efendim, Kate Millet eklenmemiş buraya yazalım o hâlde diye belirterek geçelim....
Minessota ve Oxford üniversitelerini en yüksek derecelerde bitirmiş, cinselliğin tüm politikasının gen kodunu çıkarmış, erkeğin üstünlüğünün bin yıllardır uydurulmuş ataerkil düzenin dinle, siyasetle, edebiyatla sanatla binbir türlü hileyle ve cebirle uydurduğu bir efsane olarak yorumlayan feminizm ötesi ad… Henry Miller’in Norman Mailer’in ve benzeri erkek penisi tapıcısı yazarların foyasını paragraf paragraf ortaya döken gözlüklü esmer sayılabilecek insanın “ iyi de cinsellik ve seks hakkında bu kadar şeyi bilen bir kadının yatak deneyimi nasıl olur” sorusunu sordurup beyin fırtınası yaratan kadın-ötesi yazar… yine bu kadına göre bu penis düşkünü yazar çizer tayfası yarattıkları kadın ve erkek karakterler aracılığıyla dünyayı koca bir vajen ve penis olarak sunma eğilimindedirler… ABD’nin 1960’larda yarattığı kabadayı Sam amca’nın ne kadar kof olduğunu gözler önüne sermiştir… Her neyse, Kate’nin bir de Japon sevgilisi varmış... düzene karşı olduğu için bu Japon mimarla sadece aynı evde yaşamış ve eşit şartlarda birliktelikleri olmuşsa da son çare olarak ABD medeni yasasısın baskısıyla da olsa evlenmiş ve düzene yenik düşmüştür… çok ironik olsa gerek bu evlilik… Zamane İngiliz ve ABD’ li erkek yazarların nerdeyse kâbusu hâline gelmiş, bana, “ acaba bu kadın seks yapmayı biliyor mu? ” sorusunu sordurtan kadın...
* efendim, yazıda kullanmak zorunda olduğum bazı terimler ve de eleştiri tarzım için affola; yazar, bu meseleleri eleştiri konusu yapmış, benim suçum yok…
artık, şu libidonuza bir kıvam veriniz der beste...
bir ara ilgili terime gider, evirip çevirip bir türlü ölçüsünü tutturamadığınız libidonuzun, neden ölçülü olması gerektiğini açıklarız efendim; ilim ilen, bilim ilen, uzmanlık ilen....
Kalsaydın yokluğunla yok olmazdı bu şehir..
Kaçmakla mutluluklar bulunmuyor bunu bil..
Yaprak kıpırdamıyor, yüreğim öyle susmuş..
Sana,bana,sevgimize;
Olanlar olmuş,olanlar olmuş...
...
….. Fernanda yaşayan bir ölüydü. Bin kilometre kadar uzaktaki bir kentte doğup büyümüştü. Karanlık gecelerde ıssız sokakların kaldırım taşlarında, artık tarihe karışmış genel valilerin araba seslerinin hala duyulduğu kasvetli bir kentti burası. Akşamın altısı oldu mu, tam otuz iki kuleden ölüm çanları çalınırdı. Musalla taşını andıran tahta döşemeli malikanede, hiç güneş yüzü görülmezdi. Bahçedeki servi ağaçları, yatak odalarının soluk, ağır perdeleri, bahçenin yediverenlere sarılı kemerleri havayı büsbütün boğardı. Fernanda, genç kızlık çağına gelinceye dek, komşu evlerde, birinin öğle uykusu uyumamak direnciyle yıllar yılı sürdürdüğü piyano derslerinin melankolik uğultusu dışında, dünyadan habersiz büyümüştü. Fernanda, panjurların ardından sızan ışıkta teni yeşil sarı görünen hasta annesinin odasında oturur, metodik, tekdüze, duygusuz tuşların sesini dinler ve kendisi cenaze çelenkleri örerek solup giderken, o müziğin dünya demek olduğunu düşünürdü. Akşam ateşiyle yanıp ter döken annesi, ona geçmişin ne bulunmaz güzellikte olduğunu anlatırdı. Fernanda daha ufacıkken, ay aydınlığı bir gece, beyazlar giyinmiş çok güzel bir kadının bahçedeki küçük kiliseye doğru yürüdüğünü görmüştü…
Gözlerinin önünden hiç gitmeyen o görüntünün Fernanda'yı tedirgin eden yanı, kadının tıpkı kendi eşi olmasıydı. Sanki genç kızlık halini, yirmi yıl önceden görmüş gibiydi…
Efendim, türk halkı olarak gereğinden fazla tuz tüketiyoruz… neticede de fazla tuz tüketiminin bir çok hastalık için risk faktörü olduğundan da bihaberiz…
Efendim, iyot eksikliği olan bir ülkede yaşadığımızdan dolayı özellikle otuzlu yaşlardan sonra iyot oranı yüksek ve sodyum oranı düşürülmüş tuzlar (diyet) kullanılması tavsiye edilir… sodyum oranı düşürülmüş tuzların su tutma özelliği azaltılmış demektir ve hipertansiyon hastalarının yanı sıra herkesin bu tür tuzları kullanmayı öğrenmesi gerekmektedir… zirâ, toplumca gereğinden fazla tuz tüketiyoruz… tuz, direk olarak suyu damar içinde tutarak tansiyon yükselmesine ve damar dışına sıvı kaçışına sebep olur ve ödem dediğimiz şişkinlikler oluşur…. Ayrıca, sodyuma karşı duyarlılık gösteren kişilerde fazla tuz tüketimi kan basıncını yükselterek hipertansiyonun yanı sıra böbrek, kalp ve ayrıca felç gibi hastalıklara zemin hazırlar… tuz tüketimi sınırlandırılsın der beste…
Efendim, gene bir hatırlatma yapalım… son zamanlarda, özellikle kilo vermek isteyenlerin veya hipertansiyondan kaçınmak isteyenlerin sodyum alımını azaltmak amaçlı piyasada tuz yerine geçen maddeleri kullanmayı tercih etmektedirler… herkes için sağlıklı ve uygun bir seçim değildir bu tür maddeler… özellikle böbrek hastaları için…. Çünkü, tuz yerine geçen bu tür maddelerin muhteviyatında sodyum yerine potasyum bulunmaktadır…
Efendim, tuz kimi durumlarda zehir, kimi durumlarda panzehirdir… bu nedenle yerinde ve gereğince tuz tüketimi gerekmektedir… velhâsılı, rahatsızlıklarınız göz önünde bulundurularak, hangi miktarda tuz tüketmeniz gerektiğini doktorunuza danışarak öğrenmenizi salık veririm…
tüketim alışkanlıklarının esir aldığı, tüketme dışında başkasının üretimini mirasyedi misâli tüketen; mevcûdiyetlerinin hiçbir anlamı olmayan, irâdelerinin üzerine yatarak münzevileşmeyi tercih eden; hiçbir duruşu, tavrı, projesi olmayanlar…
Uyuyan bir kızın insanı böylesine perişan edebileceği aklımın ucundan bile geçmezdi…
…. Kendi yarattığım ve bana korku veren bu sürekli sarhoşluğa kendimi nasıl kaptırdığımı ben de bilmiyorum… başıboş dolaşan bulutların arasında uçuyor, kim olduğumu öğrenmek gibi boş bir hayalle aynanın karşısında kendi kendime konuşuyordum… saçmalıklarım o dereceye varmıştı ki, taşlarla, şişelerle girişilen bir öğrenci gösterisinde, içinde bulunduğum gerçeği ortaya koyacak şekilde ‘ Aşkımdan çıldırıyorum ‘ yazılı bir pankartla en öne geçmemek için kendimi zor tutmuştum…
….
… İnsanın aşkından ölmesinin dilde dilde hoş görülebilir şiirsel bir abartı olduğunu düşünmüşümdür hep… o akşam, bir kez daha kedisiz ve onsuz olarak eve döndüğümde, yalnızca insanın ölmesinin mümkün olduğunu değil, benim de böyle yaşlı ve kimsesiz bir halde aşkımdan ölmekte olduğumu anladım… ama aynı zamanda bunun tam tersi bir gerçeğin de geçerli olduğunun farkına varmıştım: yaşadığım kâbusun verdiği zevki dünyada hiçbir şeye değişmezdim… Leopardi’nin şarkılarını çevirmeye çalışırken on beş yıldan fazla zamanımı vermiştim ve ancak o akşam yürekten hissediyordum onları: Heyhat, bu aşksa, nasılda acı çektiriyor…
….
…. O günden sonra hayatı yıllarla değil, onyıllarla ölçmeye başlamıştım… ellili yıllarım belirleyici olmuştu, çünkü neredeyse herkesin benden genç olduğunun bilincine varmıştım… altmışlı yıllarım, yanılmak için artık vaktimin kalmadığı kuşkusuyla en yoğun geçenler oldu… yetmişliler, belki de son yıllarım olabileceği düşüncesiyle korkutucuydu… her şeye rağmen, doksanıncı yaşamın ilk sabahı Delgadina’nın mutlu yatağında uyandığımda, hayatın Herakleitos’un dalgalı ırmağı gibi akıp giden bir şey olmadığı, ızgaranın üzerinde öbür yana dönüp bir doksan yıl daha kızarmaya devam etmek için tek bir fırsat olduğu gibi hoş bir düşünce geçmişti aklımdan….
Gabriel García Márquez / Benim Hüzünlü Orospularım
.... İçte yaşanan bir muhalefetin bir oyunudur bu… kalbe karşı bu muhalefetin akıldan veya gururdan geldiği sanılır… bence bu, kalbin kendi kendisine karşı müdafaasıdır… sevgilide kaybolmamak için nefret sebepleri arar, bulamazsa yaratır… işte böyle, kendi kendini aldattığını anlayınca da utanır ve ona daha çok bağlanır… kendini affetmeyen kalbin kendine verdiği ceza…
‘aşıklara haber vermek isterim… Kalbin bütün meseleleri kalpte halledilir… çünkü bir hissin hakkından ancak başka bir his gelir… ümitsiz bir aşkın panzehiri nefrettir… fikirler ancak bu mukavemet hislerini yaratan tahrik ve telkin unsurlarıdır’…
kitap sayfalarını üst köşesinden kıvırmak, sayfaları ortadan ikiye katlamak, beğenilen, dikkat çeken cümlelerin altını renkli kalemler ile çizmek, sayfa kenarlarına not düşmek, hoyratça kullanıp hırpalamak, yırtmak, lekelemek ve hâttâ öfkeli bir ânda elimizdeki kitabı fırlatıp atmak gibi faşizan davranışlar hiç de tasvip edilmez…
kitap sayfası kıvırmak ise tamamen bir takıntı hâlidir… alternatif çözümler geliştirip ve önemlisi bu yöntemler denenmeye başlandığında bu takıntılardan sıyrılmak mümkün… değer verdiğimiz ve hâttâ sahip olduğumuz tüm eşyalara karşı itinâ göstermek lazım gelir… zirâ, bizimdir ve değerlidir… aracımızın ya da mobilyalarımızın bir yeri çizildiğinde nasıl iç geçiriyorsak, kitaplarımızı da kıymetini vererek okumak gerektiği önerilir…
efendim, sanıyor musunuz ki beste bunları yapıyor…. İtiraf ediyorum ki, bunların hiçbirini yapmıyorum :) sayfa köşelerini kıvırıyorum, dikkatimi çeken cümlelerin altını kurşun kalem ile yorum, kitabı bir fincan çay eşliğinde okuyorsam kimi zaman sayfanın orta yerine damlatıyorum, bazı paragraf başlarını renkli kalemle çizdiğim yıldızla taçlandırıyorum, o esnâda gelen bir telefon görüşmesi ile ilk sayfa kapağına (kimi zaman son) notlar alıyorum; anlayacağınız gayet keyifle ve özgürce okuyorum… kimine göre bu davranışlar kitaba saygısızlık olarak değerlendirilse de; ben, aksine kitaba verdiğim önem ve saygının böylesi özgür davranışlar sergileyerek de verilebileceği kanaatindeyim, kime ne…
eski kitap satın almayı çok severim meselâ… eski kitapları bulabilmek ya da okumadığım bir kitabı almak için sahaflara gitmeyi tercih ediyorum… sahaftan aldığım kitapları okurken aldığım haz çok daha başkadır… altı çizilmiş, kenarları işaretlenmiş cümleleri okurken benden evvel okuyan kişi hakkında psikolojik gözlemler yapabilmeyi tecrübe ettiriyor diyebilirim… ya da adını yazanlara rastlıyorsunuz; kimi zaman ise şekilsiz, alelâde yazılmış rakamlardan acele ile yazılmış olduğunu anladığınız telefon numaraları… sonra, merak ediyorsunuz okuduğunuz kitabın sizden evvelki sahibini… altı çizilmiş cümlelerden, sayfa kenarına alınmış notlardan, kitapla ilgisi olmayan ve genelde kitap kapağına gelişigüzel yazılmış yazılardan anlayabildiğiniz kadarı ile kitabın eski sahibinin az çok düşünce dünyasını anlayabiliyor, hayâli canlandırmalar yapabiliyorsunuz; bir ân, yaşanmışlıkların izleri ile dolu olan o sayfalar kitabın ilk sahibinin ruhunun derinliklerinin sahnelendiği beyaz bir perde oluveriyor gözlerinizin önünde… eski bir kitap ve sanki, yeni bir keşif; eski bir kitap, varlığından habersiz ve fakat düşsel ve psikolojik varlığı ile tanıştığınız yeni bir arkadaş…
İtiraf etmeliyim ki, yenilerine kıyasla sahaftan aldığım eski kitapların değeri ve okurken aldığım zevk kat be kat daha fazladır gözümde…
efendim, kişilik gelişimi ömür boyu devam etmesine rağmen en hızlı gelişmeler; bebeklik, çocukluk ve ergenlik çağında görülür ki bu, bireyde kalıcı izler bırakır; her ne kadar eğitim olumsuz etkilenmeleri terbiye etmeyi denese de çoğu zaman çevresel faktörler daha baskın olur ve kişide inanılmaz bir iç çatışma yaratır… bu iç çatışma da kişiyi yaşadığı toplumla uyumsuz hâle getirir ya da doğru anlaşıldığı takdirde kendisini ifâde eden, saygı gören biri hâline getirir…
bebeklik, çocukluk ve ergenlikte hâlledilemeyen sorunların ileri yaşlardaki etkilerine de kişilik çatışması diyoruz…
şimdi, bazı tiplerde görülen savunma mekanizmaları vardır… savunma mekanizmaları her koşulda elbette zararlı değildir… ama kişi alışkanlık düzeyinde bunlara başvuruyorsa, artık vaka hâline gelmiş kompleks dediğimiz aşağılık duygusu gelişir ki, bu kendini farklı biçimlerde yansıtır… meselâ, tüm dikkatlerin kendi üzerinde olduğunu hisseden, tüm gözlerin kendisini izlediğini sanan bir tür davranış bozukluğunun yol açtığı bir karmaşa vardır… yâni, ‘ben-merkezcilik’ dediğimiz olay…
efendim, tüm bu malûmatlardan da netice itibâri ile anlayacağımız gibi; aşağılık duygusu, psikolojik rahatsızlık hâli idir, kişiye göre değişen nedenlere dayanan bu kompleksli duygu bilinç, bilinçaltı, bilinçüstü dediğimiz bilincin bütününden bilinçli ya da kimi zaman bilinçsizce meydana çıkıveren dürtülerin tetiklenmesi ile gün yüzüne çıkıvermektedir… geçmişlerinin bir evresinde fikri devinimlerini oluşturamayan beceri, bilgi, üretkenlik ve kazanım girişimleri menfi yönde sonuç bulan kişilerin yaşamları boyunca, ne hazindir ki, muhtelif ortamlarda kendilerini yetersiz, değersiz, ezilmiş, verimsiz hissettikleri durumlarda bezginliklerini gizleyememelerinden dolayı ortaya çıkan bir ezilmişlik hâlet-i ruhiyesi idir…
efendim, hâl böyleyken, samimî ve dahi oldukça yerinde tespitlerimi ezilmişlik ve güvensizlik duygusunun etkisi ile istihfâfla karşılayanlarda işkenceye dönüşmesi hasebi ilen ruhsal çöküntüleri sonucu dayanılmaz ıstıraplarını anlıyor, elbette ki bu pek yerinde olan şaşmaz, yanılmaz tespitlerim isabet tâyin oluyor ki, tâ benliğinizden sarsıldığınızı, kökünüzün, topunuzun ağır bir sarsılma geçirmiş olduğunuzu görüyor, üzülüyor ve dahi bu, hâl-i pür melâlinize acıyor, ammavelâkin tüm iyi dilek ve dualarımla izliyorum…
biz, bu duruma psikolojide paranoid reaksiyonun diyoruz, şifâ ilen…
bu yazı, ellerini ovuşturarak beni takip eden hayranlarıma şifâ niyeti ilen ithâf olunmuştur…
sanırım, aşağıdaki arkadaş farklı bir konuya işaret etmek istemiş…. uluslararası adalet divanı’nın sırbistan'ın bosna'da yaptığı katliam (soykırım) ile aldığı karara işaret etmiş bu terimi ekleyerek… bu kararla beraber ortada bir fiil vardı ama faili ilân edilmemişti… hafızalarda da dünya adaletine sürülen bir leke olarak kalmıştı….
lahey adalet divanı’nın bu kararı ile kıyas yapılması açısından yanlış olur belki, sonuçta bir yargılama gerçekleştirilmiştir… fakat sessiz kalınan hocalı katliamı vardır bir de ama buna mukabil bir çok avrupa ülkesinin ermeni soykırımı ile alâkalı olarak, kendi parlamentolarında ellerinde delil olmadan aldıkları kararlar…
…… Yazgı hep güçlülerden ve zorbalardan yanadır… tek bir kişiye yıllar boyu kul köle olur… Sezar, büyük İskender ve napolleon’lara olduğu gibi; çünkü o, kendisine benzemeyen, kendisi gibi ele avuca sığmaz insanları sever… bazen yazgının kendisini tuhaf bir biçimde önemsiz birine bıraktığı da olur ve -bu, dünya tarihinin en şaşılacak ânıdır- ipler, yalnızca birkaç dakika için onun eline geçer… fakat böylesi insanlar, kendilerini yiğitliklerle dolu bir büyük oyunun içine sokan bir sorumluluk seli içinde mutlu olmaktan çok korku duyarlar ve bu yazgı oyununun üzerlerine yüklediği yükü, elleri titreyerek bırakırlar… böylesi bir yazgı oyununun sağladığı olanaklardan yararlanarak kendini yüceltmek isteyenlere de rastlanır… çünkü yücelik, böylesine önemsiz kişilere yalnızca tek bir saniye kendisini bırakır, bunu elinden kaçıranı ise asla bağışlamaz ve ikinci bir kez ona bu olanağı tanımaz…
Stefan ZWEIG – İnsanlığın yıldızının parladığı anlar
kate
29.05.2009 - 00:38'Kate Millet'
efendim, Kate Millet eklenmemiş buraya yazalım o hâlde diye belirterek geçelim....
Minessota ve Oxford üniversitelerini en yüksek derecelerde bitirmiş, cinselliğin tüm politikasının gen kodunu çıkarmış, erkeğin üstünlüğünün bin yıllardır uydurulmuş ataerkil düzenin dinle, siyasetle, edebiyatla sanatla binbir türlü hileyle ve cebirle uydurduğu bir efsane olarak yorumlayan feminizm ötesi ad… Henry Miller’in Norman Mailer’in ve benzeri erkek penisi tapıcısı yazarların foyasını paragraf paragraf ortaya döken gözlüklü esmer sayılabilecek insanın “ iyi de cinsellik ve seks hakkında bu kadar şeyi bilen bir kadının yatak deneyimi nasıl olur” sorusunu sordurup beyin fırtınası yaratan kadın-ötesi yazar… yine bu kadına göre bu penis düşkünü yazar çizer tayfası yarattıkları kadın ve erkek karakterler aracılığıyla dünyayı koca bir vajen ve penis olarak sunma eğilimindedirler… ABD’nin 1960’larda yarattığı kabadayı Sam amca’nın ne kadar kof olduğunu gözler önüne sermiştir… Her neyse, Kate’nin bir de Japon sevgilisi varmış... düzene karşı olduğu için bu Japon mimarla sadece aynı evde yaşamış ve eşit şartlarda birliktelikleri olmuşsa da son çare olarak ABD medeni yasasısın baskısıyla da olsa evlenmiş ve düzene yenik düşmüştür… çok ironik olsa gerek bu evlilik… Zamane İngiliz ve ABD’ li erkek yazarların nerdeyse kâbusu hâline gelmiş, bana, “ acaba bu kadın seks yapmayı biliyor mu? ” sorusunu sordurtan kadın...
* efendim, yazıda kullanmak zorunda olduğum bazı terimler ve de eleştiri tarzım için affola; yazar, bu meseleleri eleştiri konusu yapmış, benim suçum yok…
;)
sex on the beach
29.05.2009 - 00:17hay allah ya hû...
artık, şu libidonuza bir kıvam veriniz der beste...
bir ara ilgili terime gider, evirip çevirip bir türlü ölçüsünü tutturamadığınız libidonuzun, neden ölçülü olması gerektiğini açıklarız efendim; ilim ilen, bilim ilen, uzmanlık ilen....
farkında olmamak
29.05.2009 - 00:14Kalp kırdığının…
nasılsın
29.05.2009 - 00:12'Ağlarım, ağlatmam hissederim söyleyemem
Dili yok kalbimin ondan ne kadar bîzârım'
M. Akif
nusret orhan
29.05.2009 - 00:06sevgili nusret orhan bey amca, merhaba :)
sanırım yasağım kalkmış; nasılsınız efendim, özleniyorsunuz...
şikâyetlerim için bir ara tekrar uğrayacağım ;)
saygı ilen...
ilhan irem
29.05.2009 - 00:03...
Kalsaydın yokluğunla yok olmazdı bu şehir..
Kaçmakla mutluluklar bulunmuyor bunu bil..
Yaprak kıpırdamıyor, yüreğim öyle susmuş..
Sana,bana,sevgimize;
Olanlar olmuş,olanlar olmuş...
...
alıntı kitap cümleleri
25.05.2009 - 23:39….. Fernanda yaşayan bir ölüydü. Bin kilometre kadar uzaktaki bir kentte doğup büyümüştü. Karanlık gecelerde ıssız sokakların kaldırım taşlarında, artık tarihe karışmış genel valilerin araba seslerinin hala duyulduğu kasvetli bir kentti burası. Akşamın altısı oldu mu, tam otuz iki kuleden ölüm çanları çalınırdı. Musalla taşını andıran tahta döşemeli malikanede, hiç güneş yüzü görülmezdi. Bahçedeki servi ağaçları, yatak odalarının soluk, ağır perdeleri, bahçenin yediverenlere sarılı kemerleri havayı büsbütün boğardı. Fernanda, genç kızlık çağına gelinceye dek, komşu evlerde, birinin öğle uykusu uyumamak direnciyle yıllar yılı sürdürdüğü piyano derslerinin melankolik uğultusu dışında, dünyadan habersiz büyümüştü. Fernanda, panjurların ardından sızan ışıkta teni yeşil sarı görünen hasta annesinin odasında oturur, metodik, tekdüze, duygusuz tuşların sesini dinler ve kendisi cenaze çelenkleri örerek solup giderken, o müziğin dünya demek olduğunu düşünürdü. Akşam ateşiyle yanıp ter döken annesi, ona geçmişin ne bulunmaz güzellikte olduğunu anlatırdı. Fernanda daha ufacıkken, ay aydınlığı bir gece, beyazlar giyinmiş çok güzel bir kadının bahçedeki küçük kiliseye doğru yürüdüğünü görmüştü…
Gözlerinin önünden hiç gitmeyen o görüntünün Fernanda'yı tedirgin eden yanı, kadının tıpkı kendi eşi olmasıydı. Sanki genç kızlık halini, yirmi yıl önceden görmüş gibiydi…
Gabriel García Márquez / Yüzyıllık Yalnızlık
sen kendini ne sanıyorsun
25.05.2009 - 23:29sen benim kim olduğumu biliyor musun? ...
ee böyle bir soruya aynı paralellikte bundan başka verecek cevap bulamadım....
şu an ne dinliyorum
25.05.2009 - 23:20Bu başlık sorunlu görünüyor gözüme…
Biri, ‘ şu an ne dinliyorsun? ’ başlığı ekleyebilir meselâ…
Tavsiye bizden…
galatasaray
25.05.2009 - 23:10daha da buraya gelmem...
tuz
25.05.2009 - 01:17Efendim, türk halkı olarak gereğinden fazla tuz tüketiyoruz… neticede de fazla tuz tüketiminin bir çok hastalık için risk faktörü olduğundan da bihaberiz…
Efendim, iyot eksikliği olan bir ülkede yaşadığımızdan dolayı özellikle otuzlu yaşlardan sonra iyot oranı yüksek ve sodyum oranı düşürülmüş tuzlar (diyet) kullanılması tavsiye edilir… sodyum oranı düşürülmüş tuzların su tutma özelliği azaltılmış demektir ve hipertansiyon hastalarının yanı sıra herkesin bu tür tuzları kullanmayı öğrenmesi gerekmektedir… zirâ, toplumca gereğinden fazla tuz tüketiyoruz… tuz, direk olarak suyu damar içinde tutarak tansiyon yükselmesine ve damar dışına sıvı kaçışına sebep olur ve ödem dediğimiz şişkinlikler oluşur…. Ayrıca, sodyuma karşı duyarlılık gösteren kişilerde fazla tuz tüketimi kan basıncını yükselterek hipertansiyonun yanı sıra böbrek, kalp ve ayrıca felç gibi hastalıklara zemin hazırlar… tuz tüketimi sınırlandırılsın der beste…
Efendim, gene bir hatırlatma yapalım… son zamanlarda, özellikle kilo vermek isteyenlerin veya hipertansiyondan kaçınmak isteyenlerin sodyum alımını azaltmak amaçlı piyasada tuz yerine geçen maddeleri kullanmayı tercih etmektedirler… herkes için sağlıklı ve uygun bir seçim değildir bu tür maddeler… özellikle böbrek hastaları için…. Çünkü, tuz yerine geçen bu tür maddelerin muhteviyatında sodyum yerine potasyum bulunmaktadır…
Efendim, tuz kimi durumlarda zehir, kimi durumlarda panzehirdir… bu nedenle yerinde ve gereğince tuz tüketimi gerekmektedir… velhâsılı, rahatsızlıklarınız göz önünde bulundurularak, hangi miktarda tuz tüketmeniz gerektiğini doktorunuza danışarak öğrenmenizi salık veririm…
şu an ne dinliyorum
25.05.2009 - 01:13Bjork - All is Full of Love
muhteşem bir şarkı...
muhteşem bir yorum...
ve …
olağanüstü bir klip…
lümpen
25.05.2009 - 01:11tüketim alışkanlıklarının esir aldığı, tüketme dışında başkasının üretimini mirasyedi misâli tüketen; mevcûdiyetlerinin hiçbir anlamı olmayan, irâdelerinin üzerine yatarak münzevileşmeyi tercih eden; hiçbir duruşu, tavrı, projesi olmayanlar…
mahru
25.05.2009 - 01:10ay yüzlü..
ya da: mâhruyân...
özlü sözler
21.05.2009 - 22:55'fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası!
Bir vicdanın, bilemem, kaçtır hava parası? '...
Necip Fazıl
alıntı kitap cümleleri
21.05.2009 - 22:50Uyuyan bir kızın insanı böylesine perişan edebileceği aklımın ucundan bile geçmezdi…
…. Kendi yarattığım ve bana korku veren bu sürekli sarhoşluğa kendimi nasıl kaptırdığımı ben de bilmiyorum… başıboş dolaşan bulutların arasında uçuyor, kim olduğumu öğrenmek gibi boş bir hayalle aynanın karşısında kendi kendime konuşuyordum… saçmalıklarım o dereceye varmıştı ki, taşlarla, şişelerle girişilen bir öğrenci gösterisinde, içinde bulunduğum gerçeği ortaya koyacak şekilde ‘ Aşkımdan çıldırıyorum ‘ yazılı bir pankartla en öne geçmemek için kendimi zor tutmuştum…
….
… İnsanın aşkından ölmesinin dilde dilde hoş görülebilir şiirsel bir abartı olduğunu düşünmüşümdür hep… o akşam, bir kez daha kedisiz ve onsuz olarak eve döndüğümde, yalnızca insanın ölmesinin mümkün olduğunu değil, benim de böyle yaşlı ve kimsesiz bir halde aşkımdan ölmekte olduğumu anladım… ama aynı zamanda bunun tam tersi bir gerçeğin de geçerli olduğunun farkına varmıştım: yaşadığım kâbusun verdiği zevki dünyada hiçbir şeye değişmezdim… Leopardi’nin şarkılarını çevirmeye çalışırken on beş yıldan fazla zamanımı vermiştim ve ancak o akşam yürekten hissediyordum onları: Heyhat, bu aşksa, nasılda acı çektiriyor…
….
…. O günden sonra hayatı yıllarla değil, onyıllarla ölçmeye başlamıştım… ellili yıllarım belirleyici olmuştu, çünkü neredeyse herkesin benden genç olduğunun bilincine varmıştım… altmışlı yıllarım, yanılmak için artık vaktimin kalmadığı kuşkusuyla en yoğun geçenler oldu… yetmişliler, belki de son yıllarım olabileceği düşüncesiyle korkutucuydu… her şeye rağmen, doksanıncı yaşamın ilk sabahı Delgadina’nın mutlu yatağında uyandığımda, hayatın Herakleitos’un dalgalı ırmağı gibi akıp giden bir şey olmadığı, ızgaranın üzerinde öbür yana dönüp bir doksan yıl daha kızarmaya devam etmek için tek bir fırsat olduğu gibi hoş bir düşünce geçmişti aklımdan….
Gabriel García Márquez / Benim Hüzünlü Orospularım
alıntı kitap cümleleri
21.05.2009 - 22:49.... İçte yaşanan bir muhalefetin bir oyunudur bu… kalbe karşı bu muhalefetin akıldan veya gururdan geldiği sanılır… bence bu, kalbin kendi kendisine karşı müdafaasıdır… sevgilide kaybolmamak için nefret sebepleri arar, bulamazsa yaratır… işte böyle, kendi kendini aldattığını anlayınca da utanır ve ona daha çok bağlanır… kendini affetmeyen kalbin kendine verdiği ceza…
‘aşıklara haber vermek isterim… Kalbin bütün meseleleri kalpte halledilir… çünkü bir hissin hakkından ancak başka bir his gelir… ümitsiz bir aşkın panzehiri nefrettir… fikirler ancak bu mukavemet hislerini yaratan tahrik ve telkin unsurlarıdır’…
Peyami Safa / Yalnızız romanından…
ayraç kullanmak yerine kitabın köşesini kıvırmak
21.05.2009 - 22:46kitap sayfalarını üst köşesinden kıvırmak, sayfaları ortadan ikiye katlamak, beğenilen, dikkat çeken cümlelerin altını renkli kalemler ile çizmek, sayfa kenarlarına not düşmek, hoyratça kullanıp hırpalamak, yırtmak, lekelemek ve hâttâ öfkeli bir ânda elimizdeki kitabı fırlatıp atmak gibi faşizan davranışlar hiç de tasvip edilmez…
kitap sayfası kıvırmak ise tamamen bir takıntı hâlidir… alternatif çözümler geliştirip ve önemlisi bu yöntemler denenmeye başlandığında bu takıntılardan sıyrılmak mümkün… değer verdiğimiz ve hâttâ sahip olduğumuz tüm eşyalara karşı itinâ göstermek lazım gelir… zirâ, bizimdir ve değerlidir… aracımızın ya da mobilyalarımızın bir yeri çizildiğinde nasıl iç geçiriyorsak, kitaplarımızı da kıymetini vererek okumak gerektiği önerilir…
efendim, sanıyor musunuz ki beste bunları yapıyor…. İtiraf ediyorum ki, bunların hiçbirini yapmıyorum :) sayfa köşelerini kıvırıyorum, dikkatimi çeken cümlelerin altını kurşun kalem ile yorum, kitabı bir fincan çay eşliğinde okuyorsam kimi zaman sayfanın orta yerine damlatıyorum, bazı paragraf başlarını renkli kalemle çizdiğim yıldızla taçlandırıyorum, o esnâda gelen bir telefon görüşmesi ile ilk sayfa kapağına (kimi zaman son) notlar alıyorum; anlayacağınız gayet keyifle ve özgürce okuyorum… kimine göre bu davranışlar kitaba saygısızlık olarak değerlendirilse de; ben, aksine kitaba verdiğim önem ve saygının böylesi özgür davranışlar sergileyerek de verilebileceği kanaatindeyim, kime ne…
eski kitap satın almayı çok severim meselâ… eski kitapları bulabilmek ya da okumadığım bir kitabı almak için sahaflara gitmeyi tercih ediyorum… sahaftan aldığım kitapları okurken aldığım haz çok daha başkadır… altı çizilmiş, kenarları işaretlenmiş cümleleri okurken benden evvel okuyan kişi hakkında psikolojik gözlemler yapabilmeyi tecrübe ettiriyor diyebilirim… ya da adını yazanlara rastlıyorsunuz; kimi zaman ise şekilsiz, alelâde yazılmış rakamlardan acele ile yazılmış olduğunu anladığınız telefon numaraları… sonra, merak ediyorsunuz okuduğunuz kitabın sizden evvelki sahibini… altı çizilmiş cümlelerden, sayfa kenarına alınmış notlardan, kitapla ilgisi olmayan ve genelde kitap kapağına gelişigüzel yazılmış yazılardan anlayabildiğiniz kadarı ile kitabın eski sahibinin az çok düşünce dünyasını anlayabiliyor, hayâli canlandırmalar yapabiliyorsunuz; bir ân, yaşanmışlıkların izleri ile dolu olan o sayfalar kitabın ilk sahibinin ruhunun derinliklerinin sahnelendiği beyaz bir perde oluveriyor gözlerinizin önünde… eski bir kitap ve sanki, yeni bir keşif; eski bir kitap, varlığından habersiz ve fakat düşsel ve psikolojik varlığı ile tanıştığınız yeni bir arkadaş…
İtiraf etmeliyim ki, yenilerine kıyasla sahaftan aldığım eski kitapların değeri ve okurken aldığım zevk kat be kat daha fazladır gözümde…
Umut Akyürek
21.05.2009 - 22:44Perişan gençliğim üzgün bakıyor.
Kalbimi bir korku sarmış yakıyor.
Şimdi gözlerimden seller akıyor.
Hayat ne çabuk harcadın beni...
* link veremiyoruz efendim, umut akyürek'ten dinlenilesi bir eser...
Aşağılık duygusu
21.05.2009 - 22:39efendim, kişilik gelişimi ömür boyu devam etmesine rağmen en hızlı gelişmeler; bebeklik, çocukluk ve ergenlik çağında görülür ki bu, bireyde kalıcı izler bırakır; her ne kadar eğitim olumsuz etkilenmeleri terbiye etmeyi denese de çoğu zaman çevresel faktörler daha baskın olur ve kişide inanılmaz bir iç çatışma yaratır… bu iç çatışma da kişiyi yaşadığı toplumla uyumsuz hâle getirir ya da doğru anlaşıldığı takdirde kendisini ifâde eden, saygı gören biri hâline getirir…
bebeklik, çocukluk ve ergenlikte hâlledilemeyen sorunların ileri yaşlardaki etkilerine de kişilik çatışması diyoruz…
şimdi, bazı tiplerde görülen savunma mekanizmaları vardır… savunma mekanizmaları her koşulda elbette zararlı değildir… ama kişi alışkanlık düzeyinde bunlara başvuruyorsa, artık vaka hâline gelmiş kompleks dediğimiz aşağılık duygusu gelişir ki, bu kendini farklı biçimlerde yansıtır… meselâ, tüm dikkatlerin kendi üzerinde olduğunu hisseden, tüm gözlerin kendisini izlediğini sanan bir tür davranış bozukluğunun yol açtığı bir karmaşa vardır… yâni, ‘ben-merkezcilik’ dediğimiz olay…
efendim, tüm bu malûmatlardan da netice itibâri ile anlayacağımız gibi; aşağılık duygusu, psikolojik rahatsızlık hâli idir, kişiye göre değişen nedenlere dayanan bu kompleksli duygu bilinç, bilinçaltı, bilinçüstü dediğimiz bilincin bütününden bilinçli ya da kimi zaman bilinçsizce meydana çıkıveren dürtülerin tetiklenmesi ile gün yüzüne çıkıvermektedir… geçmişlerinin bir evresinde fikri devinimlerini oluşturamayan beceri, bilgi, üretkenlik ve kazanım girişimleri menfi yönde sonuç bulan kişilerin yaşamları boyunca, ne hazindir ki, muhtelif ortamlarda kendilerini yetersiz, değersiz, ezilmiş, verimsiz hissettikleri durumlarda bezginliklerini gizleyememelerinden dolayı ortaya çıkan bir ezilmişlik hâlet-i ruhiyesi idir…
efendim, hâl böyleyken, samimî ve dahi oldukça yerinde tespitlerimi ezilmişlik ve güvensizlik duygusunun etkisi ile istihfâfla karşılayanlarda işkenceye dönüşmesi hasebi ilen ruhsal çöküntüleri sonucu dayanılmaz ıstıraplarını anlıyor, elbette ki bu pek yerinde olan şaşmaz, yanılmaz tespitlerim isabet tâyin oluyor ki, tâ benliğinizden sarsıldığınızı, kökünüzün, topunuzun ağır bir sarsılma geçirmiş olduğunuzu görüyor, üzülüyor ve dahi bu, hâl-i pür melâlinize acıyor, ammavelâkin tüm iyi dilek ve dualarımla izliyorum…
biz, bu duruma psikolojide paranoid reaksiyonun diyoruz, şifâ ilen…
bu yazı, ellerini ovuşturarak beni takip eden hayranlarıma şifâ niyeti ilen ithâf olunmuştur…
smileyyy smileyyy, smileyyy leyyyy….
üç şey
20.05.2009 - 01:47ahh..!
min'el aşk..
min'el garaib...
min'el hüzün....
mesafe
20.05.2009 - 01:41gözlerde olanından korkar, şahsımız...
failsiz fiil
20.05.2009 - 01:36fiiliyat varsa elbette müsebbibi de vardır…
sanırım, aşağıdaki arkadaş farklı bir konuya işaret etmek istemiş…. uluslararası adalet divanı’nın sırbistan'ın bosna'da yaptığı katliam (soykırım) ile aldığı karara işaret etmiş bu terimi ekleyerek… bu kararla beraber ortada bir fiil vardı ama faili ilân edilmemişti… hafızalarda da dünya adaletine sürülen bir leke olarak kalmıştı….
lahey adalet divanı’nın bu kararı ile kıyas yapılması açısından yanlış olur belki, sonuçta bir yargılama gerçekleştirilmiştir… fakat sessiz kalınan hocalı katliamı vardır bir de ama buna mukabil bir çok avrupa ülkesinin ermeni soykırımı ile alâkalı olarak, kendi parlamentolarında ellerinde delil olmadan aldıkları kararlar…
alıntı kitap cümleleri
20.05.2009 - 01:07…… Yazgı hep güçlülerden ve zorbalardan yanadır… tek bir kişiye yıllar boyu kul köle olur… Sezar, büyük İskender ve napolleon’lara olduğu gibi; çünkü o, kendisine benzemeyen, kendisi gibi ele avuca sığmaz insanları sever… bazen yazgının kendisini tuhaf bir biçimde önemsiz birine bıraktığı da olur ve -bu, dünya tarihinin en şaşılacak ânıdır- ipler, yalnızca birkaç dakika için onun eline geçer… fakat böylesi insanlar, kendilerini yiğitliklerle dolu bir büyük oyunun içine sokan bir sorumluluk seli içinde mutlu olmaktan çok korku duyarlar ve bu yazgı oyununun üzerlerine yüklediği yükü, elleri titreyerek bırakırlar… böylesi bir yazgı oyununun sağladığı olanaklardan yararlanarak kendini yüceltmek isteyenlere de rastlanır… çünkü yücelik, böylesine önemsiz kişilere yalnızca tek bir saniye kendisini bırakır, bunu elinden kaçıranı ise asla bağışlamaz ve ikinci bir kez ona bu olanağı tanımaz…
Stefan ZWEIG – İnsanlığın yıldızının parladığı anlar
Toplam 667 mesaj bulundu