“Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed,
Aylar bize hep Muharrem oldu!
Akşam ne güneşli geceydi;
Eyvah o da leyl-i mâtem oldu!
Allah için ey Nebî-yi Mâsum,
İslâm’ı bırakma böyle bîkes,
Bizleri bırakma böyle mazlum”. (Mehmet Akif)
Bir zamanlar içimizde Sen vardın, varlığın sayesinde her şey büyülü ve her şey çok güzeldi. Belki bazen bir kısım kopuklukların yaşandığı ve davranışların sevimsizleştiği, tavırların kabalaştığı, ses ve solukların hırıltıya dönüştüğü de olurdu; ama, hemen arkasından Senin dünyandan gelen ışık ve esintilerle bütün bu olumsuzluklar silinir gider, düşünce ve his ufkunda sadece Sen ve Senin o rengârenk atmosferin tüllenmeye başlardı. Ufukların kararması, ruhları hafakanların sarması, Senin bütün gönüllerde doğuvermene bir çağrı gibiydi: Ne zaman bunalıma düşsek, gölgen tıpkı bir dolunay gibi gönlümüzün tepelerinde beliriverir ve bütün kasvetleri siler-süpürür, götürürdü. Ne vakit biraz sıkışsak veya kendimize takılsak, içinde bulunduğumuz o muzlim hâl, ışığına bir çağrıymış gibi, birdenbire dört bir yanda Senin o hususî dünyanın sıcaklığı, yatıştırıcılığı duyulmaya başlar ve sonsuzdan gelen nurlar sarardı her yanımızı.. esen rüzgârlar Senin kokunu sürünür gezer, ikliminin varidâtı şelaleler gibi başımızdan aşağı boşalır ve biz ötelerden gelen nurlarla banyo yapmışçasına serinlerdik.
Yakın geçmişte Senden kopup ayrılanların çoğu zayi olup gitti. Gidenler kendilerine yazıklar etti. Hepimizin belli ölçüde bir kopukluk yaşadığı muhakkaktı; ne var ki, Senden uzaklaşmalar farklı farklıydı ve kaybetmeler de o çerçevede cereyan ediyordu. Şimdilerde geç de olsa, böyle bir ayrılıktan pişmanlık duyduğumuzu ifade ediyor ve Senin anne kucaklarından daha sıcak bağrına dönmek istiyoruz. Yüzümüz yok, hicap içindeyiz; Hak katındaki nazının geçerliliğine de ümitlerimiz tam. Keşke ne seviyede olursa olsun Senden hiç kopmasaydık; kopmasaydık da, Senden, Senin dünyandan akıp gelen ışıklardan ve ruhlarımıza boşalan mânâlardan hiç mahrum kalmasaydık.. ve Seni o inandırıcı çehrenle içlerimizde hep taptaze ve dipdiri duyabilseydik..! Heyhat! Farkına vararak veya varmayarak bir kere koptuk Senden.. uzaklaştık kendimizden. Değişik kurtuluş yolları, yöntemleri peşinde koşup durduğumuz şu anda keşke bir de yitirdiğimiz şeyleri düşünebilseydik.! Ne gezer; bir kere daha Hârût ve Mârût’un oyununa gelmiş ve bir kere daha Mefisto’ya yenik düşmüştük. Oysaki bizim, Senin gölgenin üzerimizde olduğu ve şeytanlara meydan okuduğumuz günlerimiz, haftalarımız, aylarımız, yıllarımız vardı. Çevre hazanla inlerken günler de geceler de bizde hep bahardı. Yıllarımızı, aylarımızı, günlerimizi çaldılar ve bizi birer zamanzede hâline getirdiler. Şimdilerde oturmuş “Karanlığın son serhaddi, fecrin en sadık emâresidir.” diyor ve bu zifiri karanlıkların yırtılacağı eşref saatleri bekliyoruz.
Dün Sen içimizdeydin ve günlerimiz gündü; o aydınlık günler tamamen yok olmasa da, bugün büyük ölçüde renk attı ve soldu. Hüznümüz Yakup’un hüznüne denk, ümitlerimiz de onunki kadar; hepimiz, çok yakın bir gelecekte yeniden ufkumuzda tulû edeceğin o aydınlık günlerin hülyalarıyla yaşıyor, bize vadedilen avdetinin heyecanıyla sabahlıyor ve akşamlıyoruz. Vilâdetin her sene bize bunları çağrıştırıyor, biz de kâse kâse ümitten iksirler içmiş gibi oluyor ve Seni bu çağın insanlarına bahşeden Rahmeti Sonsuz’a nasıl şükredeceğimizi bilemiyoruz...
Ehadiyet; birlik, teklik manâsına gelen 'ehad' kelimesinden türetilmiştir. 'Bir' demek olan, ferd ve vâhid manâlarını da ihtiva eden ehad, mâadâyı nefyetmede emsali kelimelerden daha mübalâğalı ve ikincisi olmayan bir rakamdır. Bu itibarla da vâhid kelimesinin isbatta kullanılmasına karşılık ehad lafzı hep nefiyde kullanılagelmiştir. Ehad, hiçbir şeyin ona, onun da hiçbir şeye nisbeti söz konusu olmayan bir kelimedir ve Zât-ı Ehad u Samed'in has sıfatıdır. Ehadiyet âlemi ise böyle bir sıfatın tecelli ve inkişaf ufkudur. Vâhidiyet sıfâtta iştiraki nefyetmesine mukabil, ehadiyet tam tenzihe bakması itibarıyla Zât-ı Mutlaka ve Sırfe'ye -esmâ ve sıfât manâları meknî- nazırdır. Hulâsa ehadiyet, bütün kesretlerin kendisinde fena bulup gittiği, bütün lâhutî hakaikin onda meknuz bulunduğu, umum varlığı kamilen tutan, ezeliyet ve ebediyeti birden ifade eden bir hakikat-i mukaddesenin unvanıdır.
Evet, ehadiyet âlemi, vâhidiyet dairesi önünde hakaik-i ulûhiyet ve esrar-ı sübhaniyenin sırlı bir ifadesi gibidir. O hakaik-i ulûhiyete dair söylenebilecek sırları söyler; söyler de okuyabilen herkes onda esrar-ı 'Bismillahirrahmanirrahim' ve 'Kul hüve'llâhu Ehad''ı okuyabilir. Yani Allah, ilâhiyatında vâhid olduğu gibi rububiyetinde de birdir. Keza O, sıfât-ı sübhaniyesinde tek ve yektâ bulunduğu gibi esmâ-i ilâhiyesinde de Ferd u Samed'dir.. evet Allah, zâtında vâhid, vücudunda vâhid, rahmaniyetinde vâhid, rahimiyetinde vâhid, rezzakiyetinde vâhid, hallâkiyetinde vâhid... bir Vâhid u Ehad'dir.
Daire-i ulûhiyet, bütün esmâ ve sıfât-ı sübhaniyeyi cami -İsm-i Zât'ın umum esmâ-i hüsnayı bit-tazammun ve bil-iltizam iktiza etmesi bunu göstermektedir- âlemler üstü bir âlemdir ve tecelli sahası itibarıyla da rahamûttan melekûta ve ondan da bit-tafsil zâhir-bâtın hemen her âlemin menba-i feyezanıdır. Ehadiyet, bir âlem-i münkeşife ve müteayyine, vâhidiyet de ikinci bir âlem-i tafsil ve taayyüniyedir. Bu açıdan ulûhiyette cami ve şamil celâl edâlı bir cemal, ehadiyette mütesavi bir tecelli-i celâl ve cemal, vâhidiyette ise cemal inkişaflı bir celâlden söz edilebilir. Bu hususta ehadiyete ait hususiyetleri vâhidiyette, vâhidiyete ait hususiyetleri de ehadiyette görüp konuyu öyle yorumlayanlar da vardır. Böyle bir yaklaşım 'Bismillahirrahmanirrahim'deki zât, sıfat ve ismin ifade ettikleri manâya da uygun düşmektedir.
Çelebizâde Abdülaziz Efendinin, İbrahim Hakkı Hazretlerinin: 'Hüdâ Rabbim nebim hakka, Muhammed'dir Rasûlullah' şeklindeki manzum akidesi türünden 'Gülşen-i Niyaz'daki mevzûn ifadeleri hem akide kitaplarındaki geleneğe hem de asfiyâ telâkkisine uygun olması itibarıyla, bu faslı o manzum sözlerle noktalamak istiyoruz:
O bir beyan sultanıydı; söz cevheri gerçek değerini O'nda bulmuştu. Eline ne hokka ne de kalem almamış, hiçbir kitapla tanışmamış, kimsenin tedris rahlesi önünde oturmamış, kimseye üstad deme mecburiyetinde kalmamış ve üstad-ı küll olduğuna asla toz kondurmamıştı. Bu, ilâhî emirlerin yorumunda zihnî müktesebat ve yabancı malumatın konuyu bulandırmaması, ayrı bir renk ve kalıba ifrağ etmemesi adına, Allah'ın evvelen ve bizzat kendi emirlerini, saniyen ve bilaraz O'nun fıtrî melekelerini haricî tesirat ve mülâhazalardan sıyaneti demekti.. ve işte O bu mânâda ümmîydi –O ümmîye canlarımız feda olsun- ama dünya ve ukbâ işleriyle alâkalı hemen her alanda üstad-ı küll olarak öyle sözler söylemiş, öyle hükümler vaz'etmiş ve yerinde öyle kararlar almıştı ki, en mütebahhir âlimlerden en seçkin dâhilere, en mütefelsif dimağlardan en münevver ruhlara kadar hemen herkes o sözler, o hükümler, o kararlar karşısında hayret ve dehşet yaşıyordu. Tarih şahit, hiç kimse, O'nun beyan gücüne karşı bir şey söyleyememiş, hiçbir hükmünü sorgulayamamış, hiçbir icraatını da tenkide cesaret edememiştir.
O, bütün muhtevası pırıl pırıl öyle bir bilgi havzı ve hazinesiydi ki, ne geçmiş zamanın küllenmiş hâdiselerinden verdiği haberlerinde ne de tarih öncesi farklı milletlerin din, mezhep, kültür, an'ane ve örfleriyle alâkalı ihbarlarında hiçbir itirazla karşılaşmamıştı; karşılaşmazdı da; zira O, Allah'ın elçisiydi ve O'nun bilgi havzına akan o yanıltmayan malumat da hep O'ndan geliyordu. O, ifadelerinde söz kesen bir beyan sultanı, mantığında bir muhakeme abidesi ve düşüncelerinde de misyonunun enginliğine denk bir okyanustu. İfadeleri o kadar kıvrak, beyanı o denli vâzıh, üslûbu öylesine zengin ve rengin idi ki, bazen bir-iki cümle ile muhataplarına dünya kadar hakikatleri birden arz eder, bazen mücelletlere sığmayacak kadar geniş konuları bir solukluk söze sıkıştırır, bazen de tevil ve tefsir üstadlarına yorumlamak üzere ne söz cevherleri ne söz cevherleri emanet ederdi. 'Bana cevâmiu'l-kelim verilmiştir' sözleri O'nun işte bu enginliğini işaretlemektedir.
Her zaman O'na yüz cepheden yüz türlü soru yöneltilirdi. Sorulan soruların bütününe, hem de herhangi bir tereddüde düşmeden, hemen cevap verir.. konuşmalarında büyük çoğunluğun anlayabileceği bir üslup kullanır.. her türlü teşevvüşten uzak olduğu gibi teşvişe de sebebiyet vermeden, gayet vecîz ve fakat arı-duru bir ifade ile maksadını ortaya kor; âlim-cahil, zeki-gabî, az bilen-mütefennin, genç-ihtiyar, kadın-erkek herkesin istifade edeceği bir seviyede konuşur ve muhataplarının gönlünde mutlaka itminan hâsıl ederdi.
İnsanlık tarihinde iman ve aksiyonu başkaları ile mukayese edilmeyecek ölçüde atbaşı götürebilmiş birisi varsa o da Hazreti Muhammed (aleyhi ekmelü't–tehâyâ) 'dır. O, her zaman aşkın bir inançla Allah'a bağlanmış, bütün benliğiyle O'nun elçisi olduğuna inanmış, O'na tam teslim olmuş; her zaman ciddî bir sorumluluk duygusuyla hareket etmiş; ne inancında, ne dâvâsında, ne yürüdüğü yolun doğruluğunda, ne de Allah'ın muvaffak kılacağında hiç mi hiç tereddüt yaşamamıştır; yaşamamış ve hep bir güven âbidesi olarak görülüp kabul edilmiştir. Bu itibarla da, O'nu tanıma bahtiyarlığına eren hemen herkes O'na güvenmiş, O'na itimat etmiş ve O'nun arkasında bulunmayı da ilâhî bir mazhariyet saymıştır.
O'ydu varlığın mânâsını şerh ederek gerçek sahibine bağlayan; eşya ve hâdiselerin özündeki hikmet ve maslahatları ortaya çıkaran; bize burada yalnız olmadığımızı sık sık hatırlatan; görülüp gözetildiğimizi ruhlarımıza duyurarak içlerimize inşirah salan; vahşetlerimizi izale edip gönüllerimizi ünsiyetle şahlandıran ve bize, baba ocağı gibi bir yerde bulunuyor olma duygularını yudumlatan. Eğer bugün bu sımsıcak yuvada her şeyin yerli yerince dizayn edildiğini görüp hissediyorsak, eğer kalplerimiz hakikat aşkıyla çarpıyorsa, eğer varlığı tahlil ve tanıma adına bir şeyler yapıp ortaya koyabiliyorsak bu dimağlarımızda O'nun tutuşturduğu çerağdandır. Evet, insan, varlık ve topyekün kâinatlar hakkında ne biliyorsak bütün bunlar O'nun, ruhlarımıza duyurduğu icmâlin inkişâfından ibarettir.
O'na kadar gelip geçmiş bütün nebiler O'nun dediğini demiş, O'ndan sonra gelen bütün evliyâ ve asfiyâ ise -fevkalâde halleri davalarına senet- O'nu tasdik etmiş ve mazhariyetlerinin de O'ndan olduğu itirafında bulunmuşlardır.. evet O, 'Allah' deyip nazarları tevhide çevirmişse, bütün enbiyâ ve mürselînin sesi-soluğu, bütün evliyâ ve asfiyânın müşahede ve keşifleri de bunu müeyyiddir.
O, emin bir iman abidesiydi; dediklerini kılı kırk yararcasına yaşıyor, tavırlarını hep ötelere göre ayarlıyor ve hayatını Hakk'ı görüyor ve O'nun tarafından görülüyor olma derinliğiyle yaşıyordu; herkesten daha hassas davranıyor, her haliyle ciddî bir sorumluluk tavrı sergiliyor; her zaman hüsn-ü akıbet peşinde koşuyor ve gözünü bir lâhza olsun hedeften ayırmadan hep namzet olduğu noktaya doğru koşuyordu; koşuyor ve herkese Allah'la arasındaki o derin münasebetten çizgi çizgi mânâlar sunuyordu.
O, dünü, bugünü ve yarını itibarıyla insanlığı yeniden inşa etmiştir, ediyor ve edecektir. Kendi devrinde, tabiatlara sinmiş binlerce senelik çarpık anlayışları, gayriinsanî davranışları, sû-i ahlâk ve mizaç inhiraflarını bir hamlede, bir nefhada değiştirdiği gibi; tamamen şirazeden çıkmış günümüzün yığınlarına da sözünü dinleterek er-geç onları da zabturabt altına alıp mesajının gücünü göstereceğine inancımız tamdır. Siz buna, insan, kâinat ve ulûhiyet hakikatinin yeniden bir kere daha doğru okunup doğru yorumlanması ve insanoğlunun varlık içindeki yerine göre bir duruşa geçmesi ve geçeceği de diyebilirsiniz.
Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) herkesi ve her şeyi alâkadar eden bir mesajla gelmişti ve vazifesi itibarıyla gönülleri, gözleri dolduracak bir derinlik ve cazibeye sahipti. Yaratılışında olabildiğine bir mükemmeliyet, davranışlarında fevkalâde inandırıcılık ve tavırlarında da her zaman cismâniyetini aşan bir lâhûtîlik nümâyandı. Bu göz kamaştıran zâhirî çizgilerin arkasında O, bugüne kadar hiç kimseye müyesser olmamış, Kur'ân'ın 'huluk-u azîm' dediği öyle yüce bir ahlâka sahipti ki önyargısız, bir kerecik olsun O'nun atmosferine giren, bir daha da tesirinden kurtulamazdı. Bu güzellik ve fâikiyetlerinin yanında bir büyülü beyanı vardı ki, en mahir söz sarrafları dahi O konuşunca dillerini yutar, sessizlik murakabesine dalar ve O'nun ifadelerinin sihrine kapılıverirlerdi.
Allah Resûlü, mekteb-medrese görmemiş bir mürşid-i kâmildi. Maddî-manevî yapısının sağlamlığı, duygularının duruluğu, düşüncelerinin rasâneti ve meâliyâta açık vicdanının enginliğiyle, Hakk’ın mesajlarını olduğu gibi almaya, alıp orijinini koruyarak insanlığa aktarmaya müsaid ve müstaid bir fıtratta yaratılmış, özü ve ruh safveti korunmuş, beşerî tâlim ve terbiyenin, tâlim ve terbiyedeki beşerî sistemlerin tesirine karşı kapalı kalmış; sonra da vahiyle donatılarak insanlığa gönderilmiş olma manâsında, mekteb-medrese görmemiş bir mürşid-i kâmil-i mükemmeldir.
Gelmiş-geçmiş ötelere açık bütün söz erleri, tecellî arşını terennüm eden koronun birer ferdiydi... O bu bülbüller topluluğunun idârecisi oldu.. nebîler ve velîler gelip gelip bir halka-i zikir teşkil ediyorlardı. O bu kudsîler halkasının serzâkirliği vazifesiyle geldi.. geldi ve o tok sesiyle arş u ferşi velveleye verdi. O’nun sözlerle donatıp insanlığa takdim ettiği semâvî sofrasındaki her yemiş, dost bağının en mahrem noktalarından alınıp, kimseye açılmadan mahfazası içinde O’na sunulmuş eltâf-ı şâhâneden has meyvelerdi. O’ndan evvel o meyveleri ne başkaları bakıp görmüş, ne de onlara el sürülmüştü...
Hele, mahremlerden mahrem en has bahçelerin, en has güllerini, en lâtif nağmelerle terennüm eden bu Andelîb-i Zîşân’ın (sav) ilham üveyki şahlandığı vakit bütün diller susar, sîneler kulak kesilir ve ruhlar O’nun beyân zemzemesi karşısında kendilerinden geçerlerdi.
Fethullah Gülen, Türkiye'deki dini cemaat liderleri içinde en fazla ilgi uyandıran, hem spekülasyonlara hem de iltifatlara muhatap olan bir kişi. Bazı laik çevrelerde rejim için sinsi bir tehdit olarak görülürken; bazı radikal İslamcı çevrelerde, Türkiye'de İslami hareketin gelişme seyrini olumsuz etkileyen bir 'ajan' olarak görülür. Yine bazı laik çevrelerce 'ılımlı' İslami söylemiyle irtica tehlikesine karşı bir 'kutsal' baraj; bazı İslamcı kesimlerce ise hizmetleriyle İslamı yayan bir mücahittir o. Fethullah Gülen'in bu müphemliği, üzerinde karar verilemezliği, karizmasının önemli bir unsurudur.
Burada ilgi odağımızı oluşturan popülerliğinin ana unsuru ise, Türk halkının ortalamasını buluşturan geleneksel değerleri dini bir etikle bağdaştırıp, 'seçkin' bir üslupla gündelik hayata tekrar aktarmasıdır. Bu niteliğiyle Gülen, muhafazakâr-milliyetçi taşra kültürünü modernist medeniyetle buluşturan aktördür. Milliyetçilik ve muhafazakârlığın gelenekle birleştiği yerde, katı bir ahlakçılık ve ona bağlı disiplinci söylem tamamlayıcı boyutları oluştururlar. Bu bir anlamda Osmanlı'nın 'Din-ü Devlet' sentezinin sivil bir yeniden tesisidir. Gülen'de Osmanlı nostaljisinin, kendi hizmet anlayışını güdüleyici bir etmen olarak önemli bir yeri vardır. 'Daha çocuk yaşlarında, dünyaya medeniyet götürdüğümüz günlerin hicranını duyduğu'nu belirtir Gülen.
Onun duygu yüklü vaazlarından aşina olduğumuz ağlamaklı hal bu acziyet kederindendir. Gülen'in zihinlerimizde yer eden portresi, ağlayan kederli halidir. Bu ağlama, özel yaşantısı itibariyle sıradan insana özgü hiçbir meziyet taşımayan Gülen'e popüler bir boyut kazandırma işlevi görür. O, ne sıradan insanlar gibi bir aşk yaşamıştır, ne de bir ahbaplığı olmuştur. Konuşması hep bir edebi üslup taşır. Eğlence meclislerinde asla yer almayacak kadar derindir Hoca Efendi. Ama o da sıradan insanlar gibi ağlar ve gözyaşlarıyla insanları kederine ortak eder. Böylece ağlama, aynı zamanda hitap ettiği cemaati üzerindeki iktidarın bir fonksiyonudur.
O, ulaşılmaz bir 'erdem abidesi' olarak cemaatinin bilincinde oluşturduğu kendine yetersizlik hissiyle gücünü tesis eder. Gülen'in yaşantısıyla ilgili tercihleri takdim ediş biçimi, katı ahlakçılığa tüm meşruluğunu sağlar. Dünya nimetlerinden uzak duran ama dünyadan uzak durmayan bir ahlakçı yaklaşımdır onunkisi. Öğretisinde dünyayı bir hedefe doğru götürmek üzere çileci bir ahlakın izleri vardır.
Mekke'nin en yakışıklı ve zengin insanlarından biriydi. Şehid olduğunda, elbisesi bütün vücudunu kapatamadığı için ayaklarını kuru otlarla sarıp öyle defnetmişler. Uhud'da sancaktarlık yapmıştır. Allah rahmet eylesin.
hz.muhammed
17.02.2005 - 10:55“Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed,
Aylar bize hep Muharrem oldu!
Akşam ne güneşli geceydi;
Eyvah o da leyl-i mâtem oldu!
Allah için ey Nebî-yi Mâsum,
İslâm’ı bırakma böyle bîkes,
Bizleri bırakma böyle mazlum”. (Mehmet Akif)
Bir zamanlar içimizde Sen vardın, varlığın sayesinde her şey büyülü ve her şey çok güzeldi. Belki bazen bir kısım kopuklukların yaşandığı ve davranışların sevimsizleştiği, tavırların kabalaştığı, ses ve solukların hırıltıya dönüştüğü de olurdu; ama, hemen arkasından Senin dünyandan gelen ışık ve esintilerle bütün bu olumsuzluklar silinir gider, düşünce ve his ufkunda sadece Sen ve Senin o rengârenk atmosferin tüllenmeye başlardı. Ufukların kararması, ruhları hafakanların sarması, Senin bütün gönüllerde doğuvermene bir çağrı gibiydi: Ne zaman bunalıma düşsek, gölgen tıpkı bir dolunay gibi gönlümüzün tepelerinde beliriverir ve bütün kasvetleri siler-süpürür, götürürdü. Ne vakit biraz sıkışsak veya kendimize takılsak, içinde bulunduğumuz o muzlim hâl, ışığına bir çağrıymış gibi, birdenbire dört bir yanda Senin o hususî dünyanın sıcaklığı, yatıştırıcılığı duyulmaya başlar ve sonsuzdan gelen nurlar sarardı her yanımızı.. esen rüzgârlar Senin kokunu sürünür gezer, ikliminin varidâtı şelaleler gibi başımızdan aşağı boşalır ve biz ötelerden gelen nurlarla banyo yapmışçasına serinlerdik.
Yakın geçmişte Senden kopup ayrılanların çoğu zayi olup gitti. Gidenler kendilerine yazıklar etti. Hepimizin belli ölçüde bir kopukluk yaşadığı muhakkaktı; ne var ki, Senden uzaklaşmalar farklı farklıydı ve kaybetmeler de o çerçevede cereyan ediyordu. Şimdilerde geç de olsa, böyle bir ayrılıktan pişmanlık duyduğumuzu ifade ediyor ve Senin anne kucaklarından daha sıcak bağrına dönmek istiyoruz. Yüzümüz yok, hicap içindeyiz; Hak katındaki nazının geçerliliğine de ümitlerimiz tam. Keşke ne seviyede olursa olsun Senden hiç kopmasaydık; kopmasaydık da, Senden, Senin dünyandan akıp gelen ışıklardan ve ruhlarımıza boşalan mânâlardan hiç mahrum kalmasaydık.. ve Seni o inandırıcı çehrenle içlerimizde hep taptaze ve dipdiri duyabilseydik..! Heyhat! Farkına vararak veya varmayarak bir kere koptuk Senden.. uzaklaştık kendimizden. Değişik kurtuluş yolları, yöntemleri peşinde koşup durduğumuz şu anda keşke bir de yitirdiğimiz şeyleri düşünebilseydik.! Ne gezer; bir kere daha Hârût ve Mârût’un oyununa gelmiş ve bir kere daha Mefisto’ya yenik düşmüştük. Oysaki bizim, Senin gölgenin üzerimizde olduğu ve şeytanlara meydan okuduğumuz günlerimiz, haftalarımız, aylarımız, yıllarımız vardı. Çevre hazanla inlerken günler de geceler de bizde hep bahardı. Yıllarımızı, aylarımızı, günlerimizi çaldılar ve bizi birer zamanzede hâline getirdiler. Şimdilerde oturmuş “Karanlığın son serhaddi, fecrin en sadık emâresidir.” diyor ve bu zifiri karanlıkların yırtılacağı eşref saatleri bekliyoruz.
Dün Sen içimizdeydin ve günlerimiz gündü; o aydınlık günler tamamen yok olmasa da, bugün büyük ölçüde renk attı ve soldu. Hüznümüz Yakup’un hüznüne denk, ümitlerimiz de onunki kadar; hepimiz, çok yakın bir gelecekte yeniden ufkumuzda tulû edeceğin o aydınlık günlerin hülyalarıyla yaşıyor, bize vadedilen avdetinin heyecanıyla sabahlıyor ve akşamlıyoruz. Vilâdetin her sene bize bunları çağrıştırıyor, biz de kâse kâse ümitten iksirler içmiş gibi oluyor ve Seni bu çağın insanlarına bahşeden Rahmeti Sonsuz’a nasıl şükredeceğimizi bilemiyoruz...
(http://www.tr.fgulen.com)
allah (c.c)
17.02.2005 - 10:50Ehadiyet; birlik, teklik manâsına gelen 'ehad' kelimesinden türetilmiştir. 'Bir' demek olan, ferd ve vâhid manâlarını da ihtiva eden ehad, mâadâyı nefyetmede emsali kelimelerden daha mübalâğalı ve ikincisi olmayan bir rakamdır. Bu itibarla da vâhid kelimesinin isbatta kullanılmasına karşılık ehad lafzı hep nefiyde kullanılagelmiştir. Ehad, hiçbir şeyin ona, onun da hiçbir şeye nisbeti söz konusu olmayan bir kelimedir ve Zât-ı Ehad u Samed'in has sıfatıdır. Ehadiyet âlemi ise böyle bir sıfatın tecelli ve inkişaf ufkudur. Vâhidiyet sıfâtta iştiraki nefyetmesine mukabil, ehadiyet tam tenzihe bakması itibarıyla Zât-ı Mutlaka ve Sırfe'ye -esmâ ve sıfât manâları meknî- nazırdır. Hulâsa ehadiyet, bütün kesretlerin kendisinde fena bulup gittiği, bütün lâhutî hakaikin onda meknuz bulunduğu, umum varlığı kamilen tutan, ezeliyet ve ebediyeti birden ifade eden bir hakikat-i mukaddesenin unvanıdır.
Evet, ehadiyet âlemi, vâhidiyet dairesi önünde hakaik-i ulûhiyet ve esrar-ı sübhaniyenin sırlı bir ifadesi gibidir. O hakaik-i ulûhiyete dair söylenebilecek sırları söyler; söyler de okuyabilen herkes onda esrar-ı 'Bismillahirrahmanirrahim' ve 'Kul hüve'llâhu Ehad''ı okuyabilir. Yani Allah, ilâhiyatında vâhid olduğu gibi rububiyetinde de birdir. Keza O, sıfât-ı sübhaniyesinde tek ve yektâ bulunduğu gibi esmâ-i ilâhiyesinde de Ferd u Samed'dir.. evet Allah, zâtında vâhid, vücudunda vâhid, rahmaniyetinde vâhid, rahimiyetinde vâhid, rezzakiyetinde vâhid, hallâkiyetinde vâhid... bir Vâhid u Ehad'dir.
Daire-i ulûhiyet, bütün esmâ ve sıfât-ı sübhaniyeyi cami -İsm-i Zât'ın umum esmâ-i hüsnayı bit-tazammun ve bil-iltizam iktiza etmesi bunu göstermektedir- âlemler üstü bir âlemdir ve tecelli sahası itibarıyla da rahamûttan melekûta ve ondan da bit-tafsil zâhir-bâtın hemen her âlemin menba-i feyezanıdır. Ehadiyet, bir âlem-i münkeşife ve müteayyine, vâhidiyet de ikinci bir âlem-i tafsil ve taayyüniyedir. Bu açıdan ulûhiyette cami ve şamil celâl edâlı bir cemal, ehadiyette mütesavi bir tecelli-i celâl ve cemal, vâhidiyette ise cemal inkişaflı bir celâlden söz edilebilir. Bu hususta ehadiyete ait hususiyetleri vâhidiyette, vâhidiyete ait hususiyetleri de ehadiyette görüp konuyu öyle yorumlayanlar da vardır. Böyle bir yaklaşım 'Bismillahirrahmanirrahim'deki zât, sıfat ve ismin ifade ettikleri manâya da uygun düşmektedir.
Çelebizâde Abdülaziz Efendinin, İbrahim Hakkı Hazretlerinin: 'Hüdâ Rabbim nebim hakka, Muhammed'dir Rasûlullah' şeklindeki manzum akidesi türünden 'Gülşen-i Niyaz'daki mevzûn ifadeleri hem akide kitaplarındaki geleneğe hem de asfiyâ telâkkisine uygun olması itibarıyla, bu faslı o manzum sözlerle noktalamak istiyoruz:
Vahdet-i zâtı eyleyüp tahkîk,
Etmişimdir sıfâtını tasdîk.
İlim, kudret, hayat, sem' u basar,
Zât-ı pâkinde oldular muzmer.
Gerçi zâtla kadîm oldu sıfât,
Ne sıfât zâttır ne de gayru'z-zât.
Aceze'l-vâsıfûne an sıfâtik,
Ma arafnâke hakka ma'rifetik.
Ehadiyette yok şebîh ü nazîr,
Mülkte hâcet-i müşîr ü vezîr..
Ne arazsın ne cism ü cevhersin,
Ne müteşekkil ne musavversin.
Yâni min haysü zatihi'l-akdes,
Sıfât-ı Hak hemîn tecerrüd bes.
Sende yoktur eyâ Semî' u Mucîb,
Hadd ü add ü tecezzî vü terkîb.
Sana nisbetle yâ Aliyye'ş-şân,
Ne zamâna itibarı var ne mekân..
Olmadı yok o ihtimal yine,
Ekl ü şurb ü libas ü nevm ü sine.
Pâktır dâmen-i celâlet-i Hak,
Şehvet isnad olunmadı mutlak.
Fer' ü asl ihtimalin eyledi sed,
Âyet-i 'lem yelid ve lem yûled'.
Lem yezel ü lâ yezâlsin bîşek,
Safha-i dil bu itikada mihenk.
Hem evvelü bidâyet Ol'dur Ol,
Âhirü nihâyet de Ol'dur Ol.
Muhdis-i âlem O Zât-ı Kadîm,
Hem masnû-ı feyz ü fazl-ı amîm.
Eser-i sun'u âlem ü âdem,
Hükm-ü vefkıncedir vücûd u adem.
Emr-i 'Kün' le zuhûr etti tamâm,
Ulvî vü süflî cümle-i ecrâm.
Etmeseydi eğer feyz-i vücûd,
Bilinmezdi resm ü râh-ı şuhûd.
Hâlık-ı hayr ü şer cenâbındır,
Hem masdar-ı her fiâl bâbındır.
O'dur merkez-i hatâ vü sevâb,
O'na vâbestedir sevâb ü ikâb.
http://www.tr.fgulen.com
müceddid
17.02.2005 - 10:38Her asırda gelir.
Son devrin müceddidi Bediüzzaman Said Nursi.
kanuni sultan süleyman
17.02.2005 - 10:34Muhteşem Süleyman...
kuran-ı kerim
17.02.2005 - 10:31Kitabullah.
charles darwin
17.02.2005 - 09:22Maymunoğlu maymun. Bir takım insanlar da onun fikirlerini kabul etmişler. Körle yatan şaşı kalkar...
biz evleniyoruz
17.02.2005 - 09:14Allah mes'ud etsin...
Gevheri
17.02.2005 - 09:06Dağlara gel dağlara...
hz.muhammed
16.02.2005 - 17:25O bir beyan sultanıydı; söz cevheri gerçek değerini O'nda bulmuştu. Eline ne hokka ne de kalem almamış, hiçbir kitapla tanışmamış, kimsenin tedris rahlesi önünde oturmamış, kimseye üstad deme mecburiyetinde kalmamış ve üstad-ı küll olduğuna asla toz kondurmamıştı. Bu, ilâhî emirlerin yorumunda zihnî müktesebat ve yabancı malumatın konuyu bulandırmaması, ayrı bir renk ve kalıba ifrağ etmemesi adına, Allah'ın evvelen ve bizzat kendi emirlerini, saniyen ve bilaraz O'nun fıtrî melekelerini haricî tesirat ve mülâhazalardan sıyaneti demekti.. ve işte O bu mânâda ümmîydi –O ümmîye canlarımız feda olsun- ama dünya ve ukbâ işleriyle alâkalı hemen her alanda üstad-ı küll olarak öyle sözler söylemiş, öyle hükümler vaz'etmiş ve yerinde öyle kararlar almıştı ki, en mütebahhir âlimlerden en seçkin dâhilere, en mütefelsif dimağlardan en münevver ruhlara kadar hemen herkes o sözler, o hükümler, o kararlar karşısında hayret ve dehşet yaşıyordu. Tarih şahit, hiç kimse, O'nun beyan gücüne karşı bir şey söyleyememiş, hiçbir hükmünü sorgulayamamış, hiçbir icraatını da tenkide cesaret edememiştir.
O, bütün muhtevası pırıl pırıl öyle bir bilgi havzı ve hazinesiydi ki, ne geçmiş zamanın küllenmiş hâdiselerinden verdiği haberlerinde ne de tarih öncesi farklı milletlerin din, mezhep, kültür, an'ane ve örfleriyle alâkalı ihbarlarında hiçbir itirazla karşılaşmamıştı; karşılaşmazdı da; zira O, Allah'ın elçisiydi ve O'nun bilgi havzına akan o yanıltmayan malumat da hep O'ndan geliyordu. O, ifadelerinde söz kesen bir beyan sultanı, mantığında bir muhakeme abidesi ve düşüncelerinde de misyonunun enginliğine denk bir okyanustu. İfadeleri o kadar kıvrak, beyanı o denli vâzıh, üslûbu öylesine zengin ve rengin idi ki, bazen bir-iki cümle ile muhataplarına dünya kadar hakikatleri birden arz eder, bazen mücelletlere sığmayacak kadar geniş konuları bir solukluk söze sıkıştırır, bazen de tevil ve tefsir üstadlarına yorumlamak üzere ne söz cevherleri ne söz cevherleri emanet ederdi. 'Bana cevâmiu'l-kelim verilmiştir' sözleri O'nun işte bu enginliğini işaretlemektedir.
Her zaman O'na yüz cepheden yüz türlü soru yöneltilirdi. Sorulan soruların bütününe, hem de herhangi bir tereddüde düşmeden, hemen cevap verir.. konuşmalarında büyük çoğunluğun anlayabileceği bir üslup kullanır.. her türlü teşevvüşten uzak olduğu gibi teşvişe de sebebiyet vermeden, gayet vecîz ve fakat arı-duru bir ifade ile maksadını ortaya kor; âlim-cahil, zeki-gabî, az bilen-mütefennin, genç-ihtiyar, kadın-erkek herkesin istifade edeceği bir seviyede konuşur ve muhataplarının gönlünde mutlaka itminan hâsıl ederdi.
İnsanlık tarihinde iman ve aksiyonu başkaları ile mukayese edilmeyecek ölçüde atbaşı götürebilmiş birisi varsa o da Hazreti Muhammed (aleyhi ekmelü't–tehâyâ) 'dır. O, her zaman aşkın bir inançla Allah'a bağlanmış, bütün benliğiyle O'nun elçisi olduğuna inanmış, O'na tam teslim olmuş; her zaman ciddî bir sorumluluk duygusuyla hareket etmiş; ne inancında, ne dâvâsında, ne yürüdüğü yolun doğruluğunda, ne de Allah'ın muvaffak kılacağında hiç mi hiç tereddüt yaşamamıştır; yaşamamış ve hep bir güven âbidesi olarak görülüp kabul edilmiştir. Bu itibarla da, O'nu tanıma bahtiyarlığına eren hemen herkes O'na güvenmiş, O'na itimat etmiş ve O'nun arkasında bulunmayı da ilâhî bir mazhariyet saymıştır.
hz.muhammed
16.02.2005 - 17:17O'ydu varlığın mânâsını şerh ederek gerçek sahibine bağlayan; eşya ve hâdiselerin özündeki hikmet ve maslahatları ortaya çıkaran; bize burada yalnız olmadığımızı sık sık hatırlatan; görülüp gözetildiğimizi ruhlarımıza duyurarak içlerimize inşirah salan; vahşetlerimizi izale edip gönüllerimizi ünsiyetle şahlandıran ve bize, baba ocağı gibi bir yerde bulunuyor olma duygularını yudumlatan. Eğer bugün bu sımsıcak yuvada her şeyin yerli yerince dizayn edildiğini görüp hissediyorsak, eğer kalplerimiz hakikat aşkıyla çarpıyorsa, eğer varlığı tahlil ve tanıma adına bir şeyler yapıp ortaya koyabiliyorsak bu dimağlarımızda O'nun tutuşturduğu çerağdandır. Evet, insan, varlık ve topyekün kâinatlar hakkında ne biliyorsak bütün bunlar O'nun, ruhlarımıza duyurduğu icmâlin inkişâfından ibarettir.
O'na kadar gelip geçmiş bütün nebiler O'nun dediğini demiş, O'ndan sonra gelen bütün evliyâ ve asfiyâ ise -fevkalâde halleri davalarına senet- O'nu tasdik etmiş ve mazhariyetlerinin de O'ndan olduğu itirafında bulunmuşlardır.. evet O, 'Allah' deyip nazarları tevhide çevirmişse, bütün enbiyâ ve mürselînin sesi-soluğu, bütün evliyâ ve asfiyânın müşahede ve keşifleri de bunu müeyyiddir.
O, emin bir iman abidesiydi; dediklerini kılı kırk yararcasına yaşıyor, tavırlarını hep ötelere göre ayarlıyor ve hayatını Hakk'ı görüyor ve O'nun tarafından görülüyor olma derinliğiyle yaşıyordu; herkesten daha hassas davranıyor, her haliyle ciddî bir sorumluluk tavrı sergiliyor; her zaman hüsn-ü akıbet peşinde koşuyor ve gözünü bir lâhza olsun hedeften ayırmadan hep namzet olduğu noktaya doğru koşuyordu; koşuyor ve herkese Allah'la arasındaki o derin münasebetten çizgi çizgi mânâlar sunuyordu.
O, dünü, bugünü ve yarını itibarıyla insanlığı yeniden inşa etmiştir, ediyor ve edecektir. Kendi devrinde, tabiatlara sinmiş binlerce senelik çarpık anlayışları, gayriinsanî davranışları, sû-i ahlâk ve mizaç inhiraflarını bir hamlede, bir nefhada değiştirdiği gibi; tamamen şirazeden çıkmış günümüzün yığınlarına da sözünü dinleterek er-geç onları da zabturabt altına alıp mesajının gücünü göstereceğine inancımız tamdır. Siz buna, insan, kâinat ve ulûhiyet hakikatinin yeniden bir kere daha doğru okunup doğru yorumlanması ve insanoğlunun varlık içindeki yerine göre bir duruşa geçmesi ve geçeceği de diyebilirsiniz.
Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) herkesi ve her şeyi alâkadar eden bir mesajla gelmişti ve vazifesi itibarıyla gönülleri, gözleri dolduracak bir derinlik ve cazibeye sahipti. Yaratılışında olabildiğine bir mükemmeliyet, davranışlarında fevkalâde inandırıcılık ve tavırlarında da her zaman cismâniyetini aşan bir lâhûtîlik nümâyandı. Bu göz kamaştıran zâhirî çizgilerin arkasında O, bugüne kadar hiç kimseye müyesser olmamış, Kur'ân'ın 'huluk-u azîm' dediği öyle yüce bir ahlâka sahipti ki önyargısız, bir kerecik olsun O'nun atmosferine giren, bir daha da tesirinden kurtulamazdı. Bu güzellik ve fâikiyetlerinin yanında bir büyülü beyanı vardı ki, en mahir söz sarrafları dahi O konuşunca dillerini yutar, sessizlik murakabesine dalar ve O'nun ifadelerinin sihrine kapılıverirlerdi.
hz.muhammed
16.02.2005 - 17:15Allah Resûlü, mekteb-medrese görmemiş bir mürşid-i kâmildi. Maddî-manevî yapısının sağlamlığı, duygularının duruluğu, düşüncelerinin rasâneti ve meâliyâta açık vicdanının enginliğiyle, Hakk’ın mesajlarını olduğu gibi almaya, alıp orijinini koruyarak insanlığa aktarmaya müsaid ve müstaid bir fıtratta yaratılmış, özü ve ruh safveti korunmuş, beşerî tâlim ve terbiyenin, tâlim ve terbiyedeki beşerî sistemlerin tesirine karşı kapalı kalmış; sonra da vahiyle donatılarak insanlığa gönderilmiş olma manâsında, mekteb-medrese görmemiş bir mürşid-i kâmil-i mükemmeldir.
hz.muhammed
16.02.2005 - 17:13Gelmiş-geçmiş ötelere açık bütün söz erleri, tecellî arşını terennüm eden koronun birer ferdiydi... O bu bülbüller topluluğunun idârecisi oldu.. nebîler ve velîler gelip gelip bir halka-i zikir teşkil ediyorlardı. O bu kudsîler halkasının serzâkirliği vazifesiyle geldi.. geldi ve o tok sesiyle arş u ferşi velveleye verdi. O’nun sözlerle donatıp insanlığa takdim ettiği semâvî sofrasındaki her yemiş, dost bağının en mahrem noktalarından alınıp, kimseye açılmadan mahfazası içinde O’na sunulmuş eltâf-ı şâhâneden has meyvelerdi. O’ndan evvel o meyveleri ne başkaları bakıp görmüş, ne de onlara el sürülmüştü...
Hele, mahremlerden mahrem en has bahçelerin, en has güllerini, en lâtif nağmelerle terennüm eden bu Andelîb-i Zîşân’ın (sav) ilham üveyki şahlandığı vakit bütün diller susar, sîneler kulak kesilir ve ruhlar O’nun beyân zemzemesi karşısında kendilerinden geçerlerdi.
fethullah gülen
16.02.2005 - 17:07Fethullah Gülen, Türkiye'deki dini cemaat liderleri içinde en fazla ilgi uyandıran, hem spekülasyonlara hem de iltifatlara muhatap olan bir kişi. Bazı laik çevrelerde rejim için sinsi bir tehdit olarak görülürken; bazı radikal İslamcı çevrelerde, Türkiye'de İslami hareketin gelişme seyrini olumsuz etkileyen bir 'ajan' olarak görülür. Yine bazı laik çevrelerce 'ılımlı' İslami söylemiyle irtica tehlikesine karşı bir 'kutsal' baraj; bazı İslamcı kesimlerce ise hizmetleriyle İslamı yayan bir mücahittir o. Fethullah Gülen'in bu müphemliği, üzerinde karar verilemezliği, karizmasının önemli bir unsurudur.
Burada ilgi odağımızı oluşturan popülerliğinin ana unsuru ise, Türk halkının ortalamasını buluşturan geleneksel değerleri dini bir etikle bağdaştırıp, 'seçkin' bir üslupla gündelik hayata tekrar aktarmasıdır. Bu niteliğiyle Gülen, muhafazakâr-milliyetçi taşra kültürünü modernist medeniyetle buluşturan aktördür. Milliyetçilik ve muhafazakârlığın gelenekle birleştiği yerde, katı bir ahlakçılık ve ona bağlı disiplinci söylem tamamlayıcı boyutları oluştururlar. Bu bir anlamda Osmanlı'nın 'Din-ü Devlet' sentezinin sivil bir yeniden tesisidir. Gülen'de Osmanlı nostaljisinin, kendi hizmet anlayışını güdüleyici bir etmen olarak önemli bir yeri vardır. 'Daha çocuk yaşlarında, dünyaya medeniyet götürdüğümüz günlerin hicranını duyduğu'nu belirtir Gülen.
Onun duygu yüklü vaazlarından aşina olduğumuz ağlamaklı hal bu acziyet kederindendir. Gülen'in zihinlerimizde yer eden portresi, ağlayan kederli halidir. Bu ağlama, özel yaşantısı itibariyle sıradan insana özgü hiçbir meziyet taşımayan Gülen'e popüler bir boyut kazandırma işlevi görür. O, ne sıradan insanlar gibi bir aşk yaşamıştır, ne de bir ahbaplığı olmuştur. Konuşması hep bir edebi üslup taşır. Eğlence meclislerinde asla yer almayacak kadar derindir Hoca Efendi. Ama o da sıradan insanlar gibi ağlar ve gözyaşlarıyla insanları kederine ortak eder. Böylece ağlama, aynı zamanda hitap ettiği cemaati üzerindeki iktidarın bir fonksiyonudur.
O, ulaşılmaz bir 'erdem abidesi' olarak cemaatinin bilincinde oluşturduğu kendine yetersizlik hissiyle gücünü tesis eder. Gülen'in yaşantısıyla ilgili tercihleri takdim ediş biçimi, katı ahlakçılığa tüm meşruluğunu sağlar. Dünya nimetlerinden uzak duran ama dünyadan uzak durmayan bir ahlakçı yaklaşımdır onunkisi. Öğretisinde dünyayı bir hedefe doğru götürmek üzere çileci bir ahlakın izleri vardır.
türk-kürt kardeştir
16.02.2005 - 16:18Sadece Türk-Kürt değil İman edenler kardeştirler.
abdürrahim karakoç
16.02.2005 - 16:16Mihriban
mülteci
16.02.2005 - 15:30Çeçenler... :(
veni vidi vici
16.02.2005 - 15:28Geldim, Gördüm, Yendim.... :)
brütüs
16.02.2005 - 15:28Sen de mi...?
bana bir masal anlat
16.02.2005 - 15:27Bir varmış, bir yokmuş...
Totaliter
16.02.2005 - 15:27Komünizm...
Keçiboynuzu
16.02.2005 - 15:26Bir dirhem bal için bir okka odun yenir mi? :)))
Musab bin Ümeyr
16.02.2005 - 15:25Mekke'nin en yakışıklı ve zengin insanlarından biriydi. Şehid olduğunda, elbisesi bütün vücudunu kapatamadığı için ayaklarını kuru otlarla sarıp öyle defnetmişler. Uhud'da sancaktarlık yapmıştır. Allah rahmet eylesin.
marje
16.02.2005 - 09:34Çerkes dilinde bir ünlem.
kurtlar vadisi
15.02.2005 - 12:16'Bizim Hançerimizden Daha Keskini Yok'
Çeçen arkadaşın Yahudi İplikçi Nedim'e cevabı...
; -)
Toplam 233 mesaj bulundu