4
‘Arabamda gıcıldayan mazım var,
Bu serçenin lenger kadar ağzı var.’
Hacı Hanife Hanım Teyze:
- Su gibi ömrün uzun olsun kızım. Dedi. Berhudar ol.
Sonra, tahta sandıklardan kurulmuş divanda geniş kalçalarına daha rahat bir yer arayarak minderlere iyice yerleşti. Başındaki kenarları pullu, işlemeli tülbendini alnının üzerine biraz daha çekti. Kazara ortaya çıkmış tombul, yaşlı, buruşuk, çil sepelemiş ellerinin üstünü hırkasıyla kapattı. Eteklerinin altından siyah meşin meslerine kadar uzanan kavuniçi poturlu kısa bacaklarını divanın kenarından salladı. Su içerken koluna taktığı otuzüçlük, imameli, fosforlu beyaz tespihini eline aşağı kaydırdı. Kıpır kıpır oynattığı ufak, yumuşak parmaklarıyla taneleri saymaya başladı. Kenarları derin çizgili çivit mavisi gözlerini, elindeki boş su bardağıyla uydurma bir taburede oturan genç kadının gözlerine dikti. İnsanın içine ürperti veren, buruşuk dudaklarını bir süre ses çıkarmadan oynattı. Sonra:
- Kızım.
Dedi. Bu durumuyla sesi geri kalmış bir film imajını andırmaktaydı.
- Kızım. Diye yeniledi. Eninde-sonunda bürüneceğimiz bir beyaz kefen. Eninde-sonunda gideceğimiz yer birkaç çürümüş merteğin altı. O daracık, o sessiz, o karanlık çukur. Yaptıklarımızın, ettiklerimizin bir bir hesabını vereceğiz. Gürül gürül cevap isteyecekler bizden. Rabbim o karanlık günümüzde yardımcımız olsun. Tanrının en sevmediği şey yalan. Onun için de ben yalandan korkarım. Gerçeklerden ayırmasın, yaratan. Her dolambaçlı lafın altında yalan vardır. Ben dolambaçlı lafı sevmem, sevsem de beceremem. Onun için kısadan söyleyeceğim: Geçinemiyorum, kızım. Geçinemiyorum, Mine ‘m. Geçinemiyorum, çocuğum. Bilmez değilsin: Dul kadınım. Bir kızım, bir damadım varsa da onlardan hayır yok. Kızım kocasına tapmış. Gelsinler, benle otursunlar istedim, kendilerine yük olurum korkusuyla gelmediler. Gelsinler istedim. Çok istedim. Kötü de olsa başımda bir erkek bulunsun istedim. ‘Onlar benden, ben onlardan faydalanırım.’ Dedim. Halleşirdik gelselerdi. Gelmediler. Yaşıyım, çok yaşlıyım. Görünen köy kılavuz istemez. Karşındayım. Her işe koşamıyor, yetişemiyor, koşsam da, yetişsem de beceremiyorum. Hayat dersen pahalı. Hepimizin başında. Şimdi çağ o çağ değil. Gübreyi pasta kalıbı gibi en geniş vitrinlerin arkasında, en güzel mağazalarda satıyorlar. Mübareğin fiyatı mübarek buğdaydan ilerde. Mine… Kızım… Gül yüzlü, çalışkan kızım… Doğruyu söylemekten çekinmem ben. Evim iyi değil, tavanı eğrilmiş, aşağıya göbek vermiş, sıvası-mıvası yok. Döşemesi marley, tavanı işlemeli alçı ve pencereleri demirli değil. Bir oda bir salon. Mutfak yok. Tuvaletle lavabo bir arada. Şusu yok, busu yok, biliyorum. Ama ayda ikiyüz liracık da pek az. Çünkü; hem hayat aşırı pahalı, hem de ev cadde üzerinde, kasaba bakıyor, bakkala bakıyor. Üstelik aşağıdaki odunluğumuzu ortak kullanıyoruz. İnkar etmem; sizin odun falan koyduğunuz yok ama alın koyun. Ben kabul ettikten sonra ister koyun, ister koymayın, beni ilgilendirmez, benim için bir. Bu durumda size yük olmak istemiyorum ya, gene de gerekli. Kirayı birazcık artırın. Bir parçacık. Hiç olmazsa yüz lira.
Genç kadın son derece solmuştu. İçinde biryerlerinde sızı veren bir karıncalanma vardı. Midesini altından avuçlamış olan bir el yukarı yukarı kaldırıyor, boğazına boğazına, ağzına ağzına itiyor, zorluyordu. Zayıf ellerinin canı çekilmişti. Binbir güçlükle:
- Hacı Hanife Hanım Teyze. Diyebildi. Belki bilmiyorsun; biz çok sıkıntıdayız. Kubi fakülteyi yeni bitirdi. Çok iş aradı, bulamadı. Annem sayılırsın, saklamam: Ac acına yattığımız geceler çok oldu. Bir banka hesabına burslu okumuştu. Burnundan getirdiler verdikleri bursu. Daha da getirecekler. Aldığı burs sana verdiğimiz kira kadardı. Şimdi o da yok. Kubi bir başka bankanın müfettiş yardımcılığı sınavlarına giriyor. Önceki sınavları hep başardı. Bugün de son sınavına gittiydi. İnşallah akşama kazanmış olarak gelecek. Tüm yoksulluklardan kurtulacağız. Kazanırsa derhal işe başlayacak.
Hacı Hanife Hanım Teyze:
- Öyle de olsa hem beni pek ilgilendirmez, hem de ayıyı vurmadan postunu pek satmamalı, kzım.
Diye söylendi. Genç kadın elindeki boş su bardağını evirip çevirerek:
- Satmıyorum, teyze. Dedi. ‘İnşallah’ diyorum. Yani Kubi çok çalışkandır, akıllıdır. Ama bu sınavlara girebilmek için herhangi bir yerde iş tutması gerekliydi. Biliyorsun; bir koltukta iki karpuz taşınmaz. Ne yapsın Kubi ‘cik? Bana gelince; görüyorsun çalışıyorum. Durmamacasına. Hamallar gibi. Erkeklerin arasında. Gece gidip sabah geliyorum. Ta Tophane ‘ye. O tehlikeli yerlere. Otobüs parası bulamadığım günler sayısız. Kadınlardan istesem küçümserler, erkeklerden istesem bir şey beklerler. Yaya gidiyorum boyun eğmemek için. O kadar yolu. Yani Kubi beni götürüp getiriyor yaya olarak. Ta Malta ‘dan Tophane ‘ye yaya gitmek, yaya gelmek ne demektir, biliyor musun, Hacı Hanife Hanım Teyze?
- Düşünüyorum kızım, düşünüyorum. Ama niye böyle oluyor bilemiyorum. Zira; bu sıralarda aylıklar epey kuvvetli. Kaç yılların da memurusun.
Genç kadın acı bir gülümsemeyle baktı:
- Uzaktan davulun sesi hoş gelir, Hacı Hanife Hanım Teyze. Ben yüksek memur değilim ki. Aylığım topu topu beşyüzyirmi lira, kesintisiz. Hamalların bir haftalık kazancından az. Bunun ikiyüz lirasını sana veriyoruz kira olarak. Kalan üçyüzyirmi lirayla İstanbul gibi yerde geçinilir mi? Bir ekmek bir lira, bir yumurta yetmişbeş kuruş, bir fincan süt iki lira.
- Siz de her gün süt içmeyin, a kızım. Biraz idare edin. İki odalı böyle bir ev gene bu mahallede dörtyüzelli lira. Benimkinin kusuru biraz sıvasız oluşu. Ama çoklarından iyidir. Üst kattır. Rutubeti olmaz.
- Biliyorum. Onun için de, her ay daha sen istemeden biz hemen senin paranı veriyoruz. her şeyden çnce.
- Tabii vereceksiniz, kızım. Ben dilenmiyorum ki. Evimi kiraya veriyorum.
- Estağfurullah, teyze. Helal olsun. Bir şey dediğim yok. Güle güle harca. Benim sızlandığım geçimden yana. Geçinemiyoruz. Epey borcumuz var. Sadece boğazımız için. Yoksa başkaları gibi her gün her gün ne sinemaya gidiyoruz, ne tiyatroya, ne eğlenceye, ne de gezmeye. Hatta bir kapı komşumla görüştüğüm bile olmuyor. Sen benim bir tek gün yüzümü pudralı, gözlerimi rimelli-takma kirpikli, dudaklarımı rujlu, tırnaklarımı cilalı, saçlarımı berberde yapılmış gördün mü? Geç onları, Hacı Hanife Hanım Teyze, kışta-karda, yağmurda-çamurda sırtımda hiç manto gördün mü? Sen hiç şu yaşa gelinceye kadar mantosuz memur kadın gördün mü, Hacı Hanife Hanım Teyze? Sen hiç teneke sobada yakmak için, dairelerden atılmış karton kutuları toplayarak mağazalardan armağanlar, öteberiler almış pozuyla evine getiren bayan memur gördün mü? Aylığım Yardım Sandığı ‘na borçlu, Hacı Hanife Hanım Teyze. Kesim kesim kesiyorlar. Her yere kesiyorlar. Acımadan kesiyorlar. Düşünmeden kesiyorlar. Bu kesintileri kesenlere bile kesiyorlar. Topa tekme vuran ve her tekmede bi dolu paralar kazanan, sonra da sevdiklerine arabalar alıp katlar döşeyen futbolculara bile benim aylığımdan, benim gibi yoksulların aylıklarından yardım parası kesiyorlar. Yardıma muhtaç olandan, yardıma muhtaç olmayana yardım yapıyorlar. Elleri başkalarının cebinden çıkmayan acıması bol insanların insanlık duygularıyla. Ne zaman elimi cebime bir sokacak olsam, mutlaka o cepte bir başka, bir yabancı el buluyorum. Eller buluyorum. Bu eller o kadar çok ki, artık hangi elin hangi vücuda ait olduğunu da anlayamıyorum. Benim ceplerim dolu… Ellerle, yabancı, yabancı ellerle dolu. Epeyce kuvvetli sandığın işte bu aylığımdan evlenenlere, boşananlara, doğanlara, doğuranlara, birbişeyi ölenlere, biryerlere atananlara, biryerlerden gelenlere bir şeyler parası, her şeyler parası kesiyorlar, inşallah başına gelesice ‘ye getiriyorlar. Ben memur değilim, Hacı Hanife Hanım Teyze. Ben memur değilim. Ben biryerlerde evlendirme dairesiyim, biryerlerde ebeyim, biryerlerde sağdıcım, biryerlerde hocayım, imamım, biryerlerde yolculayıcı, karşılayıcıyım. Ben biryerlerde her şeyim ve biryerlerde hiçbir şey değilim.
Yaşlı kadın olgun bir boşvericilikle:
- ‘Futbolcu’ dedin de aklıma geliverdi, kızım. Dedi. Adam eskiden futbolcuymuş, şimdi müteahhit. Apartman yapacak arsa ararmış. Geçenlerde geldi. ‘Evin eski, Hacı nine’ dedi. ‘Ama yeri iyi. Ver bu evi bana. Alayım kazmanın altına. Yerine bir apartman kondurayım. Beş kata bir şey demiyorlar. İki yanlı on daire olur. İki de zemin; oniki daire. Dördünü sana vereyim, evinin yerine, sekizi de bana. Ben de sebepleneyim, sen de sebeplen Bu yaşlı gününü paşa paşa geçirirsin birinde, verirsin üçünü de kiraya. Böyle çevrede bir daire, getirir beşyüz lira. Üç tanesi binbeşyüz. Yiyemediğini arttır: Bugünün yarını da var.’ Dedi. Şimdi aralıksız gelir durur, sıkıştırır durur. Açıkçası benim bir tasarım da bu. Bak kızım, Kubi ‘yi oğlum gibi severim. Seni de onun kadar. Ama hayat çok pahalı. Dul kadınım. Kendimi düşünmek zorundayım. Evin kirasını bu ay mutlaka üçyüz yapın. Ya da kızım, Mine ‘m, ya da çıkın, yavrum. Ev sahibinin bir evi var, kiracının bin evi. Herkes de ne olacağını bilsin hiç olmazsa.
- Ama Hacı Hanife Hanım Teyze, ben anlattım ya ki…
Yaşlı kadın toparlanırken sözünü kesti:
- Sen anlattın, ben de anladım, kızım. ‘Artır’ ı, ‘Çık’ ı sadece sana demiyorum. Evlisin, başın bağlı. Özellikle şimdi geldim ki, şimdi anlattım ki; kocana aktarasın diye sana pay bırakabileyim. Ha ‘di yardım et bakayım, kalkamıyorum. Ay ay ay ay, kemiklerim kırılmış. Divan sadece şeker sandığı, üzerinde doğru-dürüst bir örtü yok da ondan. Minderlerin de gofret gibi: Oturdunmu fıs sönüyor.
Genç kadın badi badi yürüyen yaşlı kadının koltuğuna girdi, merdivenlerin dibine kadar indirdi, geri döndü. Gözlerinin bebekleri sisler arkasındaydı. Gözpınarları yanıyordu. İlk damlayı dökse; arkasından hemen hüngür hüngür ağlamaya başlayacağını biliyordu. Çimento sıvalı lavabonun deliğini şişe mantarıyla tıkadı. Gazocağının üzerindeki tenekeyi getirdi. Konuşmaların uzaması yüzünden su soğumaya dönmüştü. Yeniden ısıtmaya kalksa ‘Gaz gider’ di. Zayıf kollarla tenekeyi kaldırıp lavaboya boşalttı. İçerisine bastırdığı birkaç parça çamaşırı yıkamaya başladı.
‘Ay ben aptalım: Çok çabuk dert ediniyorum. Kubi şimdi sınavı bitirmiştir bile. Kubi şimdi müfettiş yardımcısıdır. Şimdi. Şu an.’
Şaşırmış, heyecanlanmıştı. Çamaşırın başında duramıyordu. Bıraktı, bir koşu odaya gitti, saate baktı:
’18:40. Bu saate de güvenilmez ki: İleri gider, geri gider.’
Lavaboya dönüp ellerini suya daldırdı. Sabun kırıntılarını avuçlarıyla lavabodaki suyun içerisinde eritip duruyordu.
‘Kubi, kazandığını bu anda öğrenmiştir bile. Şimdi geliyordur. Hem de koşa koşa, hem de uça uça. Oh hayır, yaya. Hain çocuk ne olacak. Parayı öylece masada bırakmış, kaçmış. Tek kuruş almadan. Şu anda Saraçhane ‘de falandır. Erken çıktıysa ondokuzda falan gelir. Belki yirmide falan. N ‘apsın Kubicik? Dünden beri yollarda. Yaşantısı boyunca da yollarda olacak. Belli ki; ‘Seyahat ya Resulallah’ demiş düşünde. Evliya Çelebi gibi. Tabii yollarda olacak. ‘Müfettiş’ dediğin yollarda gerek. Kubi şu anda müfettiş. Kubi şu anda müfettiş. Bu ay dolu dolu para alacak. Kurtuluruz yoksulluktan. Kiradan ne korkacağız, değil mi Kubi? Apartman dairesine taşınırız. Ankara ‘da veya burada. her şeyimiz olur. Bana bir de manto alır Kubi. Her şey alır. Sıcak yemekler pişiririm evimizde. Şunlar, bunlar, çorbalar, gene çorbalar, gene çorbalar, şehriye çorbaları, yayla çorbaları, pirinç çorbaları, mercimek çorbaları, yoğurt çorbaları, irmik çorbaları, un çorbaları, sebze çorbaları, kesme çorbaları, sonra gene çorbalar, gene çorbalar… Kiradan ne korkacağım? Belki de gene bu barakada otururuz: Çok anılarımız var, çok acı-tatlı günlerimiz var. Hacı Hanife Hanım Teyze ‘ye zam yaparız. Tam yüzeli lira birden. Gözleri nasıl açılır şaşırdığından. Ah canııım. N ‘apsın zavallı kadı? Dul başına.’
Çamaşırın üzerine tenekede arta kalan suyu döktü. Erimiş, tükenmiş bir sabun parçasını bıçakla kazıyıp suya karıştırdı. Tuvalet musluğunda ellerini soğuk suyla yıkadı. Rafı örten gazete kağıdının altından, eşinin bıraktığı altıbuçuk lirayı aldı. Filesini kaptı. Kapıyı kilitlemeden sokağa çıktı.
Yolun karşı kenarındaki bakkaldan bir paket birinci sigarasıyla yarım ekmek alırken Türkiye ‘deki ekmek tüketiminin çok fazla olduğu ve ekmeğin şişmanlık yaptığı üzerine bir şeyler söyledi.
Manavdaki patatesler iki cinsti. Adam:
- Bunlar iyisi, abla. Diye parmağıyla gösteriyordu. Hem irice, hem çürüksüz. Bir de şu var ama açıkçası; yaramaz. Zira; hem çok ufak, hem çürükçe. Bu yüz kuruş, şu yüzeli.
- Sen gene de bundan ver. Diye karşıladı. Nasıl olsa yağda kızartacağım. Ufak oluşu iyi: Kolay doğranır.
Eve girdi. Patatesleri tencereye koydu. Üzerlerini suyla doldurdu. Gazocağını yakıp pompalayıp tencereyi üzerine yerleştirdi. Sonra gene çamaşırına başladı.
Ne kadar zaman çamaşırlarla uğraştı, patatesleri ne zaman haşlayıp kaldırdı, bilemiyordu. Kulağı sokakta, dış kapıda, merdivenlerdeydi.
Aşağı kapının açıldığını duyar duymaz çoraplarıyla koştu, uça uça merdivenlerden aşağı indi.
- Kazanamadım, Minicik.
- Yalan…
- Kazanamadım.
Genç kadının yanında, yakınında, oralarda bir heykel vardı. Demirden, pirinçten, tunçtan bir heykel. İnsan boyu, ev boyu, apartman boyu bir heykel. Bu heykel birden bire dağlar gibi, kayalar gibi devrilmiş devrilmiş, kaskatı aşağı gelmiş ve çelikten zemine vurmuştu. Evin içi, merdivenler toz, duman, taş, kalas, çivi, menteşe, cam kırıkları içindeydi. Hacı Hanife Hanım Teyze, şimdi yıkıntılar, çöküntüler, tozlar, topraklar, kerpiçler, sıvalar arasından biryerlerden çıkıverecek diye korkudan iliklerine kadar titredi. Sonra her şey, geldiği kadar çabuk ve tersine oynatılan sinema filmlerindeki gibi derlendi, toparlandı, birleşti, eski yerini buldu. Genç kadının dudaklarında soluk bir gülücük belirmişti. Sanki bu gülücüğün yaratılabilmesi için vücudundaki sayısız sinirlerin elbirliğiyle çelik gibi kasılması gerekmişti:
- Aldırma Kubi. Herşey düzelir, görürsün. Sana bir patates haşladım ki; uuh… Sıcacık… Sarı sarı… Parmaklarını yersin. Hainsin n ‘olacak… Paraları masanın üzerine bırakıp kaçtın değil mi? Tam yüzkırk-yüzelli kuruşunu harcadım. Beş lira mı ne kaldı. Oh olsun.
Birlikte yukarı çıktılar. Delikanlı masada oturmak için yer ararken genç kadın haykırdı:
- Ay dur bakayım… Ay senin dizlerin yırtılmış… Ay dizkapakların soyulmuş… Çıkar pantalonunu Kubi, çıkar…
Eşinin çıkaramadığını görünce pantalonu kendisi çıkardı. Koştu, ıslak bir bez getirdi ve eşinin dizlerini sildi, temizledi:
- Kubicik… Kubicik… N ‘oldu sana böyle? .. Gözverenlerin gözleri çıksın inşallah… Ne istiyorlar bizden? .. Nasıl oldu bu? .. Düştün mü? .. Ay, bu düşme işi değil… Senin saçlarında kan var… Kan var saçlarında… Kurumuş kan… Kahrolsunlar inşallah, her kim yaptıysa… Eşinin saçları arasındaki kan pıhtılarını temizlerken ağlamamak, boşanmamak için korkunç bir direnç gösteriyordu. Saçları temizledi. Yırtılan deriye pamuk bastırdı. Baş üzerinden geçirdiği tülbendi çene altından eşarp gibi bağladı. Derin soyulmuş dizleri pamuklarla, bezlerle kapattı, sargılarla sardı. Tenceredeki sıcak su içerisinden çıkardığı elleri yana yana soydu. Çürüklerini ayıkladı. Yarım ekmeğin yarısını kesip ortasını açtı. Ufacık patatesleri buraya alabildiği kadarıyla dizdi. Özenle tuzladı ve getirip kocasına uzattı:
- Hadi ye. Çoban dürümü. Kendine gelirsin. Ye Kubicik.
Delikanlı dürümü aldı. Isırarak bir-iki denedi, yapamadı. Lokmalar boğazına düğümlenmişti. Patatesli ekmek dürümünü masanın kenarına bıraktı. Sigara yakmak istiyordu, onu da yakamadı. Başındaki, omzundaki, dizlerindeki acıları yeni yeni duyuyordu.
- Bütün sorular… Diyebildi. Bütün sorular en bildiğim, en noktasına, virgülüne kadar bildiğim şeylerdi, Minicik. Hepsinden de bildiğim en sona kalmıştı. Daha sınavın yarı süresi dolmadan en sonkine kadar tümünü yapmıştım. Kolayca, çok kolayca. Sonra birilerini gördüm. Adaylardan ikisiydi. Yabancı dil sözlüklerini getirmişlerdi yanlarında. Oysa; obirlerinin hiçbirinin sözlüğü yoktu. Kimsenin. Benim de. Sonradan denetçiler sözlük kullanılabileceğini açıkladılar. Bunlar, o ikisi önceden biliyorlardı yabancı dil sınavında sözlük kullanmanın yasak olmayacağını. Hiçbir sınavda böyle bir şeye izin verilmediği halde, bu sınavda veriliyordu. Bunlar mutlaka biliyorlardı bu durumu. Önceden, çok önceden. Gördüm: Sözlüklerinin boş kenarlarına sınavda sorulabilecek matematikle ilgili her şey yazılıydı. Formüller, denklemler, metodlar, çözümler. Hepsi. Elişi gibi işlemişlerdi. Karınca duası gibi. Kopya çekiyorlardı koşulların dışına çıkmaz görünerek. Bankaya üç kişi alacaklardı. ‘İkisi bu benim gördüğüm, biri de görmediğim’ diye bir şeyler saplandı kafama. Temel çivisi gibi, biz gibi, bıçak gibi saplandı, Minicik. Sonra ben durumu denetçiye bildirdim. Daha sonra bir şeyler oldu. Hiç hoşa gitmez, çok karışık, kabus gibi bir şeyler. Adaylar da benim yanımı tuttular. Kopyacılar çıkartıldı salondan. Adlarını biliyordum. Obir adaylar da biliyorlardı. Zira; salona herkesten geç gelmişlerdi. Denetçilerden biri kimlik yoklayınca tanıdıktı. Sonra sınav, ara verdiği yerden bir daha başladı. Ben en son sorunun cevabını hatırlamaz oldum. Karıştırdı. Bulmaya çalışır gibi oldukça yitiriyordum. Çok sildim, çok yazdım Minicik. Bulamadım, karıştırdım. Sonra kağıtları topladılar. Saatinde de çizelgeyi astılar. Kazananlardan ikisi kimdi biliyor musun, Minicik? Onlar… O kopya yapanlar… İşte o, salondan çıkarılanlar… İkisi onlardı, onlar: Falan oğlu Filan ‘la Filan oğlu Falan… Biri de Feş oğlu Feşmekan… Onlardı Minicik…
- Sonuçlara ve sınava resmen itiraz edelim Kubi.
- İtiraza hakkım yok. Ben son soruyu yapamadım. Niçin yapamadığım veya şöyle böyle olduğu haklı neden sayılamaz. Yapsaydım da değişen bir şey olmayacaktı. Herşey planlanmıştı. Hazırlanmıştı. Düzenlenmişti. Neden falanın çocuğu falan olur, şimdi anlıyorum Minicik. Anlıyorum. Daha iyi anlıyorum. Sınavların formaliteleri kurtarmak için yapıldığını, haksızlara haklılık, yasalara aykırı olanlara uygunluk, erdemsizlere erdem kazandırmak için düzenlendiğini şimdi şimdi anlıyorum. Sınavların formalitelerden, paravanalardan başka bir şey olmadığını anlıyorum.
Genç kadın:
- Üzülme Kubi. Dedi. Her şey geçecek. Yarın sabah daha detaylı konuşur, kendimize yeni kapılar ararız. Tüm Türkiye bu bankadan ibaret değil ya. Erdem, bilgi, bilinç, yetenek hiçbir zaman yenik düşmez. Sonunda biryerlerde, mutlaka ve mutlaka kazanırız. Kusura bakma Kubi; ben işe geç kalmak üzereyim. Malta ‘dan ancak dolmuşla Karaköy ‘e inersem işime vaktinde yetişebilirim. Karaköy ‘den de Tophane ‘ye kadar yürürüm haliyle.
- Yalnız mı?
- Tabii ki yalnız Kubicik. Senin dinlenmek gerek. Benim tüm varlığım sana bağlı. Sen bitersen ben tükenirim. Dinlen ki; yarın iyi yönler verebilelim kendimize. İyi yöntemler bulabilelim. Sana birinci aldımdı bir paket. Kitapların üstünde. Sonra da yarım ekmekle yarım kilo patates.
- Rica ederim Minicik, hesap verme.
- Tabi ki vereceğim. Erkeğimsin. Sevdiğimsin. Yaşantımda arkadaşımsın, alnımda yazım. Şimdi izin verirsen paranın yirmibeş kuruşunu alayım, dolmuş için.
- Minicik lütfen. Tümü sende kalsın. Yemek yemedin. Simit falan alırsın, çay içersin.
- Yediiim. Sen gelmeden önce. Epeyce zeytin vardı kavanozda, ekmek vardı. Tanrı ‘ya bin şükrolsun. Artık baklava-börek verseler yiyemem.
- Almazsan ölümü öp.
- Ay… Tanrım sen bunun kusuruna bakma: Bunun kıçı açık kalmış.
Delikanlı kalan paraları zorla eşinin eski çantasına attı. Genç kadın direnmedi:
- Peki peki. Dedi. Sen kalk divana. Battaniyeyi örteyim, dinlen biraz.
- Seni yolcu edeyim sonra.
- Hayır. Ben giderim. Önce senin dinlendiğini görmeliyim.
Genç kadın eşinin ayakkabılarını çözüp çıkardı. Elbiseleriyle divana uzanan delikanlının üzerine tüyleri dökülmüş eski battaniyeyi örttü. Eğilip saçlarını, yüzünü öptü:
- Hoşca kal Kubi. Sabahleyin sen gelme beni almaya. Ben gelirim.
- Hayır, geleceğim.
- Peki. Hoşca kal.
- Güle güle Minicik.
Genç kadın odanın altı kırık kapısını çekip çıktı. Çantasını açarak kendisine bir dolmuş parası ayırdığı paralardan kalanı masanın üzerine koydu. İvedilikle merdiveni inip sokağa çıktı.
(Devam edecek…) 14
Kayıt Tarihi : 25.6.2005 15:13:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!