ASIL CAHİLLİK BİLMEDEN KONUŞMAKTIR.
Gayrimüslümden çok münafıklardan korkulur, çünkü onlar hem müslümanım der, hemde İslama ve kurumlara dil uzatır. Duam sizinle.
Ehli sünnetin dört büyük imamının birincisi olan İ-mamı Azam Ebu Hanife, H. 80'de Kufe'de doğdu.
Ebu Hanife künyesinin meşhur olmasının sebebi hakkında eski kaynaklarda yeterli bir açıklama yoktur. Ancak 'Hanif' kelimesinin müennesi olan 'Hanife' kelimesine nispetle bu künyenin, İslam'a tam gönül vermiş abid bir kimse olması veya Iraklılar arasında 'Hanife' denilen bir divit veya yazı hokkasını devamlı yanında bulundurması sebebiyle verilmiş olduğu söylenmektedir. Hanife isminde bir kızı olduğundan bu künyeyle anıldığı söylenmişse de kabul görmemiştir. Zira onun Hammad'dan çocuğu olduğu bilinmemektedir.
İlmi Yetişmesi
Ebu Hanife Kufe'de yetişti. Gençliğinde kumaş ticaretiyle uğraştı. Bu ticaret onu ilimle uğraşmaktan alıkoymadı. Onu ilme teşvik edenin Şa'bi olduğu rivayet edilmektedir.
Ebu Hanife pek çok ilim halkasına katılmış ve değerli zatlardan ilim almış olmakla beraber, onun en uzun süre hocalığını Hammad ibnu Ebi Süleyman yapmıştır.
İmamı Azam Ebu Hanife'nin ilmi, hocası vasıtasıyla dört büyük sahabiye dayanmaktadır. Şöyle ki; Hz Peygamber'in vefatından sonra Kufe'ye yerleşmiş olan Ali ibnu Ebi Talip ve Abdullah ibnu Mes'ud'dan ilim alan Mesruk ibnu'l-Ecda (Ö. 63) , Alkame ibnu Kays (Ö. 62) ve Şureyh (Ö. 80) 'den Şa'bi ve İbrahim en-Nehai (Ö. 96) ders almışlar. Onlardan da Hammad ibnu Ebi Süleyman vasıtasıyla Ebu Hanife ilim almıştır. Ebu Hanife ayrıca Abdullah ibnu Abbas'ın kölesi İkrime ve Abdullah ibnu Ömer'in azatlı kölesi Nafi vasıtasıyla adı geçen sahabilerin ilimlerinden istifade etmiş, Mekke fatihi Ata ibnu Ebi Rebah (Ö. 114) 'tan da uzun süre ders almıştır.
Çok sayıda hadisi şerif ezberleyen Ebu Hanife büyük bir hakim ve fikir adamı olarak yetişti. Üstün bir aklı ve herkesi şaşırtan bir zekası vardı. Fıkıh ilminde imkansız gibi görünen bir zamanda benzeri olmayan bir dereceye yükseldi.
Ders Vermeye Başlaması
İmamı Azam Ebu Hanife, on sekiz yıl boyunca kendisinden ilim öğrendiği hocası Hammad'ın en sevdiği talebelerinin başında geliyordu. Çünkü o, üstadının söylediklerini en iyi öğrenen ve hıfzeden talebesiydi. Bu yüzden hocası ders halkasının önünde, kendi hizasında ondan başkasının oturmasını yasaklamıştı.
Hammad'ın herhangi bir sebepten dolayı şehir dışında olduğu zamanlarda Ebu Hanife, kendisine vekaleten talebelere ders verirdi. Hatta fıkhi meselelerde sorulan sorulara cevap bile verirdi. Hocası Hammad geldiğinde o sorulara verdiği cevapların çoğunu tasdik ederdi.
Kufe'nin müftüsü olan hocası Hammad vefat edince, arkadaşları onun yerine oğlu İsmail'i geçirmek istediler. Fakat Hammad'ın oğlunun şiire, gece meclislerine, hikayeye düşkün olduğunu görünce, Ebu Hanife'nin ders vermesi hususunda ittifak ettiler. O da kabul etti.
Ebu Hanife zühd ve takvasıyla, üstün zekasıyla kendini etrafındakilere kabul ettirdi. Zamanla şöhreti arttı, ashabı çoğaldı, mecliste en geniş halkaya sahip oldu.
İmamı Azam'ın tedris faaliyetinde dikkat ettiği en önemli hususlardan biri de, talebeleriyle istişare yapmaktı. Onlarla istişare etmeksizin kendi başına bir içtihatta bulunmazdı. Müminler için nasihatta bulunurken katı davranmazdı.
Talebesi Züfer'den nakledilen şu rivayet de onun sabit fikirli olmadığını ortaya koyması ve istişareye verdiği önem bakımından dikkat çekicidir. Züfer şöyle der: 'Ebu Hanife'nin derslerine devam ederdik, Ebu Yusuf ve Muhammed ibnu Hasan da bizimle birlikte okurlardı. Biz Ebu Hanife'nin görüşlerini yazardık. Bir gün Ebu Hanife, Ebu Yusuf'a hitaben: 'Ey Yakub vay haline! Benden her işittiğini yazma. Ben bugün böyle düşünüyorum. Yarın onu bırakabilirim. Yarınki görüşümü ertesi gün terk edebilirim' dedi.' (İbnu Muin, Tarih, II. Cilt, sh. 607; Bağdadi, Tarih, XIII. Cilt, sh. 402)
Yine onun: 'Bu bizim söyleyebildiğimiz en güzel sözdür. Kim bizim sözümüzden daha doğru bir söz getirirse, o hakikate bizimkinden daha yakındır' dediği; 'Senin bu verdiğin fetvalar doğruluğunda hiç şüphe olmayan hakikatler midir? ' diye sorulunca da: 'Bilmiyorum belki de yanlışlığında hiç şüphe olmayan yanlıştır' şeklinde karşılık verdiği nakledilmektedir. (Bağdadi, Tarih, XIII: Cilt, sh. 352)
Bütün bunlar onun serbest fikirli ve uzak görüşlü bir şahsiyet olduğuna, verdiği hükümlerle de kimseyi ilzam etmediğine işaret etmektedir. Nitekim kendinin hocalarına, talebelerinin de kendine karşı zaman zaman muhalefet ederek aynı meselelerde farklı hükümler verdikleri nadir olmayan olaylardandır.
Sünnet ve Hadis Konusundaki Tutumu
İmamı Azam Ebu Hanife'nin hadis ve sünneti teşri kaynağı olarak kabul etme konusunda diğer imamlardan farkı yoktur. O şöyle der: 'Resulullah (s.a.s.) 'in üzerinde konuştuğu her şey, biz duyalım, duymayalım, başımız ve gözümüz üstündedir. Buna inandık ve bunun Resulullah (s.a.s.) 'in söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz.' (Ebu Hanife, el-Alim, sh. 27)
Ebu Hanife'nin istidlal kaynaklarını sayarken önce Allah'ın kitabına sonra Resulullah'ın sünnetine baktığı, sonra da sahabe kavlinden dilediğini tercih ettiği rivayet edilir. Kitap ve sünnette bulamadığı bir hususu son olarak sahabe kavillerinde araştırmakta, bunların dışındaki görüşleri bağlayıcı saymamaktadır.
Ebu Hanife, hadise muhalefet ithamlarını bizzat kendisi reddetmiştir. Rivayetlere göre bir meselede kendisine hadise muhalefet ettiği bildirilince, dayandığı hadisi zikrederek: 'Allah, Resulüne muhalefet edene lanet etsin. Allah onunla bize ikram etti, bizi onunla kurtardı' demiştir. (İbnu Abdilberr, el-İntika, sh. 144)
Ebu Muti el-Belhi anlatıyor: 'Bir gün Kufe camiinde Ebu Hanife'nin yanında oturuyordum. İçeriye Süfyanu's-Sevri, Mukatil ibnu Hayyan, Hammad ibnu Seleme, Caferu's-Sadık ve diğer alimler girdi. Ebu Hanife'yle konuşarak: 'Bize ulaştığına göre, sen dinde çok kıyas yapıyormuşsun. Bu yüzden senin için endişeliyiz. Çünkü ilk kıyas yapan iblistir' dediler. Ebu Hanife onlarla Cuma sabahından öğle vaktine kadar münazara ederek görüşünü arz etti ve şöyle dedi: 'Ben önce Allah'ın kitabıyla, sonra Resulünün sünnetiyle amel ederim. Daha sonra sahabenin üzerinde ittifak ettiği hükümleri, ihtilaf ettiği hükümlere takdim ederim. Ancak bundan sonra kıyas yaparım.' Bunun üzerine hepsi kalkarak Ebu Hanife'nin elini öptüler ve: 'Sen alimlerin efendisisin' dediler.' (Şa'rani, Mizan, C. 1, sh. 53)
Ebu Hanife'nin hadis ve sünnete bağlılığını bunların dışında da birçok rivayet teyit etmektedir.
Sahabe Sözü ve Uygulaması Konusundaki Tutumu
İmamı Azam Ebu Hanife, Kur'an ve sünnetten sonra sahabe kavlini bağlayıcı görüyor, fakat kendine bunlar arasında tercih yapma hakkı tanıyordu. Ebu Hanife bu tercihi bazen şahıslar arasında, bazen de rivayetler arasında yapıyordu. Ebu Mutı' el-Belhi ile Ebu Hanife arasında geçtiği rivayet edilen şu konuşma bu konuda dikkat çekicidir. Ebu Mutı' ona: 'Şayet senin görüşün Ebu Bekir'inkine zıt düşerse ne yaparsın? ' diye sordu. O da: 'Bu takdirde onun görüşünü alıp kendi görüşümden vazgeçerim. Yine Ömer'in, Osman'ın, Ali'nin görüşleri karşısında böyle yaparım. Ebu Hureyre, Enes ibnu Malik, Semure ibnu Cundeb hariç Hz. Peygamber'in bütün sahabilerinin görüşlerini kendi görüşlerime tercih ederim.' (Şa'rani, Mizan, C. 1, sh. 53)
Ebu Hanife'nin Ebu Hureyre'yle birlikte bazı sahabileri müstesna tutmuş olması, onlardan rivayet almadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü Ebu Hanife'nin Ebu Hureyre'den nakledilen hadislerle kıyası terk ettiği meşhurdur. Zaten kendi de bu sahabilerden nakledilen rivayetleri değil, onların kendi görüşlerini müstesna tutmaktadır.
Beşeri Kanunlar ve Uygulayıcıları Karşısındaki Tavrı
Siyasi yapıda İslam'ın gün geçtikçe daha geri planlara itilerek, yerine saltanatın getirdiği beşeri unsurların hakim kılınması, Emevi idaresinin özellikle son yıllarında zirveye ulaşır. Bu, İslam'ın insanı ilgilendiren bütün alanlarda esas ve tek ölçü olması gerektiği hakikatinin idrakinde olmamaktan başka bir şey değildi. Diğer bir ifadeyle Müslümanlıklarını her vesileyle vurgulayan yöneticiler, Allah'ın hükümlerine şartsız itaat anlamına gelen İslam'ın siyasi boyutunu ihlal edip, itaatlerini sadece kişisel bazı ibadetlere münhasır kılıyorlardı. Ancak, İslam'ı yegane ölçü olarak almadıkları yönetimlerini halk nezdinde meşrulaştırmak ve halkın itaatini kazanabilmek için alimleri araç olarak kullanma politikalarını sürdürüyorlardı. Şüphesiz bu politikaya kananlar ve sırf iyi niyetlerinden dolayı böyle bir oyuna alet edildiklerinin farkına varamayanlar olmuştu. Ancak bazı şahsiyetler, yönetim işinde geri plana itilen İslam'ı bütün muhtevasıyla ortaya koyup, onun gerektirdiği itaatin alanlarını her şeye rağmen ifade etmekten çekinmediler. Siyasi ve askeri güçlerine rağmen, yöneticiler bu şahsiyetlerin söz ve tavırları karşısında korkulu rüyalar gördüler. Hiçbir zaman sayıları kesin olarak ifade edilemeyecek kadar çok olan, ancak coğrafyanın ve zamanın değişimine bağlı olarak genellikle tek kalan bu şahsiyetler arasında İmamı Azam da vardı.
Emevi ve Abbasi idarelerinin uygulamalarına bizzat tanık olan Ebu Hanife, zühd ve takvası sayesinde yönetimin maşası olmaktan kendini canı pahasına koruyabilmiş bir şahsiyettir. Kulların hakkını gözetmede kusur etmekten korktuğu için Emeviler kadar Abbasiler tarafından da ısrarlı şekilde teklif edilen kadılık görevini ve diğer şahsi menfaatlerin hepsini geri çevirmiştir.
Ebu Hanife, içinde bulunduğu şartlarda resmi görev almanın İslam'ı temsil etme ve uygulamaya aktarma imkanı sağlayamayacağını iyi fark eder. Bu nedenle resmi görev almanın, meşru olmayan işlere maşa olmaya neden olacağı kanaatine varır. Bu düşüncesini de hiçbir yoruma mahal bırakmayacak şekilde ifade eder. Bu manada kendinden çok değerli hediyeler karşılığında bazı isteklerde bulunan sultanı kastederek şunları söyler: 'Eğer benden Vasıt mescidinin kapılarını saymamı isteseydi, onu bile kabul etmezdim. O halde nasıl olur da bir adamı idam etmek için hüküm vermemi ister ve bu hükümle onun boynunu vurmasına vesile olurum. Ben böyle bir hükmü ihtiva eden kararın altını nasıl mühürlerim! Vallahi ben böyle bir işe ölünceye kadar giremem.' (Mezhepler Tarihi, sh. 231)
Devlet görevini kabul etmesi için değişik tekliflerle ve en önemlisi işkencelerle karşısına çıkanlara söylediği şu sözleri ise İslam'ı temsilinin önemli bir örneğidir: 'Allah'a yemin ederim ki, bu işi kendi arzumla kabul etmiş olsam bile, yine de size istediğiniz anlamda yaranamayacağım. Nerede kaldı ki zorla, istemeye istemeye teklifinize muvafakat edeyim. Herhangi bir hususta vereceğim karar sizin arzularınızın hilafına olabilir. O zaman bana kızarsınız. Kızınca da beni Fırat nehrinde boğdurmak istersiniz. Boğulurum, fakat kararımı yine değiştirmem.' (Hilafet ve Saltanat, sh. 368)
Vefatı
Ebu Hanife'nin ölüm tarihi belli olmakla beraber nasıl öldüğü veya öldürüldüğü hususunda bir ittifak yoktur. Ölüm tarihinin H. 150 olduğunda kaynaklar müttefiktir.
Ebu Hanife'nin, halife Ebu Cafer el-Mansur'un kadılık teklifini kabul etmeyince kırbaçlandığı ve hapse atıldığı kaynaklarda zikredilmektedir. Fakat onun hapisteyken mi, yoksa hapisten çıktıktan sonra mı öldüğü ihtilaflıdır. Bazı kaynaklarda hapisteyken gördüğü aşırı işkenceler sonucu güçsüz düştüğü ve vefat ettiği bildirilmektedir. Ebu Hanife'nin hapisten çıktıktan sonra, zehirlenerek öldürüldüğü hususunda da rivayetler vardır. Hatib el-Bağdadi: 'Sahih olan onun hapisteyken öldüğüdür' diyor. Bağdadi'den bir buçuk asır önce yaşamış, Ebu'l-Arab Muhammed ibnu Ahmed ibni Temim et-Temimi (Ö. 333) , Kitabu'l-Mihen adlı eserinde, Ebu Hanife'nin zehirlenmesiyle ilgili şu bilgiyi verir: 'Bana bildirildiğine göre, Ebu Hanife, Ebu Cafer el-Mansur'un talebi üzerine yanına gitti, içeri girdi. Mansur onun için zehirli bir süt hazırlatmıştı. Ebu Hanife yanına oturunca Mansur sütü getirterek içmesini istedi. Ebu Hanife yaşlılığından dolayı sütün midesine dokunacağını söyleyerek içmek istemedi. Mansur içmesi için ısrar etti. Ebu Hanife sütü içti, sonra izin almadan Mansur'un yanından kalktı. Mansur nereye gittiğini sorunca, Ebu Hanife: 'Senin gönderdiğin yere' cevabını verdi ve oradan ayrıldı. Kısa bir zaman sonra o süt yüzünden zehirlenerek öldü.' (Benzer bir rivayet Saymeri, sh. 93'de geçer) Bu değişik rivayetler yüzünden Ebu Hanife'nin ölüm sebebi konusunda kesin bir hüküm verilemiyor.
Bütün teklif ve tehditlere rağmen, İslam'ı yönetim işlerinde geri plana iten bir yönetimin maşası olmaktan kaçınan bu büyük imam, yaşarken cahiliye karşısında yer aldığı gibi, vefatından sonra da bu görevini değişik bir tavırla yerine getirmeyi ihmal etmez. Her gün gördüğü işkencelerin hayatının sona ermesine yol açacağını anlayınca, sultanın gasbetmediği ve sahiplik iddiasında bulunmadığı bir yere defnedilmesini vasiyet eder. (Mezhepler Tarihi, sh. 236)
Cenazesi vasiyeti üzerine Bağdat'ta Hayzunan kabristanının doğu tarafına defnedildi. Yirmi gün süreyle insanların, kabri başında namazını kılmaya devam ettikleri, bu arada halife Ebu Cafer el-Mansur'un da kabri başına gelip namazını kıldığı rivayet edilmektedir. (Saymeri, sh. 63)
Eserleri
İmamı Azam Ebu Hanife'nin, günümüze kadar ulaşabilmiş eserleri pek fazla değildir. Bunların bir kısmının da ona ait olup olmadığı ihtilaflıdır. Bununla beraber talebeleri Ebu Yusuf ve bilhassa İmam Muhammed'in telif ettiği eserler, fıkhını ve çeşitli konulardaki görüşlerini zamanımıza kadar ulaştırmıştır. Ebu Hanife'nin yaşadığı devirde yazdırma usulü yaygın olduğu için hocalar genellikle kendileri yazmaz, talebelerine yazdırırlardı. Bu yüzden kendine isnad edilen eserlerin sayısı fazla değildir. Bu eserlerin başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz.
1. el-Fıkhu'l-Ekber
2. el-Fıkhu'l-Ebsat
3. Osman el-Betti'ye Risale
4. Osman el-Betti'ye diğer bir risale
5. el-Vasıyye
6. el-Vasıyye (oğlu Hammad'a)
7. el-Vasıyye (talebesi Yusuf ibnu Halid es-Semiti'ye)
Kime karşı mücadele ediyorsunuz Allah aşkına ya. Türk ve Kürt Halkı 100 yıllardır kardeştir. BAZI MOSKOVALILAR HALA bölücülük sevdasına devam etsin bakalım.
Türk ve Kürt kardeştir, ayrım yapanlar KALLEŞTİR.
Tanımadan bilmeden İmamı Gazali hakkında görüşte bulunmayalım arkadaşlar. Omron sen inanıyormusun onun böyle birşey diyeceğine
El İnsaf Ya vallahi El insaf bu ne insafsılıktır islam alimlerine ya...
Felsefe ile uğraşmak kafirliktir diyen sadece Hz.Gazali değildir. Bir çok islam alimide Felsefenin insanı dinsizliğe ve Allahı tanımamazlığa götüreceğini beyan etmişlerdir. Vede bencede haklıdırlar. Günümüzdeki durum malum.
cahillik başa bela...
Dört büyük Mezhep İmamından biridir. İmamlarında Sultanu Ebu Hanefi Hz.leridir. Nasıl ki Dört Halifenin en büyüğü Hz. Ebubekir, Dört melekten en büyüğü Cebrail (a.s) 'dır.
Hz.Pir Evladı Resul Seyyid Sultan Abdülkadir Geylani (r.a) ile ruhaniyet aleminde istişare ederek ondan yeryüzünde Hanbeli Mezhebinin yayılması için bir nevi destek isteyen büyük mezhep imamıdır.
Hz.Pir Evladı Resul Seyyid Sultan Abdülkadir Geylani (r.a) aslında hanefi mezhebinde olmasına rağmen Ahmed Bin Hanbeli (r.a) bu isteği nedeniyle ömrünün son demlerinde Hanbeli Mezhebini yaşamıştır. Bu mezhep hala dünya üzerinde yaygın olarak duruyorsa bunu önce Allahu Tealaya sonrada Sultaül Evliyanın hizmetine borçludur.
Allahu teala hepsinin feyzini nasip etsin.
Ne mutlu Allah dostlarını sevenlere ve saygı gösterenlere...! ! ! !
Insanligi hakka ve hakikata sevkedip dünya ve ahiret saadetlerini saglamak üzere Allah Teâlâ tarafindan gönderilen peygamberlerin sonuncusu ve alemlerin rahmeti olan Peygamber Efendimiz, genellikle kabul edildigine göre 2I Nisan (12 Rabiulevvel) 571 Pazartesi günü Mekke'de dogdu. Islâm tarihi kaynaklari, Hz. Peygamber'in nesebi ta Hz. Adem'e kadar siralanan Secere tablolari ile belirlemislerdir. Bu kaynaklarda Hz. Peygamber'in yirminci göbekten atasi olan Adnan'a kadar ittifak edilmis, ancak Adnan'dan sonra verilen isimlerde bazi farkliliklar ortaya çikmistir. Ama O'nun Hz. Ibrahim'in oglu Hz. Ismail soyundan oldugunda süphe yoktur. Buna göre Adnan'a kadar Rasûlullah'in seceresi söylece siralanir: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib b. Hâsim b. Abdümenâf b. Kusayy b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy b. Gâlib b. Fihr b. Mâlik b. En-Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. Ilyas b. Mudar b. Nizâr b. Me'add b. Adnan.
Hz. Peygamber'in dogumundan iki ay kadar önce babasi Abdullah, ticarî bir seferden dönüsünde Yesrib (Medine) 'de vefat etmisti. Annesi Amine, Kureys Kabilesinin kollarindan Benû Zühre'nin reisi Vehb b. Abdümenaf'in kiz idi. O siralarda Mekke esrafi, çocuklarini çölde bir süt anneye vererek emzirme âdetine sahip olduklari için Hz. Peygamber, kendi annesi Amine tarafindan ancak bir kaç kez emzirilmis, süt anneye verilinceye kadar da amcasi Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe, O'na süt annelik yapmisti. Daha sonra Mekke'ye komsu çöllerde yasayan Hevâzin kabilesinin kollarindan Benû Sa'd'a mensup Halîme bint Ebî Züeyb, uzun süre Hz. Peygamber'e süt emzirmistir. Mekke esrafi tarafindan Mekke'nin agir ve sicak havasi çocuklarin gelisimine ve sagliklarina zararli görülüyor; ayrica hac münasebetiyle her kesimden insanla temas halinde bulunan Mekke'de arap dili, yabanci tesirler altinda kalabildiginden, fesahat ve belâgata önem veren Mekkeliler çocuklarinin dili ögrendikleri ilk yillarinin Arapçanin saf ve bozulmamis sekliyle ve olanca fesahat ve belâgatiyla ari duru konusuldugu badiyelerde geçmesini gerekli görüyorlardi. Bu bakimdan Araplar arasinda fasih Arapçalari ile ün yapmis Benû Sa'd kabilesi arasinda yaklasik ilk iki buçuk yilini geçiren Hz. Peygamber, ileride üstlenecegi ilâhî risâlet görevi için hem bedenen, hem de ruhen burada hazirlanmis oluyordu. Hz. Peygamber'in kirk yasindan itibâren yürüttügü Islâm'a davet vazifesi, kabul etmek gerekir ki, aslinda mesakkatli, yorucu, bir takim sikintilari olan mukaddes bir vazifedir. Iste bu yorucu ve mesakkatli görevi lâyikiyla yerine getirebilmek için saglam ve sihhatli bir bünyeye sahip olmak gerekiyordu. Hz. Peygamber, böylelikle çocuklugunun ilk yillarinda Mekke'nin bogucu sicak ve sitmali havasindan uzaklasmis, suyu ve havasi güzel bâdiyede saglikli bir sekilde gelisme imkânini bulmus oluyordu. Diger taraftan güzel konusmanin kitleler üzerindeki etkisi malumdur. Ileride muhtelif insan kitlelerine muhâtap olacak bir peygamberin süphesiz iyi bir dil bilgisine sahip olmasi ve dili, davasinin ugrunda en iyi sekilde kullanmasi gerekiyordu. Iste bu yönlerden Hz. Peygamber henüz çocuklugundan itibâren davet faâliyeti için hazirlaniyordu. Yalniz kendisi henüz o siralarda ileride peygamber olacagi konusunda hiç bir bilgiye sahip olmadigindan, bu hazirlanma O'nun bizzat iradesi ile ve bilerek olmayip, Cenâb-i Hakk'in yönlendirmesi, kontrol ve murâkabe altinda tutmasi seklinde cereyan ediyordu. Peygamber Efendimizin süt annesi Halime'nin yaninda iken vukû bulan 'Gögsünün yarilmasi' (Serhu's-Sadr veya Sakku's-Sadr) olayini da yine davete hazirlik olarak degerlendirmek gerekir. Bu olayda Hz. Peygamber'in gögsü, görevli iki melek tarafindan yarilmis, kalbi çikarilarak Seytanin ve nefsin tasallut ve saptirmasindan arindirilmis ve Zemzem'le yikanarak tekrar yerine konulmustur. Böylece Hz. Peygamber, rûhen davete hazirlanmis oluyordu.
Serhu's-sadr olayindan sonra süt anne halime tarafindan Mekke'ye getirilerek öz annesi Amine ve dedesi Abdülmuttalib'e teslim edilen Hz. Muhammed, alti yasina kadar annesi Amine'nin yaninda kaldi. Bu siralarda Amine, Hz. Peygamber'i de yanina alarak Medine'deki akrabalarini ziyarete gitmisti. Bu vesile ile, alti yil kadar önce Medine'de ölen esinin kabrini de ziyaret etmis olacakti. Bir ay süren bir misafirlikten sonra Mekke'ye dönerken henüz Medine'den pek fazla uzaklasmadan Ebvâ denilen köyde Âmine aniden rahatsizlandi ve vefat etti; oraya da defnedildi. Artik hem yetim, hem de öksüz kalan çocugu bu yolculukta kendilerine refakat eden dadi Ümmü Eymen Mekke'ye getirip dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti. Yasli dede, kalben büyük bir muhabbet besledigi bu yavruyu sevgi ve rahmetle iki yil bagrina basti. Abdülmuttalib'in temsil ettigi Hâsimogullarinin Mekke'deki itibâri ile Abdülmuttalib'in sahsî özellik, kabiliyet ve ahlâki faziletleri ve özellikle bir zamanlar yeri kaybolan kutsal Zemzem suyunu olgunluk devrelerinden tekrar bulup çikarmis olmasi, onun Mekke'de kendisine son derece saygi duyulan, sözüne itibâr ve itâat edilen bir reis hâline gelmesini saglamisti. Abdülmuttalib, Kâbe duvarina bitisik olarak sirf kendisine mahsus serilen minderde ve Mekke idare meclisi hüviyetini tasiyan Dâru'n-Nedve'de Mekke halkinin çesitli problemlerini dinler ve çözüm yollari arardi. Dedesi Abdülmuttalib'in yanindan hiç ayrilmayan küçük Muhammed, Dâru'n-Nedve'de yapilan idareye ve çesitli problemlere ait müzâkerelerde de dedesinin yaninda bulunuyor ve daha o yaslarindan itibaren zulmün hâkim oldugu Mekke toplumunda ortaya çikan problemleri, insanlarin dinî, idârî, iktisadî, ilmî, ictimâî yönlerden nasil bir batakligin içinde bulunduklarini yakindan görüp idrâk ediyordu.
Hz. Peygamber sekiz yasina geldigi zaman Abdülmuttalib seksen iki yasina erismisti ve yasli bünye, ugradigi hastaliklara tahammül edemeyerek bu dünyadan ayrildi. Abdülmuttalib vefatindan önce sevgili torununu ogullari arasinda, Hz. Muhammed'in babasi Abdullah'la ana-baba bir kardes olan Ebû Talib'e teslim etmisti. Artik Hz. Muhammed sekiz yasindan yirmibes yasina kadar amcasi Ebu Talib'in yaninda kalmistir.
Gelecekte peygamber olacagi hakkinda ne kendisinin ne de çevresinin kesin bir bilgisi olmadigindan, tâbiîdir ki Hz. Peygamber'in bu devrelerdeki hayati hakkinda fazla bilgimiz yoktur. Ancak sadece Hz. Peygamber'i degil, ayni zamanda diger Mekkelileri de ilgilendiren bazi olaylarda Hz. Peygamber'in aldigi yer ve oynadigi rol, kaynaklarimizda tespit edilmistir. Bu devreye ait mevcut bilgiler arasinda süphesiz önemli olanlarindan birisi, Hz. Peygamber'in Râhib Bahîrâ ile karsilasmasi meselesidir. Hz. Peygamber on iki yaslarinda iken amcasi Ebû Tâlib ile birlikte Sam'a dogru yol alan ticarî bir kervana katilmis ve kafile Sam yakinlarinda Busrâ adli bir mevkide mola verdigi zaman buradaki manastirda bulunan Bahirâ adli râhib, Islâm kaynaklarina göre Hz. Peygamber'deki özelliklere bakarak O'nun ileride çikmasi beklenilen son peygamber olabilecegi kanâatine varmisti. Müstesrikler bu olayi kendi yanli bakis açilari ile ele alarak Islâm'in dogusunda Hristiyan rûhiyâtinin etkileri oldugunu, Râhib Bahîrâ'nin dinî telkinlerinin tesirinde kalan Hz. Muhammed'in bu dinî suuru gelistirerek ileride Islâm'i ortaya attigini iddia ederlerse de, Islâmiyet'in temelini olusturan tevhid akidesi ile Hristiyanligin temeli olan teslis * inancinin aslâ bagdasamaz bir karakterde olusu, Islâm'in Hristiyanlik'da mevcut teslis düsüncesini sirk olarak kabul etmesi, bu iddiânin ne derece asilsiz ve gülünç oldugunun en açik delillerindendir (genis bilgi için bkz. Bahîrâ maddesi) .
Hz. Peygamber, bu ilk seferin ardindan daha sonraki yillarda diger amcalari ile birlikte Mekke. disina yapilan bazi ticari seferlere katilmis, muhtelif bölgelerde yasayan insanlarin farklilik arzeden dinleri, örf ve âdetleri, hal ve vaziyetleri hakkinda bilgi sahibi olmustur. Peygamber Efendimizin daha sonralari Islâm'i teblig ederken bu bilgilerinden istifade etmesi tabiî olduguna göre cereyan eden bu olaylari da O'nun peygamberlige ilmen hazirlanmasi olarak degerlendirmek gerekir.
Cenâb-i Hakk'in kontrol ve murâkabesi, müstakbel peygamberi rûhen de davete hazirliyor ve cahiliye döneminin her türlü sirk ve sapikligindan, kötülük ve ahlâksizligindan uzak tutuyordu. Mekkelilerin dinî bir âyini ve bayrami olan Büvâne'ye çocukluk yillarinda amca ve halalarinin zorlamalari ile götürülen Hz. Muhammed, âdet üzere diger akrabalarinin yaptigi sekilde burada hazir bulundurulan bir puta tapmak içiri siraya girdiginde, henüz kendisine sira gelmeden ilâhi bir ikaz ile puta tapmaktan alikonulmus ve olayin hasyeti içerisinde Hz. Peygamber kisa bir bayginlik geçirmisti. Bu olaydan sonra artik akrabalari O'na putlara tapmak için her hangi bir israrda bulunmadilar. Tabîidir ki Peygamber Efendimiz çocukluk yillarindan itibâren hayati boyunca aslâ hiç bir puta tapmadigi gibi, onlar adina kurban kesmemis, putlar adina kesilen hayvanlarin etini yememis, onlar adina yemin etmemis, hatta onlarin adini dahi agzina almaktan hoslanmadigini belirtmisti.
Geçim sikintisi çeken amcasi Ebû Tâlib'e yardimci olmak için gençlik yillarinda Mekkelilere ücretle çobanlik yapan Hz. Muhammed, çobanligi sirasinda Mekke'nin dagdagali, debdebeli, sirkin hâkim oldugu havasindan uzaklasarak tabiatla karsi karsiya gelmis, bu anlarda muhakeme ve idrâk gücü geliserek herseyin yaraticisi olan Cenab-i Allah'in varligi ve birligini, O'na esler kosmanin sapiklik oldugunu iyice kavramis, karsilastigi bir takim sikinti ve mesakkatler O'nu rûhen olgunlastirmisti. Çobanlik yaptigi günlerden birisinde sürüsünü bir çoban arkadasina emanet ederek Mekke'de tertiplenen gece eglencelerini seyretmek için kirdan sehire inen Hz. Peygamber, eglence yerine gelip oturur oturmaz Cenâb-i Hakk'in kendisine verdigi bir uyku ile, içkilerin içildigi, oyunlarin oynandigi, ahlâksizliklarin yapildigi bu isret âlemini seyretmekten dahi alikonulmustu. Bir baska sefer yine böyle bir eglenceyi seyretme arzusu ayni sekilde engellenmis; artik bir daha da Hz. Peygamber böyle bir seye tesebbüs etmemis, istek de duymamisti.
Hz. Peygamber yirmi yaslarinda iken Mekkeliler ile Hevâzin kabilesi arasinda Ficâr Harbi vukû buldu. Aslinda savasabilecek bir yasta ve güçte olmasina ragmen Hz. Peygamber bu harpte sadece savas alaninin gerisine düsen oklari toplayip amcalarina vermekle yetinmisti. Böylece genellikle cephe gerisinde bulunmasina ragmen bu olayin O'nda harp taktik ve teknikleri, sevk ve komuta gibi konularda tecrübeler olusturdugu bir gerçektir. Peygamberliginden sonra dahi hatirladigi zaman bir üye olarak katilmaktan seref ve iftihar duydugunu açikça belirttigi Hilfü'l-Fudûl ise hemen bu savastan sonra gerçeklesmisti. Bu vesile ile Hz. Peygamber, cemiyet meselelerini yakînen tanimis, câhiliye toplumunda güçlünün güçsüzü nasil ezdigini, güç ve kuvvet karsisinda zâlimlerin nasil eriyip titredigini örnekleriyle görmüstü.
Yirmibes yasinda bizzat kendisinin idare ettigi bir ticaret kervani Hz. Muhammed'i Hz. Hatice ile karsilastirdi ve aralarinda gerçeklesen evlilik, Hz. Muhammed'in amcasi Ebû Tâlib'in yanindan ayrilip yeni bir aile yuvasi kurmasini sagladi. Hz. Peygamber'in bu evlilik dolayisiyla Hz. Hatice'den alti çocugu olmustu. Bunlardan dördü kiz olup Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Külsüm ve Fâtima adlarini almislardi. Bunlarin dördü de babalarinin peygamberligine erismisler ve O'na iman ederek hicret etmislerdir. Ogullari ise Kasim ve Abdullah adini tasiyordu. Hz. Peygamber'in ilk oglunun adi Kasim oldugu için kendisine Ebû'l-Kâsim künyesi verilmisti. Bazi kaynaklar bunlardan baska Hz. Peygamber'in Tayyib ve Tâhir adinda iki oglu daha oldugunu zikrederken, diger bazi kaynaklar bu son iki ismin Abdullah'in lâkabi oldugunu belirtmislerdir. Hicretten sonra dogan oglu Ibrahim ise Misirli câriye Mâriye'dendir. Hz. Peygamber'in bütün erkek çocuklari henüz küçük yaslarda vefat etmislerdi.
Hz. Hatice ile evliliginden sonra Peygamber Efendimiz ailenin geçimini ticaret yoluyla saglamaya çalismis, bazan ortaklik yoluyla, bazan müstakil olarak ticaret yapmisti Hz. Muhammed, bu ticarî muamelelerindeki dürüstlügü, dogru sözlülügü, ahde vefasi, âdil ve âlicenâb davranislari, herkes hakkinda iyimser davranip elinden gelen iyilik ve yardimi yapmasi, yoksulun, muhtacin elinden tutmasi, yakinlarina ve akrabalarina karsi gösterdigi ilgi, ahlâkî olgunluk ve rûhî üstünlükleri ile derhal temâyüz etmis, çevrede herkesin güvenip itibar ettigi, sayip sevdigi bir kisi hâline gelmisti. Bu sebeple Mekkeliler kendisine 'el-Emîn = güvenilir kisi' lâkabini vermislerdi.
Hz. Peygamber'in otuz bes yasinda iken meydana gelen Kâbe tâmiri olayi ve bu olay sirasinda el-Haceru'l-Esved'in* yerine konmasi meselesinde Mekke sülâleleri arasinda çikan ve kanli bir çatismaya dönüsme temâyülü gösteren anlasmazligi herkesi memnun edecek bir tarzda ve âdil bir sekilde çözmesi, O'na duyulan güveni daha da artirmisti.
Allah'in mukaddes evi Kâbe'nin tâmiri dolayisiyla herkeste oldugu gibi Hz. Muhammed'de de dinî duygu ve heyecanlar süphesiz harekete geçmistir. Bu sebeple O'nda bu yillardan itibâren Rabbi ile basbasa kalma arzusu görülür. Bir de buna toplum içinde islenen haksizliklar, zulümler, ahlâksizliklar, din adina icrâ edilen sapiklik ve akilsizliklar eklenecek olursa, Hz. Muhammed'in böylesi câhilî bir toplumdan kendisini uzak tutarak yalniz, sessiz, sakin bir magarada bir süre uzlete çekilmesinin sebebi daha iyi anlasilir. Artik otuz bes yasindan itibâren Hz. Peygamber, belli zamanlarda özellikle Ramazan ayi boyunca Mekke'den uzaklasiyor, uzlet yeri olarak kendisine seçtigi Hira dagindaki bir magarada günlerini geçirerek Cenâb-i Hakk'in varligini, birligini, kudret ve azametini, O'nun gücü karsisinda mahlûkatin aczini ve zayifligini düsünüyor; Rab Teâlâ'nin insanlara sonsuz nimetlerini, buna karsi insanoglunun nankörlügünü, onlarin dinî, siyasî, ictimâi, ahlâkî vs. yönlerden içerisine düstükleri kötü durumlari hatirliyordu. Iste bu uzlet,günleri Hz. Peygamber'i rûhi, ahlâkî bir olgunluga götürdügü gibi tefekkür ve istidlâl melekelerini gelistirerek aklî ve ilmî bir yücelige de eristirdi.
Nakşibendi Tarikatı
07.12.2005 - 20:48ASIL CAHİLLİK BİLMEDEN KONUŞMAKTIR.
Gayrimüslümden çok münafıklardan korkulur, çünkü onlar hem müslümanım der, hemde İslama ve kurumlara dil uzatır. Duam sizinle.
Halid Bin Velid(r.a)
03.12.2005 - 12:43R.A - Rahmetullahi Aleyh
jitem
30.11.2005 - 23:00Kahramanlar....
İmam ı Azam Ebu Hanefi (r.a)
30.11.2005 - 22:44Ehli sünnetin dört büyük imamının birincisi olan İ-mamı Azam Ebu Hanife, H. 80'de Kufe'de doğdu.
Ebu Hanife künyesinin meşhur olmasının sebebi hakkında eski kaynaklarda yeterli bir açıklama yoktur. Ancak 'Hanif' kelimesinin müennesi olan 'Hanife' kelimesine nispetle bu künyenin, İslam'a tam gönül vermiş abid bir kimse olması veya Iraklılar arasında 'Hanife' denilen bir divit veya yazı hokkasını devamlı yanında bulundurması sebebiyle verilmiş olduğu söylenmektedir. Hanife isminde bir kızı olduğundan bu künyeyle anıldığı söylenmişse de kabul görmemiştir. Zira onun Hammad'dan çocuğu olduğu bilinmemektedir.
İlmi Yetişmesi
Ebu Hanife Kufe'de yetişti. Gençliğinde kumaş ticaretiyle uğraştı. Bu ticaret onu ilimle uğraşmaktan alıkoymadı. Onu ilme teşvik edenin Şa'bi olduğu rivayet edilmektedir.
Ebu Hanife pek çok ilim halkasına katılmış ve değerli zatlardan ilim almış olmakla beraber, onun en uzun süre hocalığını Hammad ibnu Ebi Süleyman yapmıştır.
İmamı Azam Ebu Hanife'nin ilmi, hocası vasıtasıyla dört büyük sahabiye dayanmaktadır. Şöyle ki; Hz Peygamber'in vefatından sonra Kufe'ye yerleşmiş olan Ali ibnu Ebi Talip ve Abdullah ibnu Mes'ud'dan ilim alan Mesruk ibnu'l-Ecda (Ö. 63) , Alkame ibnu Kays (Ö. 62) ve Şureyh (Ö. 80) 'den Şa'bi ve İbrahim en-Nehai (Ö. 96) ders almışlar. Onlardan da Hammad ibnu Ebi Süleyman vasıtasıyla Ebu Hanife ilim almıştır. Ebu Hanife ayrıca Abdullah ibnu Abbas'ın kölesi İkrime ve Abdullah ibnu Ömer'in azatlı kölesi Nafi vasıtasıyla adı geçen sahabilerin ilimlerinden istifade etmiş, Mekke fatihi Ata ibnu Ebi Rebah (Ö. 114) 'tan da uzun süre ders almıştır.
Çok sayıda hadisi şerif ezberleyen Ebu Hanife büyük bir hakim ve fikir adamı olarak yetişti. Üstün bir aklı ve herkesi şaşırtan bir zekası vardı. Fıkıh ilminde imkansız gibi görünen bir zamanda benzeri olmayan bir dereceye yükseldi.
Ders Vermeye Başlaması
İmamı Azam Ebu Hanife, on sekiz yıl boyunca kendisinden ilim öğrendiği hocası Hammad'ın en sevdiği talebelerinin başında geliyordu. Çünkü o, üstadının söylediklerini en iyi öğrenen ve hıfzeden talebesiydi. Bu yüzden hocası ders halkasının önünde, kendi hizasında ondan başkasının oturmasını yasaklamıştı.
Hammad'ın herhangi bir sebepten dolayı şehir dışında olduğu zamanlarda Ebu Hanife, kendisine vekaleten talebelere ders verirdi. Hatta fıkhi meselelerde sorulan sorulara cevap bile verirdi. Hocası Hammad geldiğinde o sorulara verdiği cevapların çoğunu tasdik ederdi.
Kufe'nin müftüsü olan hocası Hammad vefat edince, arkadaşları onun yerine oğlu İsmail'i geçirmek istediler. Fakat Hammad'ın oğlunun şiire, gece meclislerine, hikayeye düşkün olduğunu görünce, Ebu Hanife'nin ders vermesi hususunda ittifak ettiler. O da kabul etti.
Ebu Hanife zühd ve takvasıyla, üstün zekasıyla kendini etrafındakilere kabul ettirdi. Zamanla şöhreti arttı, ashabı çoğaldı, mecliste en geniş halkaya sahip oldu.
İmamı Azam'ın tedris faaliyetinde dikkat ettiği en önemli hususlardan biri de, talebeleriyle istişare yapmaktı. Onlarla istişare etmeksizin kendi başına bir içtihatta bulunmazdı. Müminler için nasihatta bulunurken katı davranmazdı.
Talebesi Züfer'den nakledilen şu rivayet de onun sabit fikirli olmadığını ortaya koyması ve istişareye verdiği önem bakımından dikkat çekicidir. Züfer şöyle der: 'Ebu Hanife'nin derslerine devam ederdik, Ebu Yusuf ve Muhammed ibnu Hasan da bizimle birlikte okurlardı. Biz Ebu Hanife'nin görüşlerini yazardık. Bir gün Ebu Hanife, Ebu Yusuf'a hitaben: 'Ey Yakub vay haline! Benden her işittiğini yazma. Ben bugün böyle düşünüyorum. Yarın onu bırakabilirim. Yarınki görüşümü ertesi gün terk edebilirim' dedi.' (İbnu Muin, Tarih, II. Cilt, sh. 607; Bağdadi, Tarih, XIII. Cilt, sh. 402)
Yine onun: 'Bu bizim söyleyebildiğimiz en güzel sözdür. Kim bizim sözümüzden daha doğru bir söz getirirse, o hakikate bizimkinden daha yakındır' dediği; 'Senin bu verdiğin fetvalar doğruluğunda hiç şüphe olmayan hakikatler midir? ' diye sorulunca da: 'Bilmiyorum belki de yanlışlığında hiç şüphe olmayan yanlıştır' şeklinde karşılık verdiği nakledilmektedir. (Bağdadi, Tarih, XIII: Cilt, sh. 352)
Bütün bunlar onun serbest fikirli ve uzak görüşlü bir şahsiyet olduğuna, verdiği hükümlerle de kimseyi ilzam etmediğine işaret etmektedir. Nitekim kendinin hocalarına, talebelerinin de kendine karşı zaman zaman muhalefet ederek aynı meselelerde farklı hükümler verdikleri nadir olmayan olaylardandır.
Sünnet ve Hadis Konusundaki Tutumu
İmamı Azam Ebu Hanife'nin hadis ve sünneti teşri kaynağı olarak kabul etme konusunda diğer imamlardan farkı yoktur. O şöyle der: 'Resulullah (s.a.s.) 'in üzerinde konuştuğu her şey, biz duyalım, duymayalım, başımız ve gözümüz üstündedir. Buna inandık ve bunun Resulullah (s.a.s.) 'in söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz.' (Ebu Hanife, el-Alim, sh. 27)
Ebu Hanife'nin istidlal kaynaklarını sayarken önce Allah'ın kitabına sonra Resulullah'ın sünnetine baktığı, sonra da sahabe kavlinden dilediğini tercih ettiği rivayet edilir. Kitap ve sünnette bulamadığı bir hususu son olarak sahabe kavillerinde araştırmakta, bunların dışındaki görüşleri bağlayıcı saymamaktadır.
Ebu Hanife, hadise muhalefet ithamlarını bizzat kendisi reddetmiştir. Rivayetlere göre bir meselede kendisine hadise muhalefet ettiği bildirilince, dayandığı hadisi zikrederek: 'Allah, Resulüne muhalefet edene lanet etsin. Allah onunla bize ikram etti, bizi onunla kurtardı' demiştir. (İbnu Abdilberr, el-İntika, sh. 144)
Ebu Muti el-Belhi anlatıyor: 'Bir gün Kufe camiinde Ebu Hanife'nin yanında oturuyordum. İçeriye Süfyanu's-Sevri, Mukatil ibnu Hayyan, Hammad ibnu Seleme, Caferu's-Sadık ve diğer alimler girdi. Ebu Hanife'yle konuşarak: 'Bize ulaştığına göre, sen dinde çok kıyas yapıyormuşsun. Bu yüzden senin için endişeliyiz. Çünkü ilk kıyas yapan iblistir' dediler. Ebu Hanife onlarla Cuma sabahından öğle vaktine kadar münazara ederek görüşünü arz etti ve şöyle dedi: 'Ben önce Allah'ın kitabıyla, sonra Resulünün sünnetiyle amel ederim. Daha sonra sahabenin üzerinde ittifak ettiği hükümleri, ihtilaf ettiği hükümlere takdim ederim. Ancak bundan sonra kıyas yaparım.' Bunun üzerine hepsi kalkarak Ebu Hanife'nin elini öptüler ve: 'Sen alimlerin efendisisin' dediler.' (Şa'rani, Mizan, C. 1, sh. 53)
Ebu Hanife'nin hadis ve sünnete bağlılığını bunların dışında da birçok rivayet teyit etmektedir.
Sahabe Sözü ve Uygulaması Konusundaki Tutumu
İmamı Azam Ebu Hanife, Kur'an ve sünnetten sonra sahabe kavlini bağlayıcı görüyor, fakat kendine bunlar arasında tercih yapma hakkı tanıyordu. Ebu Hanife bu tercihi bazen şahıslar arasında, bazen de rivayetler arasında yapıyordu. Ebu Mutı' el-Belhi ile Ebu Hanife arasında geçtiği rivayet edilen şu konuşma bu konuda dikkat çekicidir. Ebu Mutı' ona: 'Şayet senin görüşün Ebu Bekir'inkine zıt düşerse ne yaparsın? ' diye sordu. O da: 'Bu takdirde onun görüşünü alıp kendi görüşümden vazgeçerim. Yine Ömer'in, Osman'ın, Ali'nin görüşleri karşısında böyle yaparım. Ebu Hureyre, Enes ibnu Malik, Semure ibnu Cundeb hariç Hz. Peygamber'in bütün sahabilerinin görüşlerini kendi görüşlerime tercih ederim.' (Şa'rani, Mizan, C. 1, sh. 53)
Ebu Hanife'nin Ebu Hureyre'yle birlikte bazı sahabileri müstesna tutmuş olması, onlardan rivayet almadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü Ebu Hanife'nin Ebu Hureyre'den nakledilen hadislerle kıyası terk ettiği meşhurdur. Zaten kendi de bu sahabilerden nakledilen rivayetleri değil, onların kendi görüşlerini müstesna tutmaktadır.
Beşeri Kanunlar ve Uygulayıcıları Karşısındaki Tavrı
Siyasi yapıda İslam'ın gün geçtikçe daha geri planlara itilerek, yerine saltanatın getirdiği beşeri unsurların hakim kılınması, Emevi idaresinin özellikle son yıllarında zirveye ulaşır. Bu, İslam'ın insanı ilgilendiren bütün alanlarda esas ve tek ölçü olması gerektiği hakikatinin idrakinde olmamaktan başka bir şey değildi. Diğer bir ifadeyle Müslümanlıklarını her vesileyle vurgulayan yöneticiler, Allah'ın hükümlerine şartsız itaat anlamına gelen İslam'ın siyasi boyutunu ihlal edip, itaatlerini sadece kişisel bazı ibadetlere münhasır kılıyorlardı. Ancak, İslam'ı yegane ölçü olarak almadıkları yönetimlerini halk nezdinde meşrulaştırmak ve halkın itaatini kazanabilmek için alimleri araç olarak kullanma politikalarını sürdürüyorlardı. Şüphesiz bu politikaya kananlar ve sırf iyi niyetlerinden dolayı böyle bir oyuna alet edildiklerinin farkına varamayanlar olmuştu. Ancak bazı şahsiyetler, yönetim işinde geri plana itilen İslam'ı bütün muhtevasıyla ortaya koyup, onun gerektirdiği itaatin alanlarını her şeye rağmen ifade etmekten çekinmediler. Siyasi ve askeri güçlerine rağmen, yöneticiler bu şahsiyetlerin söz ve tavırları karşısında korkulu rüyalar gördüler. Hiçbir zaman sayıları kesin olarak ifade edilemeyecek kadar çok olan, ancak coğrafyanın ve zamanın değişimine bağlı olarak genellikle tek kalan bu şahsiyetler arasında İmamı Azam da vardı.
Emevi ve Abbasi idarelerinin uygulamalarına bizzat tanık olan Ebu Hanife, zühd ve takvası sayesinde yönetimin maşası olmaktan kendini canı pahasına koruyabilmiş bir şahsiyettir. Kulların hakkını gözetmede kusur etmekten korktuğu için Emeviler kadar Abbasiler tarafından da ısrarlı şekilde teklif edilen kadılık görevini ve diğer şahsi menfaatlerin hepsini geri çevirmiştir.
Ebu Hanife, içinde bulunduğu şartlarda resmi görev almanın İslam'ı temsil etme ve uygulamaya aktarma imkanı sağlayamayacağını iyi fark eder. Bu nedenle resmi görev almanın, meşru olmayan işlere maşa olmaya neden olacağı kanaatine varır. Bu düşüncesini de hiçbir yoruma mahal bırakmayacak şekilde ifade eder. Bu manada kendinden çok değerli hediyeler karşılığında bazı isteklerde bulunan sultanı kastederek şunları söyler: 'Eğer benden Vasıt mescidinin kapılarını saymamı isteseydi, onu bile kabul etmezdim. O halde nasıl olur da bir adamı idam etmek için hüküm vermemi ister ve bu hükümle onun boynunu vurmasına vesile olurum. Ben böyle bir hükmü ihtiva eden kararın altını nasıl mühürlerim! Vallahi ben böyle bir işe ölünceye kadar giremem.' (Mezhepler Tarihi, sh. 231)
Devlet görevini kabul etmesi için değişik tekliflerle ve en önemlisi işkencelerle karşısına çıkanlara söylediği şu sözleri ise İslam'ı temsilinin önemli bir örneğidir: 'Allah'a yemin ederim ki, bu işi kendi arzumla kabul etmiş olsam bile, yine de size istediğiniz anlamda yaranamayacağım. Nerede kaldı ki zorla, istemeye istemeye teklifinize muvafakat edeyim. Herhangi bir hususta vereceğim karar sizin arzularınızın hilafına olabilir. O zaman bana kızarsınız. Kızınca da beni Fırat nehrinde boğdurmak istersiniz. Boğulurum, fakat kararımı yine değiştirmem.' (Hilafet ve Saltanat, sh. 368)
Vefatı
Ebu Hanife'nin ölüm tarihi belli olmakla beraber nasıl öldüğü veya öldürüldüğü hususunda bir ittifak yoktur. Ölüm tarihinin H. 150 olduğunda kaynaklar müttefiktir.
Ebu Hanife'nin, halife Ebu Cafer el-Mansur'un kadılık teklifini kabul etmeyince kırbaçlandığı ve hapse atıldığı kaynaklarda zikredilmektedir. Fakat onun hapisteyken mi, yoksa hapisten çıktıktan sonra mı öldüğü ihtilaflıdır. Bazı kaynaklarda hapisteyken gördüğü aşırı işkenceler sonucu güçsüz düştüğü ve vefat ettiği bildirilmektedir. Ebu Hanife'nin hapisten çıktıktan sonra, zehirlenerek öldürüldüğü hususunda da rivayetler vardır. Hatib el-Bağdadi: 'Sahih olan onun hapisteyken öldüğüdür' diyor. Bağdadi'den bir buçuk asır önce yaşamış, Ebu'l-Arab Muhammed ibnu Ahmed ibni Temim et-Temimi (Ö. 333) , Kitabu'l-Mihen adlı eserinde, Ebu Hanife'nin zehirlenmesiyle ilgili şu bilgiyi verir: 'Bana bildirildiğine göre, Ebu Hanife, Ebu Cafer el-Mansur'un talebi üzerine yanına gitti, içeri girdi. Mansur onun için zehirli bir süt hazırlatmıştı. Ebu Hanife yanına oturunca Mansur sütü getirterek içmesini istedi. Ebu Hanife yaşlılığından dolayı sütün midesine dokunacağını söyleyerek içmek istemedi. Mansur içmesi için ısrar etti. Ebu Hanife sütü içti, sonra izin almadan Mansur'un yanından kalktı. Mansur nereye gittiğini sorunca, Ebu Hanife: 'Senin gönderdiğin yere' cevabını verdi ve oradan ayrıldı. Kısa bir zaman sonra o süt yüzünden zehirlenerek öldü.' (Benzer bir rivayet Saymeri, sh. 93'de geçer) Bu değişik rivayetler yüzünden Ebu Hanife'nin ölüm sebebi konusunda kesin bir hüküm verilemiyor.
Bütün teklif ve tehditlere rağmen, İslam'ı yönetim işlerinde geri plana iten bir yönetimin maşası olmaktan kaçınan bu büyük imam, yaşarken cahiliye karşısında yer aldığı gibi, vefatından sonra da bu görevini değişik bir tavırla yerine getirmeyi ihmal etmez. Her gün gördüğü işkencelerin hayatının sona ermesine yol açacağını anlayınca, sultanın gasbetmediği ve sahiplik iddiasında bulunmadığı bir yere defnedilmesini vasiyet eder. (Mezhepler Tarihi, sh. 236)
Cenazesi vasiyeti üzerine Bağdat'ta Hayzunan kabristanının doğu tarafına defnedildi. Yirmi gün süreyle insanların, kabri başında namazını kılmaya devam ettikleri, bu arada halife Ebu Cafer el-Mansur'un da kabri başına gelip namazını kıldığı rivayet edilmektedir. (Saymeri, sh. 63)
Eserleri
İmamı Azam Ebu Hanife'nin, günümüze kadar ulaşabilmiş eserleri pek fazla değildir. Bunların bir kısmının da ona ait olup olmadığı ihtilaflıdır. Bununla beraber talebeleri Ebu Yusuf ve bilhassa İmam Muhammed'in telif ettiği eserler, fıkhını ve çeşitli konulardaki görüşlerini zamanımıza kadar ulaştırmıştır. Ebu Hanife'nin yaşadığı devirde yazdırma usulü yaygın olduğu için hocalar genellikle kendileri yazmaz, talebelerine yazdırırlardı. Bu yüzden kendine isnad edilen eserlerin sayısı fazla değildir. Bu eserlerin başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz.
1. el-Fıkhu'l-Ekber
2. el-Fıkhu'l-Ebsat
3. Osman el-Betti'ye Risale
4. Osman el-Betti'ye diğer bir risale
5. el-Vasıyye
6. el-Vasıyye (oğlu Hammad'a)
7. el-Vasıyye (talebesi Yusuf ibnu Halid es-Semiti'ye)
8. el-Vasıyye (talebesi kadı Ebu Yusuf'a)
9. Müsnedu Ebi Hanife (Ebu Yusuf'un rivayetiyle)
hz.muhammed
30.11.2005 - 22:40Zamanında bazı imansızlarda Efendimize dil uzattı, küçük gördü ama hepside ibretlik sonlara düçar oldular.
GÜNEŞ BALÇIKLA SIVANMAZ!
İNANIN YAZILAN O SÖZDE VE SAHTE UYDURMA HADİSLERE ÇOK GÜLÜYORUM, ONA İNANIPTA MİLLETE YAZANLARA İSE ACIYORUM....
ALLAHU TEALA ISLAH ETSİN.
Şemdinli
30.11.2005 - 22:33Kime karşı mücadele ediyorsunuz Allah aşkına ya. Türk ve Kürt Halkı 100 yıllardır kardeştir. BAZI MOSKOVALILAR HALA bölücülük sevdasına devam etsin bakalım.
Türk ve Kürt kardeştir, ayrım yapanlar KALLEŞTİR.
yahudilik
29.11.2005 - 23:40Lanetliler kavmi...
hz.muhammed
29.11.2005 - 00:23Yaratanın sevgilisi....
hz.muhammed
29.11.2005 - 00:21Sevgili, Sultanımız....
abdülkadir geylani
29.11.2005 - 00:17Batmayan Güneş....Kıyamete kadarda batmayacak...
abdurrahman önül
29.11.2005 - 00:12Güzel sesli bir insan.Allah azze ve celle razı olsun
seyyid adülbaki hz.
29.11.2005 - 00:06Adını yanlış yazmışlar :-) Adını taşımaktan onur duyuyorum ne mutlu Gavs-ı Sani Hz.lerini sevenlere.
islam
29.11.2005 - 00:02Edep, haya ve GÜZEL AHLAKTIR.
kadiri
29.11.2005 - 00:00Can kurbandır Geylani'ye(r.a)
hz Hamza
28.11.2005 - 23:58Uhudun sevgilisi....
hz.ebubekir
28.11.2005 - 23:57'Peygamberlerden sonra Ebubekir gibi büyük bir insanın üzerine güneş doğmamış ve batmamıştır'
Hadis-i Şerif
hz.ebubekir
28.11.2005 - 23:57'Peygamberlerden sonra Ebubekir gibi büyük bir insanın üzerine güneş doğmamış ve batmamıştır'
Hadis-i Şerif
Halid Bin Velid(r.a)
28.11.2005 - 23:55Büyük dahi, mücahit, Resulüllahın sevdiği mübarek insan...
imam-ı şafii
28.11.2005 - 23:54İslam alimlerinin hepsine can kurban hepside YER YÜZÜNÜN YILDIZLARIDIR.
imam-ı gazali
28.11.2005 - 23:53Tanımadan bilmeden İmamı Gazali hakkında görüşte bulunmayalım arkadaşlar. Omron sen inanıyormusun onun böyle birşey diyeceğine
El İnsaf Ya vallahi El insaf bu ne insafsılıktır islam alimlerine ya...
imam-ı gazali
28.11.2005 - 23:50Felsefe ile uğraşmak kafirliktir diyen sadece Hz.Gazali değildir. Bir çok islam alimide Felsefenin insanı dinsizliğe ve Allahı tanımamazlığa götüreceğini beyan etmişlerdir. Vede bencede haklıdırlar. Günümüzdeki durum malum.
cahillik başa bela...
ahmed bin hanbel
28.11.2005 - 23:46Dört büyük Mezhep İmamından biridir. İmamlarında Sultanu Ebu Hanefi Hz.leridir. Nasıl ki Dört Halifenin en büyüğü Hz. Ebubekir, Dört melekten en büyüğü Cebrail (a.s) 'dır.
Hz.Pir Evladı Resul Seyyid Sultan Abdülkadir Geylani (r.a) ile ruhaniyet aleminde istişare ederek ondan yeryüzünde Hanbeli Mezhebinin yayılması için bir nevi destek isteyen büyük mezhep imamıdır.
Hz.Pir Evladı Resul Seyyid Sultan Abdülkadir Geylani (r.a) aslında hanefi mezhebinde olmasına rağmen Ahmed Bin Hanbeli (r.a) bu isteği nedeniyle ömrünün son demlerinde Hanbeli Mezhebini yaşamıştır. Bu mezhep hala dünya üzerinde yaygın olarak duruyorsa bunu önce Allahu Tealaya sonrada Sultaül Evliyanın hizmetine borçludur.
Allahu teala hepsinin feyzini nasip etsin.
Ne mutlu Allah dostlarını sevenlere ve saygı gösterenlere...! ! ! !
sulhi dönmezer
28.11.2005 - 23:37HOCALARIN HOCASI, Ordinaryus. Dünyadaki 7 Ceza Hukuku Ordinaryusundan biriydi.
Allah azze ve celle rahmet etsin.
hz.muhammed
26.11.2005 - 22:45Insanligi hakka ve hakikata sevkedip dünya ve ahiret saadetlerini saglamak üzere Allah Teâlâ tarafindan gönderilen peygamberlerin sonuncusu ve alemlerin rahmeti olan Peygamber Efendimiz, genellikle kabul edildigine göre 2I Nisan (12 Rabiulevvel) 571 Pazartesi günü Mekke'de dogdu. Islâm tarihi kaynaklari, Hz. Peygamber'in nesebi ta Hz. Adem'e kadar siralanan Secere tablolari ile belirlemislerdir. Bu kaynaklarda Hz. Peygamber'in yirminci göbekten atasi olan Adnan'a kadar ittifak edilmis, ancak Adnan'dan sonra verilen isimlerde bazi farkliliklar ortaya çikmistir. Ama O'nun Hz. Ibrahim'in oglu Hz. Ismail soyundan oldugunda süphe yoktur. Buna göre Adnan'a kadar Rasûlullah'in seceresi söylece siralanir: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib b. Hâsim b. Abdümenâf b. Kusayy b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy b. Gâlib b. Fihr b. Mâlik b. En-Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. Ilyas b. Mudar b. Nizâr b. Me'add b. Adnan.
Hz. Peygamber'in dogumundan iki ay kadar önce babasi Abdullah, ticarî bir seferden dönüsünde Yesrib (Medine) 'de vefat etmisti. Annesi Amine, Kureys Kabilesinin kollarindan Benû Zühre'nin reisi Vehb b. Abdümenaf'in kiz idi. O siralarda Mekke esrafi, çocuklarini çölde bir süt anneye vererek emzirme âdetine sahip olduklari için Hz. Peygamber, kendi annesi Amine tarafindan ancak bir kaç kez emzirilmis, süt anneye verilinceye kadar da amcasi Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe, O'na süt annelik yapmisti. Daha sonra Mekke'ye komsu çöllerde yasayan Hevâzin kabilesinin kollarindan Benû Sa'd'a mensup Halîme bint Ebî Züeyb, uzun süre Hz. Peygamber'e süt emzirmistir. Mekke esrafi tarafindan Mekke'nin agir ve sicak havasi çocuklarin gelisimine ve sagliklarina zararli görülüyor; ayrica hac münasebetiyle her kesimden insanla temas halinde bulunan Mekke'de arap dili, yabanci tesirler altinda kalabildiginden, fesahat ve belâgata önem veren Mekkeliler çocuklarinin dili ögrendikleri ilk yillarinin Arapçanin saf ve bozulmamis sekliyle ve olanca fesahat ve belâgatiyla ari duru konusuldugu badiyelerde geçmesini gerekli görüyorlardi. Bu bakimdan Araplar arasinda fasih Arapçalari ile ün yapmis Benû Sa'd kabilesi arasinda yaklasik ilk iki buçuk yilini geçiren Hz. Peygamber, ileride üstlenecegi ilâhî risâlet görevi için hem bedenen, hem de ruhen burada hazirlanmis oluyordu. Hz. Peygamber'in kirk yasindan itibâren yürüttügü Islâm'a davet vazifesi, kabul etmek gerekir ki, aslinda mesakkatli, yorucu, bir takim sikintilari olan mukaddes bir vazifedir. Iste bu yorucu ve mesakkatli görevi lâyikiyla yerine getirebilmek için saglam ve sihhatli bir bünyeye sahip olmak gerekiyordu. Hz. Peygamber, böylelikle çocuklugunun ilk yillarinda Mekke'nin bogucu sicak ve sitmali havasindan uzaklasmis, suyu ve havasi güzel bâdiyede saglikli bir sekilde gelisme imkânini bulmus oluyordu. Diger taraftan güzel konusmanin kitleler üzerindeki etkisi malumdur. Ileride muhtelif insan kitlelerine muhâtap olacak bir peygamberin süphesiz iyi bir dil bilgisine sahip olmasi ve dili, davasinin ugrunda en iyi sekilde kullanmasi gerekiyordu. Iste bu yönlerden Hz. Peygamber henüz çocuklugundan itibâren davet faâliyeti için hazirlaniyordu. Yalniz kendisi henüz o siralarda ileride peygamber olacagi konusunda hiç bir bilgiye sahip olmadigindan, bu hazirlanma O'nun bizzat iradesi ile ve bilerek olmayip, Cenâb-i Hakk'in yönlendirmesi, kontrol ve murâkabe altinda tutmasi seklinde cereyan ediyordu. Peygamber Efendimizin süt annesi Halime'nin yaninda iken vukû bulan 'Gögsünün yarilmasi' (Serhu's-Sadr veya Sakku's-Sadr) olayini da yine davete hazirlik olarak degerlendirmek gerekir. Bu olayda Hz. Peygamber'in gögsü, görevli iki melek tarafindan yarilmis, kalbi çikarilarak Seytanin ve nefsin tasallut ve saptirmasindan arindirilmis ve Zemzem'le yikanarak tekrar yerine konulmustur. Böylece Hz. Peygamber, rûhen davete hazirlanmis oluyordu.
Serhu's-sadr olayindan sonra süt anne halime tarafindan Mekke'ye getirilerek öz annesi Amine ve dedesi Abdülmuttalib'e teslim edilen Hz. Muhammed, alti yasina kadar annesi Amine'nin yaninda kaldi. Bu siralarda Amine, Hz. Peygamber'i de yanina alarak Medine'deki akrabalarini ziyarete gitmisti. Bu vesile ile, alti yil kadar önce Medine'de ölen esinin kabrini de ziyaret etmis olacakti. Bir ay süren bir misafirlikten sonra Mekke'ye dönerken henüz Medine'den pek fazla uzaklasmadan Ebvâ denilen köyde Âmine aniden rahatsizlandi ve vefat etti; oraya da defnedildi. Artik hem yetim, hem de öksüz kalan çocugu bu yolculukta kendilerine refakat eden dadi Ümmü Eymen Mekke'ye getirip dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti. Yasli dede, kalben büyük bir muhabbet besledigi bu yavruyu sevgi ve rahmetle iki yil bagrina basti. Abdülmuttalib'in temsil ettigi Hâsimogullarinin Mekke'deki itibâri ile Abdülmuttalib'in sahsî özellik, kabiliyet ve ahlâki faziletleri ve özellikle bir zamanlar yeri kaybolan kutsal Zemzem suyunu olgunluk devrelerinden tekrar bulup çikarmis olmasi, onun Mekke'de kendisine son derece saygi duyulan, sözüne itibâr ve itâat edilen bir reis hâline gelmesini saglamisti. Abdülmuttalib, Kâbe duvarina bitisik olarak sirf kendisine mahsus serilen minderde ve Mekke idare meclisi hüviyetini tasiyan Dâru'n-Nedve'de Mekke halkinin çesitli problemlerini dinler ve çözüm yollari arardi. Dedesi Abdülmuttalib'in yanindan hiç ayrilmayan küçük Muhammed, Dâru'n-Nedve'de yapilan idareye ve çesitli problemlere ait müzâkerelerde de dedesinin yaninda bulunuyor ve daha o yaslarindan itibaren zulmün hâkim oldugu Mekke toplumunda ortaya çikan problemleri, insanlarin dinî, idârî, iktisadî, ilmî, ictimâî yönlerden nasil bir batakligin içinde bulunduklarini yakindan görüp idrâk ediyordu.
Hz. Peygamber sekiz yasina geldigi zaman Abdülmuttalib seksen iki yasina erismisti ve yasli bünye, ugradigi hastaliklara tahammül edemeyerek bu dünyadan ayrildi. Abdülmuttalib vefatindan önce sevgili torununu ogullari arasinda, Hz. Muhammed'in babasi Abdullah'la ana-baba bir kardes olan Ebû Talib'e teslim etmisti. Artik Hz. Muhammed sekiz yasindan yirmibes yasina kadar amcasi Ebu Talib'in yaninda kalmistir.
Gelecekte peygamber olacagi hakkinda ne kendisinin ne de çevresinin kesin bir bilgisi olmadigindan, tâbiîdir ki Hz. Peygamber'in bu devrelerdeki hayati hakkinda fazla bilgimiz yoktur. Ancak sadece Hz. Peygamber'i degil, ayni zamanda diger Mekkelileri de ilgilendiren bazi olaylarda Hz. Peygamber'in aldigi yer ve oynadigi rol, kaynaklarimizda tespit edilmistir. Bu devreye ait mevcut bilgiler arasinda süphesiz önemli olanlarindan birisi, Hz. Peygamber'in Râhib Bahîrâ ile karsilasmasi meselesidir. Hz. Peygamber on iki yaslarinda iken amcasi Ebû Tâlib ile birlikte Sam'a dogru yol alan ticarî bir kervana katilmis ve kafile Sam yakinlarinda Busrâ adli bir mevkide mola verdigi zaman buradaki manastirda bulunan Bahirâ adli râhib, Islâm kaynaklarina göre Hz. Peygamber'deki özelliklere bakarak O'nun ileride çikmasi beklenilen son peygamber olabilecegi kanâatine varmisti. Müstesrikler bu olayi kendi yanli bakis açilari ile ele alarak Islâm'in dogusunda Hristiyan rûhiyâtinin etkileri oldugunu, Râhib Bahîrâ'nin dinî telkinlerinin tesirinde kalan Hz. Muhammed'in bu dinî suuru gelistirerek ileride Islâm'i ortaya attigini iddia ederlerse de, Islâmiyet'in temelini olusturan tevhid akidesi ile Hristiyanligin temeli olan teslis * inancinin aslâ bagdasamaz bir karakterde olusu, Islâm'in Hristiyanlik'da mevcut teslis düsüncesini sirk olarak kabul etmesi, bu iddiânin ne derece asilsiz ve gülünç oldugunun en açik delillerindendir (genis bilgi için bkz. Bahîrâ maddesi) .
Hz. Peygamber, bu ilk seferin ardindan daha sonraki yillarda diger amcalari ile birlikte Mekke. disina yapilan bazi ticari seferlere katilmis, muhtelif bölgelerde yasayan insanlarin farklilik arzeden dinleri, örf ve âdetleri, hal ve vaziyetleri hakkinda bilgi sahibi olmustur. Peygamber Efendimizin daha sonralari Islâm'i teblig ederken bu bilgilerinden istifade etmesi tabiî olduguna göre cereyan eden bu olaylari da O'nun peygamberlige ilmen hazirlanmasi olarak degerlendirmek gerekir.
Cenâb-i Hakk'in kontrol ve murâkabesi, müstakbel peygamberi rûhen de davete hazirliyor ve cahiliye döneminin her türlü sirk ve sapikligindan, kötülük ve ahlâksizligindan uzak tutuyordu. Mekkelilerin dinî bir âyini ve bayrami olan Büvâne'ye çocukluk yillarinda amca ve halalarinin zorlamalari ile götürülen Hz. Muhammed, âdet üzere diger akrabalarinin yaptigi sekilde burada hazir bulundurulan bir puta tapmak içiri siraya girdiginde, henüz kendisine sira gelmeden ilâhi bir ikaz ile puta tapmaktan alikonulmus ve olayin hasyeti içerisinde Hz. Peygamber kisa bir bayginlik geçirmisti. Bu olaydan sonra artik akrabalari O'na putlara tapmak için her hangi bir israrda bulunmadilar. Tabîidir ki Peygamber Efendimiz çocukluk yillarindan itibâren hayati boyunca aslâ hiç bir puta tapmadigi gibi, onlar adina kurban kesmemis, putlar adina kesilen hayvanlarin etini yememis, onlar adina yemin etmemis, hatta onlarin adini dahi agzina almaktan hoslanmadigini belirtmisti.
Geçim sikintisi çeken amcasi Ebû Tâlib'e yardimci olmak için gençlik yillarinda Mekkelilere ücretle çobanlik yapan Hz. Muhammed, çobanligi sirasinda Mekke'nin dagdagali, debdebeli, sirkin hâkim oldugu havasindan uzaklasarak tabiatla karsi karsiya gelmis, bu anlarda muhakeme ve idrâk gücü geliserek herseyin yaraticisi olan Cenab-i Allah'in varligi ve birligini, O'na esler kosmanin sapiklik oldugunu iyice kavramis, karsilastigi bir takim sikinti ve mesakkatler O'nu rûhen olgunlastirmisti. Çobanlik yaptigi günlerden birisinde sürüsünü bir çoban arkadasina emanet ederek Mekke'de tertiplenen gece eglencelerini seyretmek için kirdan sehire inen Hz. Peygamber, eglence yerine gelip oturur oturmaz Cenâb-i Hakk'in kendisine verdigi bir uyku ile, içkilerin içildigi, oyunlarin oynandigi, ahlâksizliklarin yapildigi bu isret âlemini seyretmekten dahi alikonulmustu. Bir baska sefer yine böyle bir eglenceyi seyretme arzusu ayni sekilde engellenmis; artik bir daha da Hz. Peygamber böyle bir seye tesebbüs etmemis, istek de duymamisti.
Hz. Peygamber yirmi yaslarinda iken Mekkeliler ile Hevâzin kabilesi arasinda Ficâr Harbi vukû buldu. Aslinda savasabilecek bir yasta ve güçte olmasina ragmen Hz. Peygamber bu harpte sadece savas alaninin gerisine düsen oklari toplayip amcalarina vermekle yetinmisti. Böylece genellikle cephe gerisinde bulunmasina ragmen bu olayin O'nda harp taktik ve teknikleri, sevk ve komuta gibi konularda tecrübeler olusturdugu bir gerçektir. Peygamberliginden sonra dahi hatirladigi zaman bir üye olarak katilmaktan seref ve iftihar duydugunu açikça belirttigi Hilfü'l-Fudûl ise hemen bu savastan sonra gerçeklesmisti. Bu vesile ile Hz. Peygamber, cemiyet meselelerini yakînen tanimis, câhiliye toplumunda güçlünün güçsüzü nasil ezdigini, güç ve kuvvet karsisinda zâlimlerin nasil eriyip titredigini örnekleriyle görmüstü.
Yirmibes yasinda bizzat kendisinin idare ettigi bir ticaret kervani Hz. Muhammed'i Hz. Hatice ile karsilastirdi ve aralarinda gerçeklesen evlilik, Hz. Muhammed'in amcasi Ebû Tâlib'in yanindan ayrilip yeni bir aile yuvasi kurmasini sagladi. Hz. Peygamber'in bu evlilik dolayisiyla Hz. Hatice'den alti çocugu olmustu. Bunlardan dördü kiz olup Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Külsüm ve Fâtima adlarini almislardi. Bunlarin dördü de babalarinin peygamberligine erismisler ve O'na iman ederek hicret etmislerdir. Ogullari ise Kasim ve Abdullah adini tasiyordu. Hz. Peygamber'in ilk oglunun adi Kasim oldugu için kendisine Ebû'l-Kâsim künyesi verilmisti. Bazi kaynaklar bunlardan baska Hz. Peygamber'in Tayyib ve Tâhir adinda iki oglu daha oldugunu zikrederken, diger bazi kaynaklar bu son iki ismin Abdullah'in lâkabi oldugunu belirtmislerdir. Hicretten sonra dogan oglu Ibrahim ise Misirli câriye Mâriye'dendir. Hz. Peygamber'in bütün erkek çocuklari henüz küçük yaslarda vefat etmislerdi.
Hz. Hatice ile evliliginden sonra Peygamber Efendimiz ailenin geçimini ticaret yoluyla saglamaya çalismis, bazan ortaklik yoluyla, bazan müstakil olarak ticaret yapmisti Hz. Muhammed, bu ticarî muamelelerindeki dürüstlügü, dogru sözlülügü, ahde vefasi, âdil ve âlicenâb davranislari, herkes hakkinda iyimser davranip elinden gelen iyilik ve yardimi yapmasi, yoksulun, muhtacin elinden tutmasi, yakinlarina ve akrabalarina karsi gösterdigi ilgi, ahlâkî olgunluk ve rûhî üstünlükleri ile derhal temâyüz etmis, çevrede herkesin güvenip itibar ettigi, sayip sevdigi bir kisi hâline gelmisti. Bu sebeple Mekkeliler kendisine 'el-Emîn = güvenilir kisi' lâkabini vermislerdi.
Hz. Peygamber'in otuz bes yasinda iken meydana gelen Kâbe tâmiri olayi ve bu olay sirasinda el-Haceru'l-Esved'in* yerine konmasi meselesinde Mekke sülâleleri arasinda çikan ve kanli bir çatismaya dönüsme temâyülü gösteren anlasmazligi herkesi memnun edecek bir tarzda ve âdil bir sekilde çözmesi, O'na duyulan güveni daha da artirmisti.
Allah'in mukaddes evi Kâbe'nin tâmiri dolayisiyla herkeste oldugu gibi Hz. Muhammed'de de dinî duygu ve heyecanlar süphesiz harekete geçmistir. Bu sebeple O'nda bu yillardan itibâren Rabbi ile basbasa kalma arzusu görülür. Bir de buna toplum içinde islenen haksizliklar, zulümler, ahlâksizliklar, din adina icrâ edilen sapiklik ve akilsizliklar eklenecek olursa, Hz. Muhammed'in böylesi câhilî bir toplumdan kendisini uzak tutarak yalniz, sessiz, sakin bir magarada bir süre uzlete çekilmesinin sebebi daha iyi anlasilir. Artik otuz bes yasindan itibâren Hz. Peygamber, belli zamanlarda özellikle Ramazan ayi boyunca Mekke'den uzaklasiyor, uzlet yeri olarak kendisine seçtigi Hira dagindaki bir magarada günlerini geçirerek Cenâb-i Hakk'in varligini, birligini, kudret ve azametini, O'nun gücü karsisinda mahlûkatin aczini ve zayifligini düsünüyor; Rab Teâlâ'nin insanlara sonsuz nimetlerini, buna karsi insanoglunun nankörlügünü, onlarin dinî, siyasî, ictimâi, ahlâkî vs. yönlerden içerisine düstükleri kötü durumlari hatirliyordu. Iste bu uzlet,günleri Hz. Peygamber'i rûhi, ahlâkî bir olgunluga götürdügü gibi tefekkür ve istidlâl melekelerini gelistirerek aklî ve ilmî bir yücelige de eristirdi.
Toplam 52 mesaj bulundu