Sevgi, tedavi edilmesi gereken bir hastalıkmış,
Bir sancıymış insanın içine işleyen,
Bir ateşmiş damar damar yakan,
Ve seni sevmek… delilikmiş.
Doğru kişi, sevdiğin kişi midir?
Sevgi tek başına yeter mi,
yoksa bazen kalp kandırır mı insanı?
Sevmenin büyüsü gözleri kör edince,
Burası hangi durak diye soruyorum kendime.
Cevap yok. Herkesin yüzü aynı, her ses yabancı.
Biletim kesilmiş ama yönüm belli değil.
Bir yerden gelmiş gibiyim, ama nereye gittiğimi kimse bilmiyor.
Duydum ki…
Başka yıldızlara meyletmiş gözlerin,
Sahi hangisi daha parlaktı da
Çaldı gözlerini benden?
Oysa ben seni en çok karanlıkta sevmiştim,
Elif… Lâm… Mîm…!
Her harfin içinde gizlenmiş bir sır,
Her sırrın içinde yanan bir umut var.
Hepsinin duracağı nokta bir cezim belki,
Ama bil ki, sönmez sana olan sevdamın umudu…
“Evim” demişti o kadın, gözlerinde güven arayan o derin bakışla. Ev onun için dört duvar değildi; sıcaklığıyla sarmalayan bir yürek, karanlıkta yolunu aydınlatan bir Yıldız, fırtınada sığınılacak bir limandı. Belki de yıllarca aradığı huzuru bulduğunu sanmıştı. Kırıklarını, yaralarını, hayallerini oraya bırakmıştı. Bir gün yorulduğunda dönecek, bir gün incindiğinde saklanacak, bir gün suskun kaldığında yeniden konuşacak yer sandı orayı.
Ama zaman, insanın hiç beklemediği yüzleri gösterir. Ev bildiği o yer, yavaş yavaş nefesini tüketti. Gözlerinde umut diye parlayan ışıklar sönmeye başladı. Bir zamanlar yüreğini ısıtan ateş, onu için için yakan bir kor ateş oldu. Sessizlik büyüdü, yalnızlık çoğaldı. Ve kadın, “evim” dediği yerde kendini her geçen gün biraz daha kaybetti.
Sonunda, ev sandığı o yürek mezarı oldu. Hayallerinin, gülüşlerinin, umutlarının mezarı. Belki bedeni hâlâ yürüyordu, nefes alıyordu, ama ruhu çoktan toprağa verilmişti. Çünkü bazı evler, insanı yaşatmaz; insanı yavaş yavaş tüketir, içine gömer. Ve işte o kadın, en güvenli bildiği yerde en derin , en büyük kaybını yaşadı.
Önce gözlerin değdi gülüşlerime..
Sonra...
Geceler şahit oldu gözyaşlarıma..
Beynimde yokluğunun uğultusu..
Uyutmadı beni aylardır..
Ne sağım sendin,
Eyyy…
İmkânsız sevdam…
Sen ki — varlığın bile yasak; bir duâ gibi suskun,
diline değen her harf yanar, kalbimde derin bir çukur açar.
Seni anmak, içimde sabaha dek yanan bir mumu söndürmek gibi;
her nefeste fitilin daha da kısılır, alev küçülür ama sızı büyür.
Eylül’e kaç var, bilmem…
Ama sana kaç var, onu sayıyorum hâlâ.
Takvimden her gün bir yaprak düşüyor,
Ve ben o yaprakların hışırtısında
Adını duymak istiyorum, ama olmuyor.
Soğuyan tek şeyin havalar olmadığı bir eylül günü… İçimdeki suskunluk, bir kentin kalabalığında unutulmuş bir melodi gibi ağır ağır yayılıyor. Rüzgâr serinlese de, insanın içine çöken boşluk daha keskin, daha sessiz.
Eylül, takvim yapraklarında yalnızca bir ay değil; ayrılıkların, bitişlerin, içe dönük sorgulamaların adı. Her gün biraz daha kısalan ışığın gölgesinde, zamanın elini daha belirgin hissediyor insan. Belki de bu yüzden her eylül, aynı hüzünle geliyor.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!