Siyasetin çetin bir çatışma içinde olduğu açık bir geçek. Peki, bu çatışmanın tarafları kimler?
Bir tarafta cumhuriyetin ilk günlerinde iktidarı ele geçirmiş olan dış destekli Komprador Burjuvazi, öteki tarafta iktidardan pay almak isteyen ve hatta mümkünse ele geçirmek isteyen Milli burjuvazi...
Bunlar perdenin ardında olanlar. Perdenin önündekileri ise söylemeye gerek bile yok.
İnsanoğlu uzun bir yürüyüş içindedir ve çeşitli menzilleri geçerek çok önceden belirlenmiş olan bir hedefe doğru durmaksızın ilerler.
Hedefi nedir? Nereye doğru gitmektedir? Varacağı hedef ne kadar gerçektir? Kazancı ne olacaktır?
Buna karşılık kaybedeceği nedir? Kayıplarını kazançlarından çıkardığında elinde kalanlar o son noktada kendisine nasıl bir fayda sağlayacaktır, sağlayacak mıdır?
İsteriz ki çalışıp çabalayarak emek verdiğimiz ve ortaya koymuş olduğumuz şeyler mükemmel olsun. Ama bu ne kadar mümkün olabilir? Hem zaten bu, neden bu kadar önemlidir?
İnsanın ortaya koyacağı hiçbir şey kusursuz olamaz. Kendisine göre mükemmel olsa bile bir başkasının gözünde mutlaka kusurlu olarak görülebilir.
İnsan yaptıklarının kusursuz olmasını elbette isteyebilir, istemelidir de. Çünkü bu istek ona azim kazandırıp işine daha iyi odaklanmasını ve işini daha iyi yapmasını sağlar.
Niyet, Arapça kökenli bir kelime olup, bir şeyi önceden isteyip düşünme, maksat anlamına gelir. Her şeyin özü ve başıdır, adeta yapılan her işin ruhu gibidir.
Bir iş yapanın niyetine göre değer kazanır.
Hazreti Peygamber “Ameller niyetlere göredir. Her kişi için niyet ettiğinin karşılığı vardır,” diye buyurmuştur.
Evin oğlu evli bir kadını kaçırır, evin büyük kızı eski sevgilisi ile tekrar karşılaşınca evliliğini ve çocuğunu ikinci plana atar, iş boşanmaya kadar varır. Evin küçük kızı evlendiği adamın abisine âşık olur onula gayri meşru bir ilişkiye girer ve hamile kalır. Baba boşandığı karısı bir başkasıyla evlendi diye karısının evlendiği adamı vurur öldürür. Kendisi de zaten bir başkasıyla evlidir evli olduğu kadın da onu patronuyla aldatır.
Ne hikâye değil mi ama. Televizyon kanallarından birinde yayınlanan bir dizinin hikâyesidir bu yukarıda anlatılanlar, tıpkı benzerlerinde olduğu gibi.
Şimdi elde mikrofon dışarı çıksak ve “Bu dizileri onaylıyor musunuz?” diye gelip geçene rastgele sorsak eminim ki büyük bir çoğunlukla “hayır“ cevabı alırız.
Sonbahar, hüznün simgesi...
Ne kadar genç olursa olsun, sonbahar bir sona varıyor olmanın öyküsünü anlatır, bir bakıma insana.
Onun nereden gelip nereye gittiğinin hüzünlü öyküsünü.
bırak beni yanayım
gözlerinde donayım
azıcık merhamet et
hayatına dolayım
_________/
sen ve ben yine varız
ama şimdi ayrıyız
sen başkalarının kollarındasın
bense yalnız
geceler buruk
Aradığımız şey yaşanmış olanda değil yaşanacak olan zamandadır. Dün başka türlü mutluydu insan bugün başka türlü mutludur. Çünkü mutlu olmak kişinin kendi ellerinde hayat buluyor.
Ne çok şey istiyoruz değil mi? Oysaki hiç kimse istediklerinin tümüne sahip olamıyor. Hayat öyle bir devinim yaşatıyor ki insana, kazanırken bir yandan da kaybediyorsun.
İşte tam da bu yüzden maddi bir takım kazanımlar için kendimizi gereğinden fazla paralayıp, heba etmek beyhude bir çırpınış oluyor.
Hayatım boyunca hiç fakir hissetmedim kendimi. Gerçi hiçbir zaman yeterince paraya, mala, mülke sahip olmadım ama bunu da kendime hiç dert edinmedim.
Parasızlık geçici bir durumdur. Rabbimiz dilerse bu durumu ortadan kaldırabilir. Veren Allah’tır, dilediğine verir. Onun tasarrufunda olan bir şey için kendimi niçin üzeyim?
Fakir olmak çok başka bir şeydir. Karun kadar zengin olsa da insan, ne yazar, Rabbinin rızasını kazanamadıktan sonra?



Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!