nefse, gelin, güvey, adak, kırk, sünnet hamamı; hamamda kız beğenme...) hamama giderlerdi. Hamamlar, kapalı Osmanlı toplumunda, zevk ve eğlencenin her çeşidinin yaşandığı mekânlardı. Erkek ve kadın hamamının ayrı olmadığı tek hamamlarda, çoğunlukla gündüzler kadınlara ayrılırken, erkekler ise sabah erken saatlerde ya da gece yıkanırdı.
ŞİİR: Muhip Erdener SOYDAN (babam)
Doğum tarihi: 29 Ekim 1943
Ölüm tarihi: 15 Ekim 1986
Özlem
Yüreğin dilsiz sesidir
Duymaz sevilen
Bir kağıt parçası gibi ya buruşturulup atılırsın
Ya da yok pahasına satılırsın
Sen, sen olmaktan çıkarsın
Kurşundan daha ağırdım,
İştahım yoktu, keyifsizdim,
Aklımda sevdiğim vardı,
Ama yoktu,
Yüreğim yoksuldu,
Gözlerim mahzundu,
Ne varsa eskilerde var demişler. Hep söylerim, teknoloji icat oldu, mertlik bozuldu diye. Niye mi? Anlatayım: Maalesef saatlerce pc başından kalkmıyoruz. Bayram günlerini, bayram tatili sanıyoruz. Teknoloji icat olunca, ki cep telefonu da teknolojinin bir ürünü. Haydi mesaj atmaya. Tv de teknolojinin bir parçası. Hal böyle olunca, akraba ziyaretleri, konu komşu ziyaretleri unutuluyor. Ne varsa eskilerde var diye boşuna demiyoruz.
Milletin gelir durumuyla alakalı bir durum da değil. Sanki, eskiden herkes çok mu zengindi? Ağzımızın tadı da kalmadı, bayramların tadı da. Her şey hormonlaştı,,, Baklavanın bile tadı tuzu kalmadı.. Şeker yerine maalesef son derece ucuz olan ve sağlık yönünden sakıncaları bulunan 'glikoz' ya da 'fruktoz' kullanılıyor. Oktay AKBAL yıllar önce yazmış olduğu bir eserinde şöyle demişti: ' Önce ekmekler bozuldu, sonra da her şey..' Ne kadar doğru bir söz. Konu ekmekten açılmışken, maalesef ekmeği doğal yollardan kabartmak yerine, kimyasal bazı maddelerle destekleyerek hiç de sağlıklı olmayan koşullarda bizlere sunan fırıncılara ne demeli? Bir süre sonra bayatlamaya yüz tutan ekmeği bir inceleyiniz. Ekmeğin içinin yapış yapış olduğunu fark edeceksiniz... Durum maalesef karpuzda da aynı. Geçenlerde semt pazarından bir tane karpuz satın aldım, eve gidince kestim. Bir de baktım ki, içi bozulmuş. Yiyemeden çöpe attım. Bir hafta sonra karpuzu satın aldığım karpuzcuya giderek durumu anlattım. Yemin billah etti. “Bizim karpuzlarımızda kabak aşısı bulunmaz. Bozulması da mümkün değildir.” dedi. Kabak aşısı… Allah Allah, bu terimi de yeni öğrendim. Domateste de aynı durum aşağı yukarı. Salatalıkta ve sivri biberde de durum farklı değil. Eve geliyorsunuz, dolaba koyuyorsunuz, bir de bakmışsınız, irileşmişler… Ne hikmetse? Eskiden gübre mi vardı? Gübre icat oldu, ağzımızın tadı tuzu bozuldu. Şimdi de simitlere sıra geldi. Dikkat edin bakın, nerde o eski simitler? . İki türlü susam varmış. Simitlerin susamları bile Çin’den geliyormuş. Şu Çinlilerin de el atmadıkları yer kalmadı. “Çin işi, Japon işi, bunu yapan iki kişi” sözü bile gerçek oldu baksanıza. Çinliler ve Japonlar piyasayı öyle bir ele geçirdiler ki, tutabilene aşk olsun.
Eeee,, demiştim,, önce ekmekler bozuldu, sonra da her şey...
ŞİİR: Muhip Erdener SOYDAN (babam)
Doğum tarihi: 20 Ekim 1943
Ölüm tarihi: 15 Ekim 1986
Öyle bir şiir yazacağım ki,
Kavurucu bir güneş gibi,
Çiğil çiğil, damla damla,
Berrak, dupduru,
Ipılık akacak dizelere,
Islatacak kalemimi,
Yolumun sonu çıkmaz sokak,
Düşünüyorum, o halde yokum.
Olmazlar içinde, bir hiçim.
Nedir bu halin diye sorsalar,
‘Hiç’ derim.
Susarım.
ŞİİR: Muhip Erdener SOYDAN (babam)
Doğum tarihi: 20 Ekim 1943
Ölüm tarihi: 15 Ekim 1986
Aşk olsun, hep olsun.
Kuracağın cümlelerin içinde sevgi olsun.
Para, servet istemem,
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!