Meryem Şahin Şiirleri - Şair Meryem Şahin

Meryem Şahin

gün küsüp gitti kumruya
bulut üzüldü ayrılığa
bir damla yaş döktü gözünden
gözünü açtı deniz

damlayan su

Devamını Oku
Meryem Şahin

Küçük kırmızı bir balık
Deryalarda ıslanır
Islandıkça güneşin
Altın kollarına yaslanır
Suları tatlı, yosunu farklı, dalgalardan kanatlı
Derin mavi bir göldür sularına daldığım

Devamını Oku
Meryem Şahin

Yemyeşil çimenlerle kaplı bakımlı bahçenin içindeki küçük oyun parkı çocukların mutluluklarını dışa vurdukları yerdi. Her biri buradaki salıncakta sallanırken, kaydıraktan kayarken ancak kendilerinin bilebildiği farklı duygular yaşıyorlar, küçücük yüreklerindeki minik dünyalarında dertsiz tasasız bir yaşamı tadıyorlardı. Yerinden hiç hareket etmeyen oyuncak atın sırtında kimbilir hangi düşsel kıtalara hareket ediyor, tahtarevellinin havaya kalkan ucunda yükselirken gökyüzünde bilinmedik bir dünya keşfediyorlardı. Avazları çıktığı kadar bağırıyor, sevinç çığlıkları ile etrafı çınlatıyorlardı.
Onları seyretmek biz büyüklere de huzur veriyor, yıllar öncesi bir yolculuğa çıkarıp sanki küçülmüş te onların arasına karışmışız gibi enerjik, kıpır kıpır ve mutlu bir insan olarak çocukluğumuzu yaşamamızı sağlıyordu. Çocuklar bahçede oyunlar oynayıp kuşlar gibi cıvıldaşırken, farklı bir çığlık onların seslerine karışıyordu. Onlar kendi dünyalarına dalmış olduklarından ne bu sesin, ne de sesin sahibinin farkında bile değillerdi. Kocaman beyaz bir martı kanatlarını alabildiğine açıyor, tiz çığlıklarla parkta oynayan çocukların üzerine doğru alçalıyor, kanatlarını çırparak sesler çıkartıyor, sonra ilerde bir yerlerde unuttuğu bir şey varmış gibi hızla dönüp yükseliyordu. Bir ara gözden kayboluyor, aradan az bir zaman geçince tekrar aynı ses ve hareketlerle çocuklara doğru alçalıp kısa bir müddet havada daireler çizerek uçtuktan sonra geldiği yöne doğru uzaklaşıyordu. Telaşlı bir hali vardı. Sanki çocuklara bir şey söylemek istiyor, onları yardıma çağırıyor gibiydi. Martı bu şekilde çırpınmaya devam ederken kanadından bir tüy koptu; oyun oynayan çocuklardan sarı saçlı küçük kızın tam da başının üstüne düştü. Küçük kız ne olduğunu anlamak için başını gökyüzüne doğru kaldırınca başının üstünde bir alçalıp bir yükselerek çığlıklar atan martıyı gördü.
-Aa.. bakın tavuk! .. büyük bir tavuk! diye seslendi.
Yanındaki birkaç çocuk ta kızın sesine incecik seslerini karıştırarak hep bir ağızdan bağırdılar:
-Ta – vuk… ta- vuk..
-Hadi yakalayalım!

Devamını Oku
Meryem Şahin

ben böyle korkak değildim eskiden
korkuyorum şimdi gölgemden bile
düşer de üstüne karartır diye
belki diyeceğim sadece iki kelime
bu ben miyim sorar oldum kendime

Devamını Oku
Meryem Şahin

Git ey Ferda! ... artık git!
Korkularını kanat yapıp öyle git
Uçursun kanatların seni
Susmaları bırak bana
Bir de gözyaşlarını
Arkana bakmadan uçarak git!

Devamını Oku
Meryem Şahin

Gerçek… ve gerçeküstü
Sağlam betonlardan örülmüş
Sert duvarlı dar geçit
Adımları sayalım: bir, iki
Belki de üç var

Devamını Oku
Meryem Şahin

Temmuz olmuş yahut haziran
Güneş varmış gökyüzünde… hem de en sıcağından
Bana ne bundan…üşüyorum ben

Kollarım kelebek kanadı
Parmaklarım siyah zeytin dalı…ayaklarımda bahar

Devamını Oku
Meryem Şahin

Korku
Oy! .. nice bir kelimedir
Yenir mi içilir mi nasıl bir şeydir
Tutabilir misin ellerinle
Dokunabilir misin
Nasıl…ne şekil… nerdedir

Devamını Oku
Meryem Şahin

Koşmak… Başı ve sonu aynı benzerliği taşıyan sade basit bir kelime. İnsanın koşmayı tanıması doğduğu anda başlar. Hayat denen olgunun içinde kimi zaman yavaş kimi zaman da süratlice koşar dururuz. Yavaş koşmanın adı yürüme olarak bilinse de aynı işlevin biraz ağırlaştırılmış halidir yalnızca. Bazen insan koşar, “neden”ini “nereye”sini bilmeden, elinde olmadan; hayat denen olgunun gizemli derinliklerine doğru, bazen insanı insan yapan o “sana ruh’tan sorarlar, de ki: o Rabb’imin emrindendir.” hitabında kısa ve öz olarak açıklanan, keyfiyeti kavranamamış mümtaz varlık. Bedenden müteşekkil insanın koşması anlaşılabilir bir fiildir. Beyninden gelen uyarılara uygun hareket eden vücut organlarının bu amaca uygun hareketidir kısaca. Gözle görülür, ne olduğu bilinir. Bazen da ruh denen; insanın içindeki kendisinin dahi tanıyıp bilemediği varlık, yani can, yani etten, kemikten, kandan, hücreden ari insan, hesaplanamaz bir hızla zaman mekan kavramını aşar geçer. Bedensel insanın koşusunda, yanında başka bedensel varlıklar da vardır yahut olabilir. Fakat beden libasından soyunmuş ruhun bu eylemi her zaman yalnızlık yüklüdür. Başka ruhlar olsun ister çoğu zaman yanında. Aynı yöne ayni menzile aynı hızla onlarla birlikte gitmek ister. Etrafına bakındığında ise yanında kendisinden başka kimse yoktur. Ve yoluna yalnız olarak devam etmek zorundadır. Bedensel insanın koşusu ulaşmak istediği ya da zorunlu olduğu menzilde her zaman mutlu sonla bitmediği gibi, ruhun yolculuğu da aynı şekildedir. Ulaşmak için çıktığı yolda bedene göre daha avantajlı bir yolculuğu olmasına rağmen yöneldiği hedefi yakalayamayabilir. Bunun türlü nedenleri olabilir. Bir de zamanın koşması vardır ki: ne hızlıdır, ne de yavaş. Herkes için eşit aralıkta, herkese eşit mesafede, kimseye toleranslı davranmadan,
“adam kayırmacalık” yapmadan. Her insanın doğduğunda başlayan koşması gibi onun da her insanın doğmasıyla başlar koşusu. Aynı tempoda devam eder, ne daha hızlı ne daha yavaş. Hedefe ulaşma bakımından da zamanın koşması diğerlerinden farklıdır. Menzile vardığında orada kimseyi bulamama, hayal kırıklığına uğrama gibi bir şey sözkonusu değildir. Zaman için; her insanın doğumuyla başlayan koşmak eylemi, koşunun sonunda hedefe ulaşmakla sonuçlanmıştır bugüne kadar. Bundan sonra da öyle olması kaçınılmazdır. Çünkü zaman yolunu, yolun sonunu iyi bilir, ulaştığı noktada artık koşu bitmiştir ve orada her insanın akşamı beklemektedir.

Devamını Oku
Meryem Şahin

Her hafta sonu bizim evin mutfağı mahalle fırınına dönerdi. Hamurlu mamaları bizim ufaklıklar çok severdi. Ufaklık dediysem en küçüğü ilkokul dörde giden geleceğin birkaç anne adayı … Pazar sabahları pikniğe gidilirdi. Pazartesi olunca okul için beslenme çantaları hazırlanır, içlerine “fırın günü” pişirilen böreklerden, kurabiyelerden koyulurdu.
Bu anlattığım eskidendi yalnız. Arasıra hala “haftasonu fırıncılığı” yaparız tabii ama eskisi gibi mutad hali yok artık. Bu cumartesi de çocuklarımın hepsi evdeler. Onları bir arada bulunca oklavayı konuşturmamak olur mu? Pamuk prenses, “ıspanaklı börek” diye tutturdu. Büyük kızım, “ben turta istiyorum” dedi. “Elmalı olsun lütfen! ”
“Peki Zeynep Sultan.. sana elmalı turta. Siz ikiniz? ”
Onlar da istedi bir şeyler. Bendeniz mutfağa girdim.. kolları sıvadım… hem yapıyorum… hem korkuyorum.. neden mi? Onlardan ben de yiyeceğim de ondan! Çok zamandır boşvermişlik ve kendini koyvermişliğin ceremesi kilolar artık fazla olmaya başladılar. Onları söküp atmam gerek.
Ertesi sabah dün yaptığım kurabiyelerden birkaçını ateşe elimi dokunduracakmış korkusuyla kendimden bile gizlemek isteyerek aldım. Küçük bir poşete koyup çantama yerleştirdim. İşe gidince sabah kahvemin yanında iyi gider ya. Evden çıktım. Havadaki tuhaflık ilgimi çekiyor, karanlık gibi sanki daha vakit erkene benziyor. Saate bakıyorum tamam. Arabanın gelmesine 3 dakika var. Ancak inerim.
Beklemeye başlıyorum. Araç ortalarda yok. Saatim yanlış olabilir mi? Hava da zaten tuhaf! .. Dile getirmeye korkuyorum ama şu güneş tutulması ile ve sonrası ile bir ilgisi olabilir mi diye düşünmeden de edemiyorum. Caddenin karşısından kocaman, sütlü kahve tüyleri olan bir köpek başını kaldırıp bana doğru baktı. Sanki çocuklarımdan biriymiş gibi teklifsizce gelip yanıma sokuldu. İri ve güzel bir hayvandı. Karnının açlığı olduğundan daha zayıf gösteriyor, tüyleri parlaklığını yitirmiş gibi duruyordu. “Hmm” dedim “seni yaramaz nasıl da aldın kurabiyelerin kokusunu.” Elimi uzatıp seveceğim de korkuyorum. Takılırsa peşime bırakmaz diye. Çantamdan kurabiyelerin birini çıkarıp ilerideki yeşilliğe doğru fırlattım. Koşarak gitti. Önce kokladı. Sonra bir lokmada yutuverdi. Kocaman gösterişli bir başı, iri siyah ağzı vardı. Birini daha çıkarıp fırlattım. Çantamda bir tane kalmıştı. Havadaki, beni ürküten renk yavaş yavaş açılmaya başladı. Bizim araç hala ortalarda yok. Aşağıya, yol ayrımına doğru yürüyüp orada beklemeye karar verdim. Sanki ben oraya gidince daha çabuk gelecekmiş gibi. Uzaklara bakarken birkaç dakika geçti. Olduğum yerde arkama doğru döndüm. Bir çift kahverengi göz yüreğimin içini tuz- buz ediverdi. Demin ki köpek yiyeceğini bitirdikten sonra benim arkamdan aşağıya kadar gelmiş, hiç ses etmeden, başını kaldırmış, o, yüreğimi lime lime eden bakışlarını bana dikmiş, sabırla çantamda kalan diğer kurabiyeyi de istiyordu. Ama o nasıl bir istemeydi öyle! Aman Allah’ım! ... o ne asil bir duruş! .. verirsen sen bilirsin… vermezsen canın sağolsun der gibi.

Devamını Oku