bizim evin alt katında benim pek de sevmediğim-oğlunu da sevmiyorum- ama belki iyi insanlardır, her neyse..bir bakkal var..evin hemen ilerisinde de ilk önce bim, sonra şok, sonra da dia marketleri var. Bu bakkal ucuz satsa tamam; ama adam geldin mi kazigi yerleştiriyor. Biz de o yuzden çoğunlukla marketlerden alışveriş ediyoruz; ama elimizle torbalarla bu admaın dukkanın yanından geçip apartmanın dış kapı basamaklarına adım atmamız gerek. Ve bu adam çoğunlukla dışarıda kapı önünde oluyor. Tabii biz de adama ayıp olmasın diye, torbaları ona göstermemek için kasa kasa yürüyoruz
geçen sene aldığı türkçe dersinde hoca türklerin orta asyadaki kültürel gelişiminden ve dilden bahsediyordu..demişti ki: biz türklerin fiilleri kısadır ve özdür: koş, in, bin, gel, git, çök,ol, del vs gibi. Neden böyledir siye sormuştu sonra da anlatmıştı: Atalarımız sürekli at üzerindeydi, yerleşik bir yapıya sahip değildi, bir gün orda bir gun burda.. Hareketli bir milletik yani. O halde kaybedilecek zaman yoktu; onlar da fillerini bu şekilde kısa oluşturdular.
Bir edebiyat ortamıydı, genç insanlar(edebiyata meraklı, yazan insanlar) ve birkaç tane edebiyatçı vardı. Edebiyatçılardan biri 'romanlarda neden belli kaliplara göre yazılıyor; neden illaki insan olmak zorunda'dedi. Bend e düşünmüştüm bir zamanlar, benim de hoşuma gidiyordu hiç bir kaideye riayet etmeden yazmak, dökülmek, akmak. İnsan olabilirdi bu yapılan da; ama onun kastettiği tam olarak bu değildi. O insansiz romanlardan bahsediyordu. Halbuki nereden çıkmıştı roman, kim bu şekilde bir şey yazmaya zorlanmıştı ya da ne yuzunden? Bence insandı bunun en temel nedeni. Roman insan üzerine bina edilmişti. İnsanın duyguları, ruhu, yaşamı... Şiir insan ihtiva etmek zorunda değildir. Şiir de salt insan tarafından doldurulan kelimeler ya da bu kelimeleri çağrıştıran imgeler olabilir. Şiiri şiir yapan da budur zaten. O kelimeleri anlatmak için insanı kullanmaz. O sadece kelimelerin kendisini anlatmasına izin verir; ama roman da kelimeler konuşmak, okuyanlara ulaşmak için insanı kullanmalıdır. Yazar kelimeyi kahramanına ne kadar yedirebilirse o denli başarılıdır. Bir dosto yu buyuk yapan sadece insanı iyi bir şekilde anlatabilmesi değil; insanı anlatırken kullandığı kelimelerde onu anlatmaya çalışan arasında kurdugu sıkı birlikteliktir.
Yazıyorum ve benim yazma amacım insan. Çünkü bu şekilde kalıcı olabileceğimi düşünüyorum. Ancak insanı anlatabildiğim sürece...
arkadaşın evini bulamadığım zamanda, bir sabah öncesind pencereden bakıp da karşımda dikilen okulumsu yapıyı sordugumda bana, ayrancı lisesi demişti. ve kızılıydan, bakanlıka-larında ordan yukarıya çıkmaya başladım..bir araca binemezdim çünkü çok kötü bir haldeydim..yürümeliydim ve açılmalı..sonra baya geç oldu, eve giden dolmuşların da nerden geçtiğini bilmiyorum..ama aklımda ayrancı lisesi var; hani sora sora bağdat bile bulunur derler ya; ben de sora sora ilk önce ayrancı lisesini sonra da evi buldum..tabii evde kimse yoktu :)) ben de aldığım elmalardan birini çıkartıp, önünde yeşil bir bahçe uzanan apartmanın kapısı önünde kemirmeye başladım...
ayranci lisesi bizim fenerimizdir :)
bizim oralarda baya revaçta idi zamanında; şimdi nasıl bilmiyorum..millet birbiriyle bu yolla şakalaşırdı..ben ne bilim, bunun manasının kötü olduğunu..bir gun ömer amca denen adama deyyus dedim; anam :))) annem yerin dibine girdi..sonra bir guzel anlatti bana: oğlum deyyus şu şu demektir diye..
adam alindi mi bilmiyorum :)) bu kelime her zaman hoşuma gitmiştir; ama ne zamandir duymamıştım..
bir de bahçesinden bir şeyler çaldığımız adam bağırırdı: vay deyyuslar vay!
Bu hangi dildir! Türkçe olmadığı bariz.
vs koyduklarım çeşitleri olduğunu da gösterir.
eğer yerinden incelemek istiyorsanız:www.ulker.com.tr adresine bakabilirsiniz.
Dili böyle kuruluşlar sırf çıkar için baltalıyorlar ya!
laf sokmak için belirli kurallar vardir. ilk kural laf sokacaginiz şahis hakkinda biraz bilgi; yoksa sokulan laf emin olun yerinde durmayacaktir.
misal biriyle tanisitiginiza onu tahlil edersiniz konuşmaları hareketleri; ve size eeger bir yerde ters bir hareket yaparsa beklersiniz, sokabileceginiz laflari biriktirir ve biribiri ardina dizersiniz.
şimdi burda yani antolojide de laf sokmak için malzeme lazim..gidip de birine pat pat sokamassiniz laflari, biraz bilgi gerekir..bunun için de yazdiklari ya da size soyledikleri onemlidir. haa işte bunlari elde ettikren sonra tam yerinde çattt diye sokarsiniz lafi
bu durumda karşıdaki iki ya da uç tür tepki verebilir
1- zeki ise gercekten lafin altinda kalmaz ve sizinki aratmayacak şekilde bir cevap yazar
2- biraz zeka bakimindan fakirse aptalsin sen der, cahilsin der, vs der
3- akıllı, ve erdemli ise cevap bile vermeye tenezzul etmez(ben daha bolesini pek gormedim)
bizim tercihimiz ikinci gruptur; çünkü onlarin pek bir zararlari dokunmaz; hem de onlara laf sokmakttan acaip zevk alirsiniz; cunku cevap verebilme ytenekleri gozlerine bagladiklari capittan ve kafalarindaki salak kutsal aşk masalindan dolayı beyinleri sulanmıştır(beyni sulanmak bir öğretmene ait bir tabirdir)
malum nasil çiçekler suyu severse, çiçek olanlar da beyni sulu olanları severler ve bunlar guzel bir 'Kült' (ür) ortamı oluştururlar :))
İslâm anlayışına göre varlık âlemine ait üç temel kitap vardır. Birincisi, her şeyin takdir edilerek ilim diliyle yazıldığı kader veya levh-i mahfuz denilen İmam-ı Mübin’dir. İkincisi, her şeyin irade, kudret ve hikmetle yaratıldığı ve haricî varlık seviyesine çıkarıldığı kâinatı ifade eden Kitab-ı Mübin’dir. Üçüncüsü ise, insanın hayatı mânâlandırabilmesi, varoluşun sırlarını çözebilmesi için ona rehber olarak gönderilen ve diğer iki kitabın tefsiri olan Kur'ân-ı Kerim'dir. Bu kitapların tanıtıcısı ve öğretmenleri ise, peygamberler, onların yolundan giden veli ve âlimlerdir.
Mümkünat âleminde, maddî, misâlî ve ruhanî olmak üzere, birlikte bulunabilen üç tür varlık yaratılmıştır. Her varlığın da ayrıca cismanî, misâlî ve ruhanî boyutları olabilir. Meselâ genetik yapımızı depolayan döllenmiş yumurtada, insanın biyolojik yapısı şifrelenmiştir. Genetik yapıyla inşa edilen beden kalıbı içinde, ruh dediğimiz, sabit bir melekûtî varlık misafir olarak yaşar. Zihin oluştuğunda, insan, misâl âlemini; dimağında, gönlünde, hayalinde ve rüyasında sezebileceği veya keşfedebileceği donanımlara sahip olur. İnsan, zaman şeridine takılan bu varlık âlemlerini, kendisine verilen cihaz ve donanımlarla değişik derecelerde bilebilir.
‘Bilmek’ küllî bir kavram olup, haber vermek, tahmin etmek, modellemek, eşyanın iç yüzüne vâkıf olmak gibi alt dallara ayrılır. Bilmek, haber vermek ve tahmin etmek arasında ciddi bağlantılar olmasına karşılık, bunlar aynı şeyler değildir. Bilmenin söz konusu olduğu varlık boyutları, bilinebilir olanlar, bilinemez olanlar şeklinde ikiye ayrıldığında, gayb (bilinemez) âlemleri ve gelecek konusunda bilgi edinmede insanın sahip olduğu donanımların, ne derece güvenilir olduğu sorusu akla gelmektedir. İnsanın fıtraten kullanma istidadına sahip kılındığı bilme yolları arasında, akıl, rüya (duru rüya, şuuraltı rüya ve geleceğe ait işaretlerin verildiği rüya) , hayal âlemine düşen mânâlar (sûnuhat, tulûat) , sezgi (altıncı his) , tevatür, ilham, vahiy, gözlem, deney, ruhanilerle ve farklı boyuttaki varlıklarla iletişim yer alır. Bu bilme vasıtaları, yukarıda özetlenen farklı varlık seviyelerindeki farklı âlemlerden bilgi toplamada kullanılır. Haricî vücut giymiş varlıklar, zamanın bugünkü diliminde gözlenebilirken; ilmî vücut seviyesindeki varlıklar, gelecekte haricî vücut giyeceklerinden, onların şimdiki zamanda bilinmesi, hatalı bir yaklaşımla, ‘gelecekten haber verme’ olarak tarif edilir.
Gelecekten haber verme noktasında konuşan üç farklı zümre vardır. Birincisi, peygamberler, Allah dostları diyebileceğimiz veliler; ikincisi, belli modellere dayalı olarak kâinattaki düzen ve intizamın periyodik ve ritmik işleyişinden yola çıkarak, geleceğe dâir tahminlerde bulunan ve haber veren bilim insanları ve araştırmacılar (genetik bilimciler, meteorologlar, sismologlar): üçüncüsü ise, büyücüler, medyumlar, astrologlar, falcılar, ayrıca cin ve ifritlerle temasa geçebilme kabiliyeti olan kâhinlerdir. Bunlardan cinler, ifritler ve bunlarla temasa geçen medyum ve kâhinler, sema ve yer arasındaki bilgi akışına değişik noktalardan temas ederek, kendilerine izin verildiği ölçüde, gayb âleminden çıkmış, fakat haricî varlık seviyesine çıkmamış, henüz ilmî veya misâlî varlık seviyesinde bulunan hâdiselerden haberdâr olabilmektedir. Bu hakikati ifade eden âyet şöyledir: 'Biz dünyaya, en yakın semayı, yıldızlarla süsledik. Ve orayı her türlü şeytandan koruduk.
Onlar, Mele-i Âlâ'ya yükselip dinleyemezler ve her taraftan bombardımana tutulurlar. Dinlemeye kalkıp, kulak hırsızlığı yapmaya çalışırlarsa, kovulup atılırlar. Hem onlar için devamlı bir azap vardır. Ne var ki, içlerinden birisi bir söz kırıntısı kapmayı başarırsa, derhal yakıcı ve delici bir ateş, bir ışık onu kovalar.' (Sâffât Sûresi, 6-10)
Bu üç farklı zümrenin, gelecek hakkında verdikleri haberler, yaptıkları tahminler ve belli tarihlere dikkat çekmeleri, sûreten benzese de keyfiyeten farklıdır. Peygamberlerin ve ilhama mazhar olan velilerin gelecekten verdiği haberler, Allah tarafından bilgilendirildiklerinden dolayı, aynı zamanda Kader Kitabı’nın varlığına birer delildir.
İnsanın akıl ve duyularıyla, hakkında doğrudan bilgi edinemeyeceği Allah (cc) , cennet, cehennem, yarın başına neyin geleceği gibi konulara ‘gayb’ denir. Kur'an'da ‘bilinmez’ denilen ve Allah'tan başkasının bilmediği gayb, ‘mutlak gayb’dır. Yani kişinin kaderi, eceli, rızkı, kazancı, yağmurun ne zaman yağacağı ve rahimlerde olanın durumu ile birlikte, daha pek çok konuya ait gayb hükümleri, sadece Allah tarafından bilinen gaybdır. Meselâ, yüzyıllardan beri Marmara Depremi’ne sebep olmuş olan fay hattının ne zaman harekete geçirileceği bilinmeyen gayb hükümlerindendi. Nitekim bilemedik ve 17 Ağustos 1999 günü, saat 03:02’de fay oynatıldı. Neden o geceydi, buna sebep neydi? Bu bizim için gizlidir, gizli kalacaktır. Yapılan yorumların tamamı tahminden öte geçmeyen şeylerdir. Hiçkimse kesin olarak, “Bu iş şundan dolayı oldu.” diyemez.
Kur'ân-ı Kerim ve Hadîs-i Şeriflerde gayb ve gelecek
İnsanoğlu, eskiden beri gayb âlemini merak etmiş ve bu âlem hakkında bilgi edinmek istemiştir. Bu merak ve istek, gaybdan haber verdiğini söyleyen kâhinler, falcılar, medyumlar ve ruh çağırdığını iddia edenler tarafından istismar edilmiştir.
Dinimize göre gaybı sadece Allah bilir. 'De ki; göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur.' (Neml Sûresi, 65) . ‘Ancak Allah Tealâ'nın emir ve yasaklarını insanlara duyurmak için içlerinden seçtiği Peygamberler, Allah'ın bildirmesiyle (ve bildirdiği kadar) gaybe muttali olabilirler.’ (Cin Sûresi, 26-27) . O hâlde, Allah Tealâ bu bilgiyi sadece peygamberlerine bildirdiğine ve Hz Muhammed'den (sas) sonra da peygamber gelmeyeceğine göre Allah’ın ilhama mazhar kılmadığı, ayrıca Kur'an'a ve sahih hadîslere dayanmadığı hâlde, ortalıkta gaybden haber verdiğini söyleyip gezenlerin birer yalancı oldukları anlaşılmaktadır. Elmalı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde meseleyi şöyle ele alır: “Dilediğine mülk veren, dilediğinden mülkü alan, dilediğini üstün kılan, dilediğini zelîl eden ‘biyedihi'l-hayr’ (hayır elinde olan) O'dur. Ben gaybı da bilmem. Bilgim dışında bulunan Allah'ın fiil ve bilgilerini bilirim diye iddia da etmem. Kâhinlik taslamam.’ Diğer bir âyette de, ‘Eğer ben gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben, sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim.’ (Ârâf, 7/188) buyrulmaktadır. Şu hâlde bana: ‘O kıyamet ne zaman? ’ veya ‘Azab ne zaman? ’ gibi gayba ait sorular sormanızın da bir mânâsı yoktur. Ben size ‘bir meleğim’ de demem; bir melek olduğumu da iddia etmem(...) Ben başka bir şeye değil, ancak bana gönderilen vahye uyarım, ona tâbi olurum. Gayba dâir verdiğim haberler, benim kendimden değil, Allah'tan bana gelen vahiylerdir ve Allah'ın ilmini tebliğdir.” (Elmalılı Hamdi Yazır'ın Hak Dini Kur'ân Dili Tefsiri En'am sûresi 50-51. âyetlerin tefsiri)
İlmî ve misâlî varlıklar; levh-i mahv ve isbat denilen yaz-boz tahtasında, ilâhî irade, kudret ve hikmet altında haricî varlık seviyesine çıktığından, haber kaynağı çok sağlam olsa bile, imtihan gereği, geleceğe dâir verilen haberler temsilî ve işarî olarak verilmekte ve hâdisenin oluş şeklinde ciddi farklılıklar ortaya çıkabilmektedir. Çünkü Cenab-ı Hak hem hikmet, hem de merhamet ve şefkat sâhibidir. Bu imtihan dünyasında, O'nun hikmet ve rahmeti, geleceğe dâir gaybî şeylerin çoğunu gizlemeyi gerektirmektedir. Çünkü dünya hayatında insanın hoşuna gitmeyen şeyler daha çoktur. Onları, olmadan önce bilmek, insana acı ve elem verir, hayatı yaşanılmaz kılar. Onun için Allah (cc) ölüm zamanı (ecel) , kıyamet vakti gibi geleceğe ait hâdiseleri gizlemiştir. Hatta Peygamber Efendimiz'e (sas) de, Onun şefkatini rencide edecek ve onu incitecek şeyler açıkça ve tafsilâtıyla gösterilmemiştir. Meselâ Efendimiz'in (sas) Hz. Aişe'ye farklı olan sevgi ve şefkatinin rencide olmaması için, Hz. Aişe’nin Cemel Vakası'na karışacağı kesin bir şekilde Efendimiz’e (sas) bildirilmemiştir; buna delil, Hz. Peygamber'in (sas) hanımlarına hitaben, 'Keşke o vak'ada hanginizin bulunacağını bilseydim.' demesidir. Hâdise sathî bir şekilde kendisine bildirilmiş olacak ki; muhterem hanımlarına, “İçinizden biriniz, mühim bir fitnenin başına geçecek ve etrafında çoklar öldürülecektir. Ona, Hav'eb kabilesinin köpekleri havlayacaktır.” demiştir. (Müsned, 6/25) Ayrıca Hz. Ali'ye de, “Senin ile Âişe arasında bir hâdise olursa, 'Âişe'ye iyi davran ve selâmetle evine gönder.' buyurmuştur.” (Müsned, 6/393)
Hazret-i Allah'ın öyle kulları vardır ki, onlar O'nun bildirdiği kadarını bilirler. Şeyh Edebâlî'nin Osman Gazi'ye büyük bir devletin kurucusu olacağını haber vermesi, Hacı Bayram Veli Hazretleri'nin (ks) İstanbul'un fethinin Fatih'e nasip olacağını söylemesi, Akşemseddin Hazretleri’nin fethin gününü Fatih’e bildirmesi, Emir Sultan Hazretleri'nin Yıldırım Bayezid'i Timur ile savaşmaktan vazgeçirmek için birçok gayret göstermesi, muvaffak olamayacağı yönünde ikazlar yapması, tarihte bilinen meşhur hâdiselerdendir. “Fırat nehri altın bir dağ üzerinden suyu çekilip açılmadıkça kıyamet kopmaz. İnsanlar onun için harp edecek ve her yüz kişiden doksan dokuzu öldürülecek. Onlardan her biri, 'Belki ben kurtulurum diyecektir.” 'Fırat nehrinin altın hazinelerinden bir kısmının alana çıkması yakındır. Her kim o zaman orada bulunursa, ondan bir şey almasın.' gibi kendisine bildirilen bazı gaybî hâdiselerle ikazda bulunan Sevgili Peygamberimiz, Hidayet Rehberimiz, Hz.Muhammed (sas) , bir başka hadîslerinde gaybdan haber vermeye kalkışan kişilere inanmanın tehlikesine şöyle işaret buyurmaktadır: “Gayb habercisine (kâhin-falcı-medyum vs) gidip onun dediğini doğrulayan kişi Muhammed'e gönderileni (Kur'an) inkâr etmiş olur.” (Tirmizi, İbn Mace) .
Veliler, kâhin değildir!
Allah, gönderdiği peygamberlerini insanlara tasdik ettirmek için, onlara gelecekle ilgili bazı hâdiseleri bildirmiştir. Kur'an ve Peygamberimiz (sas) yoluyla bize ulaşan mu’cizeler, net, berrak ve doğrudur. Bu yüzden mu’cize ile kehaneti, peygamber ile de kâhini birbirine karıştırmamak lâzımdır. Cenab-ı Hakk'ın bildirmesiyle, peygamber ve veliler gelecekle ilgili haberler verebilirler. Veliler, keşfetmelerine müsaade edilen gelecekle ilgili bilgileri örtülü biçimde ve sembolik ifadelerle anlatma yolunu tercih etmişlerdir. Efendimiz'den (sas) sonra peygamberlik ve vahiy yolu kapandığı için, gelecekte vuku bulacak bazı hâdiseler, yine ilâhî kaynaklı olmak üzere, ya rüya, ya ilham yoluyla veya veliler tarafından dile getirilmektedir. Bu yolun dışında bulunan kâhinler de benzer iddialarda bulunmaktadır. İlham ile hiçbir alâkası olmayan, ilâhî vâridata kapalı bu insanların, haber kaynakları, Rahmanî değil, şeytanî sezgilerdir. Onlar ayrıca bu işi meslek edinmişlerdir. Zaten haber kaynakları olan şeytanlar, kulak hırsızlığı ile bir şeyler kapıp yalan-yanlış şeylerle yaldızlayarak onlara aktarmaktadır. Kâhinlerin, medyumların ve falcıların bildikleri, mutlak gayb değil, izafî gaybdır, hem de gayb olmaktan çıkıp uygulama alanına geçmesi için emir verilmiş konulardır. Eskiden kâhinlik adı verilen, günümüzde medyumluk olarak devam eden ve dinimizce yasaklanan bu meslek, felsefeden kaynaklanmakta olup, iman zaafı olan bilgisiz ve şuursuz insanlara büyük zararlar verebilmektedir. Bu konuda Bediüzzaman Emirdağ Lâhikası'nda aşağıdaki notu düşer: 'Evet, dinden gelmeyen, belki felsefenin hassasiyetinden gelen ruh çağırma, hem hakikate aykırı, hem edebe aykırı bir harekettir. Çünkü a'lâ-yı illiyyînde (cennetin en yüce yeri) ve kutsal makamlarda olanları, aşağıların aşağısı hükmündeki masasına ve yalanların yeri olan oyuncak tahtasına getirmek, tam bir ihanet ve hürmetsizliktir. Âdetâ bir padişahı kulübeciğine çağırıp getirmek gibidir.' (Emirdağ Lahikası, s. 379-380) . Özetle, Allah dilediğine, dilediği kadar ilim verir, kabiliyet verir, isterse gaybın izafî olan kısmına ulaştırdığı gibi, Levh-i Mahfuz'u da açar ve gösterir. O da, oradan görüp anlayabildiği kadarını, kendi yorumlarını da ekleyerek anlatır ve gelecekle ilgili konularda böylece bir haber yumağı oluşturur ve bunlar da ya kendi ağzından, ya kaleminden veya yorumcular tarafından ekleme ve çıkarmalarla insanlara ulaşır.
Nostradamus'un gerçek yüzü
Popüler medyada en meşhur olan kâhinlerden biri, Nostradamus'tur. Halbuki onun iddiaları asla açık-seçik değildir. Şiirleri karmakarışık ifadelerle doludur. Papa'nın ölümünden sonra yine bir Nostradamus modası başlamıştır. Meselâ, onun “Centuries/Yüzyıllar” isimli eserindeki bir dörtlüğe dayanılarak yorumlar yapılmış ve buradan Papa'nın ölümüne işaret çıkarılmıştır.
Yaygın kanaate göre 'bütün zamanların en berbat şarlatanı' olan simyacı, astrolog ve kâhin Nostradamus, 16. yüzyılda Fransa'da yaşamıştır. 1503'te Fransa'nın güneyinde Saint-Remy de Provence kasabasında dünyaya gelen, Michel de Nostredame, 'Nostradamus' adıyla tanındı. Nostradamus, 1522'de tıp okumaya gittiği Montpellier Üniversitesi'nden üç yıllık eğitimden sonra, mezun olarak başarılı bir doktorluk kariyeri yaptı. Tıp fakültesinden arkadaşı Rabelais de alaycı bir dille birtakım kehânetlerde bulunmuştur.
80 yaşını geride bırakacak olan ve bugün Türkiye'nin önde gelen medya patronlarının ortaklığı bulunan Cumhuriyet Gazetesi, 1991'de yaşadığı üçüncü ve en önemli 'iç depremden' sonra bir daha kendine gelemedi. Dünyayı iyi algılamasını etkileyen 'marjinal ve statükocu' yapısı, gazetenin önündeki en büyük engel olarak görülüyor. Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, sıra toplumsal devrimlere gelmişti. Atatürk, devrimlerini destekleyecek bir iletişim aracından yanaydı. İstanbul'da mütareke döneminde bile İleri ve Akşam gibi Ankara Hükümeti'ni destekleyen yayınlar çıkmaktaydı. Fakat Atatürk kendisine daha fazla teslim olmuş, gözü kapalı istediklerini yapacak bir yayın arıyordu.
1879 Muğla/Fethiye doğumlu Yunus Nadi adlı milletvekilliği de yapmış iyi eğitimli gazeteci, her dediğini gözü kapalı destekleyen bir kişi olarak Mustafa Kemal'in gözüne girmişti. Arşivciliği ile de bilinen ünlü komünistlerden Rasih Nuri İleri'nin, amcası Celal Nuri'den dinlediğine göre Yunus Nadi, rejime şartsız bağlılığı sayesinde matbaa sahibi olmuş, servet edinmiş, Atatürk'ün oluşturmaya çalıştığı Türk burjuvazisinin prototiplerinden biri haline gelmişti. Dolayısıyla Atatürk için Yunus Nadi daha önemli bir isimdi. Yeni Gün'ü çıkarmasında bu özelliğinin de etkisi vardı. 1924 senesinde Atatürk yeni bir gazete çıkarmak istediğinde de aklına zaten Yeni Gün'ü çıkarmakta olan Yunus Nadi geldi. Bu fikrinde yanılmadı da. Bazı konulardaki görüşlerini Yunus Nadi imzasıyla kamuoyuna duyuracaktı ilerleyen dönemlerde.
Sonuçta Atatürk, İstanbul'da, Cağaloğlu'ndaki İttihat ve Terakki'nin merkezi olan Kırmızı Konak'ı vererek burada Cumhuriyet adını koyduğu gazeteyi çıkarmasını istedi Yunus Nadi'den. Ve 7 Mayıs 1924 tarihinde Cumhuriyet yayın hayatına başladı. İlk nüshasında gazetenin ilkelerini de belirlemişti Yunus Nadi: '...gazetemiz ne hükümet gazetesi, ne de bir parti gazetesidir. Cumhuriyet sadece cumhuriyetin, bilimsel ve yaygın ifadesiyle demokrasinin savunucusudur. Memlekette her anlamıyla gerçek bir demokrasi kurulması için gazetemiz bütün varlığı ile çalışacaktır. Memlekette halkın halk tarafından, halk için idaresi bizim idealimizdir. Ve biz yalnız bu idealin esiriyiz, başka hiç bir kuvvetin değil.' Bu ilkelerden, ilerleyen dönemlerde sapmalar olacaktı. Partizanlık ve gazetenin bir yöneticisinin darbecilerle birlikte hareket etmesi gibi.
'Yunus Nazi' dönemi
Cumhuriyet Gazetesi, 1930'lara kadar ağırlıklı olarak rejimin yerleşmesi ve devrimlerin benimsenmesi üzerine bir politika izler. Bu dönemde, alışverişlerde indirim sağlayacak bir kupon vererek ilk promosyonu gerçekleştirir. 1929 Şubat ayında da Türkiye'deki ilk güzellik yarışmasını bizzat düzenler. İlk ansiklopediyi de Cumhuriyet verir. Cumhuriyet bu yıllarda Yunus Nadi'nin Atatürk'ten aldığı rüzgara göre yoluna devam ediyordu. 1930'ların sonuna doğru Almanların ayak sesleri duyulmaya başlandığında bu sefer Cumhuriyet Gazetesi, Alman taraftarı yazılar yayınlamaya başlar. Yunus Nadi'ye 'Yunus Nazi' denmesine de yol açacak bu tür yazıların ilki Yunus Nadi'nin en büyük oğlu Nadir Nadi'nin 'Hitler Viyanası'ndan Röportajlar' dizisiydi. Ve bundan sonra II. Dünya savaşı bitene kadar Cumhuriyet'in Nazi yanlısı yayınları sürer. Kimilerine göre Almanya'dan destek gören bir grup vardı Türkiye'de. Yunus Nadi için de bu durumu gündeme getirenler oldu. Cumhuriyet Olayı kitabının yazarı Emin Karaca'dan dinleyelim: 'İsmet İnönü'yü Ankara Garı'nda karşılamaya gelen Nadir Nadi'ye İnönü aynen şöyle diyor. 'Ticari maksatlar uğruna siyasi yazı yazılmasına müsaade edemem! . Yunus Nadi 'Yok böyle bir şey! ' dese de Milli Şef sinirlidir: 'Kat'iyyen müsaade edemem! ' Ve İnönü Yunus Nadi'nin elini sıkmadan çıkış kapısına doğru ilerliyor.'
Yunus Nadi'nin Almanlar'dan destek gördüğü hep tartışılır. Ama gerçek olan Almanların Türklere yönelik böyle bir listenin var olduğudur. Rasih Nuri İleri, Türkiye'de her zaman tartışılan Almanya'dan yardım alanlar konusunda şu açıklamayı yapıyor: 'Almanya'dan yardım konusunda çok önemli bir ifşaat... Naim Dikel Bey -ki çok önemli bir Alman şirketinin temsilcisi idi- öldüğü vakit karısı Fatma Hanımefendi, kasasında, altın-mark olarak hangi Türk büyüklerine ne kadar parasal yardım yapıldığının listesini bulmuştu. Ve içinde dostlarından birçok kişi bulunduğu için listeyi yakmıştır.'
- Listeye dair bir şey biliyor musunuz?
'Olayı biliyorum. Taha Toros da bilir, ben de bilirim. Fatma Hanımefendi ile uzaktan hısımlığımız vardı.'
Savaşın bittiği 8 Mayıs 1945'te Cumhuriyet'in konu ile ilgili başlığı 'İnsanlığa geçmiş olsun'dur. Gazete hemen Alman yanlılığından çark etmiştir. Emin Karaca'nın söylediği gibi 'bu sefer birinci sayfasından, harbi çıkaranları lanetliyor.' Bazı kişilere göre Cumhuriyet'in Alman taraftarlığı söz konusu değildir, ama böyle diyenler için Cumhuriyet'in eski nüshaları en azından gazetenin arşivinde mevcuttur demek yerindedir sanırım.
Yunus Nadi 28 Haziran 1945'te vefat edince, gazetenin yönetimi en büyük oğlu Nadir Nadi'ye geçer. Ama, annesi Nazime Hanım her zaman en tepedeki kişi olarak bundan sonraki süreci gözetleyecektir.
Nadir Nadi 1950 seçimlerinde Demokrat Parti listesinden Bağımsız Muğla Milletvekili seçilince gazete de dolayısıyla DP'li olur. Cumhuriyet, ülkeden kaçan Nazım Hikmet'in fotoğrafını 'tükürülmesi' için yayınlar, yani tamamen antikomünist bir yayın izler bu süreçte.
Fakat Nadir Nadi, 1954 seçimlerinde Meclis'e girmeyince, Cumhuriyet Gazetesi'nin DP'ye giderek azalan desteği de 1957'den sonra eleştiriye dönüşür. DP de diğer muhalif basına olduğu gibi kağıt baskısından denetim baskısına kadar hepsini uygular Cumhuriyet'e.
Sola demir atma zamanı
1960'ların ilk yıllarına kadar Cumhuriyet Gazetesi bir sayfasında sağ bir sayfasında sol görüşlü yazarların yazı yazabildiği bir gazete iken bu tarihten sonra dünyada esen sol rüzgarın etkisinde kalır. Belki bunun neticesinde Nadir Nadi, 1962 senesinde sol yazıları ile bilinen ve henüz 36 yaşında olan İlhan Selçuk'u gazeteye alır, ona bir 'Pencere' açar. 1957'den 65'e kadar gazetenin yazı işleri müdürlerinden biri olan Vecdi Kızıldemir'e göre İlhan Selçuk'a gelene kadar Vala Nurettinler, Cevat Fehmiler, Yaşar Kemaller zaten solcu idi. Dolayısıyla gazete sola İlhan Selçuk'la kaymamıştır.
Fakat dışarıdan algılanan öyle değildir. Cumhuriyet, bundan sonraki dönemde 'solcu' ve 'komünist' gazete olarak anılır hep. Bundan dolayıdır ki, 1963 senesinde, Yunus Nadi'nin, Nadir Nadi ve Doğan Nadi dışındaki çocukları Leyla Uşaklıgil ve Nilüfer Nun'un eşleri Bülent Uşaklıgil ve Niyazi Nun gazetenin aşırı sola kaymasından şikayet ederek gazeteye el koyar. Ama bu olay Babıali'de çok duyulmaz. 1971 yılında damatlar gazeteye bir kez daha el koyduğunda Cumhuriyet'te deprem bu sefer bir sene sürer. Konu yine gazetenin sola kayması hatta komünizm taraftarlığıdır. Özellikle Niyazi Nun, gazeteyi sağa çekmek için mücadele verir. Bu olayda İlhan Selçuk'un 9 Mart darbecileri arasında yer alması da etkili olmuştur. Fakat bir yılın sonunda gazete yine Nadir Nadi'ye teslim edilir. Zaten 1969'dan itibaren İlhan Selçuk gazetede etkili olmaya başlamıştı. Çok çabuk etki altında kaldığı söylenen Nadir Nadi de gazetenin sola meyletmesini istiyordu.
Cuntanın sözcülüğünü yaptı
Nadir Nadi'nin, 1971 yılında 9 Mart darbesine hazırlananlar arasında yer alan İlhan Selçuk'tan haberdar olmaması mümkün değildi. Mahir Kaynak ve İlhan Selçuk'la beraber 'darbeciler' birbirlerinin ev ve işyerlerinde toplantılar yapmaktaydı. Bunlardan biri de Cumhuriyet'te yapılmıştı. Gazetenin eski yazı işleri müdürü olan ve halen Cumhuriyet'te çalışan Sami Karaören anlatıyor: 'Nadir Bey'in derece derece bilgisi vardı. Nadir Bey, gece toplantılarının içinde değildi ama kendisine bilgiler veriliyordu tabii.'
Yrd.Doç.Dr Fatih BAĞCIOĞLU
Rahmetli babam, çocukluğumda beni karşısına alır, büyük-dedesi Abdülbâki Hocaefendi'yi anlatırdı. Abdülbâki Hoca, yıllarca medreselerde okumuş, kendisini yetiştirmiş, ilim ve takva sahibi bir güzel insandı. Medrese eğitiminden sonra, padişahın fermanıyla, kalbleri gönülleri aydınlatmak, İslâm'ı anlatmak ve öğretmek üzere Kınık, Bergama civarına gönderilmişti. O, yıllarca bölgede hizmet etmiş, etrafındaki insanlara ışık saçmıştı. Ve öylesine sevilir, sayılırmış ki, o sokağa çıktığında bölgenin sadece Müslüman-Türk halkı değil, Ermeni, Rum ve Yahûdiler de ayağa kalkar, ona karşı büyük bir saygı ve sevgi gösterirlermiş.
Rahmetli babam, bu efsânevî büyük-dedesini göremediğine ne kadar üzüldüğünü, onun özelliklerini, onun hayatını, çocukluğunda dedesinden ve ilçenin diğer yaşlı insanlarından dinlediğini söylerdi. Babam ayrıca, büyük-dedesi Abdülbâki Hoca'nın, dedesi Rıza Efendi Hoca'nın ve 1912-1913 Balkan Savaşı, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı ve 1919-1923 Millî Mücadele yıllarında tam on bir yıl askerlik yapan babası Hâfız Fahri'nin genç yaşta ölümü ve büyük-dede, dede ve babanın zengin kütüphânesinin, nasıl ona-buna dağıtıldığını, yağmalandığını ve geri kalan binlerce kitabın, endişe ve korku yıllarının tesiri altında, nasıl günlerce fırında yakılarak yok edildiğini, derin bir ürpertiyle, dehşet içinde, hüzün dolu bir üslûpla ve çok defa gözyaşlarıyla karışık bir şekilde bana naklederdi.
Babamın bana anlattığı kişiler içinde, bir de büyük-dedesi Abdülbâki Hoca'nın kardeşi, yani babamın büyük-amcası Hâfız Abdülezel Paşa vardı. Babam onu, büyük-dedesini anlattığı gibi efsânevî bir üslûpla anlatır, daha doğrusu anlatmaya çalışırdı. Babamın anlattığı Hâfız Abdülezel Paşa, 1853 Kırım Savaşı, 1857-1876 Karadağ İsyânı ve 1868 Girit Ayaklanması’nda büyük başarılar kazanan, eskilerin '93 Harbi' dediği 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nda destanlar yazan, 1897 Türk-Yunan Savaşı'nda 82 yaşında atının üzerinden inmeyen, Teselya Zaferi'nin kazanılmasında önemli bir rolü olan büyük bir kahraman, büyük bir komutan, tarihî bir şahsiyetti.
Acaba bu büyük insanla ilgili, daha geniş bir bilgi bulamaz mıydım? Konuyla ilgili biraz araştırma yapınca Hâfız Abdülezel Paşa hakkında ne kadar çok şey öğrenebileceğimin farkına vardım.
Hâfız Abdülezel Paşa, tarih sayfalarına sığmayan, yabancı ajanslardan, yabancı gazetecilere, Batı'nın krallarına, imparatorlarına kadar herkesin hayran olduğu Türk edebiyatında şiirlere, romanlara, hikâyelere konu olan, gazetelerin anlata anlata bitiremediği, göğsü madalyalarla dolu büyük bir komutandı.
Böyle birisini, büyük-amcam olduğu için değil, ama 82 yıllık hayatını, bu millet için seve seve harcadığı için, örnek bir hayat yaşadığı için, Türk tarihinin destanlar yazan büyük komutanlarından biri olduğu için tanıtmak benim için bir vazife, hattâ onun da ötesinde bir borçtu. İşte bu yazıda, bu borç ödenmeye, bu vazife yapılmaya çalışılacaktır.
Kimdir Hâfız Abdülezel Paşa? Hayatı nasıl yaşamış hayattan nasıl ayrılmıştır?
Hâfız Abdülezel Paşa, Konya'nın Hâdim ilçesi, Aşağı Hâdim köyünde doğmuştur. Doğum tarihi çeşitli kaynaklarda birbirinden epeyce farklı olarak verilse de, bu kaynakların çoğu, onu, 1815 doğumlu olarak gösterir. Çocuk yaşta İstanbul'a gelen minik Abdülezel, iyi bir eğitim alır, çok zekîdir, küçük yaşta Kur'ân-ı Kerim'i ezberleyip hâfız olur. Askerliğe büyük bir ilgi duymaktadır. Bu yüzden daha 16 yaşında iken er olarak orduya yazılır. Kısa sürede subay olur. Devletin güney-doğu cephesine tayin edilir. On, on iki yıl kadar Arabistan eyaletinin çeşitli vilâyetlerinde görev yapar. Son derece dindar bir subaydır. Genç yaşta birkaç defa hacca gider. Orduda meslek hayatının ilk yıllarında, çalışkanlığı, azmi, karşısına çıkan güçlükleri kolayca yenmesi ve üst üste gelen başarılarıyla dikkat çeker. Bu başarıları onu, hızla terfi eden bir subay hâline getirir. Arabistan cephesinde binbaşılığa kadar yükselir.
Yassıada’nın genç subaylarından Mehmet Nuri Taşdelen, 15 ay boyunca hücresinde nöbet tuttuğu Menderes’in dramına şahitlik etti. Öfkesi zamanla hayranlığa dönüştü.
İntihar girişimini önlediği Menderes’ten hatıra kalan ağızlığı yıllarca sakladı. Ağızlık ve özel belgeleri artık oğul Menderes’e vermenin zamanın geldiğini düşünüyor. Menderes’le buluşma, 45 yıl sonra Ankara’da gerçekleşecek.
Genç subay, oda (hücre) nöbeti için içeri girer. Dışarıdan aldığı siyah bakalitten yapılmış ağızlığı, ürkek bir hamleyle Adnan Menderes’e uzatır. Eski Başbakanın buğulanan gözlerini, yeni ağızlığa taktığı Yenice Sigarası’nı keyifle içişini izler. Eski ağızlığı çöpe atışını da. Hemen eğilip ağızlığı çöpten alır. Konuşmak yasaktır, “onu bir hatıra olarak saklamak istediğini” işaretle anlatır. Ender ‘mutlu’ anlarından birini yaşıyordur Menderes, ‘onun başını okşayarak’ karşılık verir.
Aradan tam 45 yıl geçti. O genç subay, Mehmet Nuri Taşdelen’den başkası değildi. Kıymetli bir anı olarak sakladığı, “Ne zaman baksam Menderes’in gülümseyen mahzun yüzünü hatırlıyorum.” dediği ağızlığı sahibine vermeye, yıllar sonra ‘Menderes’le buluşmaya hazırlanıyor.
Mehmet Nuri Taşdelen, ‘Yassıada günleri’nin tarihe geçen isimlerinden biri. 27 Mayıs 1960 İhtilali’nin DP’lileri topladığı Yassıada’da ‘muhafız subayı’ olarak görev yaptı. 15 ay boyunca, önceleri ‘öfke’ beslediği Menderes’le ‘hücre’ denilebilecek daracık odada aynı havayı teneffüs etti. Onun iç dünyasını yakaladı. Adada yaşadıklarını, ‘karınca duasını’ andıran küçücük satırlar halinde günü gününe kağıda döktü. Yasak olmasına rağmen, ‘manzarayı’ bütün açıklığıyla gösteren fotoğrafları gizlice çekti. Menderes’in intihar girişimini, yine fotoğraf çekerken ilk fark eden de oydu. İki gün sonra idam edilecek eski başbakanın hayatını kurtarmıştı.
İşte, Yassıada’dan bugüne taşıdığı anılarla belgeleri piyasaya yeni çıkan “Yassıada, Menderes ve Muhafızları” adlı kitabıyla kamuoyuna sundu. Çekilecek bir ‘Yassıada’ filmine iyi bir senaryo mahiyetindeki kitap, ‘insan öyküleriyle’ dolu. Hüzün, dram, hasret, endişe, kara gün dostlukları ve darağacı.
Darbeden sonra, Yassıada’nın sakinleri bellidir. Devrilen iktidarın yani DP’nin mensupları oradadır. Cumhurbaşkanı, Başbakan, eski Genelkurmay Başkanı (Rüştü Erdelhun) , eski orgeneraller, kuvvet komutanları, kadınlı-erkekli milletvekilleri, bakanlar... Menderes (1 numara) ve Celal Bayar (2 numara) ayrı odalarda, diğerleri ise koğuşlarda toplu halde tutulur.
Demir parmaklıklı hücre
Denizci Üsteğmen Mehmet Nuri Taşdelen, Ada’da henüz yenidir. 29 Haziran 1960 tarihli nöbet yeri, 1 no’lu odadır. Menderes, kendisini ayakta karşılar, başıyla selamlayarak ‘hoş geldiniz’ der. Karşısında bir başbakan durmaktadır, heyecanlanır ve ilk izlenimlerini kağıda şöyle döker: “Bej renkli bir valizin sapının yanına ‘Sabık Adnan Menderes’ yazılmış. Kültablasının içi sigara izmaritleriyle dolu. Odadaki koltuk teğmenlere ait. Sandalyede bir minder var ve oraya Menderes oturuyor. İki yastık kullanıyor. Saç fırçasıyla üç dakika saçını fırçaladı. Gayet sert bir şekilde yaptığına göre başının acımamasına imkan yok. Zevk mi alıyor nedir? Saçları, kahverengi. (Saçlarını boyadığını sanan subaylar, yanıldıklarını sonradan anlıyor) Pencerenin dışında kare halinde parmaklık var. Yorganını başına kadar çekiyor.”
Ardından gelen her nöbet, aslında bir drama şahitlik ettiğini biraz daha gösterecektir genç subaya. Hep dalgın halde bakıyordu etrafa Menderes, sigaranın birini söndürüp diğerini yakıyordu. Dibine kadar içmesi ise cabasıydı. 4 metrelik odada dolaşıp duruyordu; ama en fazla yedi adım atabiliyordu. Arada sırada pencereden dışarı bakıyor, sinekleri kovalıyordu. Sıkıntılı hali, geceleri uykusuna yansıyor, ‘sinir nöbetleri’ için sürekli ilaç kullanıyordu. Yakındığı, “Equanil’ adlı ilacın zamanında ve yeterli verilmemesiydi. Hatta, “Çok fenayım, bu hal böyle ne kadar devam edecek.” mealinde sözler sarf edecekti. Üst kattaki tutukluların ayak seslerine verdiği tepki ise, tek başına ruh halini anlamaya yetecekti: “Gece gündüz bu ayak sesleri insanı çıldırtıyor. Görüyorsunuz, uyuyamıyorum. Meşgul olun, terlik giysinler. Çıldıracağım efendim, çıldıracağım.”
Tecrit edildiler
Gerçekten de, söz konusu olan bilinçli bir tecritti. Ayrı odalarda tutulan Menderes ve Bayar’a uygulanıyordu bu. İkisi de yemeklerini sadece odalarında yiyebiliyor, banyo ve tuvalet ihtiyaçları için koridora çıkarıldıklarında koğuşların kapıları kapatılıyordu. Yine, konuşmak, çok zaruri haller dışında yasaktı. Odalara dinleme cihazları konulmuş, bütün konuşmalar kaydediliyordu. Nöbetçi subayların, soruları genelde cevapsız bırakmaları bundandı. İletişim, daha çok işaretlerle, mimiklerle sağlanıyordu.
Bu durumda, mektuplar yetişiyordu imdada, teselli oluyordu. Hatta, bir keresinde, kendini tutamayıp mektup getiren subaya sarılmıştı Menderes. Ancak, mektupların gecikmeli ulaşması da sıkıntıydı. Gerçi, her mektup mutlu etmiyordu. Eşi Berrin Menderes, “Adnancığım” diye başlayan mektubunda ev vergisinin taksitini güç bela bulup ödediğinden bahsediyordu mesela. Sümerbank damgalı mektup ise gerçekten vefasızlık örneğiydi. Başbakanken hediye edilen kumaşların bedeli isteniyordu. Okurken yüz hatları gerilen Menderes, şöyle diyecekti: “Yeni imalatınızdan örnekler diye kumaşlar gönderirlerdi. O zaman, hediye diyorlardı. Şimdi, listesini yapmış parasını istiyorlar. Bunu da diğerleri gibi eve yollayalım da bir çaresine baksınlar ne yapalım...”
Menderes, tıraşını geciktirmesinin bile sıkıntı yaşatacağını hiç hesap etmemişti elbette. Oysa, Yassıada’nın ünlü Komutanı Tarık Güryay, arada sırada kahve içerek sohbet ettiği Menderes’e “Bu sakal ne böyle? ” diyecekti. Sakal sorunu, hem de ‘en güzel günlerin’ birinde yine yaşanacaktı.
Kur’an’a ihtiyacım var
Berrin Hanım ve oğlu Aydın Menderes, ziyarete gelmişti. Altı ay aradan sonra ilk kucaklaşmayı sabırsızlıkla bekleyen Menderes’ten epey uzamış sakallarını kesmesi istenir, durduk yerde. Tartışmalar fayda etmez, sonunda berber getirilerek emr-i vaki yapılır. Tıraş olurken Menderes’in yüzü bir hayli asıktır. Hemen ardından gelen hasret giderme sahnesini tahmin etmek ise güç değildi: “Kumandanın odasında karşılaşan üç kişi, sarılıp öpüşüp, hüngür hüngür ağladı.”
Menderes sıkıntılıdır, Kur’an-ı Kerim okuyarak rahatlamaya çalışır. İhtiyaç duyduğu bir gün, Kur’an-ı Komutan Güryay’a verdiğini hatırlar ve nöbetçi subaya, “İhtiyacım var okumaya, getirir misiniz? ” diye seslenir. Cevap olumsuzdur. Çünkü, Güryay, adada değildir ve akşama dönecektir. Bunu öğrenince üzülür.
Günler ilerledikçe, mahkeme ve hücresi arasında gidip gelen Menderes’in fiziki görümü endişe verici bir hal alır. Bu durum, günlüğe şöyle yansır: “Her gün biraz daha çökmüş görünüyor. Gözlerinin feri gitmiş, yanakları sarkmış. Saçları hariç her tarafı derbeder. Bayar ise farklıydı. İntihar girişiminden sonra, subayların da bulunduğu bir sırada ‘Hayatta ezmeyen ezilirmiş. Biz ezmedik ezildik. Benim arkadaşlarım içinde (Talat ve Enver Paşalar gibi) rahat döşeğinde ölen azdır’ dedi.”
Menderes’in intihar girişimi de, Yassıada gerçeğini özetlemeye yeten olaylardan. Yüksek Adalet Divanı’nın yargılananlar hakkında karar vereceği 15 Eylül 1961’in sabahında ceketinin astarında biriktirdiği ilaçları içmişti Menderes. Olayı fark eden ise Menderes’in uyurken birkaç poz fotoğrafını çeken Üsteğmen Taşdelen’di. Kendisi sonradan, “Asılacağını bilseydim, kurtarılması için özel çaba sarf etmezdim.” diyecekti.
Mahkeme kararını vermiştir artık: İdam. 17 Eylül 1961 sabahı en hüzünlü gündür. Menderes, o gün iki subay eşliğinde iskelede bekleyen hücumbota bindirilir. Ne için, nereye götürüldüğü bilinmemektedir. Lodoslu havada seyreden hücumbottaki muhafız subaylardan birine nereye gittiklerini sorar. “Gölcük Deniz Hastanesi” karşılığını alır. Bir süre sonra, diğer subaya aynı soruyu yöneltir. Cevap bu kez farklıdır: Kasımpaşa Deniz Hastanesi.” Beyaz yalanlarla yüklü iki cevap arasındaki çelişkiyi fark eder; mahzunlaşır ve ağzından acı tebessümle rota dökülür: “Biz, galiba İmralı’ya gidiyoruz.”
Tahmini doğrudur ne yazık ki. Acı haber adaya tez ulaşır. İnfaz gerçekleştirilmiştir. Subayların toplu halde bulunduğu salona bile sessizlik ve hüzün hakim olur. O esnada, çok hafif bir yağmur çiselemeye başlar...
Öfkesi zamanla ‘hayranlığa’ ve ‘hüzne’ dönüşen genç subayın acı derslerle dolu anılarının küçük bir özeti böyle. Yüzbaşı iken sağlık sebepleriyle ordudan ayrılan ve ticaretle uğraşan Taşdelen, bu kitabı yazarak “olayı kamuoyuna mal ettiğine” inanıyor. Menderes’e “fiilen ve fiziki olarak en ufak bir kötü muamelede bulunulmadığını” belirtirken de, “Ancak, dış dünyadan tamamen soyutlanarak bir çeşit manevi işkenceyle ruhen çökertilmiş olduğunu düşünüyorum.” diyor.
‘İdamlar haksızdı’ görüşünü yineleyen Taşdelen’in bu noktadaki tespiti ise ilginç: “Ama, apar topar idam edildi. Kimler olduğu tam bilinmeyen bazı kimselerin özel çabalarıyla malum acı son önlenememiştir. Belki de, halkın ona olan sevgisinden çekindiler. Bu olay, ülkemizin yakın tarihine kara bir leke olarak geçmiştir. Bir iktidarın siyasi hatalarının bedeli, seçimle iktidardan düşürülme olmalıdır.”
Taşdelen, ağızlık dahil bugüne kadar 9 milyar lira harcayarak koruduğu özel belgelerle çektiği fotoğrafların kopyalarını Menderes’in oğlu Aydın Menderes’e teslim edecek. Günü belli değil ama, görüşme için karşılıklı söz alındı. Belgelerin asılları ise Türk Trih Kurumu’na verilecek.
Evet, ‘genç subay’ ve Aydın Menderes’in randevusu gerçekten anlamlı. İkisinin de, aslında 15 yıl sonra ‘Menderes’ ile kucaklaşacağı anlaşılıyor.
kutu kutu kutu
YASSIADA KAVGALARI
Yassıada’da, biri intihardan 11 tutuklu çeşitli sebeplerle hayatını kaybetti. Tutuklularla görevliler arasında zaman zaman kavgalar da yaşandı. Kitapta, iki kavgaya değiniliyor. İçkili iki subayın odasından aldıkları eski bakanlardan Emin Kalafat’ı “Kaç kız iğfal ettin? ” yollu sorularla güç kullanarak sorgulamaları, bunlardan biri. Olay, diğer tutukluları etkiler. Subaylar adadan uzaklaştırılır. Diğer olay ise Fatin Rüştü Zorlu ile bir subayın kavgasıdır. Sıra yüzünden çıkan kavgada taraflar, karşılıklı yumruklaşır.
Taşdelen, söz konusu üç subayın da adını vermiyor. Ancak, birinin en üst rütbeye yükseldiğini belirtmekle yetiniyor. Ardından da ekliyor: “İsimleri sonradan çıkardım. Arkadaşlarımı rencide etmek istemem. Kendisi de zaten çok yüksek rütbede öldü.”
O sırada Yassıada’da görev yapıp yükselen subaylar ise şöyle: Teoman Koman (Jandarma Genel Komutanı) , Doğu Aktulga (Orgenaral) , İlhami Erdil (Deniz Kuvvetleri Komutanı) .
Milyon Dolarlık Bebek, güncel ve uyduruk deyişle bir başyapıt mıdır? Cevap nettir: Hayır! Ancak, ömrünü sade suya tirit filmlerde harcamış bir sinema adamının mezara yaklaştığı dönemde insanoğluna dair varlığı ve amacı sorgulaması adına, gerçekliğin etrafında gezinip duran, gayretli, samimi bir film olduğu kesin!
Merhum Osman Yüksel Serdengeçti yaşamının son döneminde parkinson hastalığıyla mücadele ediyordu. Malum bu hastalığın bedene en büyük etkisi titretmesi. Merhum, esprili üslupla etrafındakilere şöyle demiş bir gün: “Ben ki gençken kükreyen adamdım, şimdi titreyen adam oldum! ” Emekli olduktan sonra Muhammed Ali Clay’a “Neden boks? ” diye sorulduğunda verdiği cevap ilginç: “Çünkü boks tek kişilik spor. Başarıyı kimseyle paylaşmıyorsun ve gücünle zafere koşuyorsun! ” Clay da, gençken kükreyip ahir ömründe titreyenlerden oldu.
Amerika’nın -artık dünyanın- en önemli ödülü olan Oscar’ın tarihi, bir halkın sosyolojik ve tercihler tarihidir aslında. Konjonktürel gelişimler, sosyal patlamalar, ekonomik sıkıntılar sürekli olarak etkilemiştir ödül tercihlerini. Çok basit bir örnekle izah edeyim. Zenciler! .. Siyah ırkın insanları tam 38 yıl Oscar Ödülü alamadılar. Ortalama olarak 20 dalda dağıtılan ve 75 yıldır düzenlenen Oscar Ödülleri’nde zencilerin toplam 10 ödül aldığını söylersek gerçeği biraz ifade etmiş olabiliriz sanırım. Bu sayının yarısı ise 11 Eylül’den bu yana verilenler.
11 Eylül sonrasında Amerika’nın girdiği iflah olmaz ‘herkes düşman’ paranoyası en çok Müslümanları vurdu. Amerika’da Müslüman kimliği zenci kimliğiyle neredeyse eşit. Gerçek yaşamda düşman olarak görüp imha etmeye çalıştığı kesimi, 11 Eylül sonrasında ödüllendirerek gönül almayı deniyor Amerikan sineması. Son birkaç yılın başarılı zenci sunucusu Whopi Goldberg’in yerine bu yıl da Chris Tucker’i seçmelerinin bilinçaltında yatan neden bu olsa gerek. Ancak itiraf etmek gerekiyor ki, Tucker halefi kadar başarılı olamadı ve “İlla ki muhalif olacağım.” metazorisiyle itici konuşmalar yapıp durdu. Fakat bu seneki ödül dağılımına bakıldığında Film Akademisi’nin beni epey şaşırttığını söyleyebilirim. Zira Hollywood’un yıllardan beri koruduğu iç dengeleri alt-üst eden bir dağıtım oldu.
Million Dollar Baby: Kaybedenlerin trajedisi!
Martin Scorsese’nin filmi Aviator 11 dalda aday olmasına rağmen dişe dokunur dallarda bir tek ödül bile alamadı. Büyük usta eminim çok incinmiştir. Bunun yerine Clint Eastwood’a ikinci kez ödül verildi. Esas şaşırtıcı olan, Hillary Swank’a genç yaşına rağmen -genç dediysek 33 filan- ikinci kez ödül vermesiydi. —İlkini Boys Don’t Cry ile almıştı.— Ödülleri kimin hak ettiği, kimin hakkının yendiği tartışılır şüphesiz; ancak tartışılmayacak tek isim Morgan Freeman oldu. Freeman “Million Dolar Baby - Milyonluk Bebek” filmindeki oyunuyla en iyi yardımcı oyuncu ödülünü kaptı. Bu konuya birazdan döneceğim.
Hayatının 50 yılını Amerikan sinemasında uydur-kaydır filmlerle harcamış Clint Eastwood bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji ile ömrünün son deminde -75 yaşında zira- kalburüstü filmlere imza atmaya devam ediyor. Milyonluk Bebek, asla ‘sıradan’ kategorisine girmeyecek derecede iyi bir film. Eastwood, vaktiyle ıskaladığı fırsatları emekli olduktan sonra öğrencilerine yakalatmaya çalışan bir boks antrenörünü canlandırıyor. Film atmosferi ve konusuyla Kızgın Boğa ve şampiyon filmlerini hatırlatsa da onlardan daha etkileyici ve gerçekçi.
Eastwood oynadığı emekli antrenör Frank rolünü başarıyla canlandırıyor. Bir yandan kenar mahallelerden aldığı yeteneklere kariyer yaptırmaya, diğer yandan yıllardır ulaşamadığı kızına mektuplar yazarak hayatını idame ettirmeye çalışan Frank’in karşısına yaşı geçkin bir kız olan Magy (H. Swank) çıkıyor. Eastwood başlarda onun antrenörü olmayı kabul etmese de şartlar onu buna mecbur ediyor. Filmin ana fikri de işte burada gizli: Hayatta bir amacın olmalı. Ve öldüğün zaman, “Evet denedim.” diyerek iç rahatlığı ile gitmelisin.
Hatırlarsanız Braveheart’ta W. Wallace savaştan kaçmak isteyen halkına şöyle seslenmişti: “Evet, şimdi savaşa girerek ölebilirsiniz. Evinize gidince 40 yıl sonra öleceksiniz. Ama o zaman kendinize şu soruyu soracaksınız: Acaba o fırsatı kaçırmasa mıydım? Unutmayın, herkes ölür, ancak bazıları yaşamaz bile! ”
Hırs sahibi boksör kız ile yaşlı antrenörü arasında kurulan mesafeli ancak içten ilişkinin seyriyle bir dram izletiyor sonra Eastwood. Bir yandan da, kilise ile inanç çatışması yaşayarak. (Aslında bu yan öykü bile başlı başına bir yazı konusudur.) Her neyse filmin tamamını çözüp izlemek isteyenleri huzursuz etmek değil niyetim.
Bir de farklı bir alt mesajı var filmin. Bir zamanlar bedenleriyle, fiziksel güçleriyle başarıya, manevi doyuma ulaşanların zafer sonrası acınası durumları. Bunun için ilk paragrafta anlattığım iki anekdodu tekrar anımsatırım.
Eastwood kamerayı usta bir marangozun rende kullanışı gibi kullanıyor; kararlı, sarsıntısız ve pürüzsüz. Bir o kadar da sert ve dokunaklı!
Toplumun alt katmanından sancılı, sarsıntılı bir yükseliş hikayesi bu. Ve batılıların bayıldığı trajik bir son! Eh Oscar için zemin ve hava şartları uygun!
Gelelim oyunculuklara. Eastwood beni şaşırttı. Bu adam yaşlandıkça iyi oynuyor ya da yaşı, kariyerinin başından beri canlandırageldiği soğuk, mesafeli, sert ancak merhametli karaktere uygun çağa geldi! Morgan Freeman sinema okulu öğrencilerine oyunculuk dersi veriyor. Tam dozunda; ne fazla, ne eksik! Swank için aynı şeyi söyleyemeyeceğim ne yazık ki. Evet, biliyorum bu tür spor içerikli filmlere iyi oyuncu bulmak zordur. Hem sporun inceliklerini kavrayacaksın, hem uygulamayı bileceksin hem de oyunculuk. Swank’ta sporculukla ilgili her şey var, ancak oyunculuğu rol arkadaşlarına kıyasla gerilerde kalmış.
Ancak bütün bunlar filmi, sair Hollywood yapımlarının altında tutmuyor, tersine Milyon Dolarlık Bebek aldığı tüm heykelcikleri hak ediyor. Hele hele Morgan Freeman... Bu satırların yazarının Robin Hood filmiyle âşık olduğu bu şahsiyet, öylesine abartısız, gerçekçi bir oyun çıkarıyor ki, Freeman’a artist demeye bin şahit gerekiyor. Sanki gerçekten Amerika’nın izbe bir kenar mahallesinde beşinci sınıf bir spor salonunun temizlikçisi!
Milyon Dolarlık Bebek, güncel ve uyduruk deyişle bir başyapıt mıdır? Cevap nettir: Hayır! Ancak, ömrünü sade suya tirit filmlerde harcamış bir sinema adamının mezara yaklaştığı dönemde insanoğluna dair varlığı ve amacı sorgulaması adına, gerçekliğin etrafında gezip duran, gayretli, samimi bir film olduğu kesin! Filmin ne diyalogları ne de oyunculuğu insana vurgun yemiş hissi veriyor. Olay örgüsü öyle bir durum trajedisi çıkarıyor ki, işin ehlinde olsa sinema tarihine geçecek replikler beylik güncel klişelerle geçiştiriliyor. Öyle anlar oluyor ki metinler şiirselliğe bürünecekken, bir anda derinliği ıskalayıp sıradanlığın sığ sularında eriyip gidiyor.
Film, sadakat, amaç ve inanç üzerine yer yer sarsıcı sahnelerle süslenmiş, sıcak, basit ve etkileyici bir film. Bana sorarsanız -mutlaka- ‘izleyin’ derim. Bir de şok bilgi vereyim size. Filmin en tıkandığı, kilitlendiği anda bir çözücü, nefes açıcı gibi gelen enfes müzikler de bizzat Clint Eaastwood’a ait.
Hayatın Matematik Lisanı
Doç.Dr. Ufuk İLYASOĞLU/Sızıntı/Mayıs 2005
Merak ve akıl gibi lâtifelerle donatılan insanoğlu, içinde bulunduğu kâinatın sırlarını keşfetmek adına, büyük teleskoplar inşa ediyor, Güneş Sistemi'ndeki gezegenlere uzay araçları gönderiyor. Artık, bir uzay aracının bir gezegen etrafında dönmesi ve uzaklardaki gök cisimlerinin keşfedilmesi normal karşılanmaya başlandı. Hayatımızı kolaylaştıran duman algılayıcı, tv uydu anteni, barkod, tıbbî tarama cihazı ve göz tarama sistemi gibi birçok âletin, savunma sanayii ve uzay çalışmaları sırasında icat edildiğini biliyor musunuz? Hasta olduğumuzda tıbbî tetkikler için kullanılan röntgen cihazı, manyetik rezonans (MR) ve bilgisayarlı tomografi (BT) gibi birçok aletin de benzer süreçlerle icat edildiğini hiç düşündünüz mü? Bütün bunlar bir yandan modern hayatın, bilim ve teknolojiye ne kadar bağlı hâle geldiğini gösterirken, diğer yandan da kâinattaki eşya ve kanunların insanın emrine musahhar olacak şekilde yaratıldığını göstermektedir.
Modern ilmî metodolojinin benimsediği araştırma usûlüne göre matematik; ilmî tespitler için 'objektif' bir usûl olmasının yanında, elde edilen neticelerin umumîleştirilmesinde de en objektif vasıtadır. Bilim ve teknolojnin arka plânında Kudret-i Sonsuz'un ilminin bir ifadesi sayılan ve çoğunlukla gözden kaçırılan matematik vardır. Orta Çağ'da Müslüman ilim adamlarının fark ettiği bu riyazî düşünce ve matematiğe ait hususiyetler Gazzalî'den Birûnî'ye, Nasiruddin Tûsî'den Hucendî'ye ve Harizmî'ye kadar yüzlerce ilim adamının eserinde vurgulanmıştır. İslâm âlimlerinin yolunda yürüyen ve modern bilimin öncülerinden sayılan Galileo, 1623'te basılan ikinci kitabı Saggiatore'de şöyle yazmıştı: 'Öncelikle kâinattaki geçerli dil öğrenilmedikçe ve sonra da onda yazılı karakterler okunmadıkça kâinat anlaşılamaz. Kâinat, matematik dilinde yazılmıştır ve insan olarak onda yazılan kelimeleri matematik olmaksızın anlamamız imkansızdır.' Galileo'nun bu sözü, önemli bir hakikate işaret etmekle birlikte; kâinattaki nizam ve cereyan eden hâdiseler çok kompleks olduğundan, bugüne kadar geliştirilen matematikle son derece girift olan bu mükemmelliği kısmen açıklasak bile, bütün kâinatı ifade edebilen matematik sistem ve formülleri anlamada henüz yetersiz kaldığımız görülmektedir. Bilim tarihine bakıldığında; kâinatın varlık yapısı ve işleyiş özellikleri, matematik kullanılarak kısmen ifade edilebilmiştir. Bu kısmî anlaşılma kâinattaki her şeyin bir matematikî açıklaması olduğunu veya matematikle çelişmediğini gösterirken, varlığın izahında mevcut matematik bilgilerinin yetersiz kalan bir boyutunun olduğunu da göstermektedir. Fizikçiler, maddenin yapısını ve tabiattaki kuvvetleri açıklayan denklemler yazarlar. Sun'î kalb tasarlayan bir mühendis, kanın damarlarda nasıl aktığını ifade eden denklemleri dikkate alır. NASA'daki bir astronom, bir uydunun veya uzay gemisinin yörüngesini ifade eden denklemleri kullanır. Modern dünyada matematiğin bu hayâtî rolü, hayırsever milyoner Landon Clay'ın Milenyum (Bin yıl) Ödül Problemlerini niçin inşâ ettirip, çözümlerini yapacak olanlara yedi milyon dolar vermeyi vaat ettiğinin temel sebeplerinden biridir. Clay Matematik Enstitüsü'nün kurucusu da olan bu hayırsever, matematikteki en önemli ve çözümü şu ana kadar yapılamayan yedi problemin her birini ilk çözen kişiye, bir milyon dolar ödül sözü vermiştir. Ne var ki; pozitivist ve materyalist ilim anlayışı neticesi bütün bütün maddîleşen bugünün insanı, ilim ve tekniğe sadece şahsî hazları, maddî refah ve rahatı açısından alâka duymaktadır. Bu inkârcı düşünce devam ederse; 'yeni bakış ve tespitler insanlığın kurtuluşu adına birtakım sihirli reçeteler takdim etseler bile, dünya çapındaki umûmî yozlaşmanın önü alınamayacaktır.'
Milenyum problemlerinden birkaçı sizden bir denklemin çözülmesini istemesine rağmen, bu teorik problemlerin hiçbirinde bir sayı değeri bulmanız istenmez. Bu yüzden derslerin hayattan kopuk olarak verildiği öğrencilik yıllarımızdaki matematiğin can sıkıcılığı hâlâ hatırımızdadır. Fakat sembollerin ve denklemin ne mânâya geldiği anlaşıldıktan ve sayılar kullanılarak hesap ortaya çıkarıldıktan sonra, matematik zevkli gelmeye başlar. Bu yüzden asıl başarı, doğru denklemin yazılması sürecinde çekilen sıkıntılarda gizlidir. Özel problemleri çözmek için geliştirilen bir denklem, bir uzay aracı inşâ etmek veya kalb-akciğer makinesi tasarlamak gibi özel maksatlar için kullanılarak, icat şeklinde kendini gösterir. 'Kur'ân, peygamberlerin mucizelerini zikretmesiyle beşeri, istikbalde o mûcizelerin benzerlerinin terakkî ile vücûda geleceğini beşere ders verip teşvik ediyor ve diyor ki; haydi çalış, bu mucizelerin numûnelerini göster. Süleyman (as) gibi iki aylık yolu bir günde git. İsa (as) gibi en dehşetli hastalığın tedâvisine çalış... İşte buna kıyâsen Kur'ân, her cihetle maddî mânevî terakkiyâta sevk etmek için ders veriyor.' Ancak mucizelerin benzerlerinin inşâ edilmesi için, öncelikle bunlara ait doğru matematik denklemlerin yazılması veya önceden yazılmış denklemlerden hangisinin bu özel hazırlanmış probleme uygun olduğunun belirlenmesi gerekmektedir. Çözüm daha sonraki bir iştir; bir denklem tam olarak çözülemiyorsa, bile muhakkak yaklaşık çözüm mevcuttur ve bu tür çözümler çoğunlukla işimizi görmektedir.
bakkal
20.07.2005 - 00:45bizim evin alt katında benim pek de sevmediğim-oğlunu da sevmiyorum- ama belki iyi insanlardır, her neyse..bir bakkal var..evin hemen ilerisinde de ilk önce bim, sonra şok, sonra da dia marketleri var. Bu bakkal ucuz satsa tamam; ama adam geldin mi kazigi yerleştiriyor. Biz de o yuzden çoğunlukla marketlerden alışveriş ediyoruz; ama elimizle torbalarla bu admaın dukkanın yanından geçip apartmanın dış kapı basamaklarına adım atmamız gerek. Ve bu adam çoğunlukla dışarıda kapı önünde oluyor. Tabii biz de adama ayıp olmasın diye, torbaları ona göstermemek için kasa kasa yürüyoruz
Bir öz var ama özden uzak Sözler
20.07.2005 - 00:35en ölümcül günahlar harflerle başlar
Bir öz var ama özden uzak Sözler
20.07.2005 - 00:34başkalarının kelimelerine sığındığın anda onların oldun demektir
insanlar görmek istemediklerinden yalan söylerler; gerçeği söylediklerinde ise her şey kararmıştır
çah
logaritma
20.07.2005 - 00:25Hain lna(Elena) Şiiri
Bir kız sevdim adı lna
aldım onu 10luk tabanda
nice sayılar gördüm
biri üstte biri altta
lna iyi idi hoş idi
ama beni
çok uğraştırır idi
raziye(riyaziye) tanıştırdı bizi
sevdik biz birbirimizi
ama sonradan anladım
lna sevdigi bir ben deği idi
koşmak
20.07.2005 - 00:22geçen sene aldığı türkçe dersinde hoca türklerin orta asyadaki kültürel gelişiminden ve dilden bahsediyordu..demişti ki: biz türklerin fiilleri kısadır ve özdür: koş, in, bin, gel, git, çök,ol, del vs gibi. Neden böyledir siye sormuştu sonra da anlatmıştı: Atalarımız sürekli at üzerindeydi, yerleşik bir yapıya sahip değildi, bir gün orda bir gun burda.. Hareketli bir milletik yani. O halde kaybedilecek zaman yoktu; onlar da fillerini bu şekilde kısa oluşturdular.
insan
20.07.2005 - 00:14Bir edebiyat ortamıydı, genç insanlar(edebiyata meraklı, yazan insanlar) ve birkaç tane edebiyatçı vardı. Edebiyatçılardan biri 'romanlarda neden belli kaliplara göre yazılıyor; neden illaki insan olmak zorunda'dedi. Bend e düşünmüştüm bir zamanlar, benim de hoşuma gidiyordu hiç bir kaideye riayet etmeden yazmak, dökülmek, akmak. İnsan olabilirdi bu yapılan da; ama onun kastettiği tam olarak bu değildi. O insansiz romanlardan bahsediyordu. Halbuki nereden çıkmıştı roman, kim bu şekilde bir şey yazmaya zorlanmıştı ya da ne yuzunden? Bence insandı bunun en temel nedeni. Roman insan üzerine bina edilmişti. İnsanın duyguları, ruhu, yaşamı... Şiir insan ihtiva etmek zorunda değildir. Şiir de salt insan tarafından doldurulan kelimeler ya da bu kelimeleri çağrıştıran imgeler olabilir. Şiiri şiir yapan da budur zaten. O kelimeleri anlatmak için insanı kullanmaz. O sadece kelimelerin kendisini anlatmasına izin verir; ama roman da kelimeler konuşmak, okuyanlara ulaşmak için insanı kullanmalıdır. Yazar kelimeyi kahramanına ne kadar yedirebilirse o denli başarılıdır. Bir dosto yu buyuk yapan sadece insanı iyi bir şekilde anlatabilmesi değil; insanı anlatırken kullandığı kelimelerde onu anlatmaya çalışan arasında kurdugu sıkı birlikteliktir.
Yazıyorum ve benim yazma amacım insan. Çünkü bu şekilde kalıcı olabileceğimi düşünüyorum. Ancak insanı anlatabildiğim sürece...
ayrancı lisesi
19.07.2005 - 14:05arkadaşın evini bulamadığım zamanda, bir sabah öncesind pencereden bakıp da karşımda dikilen okulumsu yapıyı sordugumda bana, ayrancı lisesi demişti. ve kızılıydan, bakanlıka-larında ordan yukarıya çıkmaya başladım..bir araca binemezdim çünkü çok kötü bir haldeydim..yürümeliydim ve açılmalı..sonra baya geç oldu, eve giden dolmuşların da nerden geçtiğini bilmiyorum..ama aklımda ayrancı lisesi var; hani sora sora bağdat bile bulunur derler ya; ben de sora sora ilk önce ayrancı lisesini sonra da evi buldum..tabii evde kimse yoktu :)) ben de aldığım elmalardan birini çıkartıp, önünde yeşil bir bahçe uzanan apartmanın kapısı önünde kemirmeye başladım...
ayranci lisesi bizim fenerimizdir :)
trişin
19.07.2005 - 14:01isim, zooloji Fransızca trichine
Ergin durumda olan, domuzdan başka, insanlarla birçok memelinin ince bağırsağında yaşayan, ipsiler cinsinden bir solucan (Trichinella spiralis) .
diyor TDK
deyyus
19.07.2005 - 13:59bizim oralarda baya revaçta idi zamanında; şimdi nasıl bilmiyorum..millet birbiriyle bu yolla şakalaşırdı..ben ne bilim, bunun manasının kötü olduğunu..bir gun ömer amca denen adama deyyus dedim; anam :))) annem yerin dibine girdi..sonra bir guzel anlatti bana: oğlum deyyus şu şu demektir diye..
adam alindi mi bilmiyorum :)) bu kelime her zaman hoşuma gitmiştir; ama ne zamandir duymamıştım..
bir de bahçesinden bir şeyler çaldığımız adam bağırırdı: vay deyyuslar vay!
utarit
19.07.2005 - 13:57bulmacalarda sorulur bu zimbirti hep
yabancı isimli türkçe mamuller
18.07.2005 - 23:53Ülker Gıda
Biskrem, coco star, chewy dent,stars,bolero,caramio,cola turka,kitymilk,rodeo,rondo,toto, yupo,minibör,haylayf,probis,jumbo,pretzel,krim kraker,grissini,deluxe gofret,gusti kare,sütlü-bitter-bademli finger,antep fıstıklı-sütlü baton,napoliten,canduyo,konçerto/ roko, maestro badem,süper fantasia antep fıstığı vs,royal,hobby,kitymilk, tiki,link tropik vs(dondurmalar) / natura kuşburnu vs,fidella taze peynir,içim labne,içim multivac kaşar peyniri,ülker türk kahvesi display,ülker türk kahvesi gold,cappuccino,dankek kremix elmalı vs,dankek choco hind. cevizli vs, dankek pöti,browni,peki maxi vs, dankek luxury,et bulyon,kidbox oyuncaklı karışık(sakız) ,içim homojenize yogurt,kremini,viva, bonbon, riviera(yağ) ,ekstra neturel sızma.
Bu hangi dildir! Türkçe olmadığı bariz.
vs koyduklarım çeşitleri olduğunu da gösterir.
eğer yerinden incelemek istiyorsanız:www.ulker.com.tr adresine bakabilirsiniz.
Dili böyle kuruluşlar sırf çıkar için baltalıyorlar ya!
laf sokma
18.07.2005 - 00:01laf sokmak için belirli kurallar vardir. ilk kural laf sokacaginiz şahis hakkinda biraz bilgi; yoksa sokulan laf emin olun yerinde durmayacaktir.
misal biriyle tanisitiginiza onu tahlil edersiniz konuşmaları hareketleri; ve size eeger bir yerde ters bir hareket yaparsa beklersiniz, sokabileceginiz laflari biriktirir ve biribiri ardina dizersiniz.
şimdi burda yani antolojide de laf sokmak için malzeme lazim..gidip de birine pat pat sokamassiniz laflari, biraz bilgi gerekir..bunun için de yazdiklari ya da size soyledikleri onemlidir. haa işte bunlari elde ettikren sonra tam yerinde çattt diye sokarsiniz lafi
bu durumda karşıdaki iki ya da uç tür tepki verebilir
1- zeki ise gercekten lafin altinda kalmaz ve sizinki aratmayacak şekilde bir cevap yazar
2- biraz zeka bakimindan fakirse aptalsin sen der, cahilsin der, vs der
3- akıllı, ve erdemli ise cevap bile vermeye tenezzul etmez(ben daha bolesini pek gormedim)
bizim tercihimiz ikinci gruptur; çünkü onlarin pek bir zararlari dokunmaz; hem de onlara laf sokmakttan acaip zevk alirsiniz; cunku cevap verebilme ytenekleri gozlerine bagladiklari capittan ve kafalarindaki salak kutsal aşk masalindan dolayı beyinleri sulanmıştır(beyni sulanmak bir öğretmene ait bir tabirdir)
malum nasil çiçekler suyu severse, çiçek olanlar da beyni sulu olanları severler ve bunlar guzel bir 'Kült' (ür) ortamı oluştururlar :))
Döngü
17.07.2005 - 23:26döngüdeyim döngüde
nedir bu giden önümde
bir geliver beriye
görüverim seni
gidem öteye
fobi
17.07.2005 - 23:25çiçeklere karşı fobim var, hele bir de rengarenk çiçeklerse, bende alerji yapiyor :)))
nostradamus
17.07.2005 - 23:24İslâm Velileri Kâhin Değildir
Safvet SENİH/Sızıntı/Temmuz 2005
İslâm anlayışına göre varlık âlemine ait üç temel kitap vardır. Birincisi, her şeyin takdir edilerek ilim diliyle yazıldığı kader veya levh-i mahfuz denilen İmam-ı Mübin’dir. İkincisi, her şeyin irade, kudret ve hikmetle yaratıldığı ve haricî varlık seviyesine çıkarıldığı kâinatı ifade eden Kitab-ı Mübin’dir. Üçüncüsü ise, insanın hayatı mânâlandırabilmesi, varoluşun sırlarını çözebilmesi için ona rehber olarak gönderilen ve diğer iki kitabın tefsiri olan Kur'ân-ı Kerim'dir. Bu kitapların tanıtıcısı ve öğretmenleri ise, peygamberler, onların yolundan giden veli ve âlimlerdir.
Mümkünat âleminde, maddî, misâlî ve ruhanî olmak üzere, birlikte bulunabilen üç tür varlık yaratılmıştır. Her varlığın da ayrıca cismanî, misâlî ve ruhanî boyutları olabilir. Meselâ genetik yapımızı depolayan döllenmiş yumurtada, insanın biyolojik yapısı şifrelenmiştir. Genetik yapıyla inşa edilen beden kalıbı içinde, ruh dediğimiz, sabit bir melekûtî varlık misafir olarak yaşar. Zihin oluştuğunda, insan, misâl âlemini; dimağında, gönlünde, hayalinde ve rüyasında sezebileceği veya keşfedebileceği donanımlara sahip olur. İnsan, zaman şeridine takılan bu varlık âlemlerini, kendisine verilen cihaz ve donanımlarla değişik derecelerde bilebilir.
‘Bilmek’ küllî bir kavram olup, haber vermek, tahmin etmek, modellemek, eşyanın iç yüzüne vâkıf olmak gibi alt dallara ayrılır. Bilmek, haber vermek ve tahmin etmek arasında ciddi bağlantılar olmasına karşılık, bunlar aynı şeyler değildir. Bilmenin söz konusu olduğu varlık boyutları, bilinebilir olanlar, bilinemez olanlar şeklinde ikiye ayrıldığında, gayb (bilinemez) âlemleri ve gelecek konusunda bilgi edinmede insanın sahip olduğu donanımların, ne derece güvenilir olduğu sorusu akla gelmektedir. İnsanın fıtraten kullanma istidadına sahip kılındığı bilme yolları arasında, akıl, rüya (duru rüya, şuuraltı rüya ve geleceğe ait işaretlerin verildiği rüya) , hayal âlemine düşen mânâlar (sûnuhat, tulûat) , sezgi (altıncı his) , tevatür, ilham, vahiy, gözlem, deney, ruhanilerle ve farklı boyuttaki varlıklarla iletişim yer alır. Bu bilme vasıtaları, yukarıda özetlenen farklı varlık seviyelerindeki farklı âlemlerden bilgi toplamada kullanılır. Haricî vücut giymiş varlıklar, zamanın bugünkü diliminde gözlenebilirken; ilmî vücut seviyesindeki varlıklar, gelecekte haricî vücut giyeceklerinden, onların şimdiki zamanda bilinmesi, hatalı bir yaklaşımla, ‘gelecekten haber verme’ olarak tarif edilir.
Gelecekten haber verme noktasında konuşan üç farklı zümre vardır. Birincisi, peygamberler, Allah dostları diyebileceğimiz veliler; ikincisi, belli modellere dayalı olarak kâinattaki düzen ve intizamın periyodik ve ritmik işleyişinden yola çıkarak, geleceğe dâir tahminlerde bulunan ve haber veren bilim insanları ve araştırmacılar (genetik bilimciler, meteorologlar, sismologlar): üçüncüsü ise, büyücüler, medyumlar, astrologlar, falcılar, ayrıca cin ve ifritlerle temasa geçebilme kabiliyeti olan kâhinlerdir. Bunlardan cinler, ifritler ve bunlarla temasa geçen medyum ve kâhinler, sema ve yer arasındaki bilgi akışına değişik noktalardan temas ederek, kendilerine izin verildiği ölçüde, gayb âleminden çıkmış, fakat haricî varlık seviyesine çıkmamış, henüz ilmî veya misâlî varlık seviyesinde bulunan hâdiselerden haberdâr olabilmektedir. Bu hakikati ifade eden âyet şöyledir: 'Biz dünyaya, en yakın semayı, yıldızlarla süsledik. Ve orayı her türlü şeytandan koruduk.
nostradamus
17.07.2005 - 23:231.bölüm
Onlar, Mele-i Âlâ'ya yükselip dinleyemezler ve her taraftan bombardımana tutulurlar. Dinlemeye kalkıp, kulak hırsızlığı yapmaya çalışırlarsa, kovulup atılırlar. Hem onlar için devamlı bir azap vardır. Ne var ki, içlerinden birisi bir söz kırıntısı kapmayı başarırsa, derhal yakıcı ve delici bir ateş, bir ışık onu kovalar.' (Sâffât Sûresi, 6-10)
Bu üç farklı zümrenin, gelecek hakkında verdikleri haberler, yaptıkları tahminler ve belli tarihlere dikkat çekmeleri, sûreten benzese de keyfiyeten farklıdır. Peygamberlerin ve ilhama mazhar olan velilerin gelecekten verdiği haberler, Allah tarafından bilgilendirildiklerinden dolayı, aynı zamanda Kader Kitabı’nın varlığına birer delildir.
İnsanın akıl ve duyularıyla, hakkında doğrudan bilgi edinemeyeceği Allah (cc) , cennet, cehennem, yarın başına neyin geleceği gibi konulara ‘gayb’ denir. Kur'an'da ‘bilinmez’ denilen ve Allah'tan başkasının bilmediği gayb, ‘mutlak gayb’dır. Yani kişinin kaderi, eceli, rızkı, kazancı, yağmurun ne zaman yağacağı ve rahimlerde olanın durumu ile birlikte, daha pek çok konuya ait gayb hükümleri, sadece Allah tarafından bilinen gaybdır. Meselâ, yüzyıllardan beri Marmara Depremi’ne sebep olmuş olan fay hattının ne zaman harekete geçirileceği bilinmeyen gayb hükümlerindendi. Nitekim bilemedik ve 17 Ağustos 1999 günü, saat 03:02’de fay oynatıldı. Neden o geceydi, buna sebep neydi? Bu bizim için gizlidir, gizli kalacaktır. Yapılan yorumların tamamı tahminden öte geçmeyen şeylerdir. Hiçkimse kesin olarak, “Bu iş şundan dolayı oldu.” diyemez.
Kur'ân-ı Kerim ve Hadîs-i Şeriflerde gayb ve gelecek
İnsanoğlu, eskiden beri gayb âlemini merak etmiş ve bu âlem hakkında bilgi edinmek istemiştir. Bu merak ve istek, gaybdan haber verdiğini söyleyen kâhinler, falcılar, medyumlar ve ruh çağırdığını iddia edenler tarafından istismar edilmiştir.
Dinimize göre gaybı sadece Allah bilir. 'De ki; göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur.' (Neml Sûresi, 65) . ‘Ancak Allah Tealâ'nın emir ve yasaklarını insanlara duyurmak için içlerinden seçtiği Peygamberler, Allah'ın bildirmesiyle (ve bildirdiği kadar) gaybe muttali olabilirler.’ (Cin Sûresi, 26-27) . O hâlde, Allah Tealâ bu bilgiyi sadece peygamberlerine bildirdiğine ve Hz Muhammed'den (sas) sonra da peygamber gelmeyeceğine göre Allah’ın ilhama mazhar kılmadığı, ayrıca Kur'an'a ve sahih hadîslere dayanmadığı hâlde, ortalıkta gaybden haber verdiğini söyleyip gezenlerin birer yalancı oldukları anlaşılmaktadır. Elmalı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde meseleyi şöyle ele alır: “Dilediğine mülk veren, dilediğinden mülkü alan, dilediğini üstün kılan, dilediğini zelîl eden ‘biyedihi'l-hayr’ (hayır elinde olan) O'dur. Ben gaybı da bilmem. Bilgim dışında bulunan Allah'ın fiil ve bilgilerini bilirim diye iddia da etmem. Kâhinlik taslamam.’ Diğer bir âyette de, ‘Eğer ben gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben, sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim.’ (Ârâf, 7/188) buyrulmaktadır. Şu hâlde bana: ‘O kıyamet ne zaman? ’ veya ‘Azab ne zaman? ’ gibi gayba ait sorular sormanızın da bir mânâsı yoktur. Ben size ‘bir meleğim’ de demem; bir melek olduğumu da iddia etmem(...) Ben başka bir şeye değil, ancak bana gönderilen vahye uyarım, ona tâbi olurum. Gayba dâir verdiğim haberler, benim kendimden değil, Allah'tan bana gelen vahiylerdir ve Allah'ın ilmini tebliğdir.” (Elmalılı Hamdi Yazır'ın Hak Dini Kur'ân Dili Tefsiri En'am sûresi 50-51. âyetlerin tefsiri)
İlmî ve misâlî varlıklar; levh-i mahv ve isbat denilen yaz-boz tahtasında, ilâhî irade, kudret ve hikmet altında haricî varlık seviyesine çıktığından, haber kaynağı çok sağlam olsa bile, imtihan gereği, geleceğe dâir verilen haberler temsilî ve işarî olarak verilmekte ve hâdisenin oluş şeklinde ciddi farklılıklar ortaya çıkabilmektedir. Çünkü Cenab-ı Hak hem hikmet, hem de merhamet ve şefkat sâhibidir. Bu imtihan dünyasında, O'nun hikmet ve rahmeti, geleceğe dâir gaybî şeylerin çoğunu gizlemeyi gerektirmektedir. Çünkü dünya hayatında insanın hoşuna gitmeyen şeyler daha çoktur. Onları, olmadan önce bilmek, insana acı ve elem verir, hayatı yaşanılmaz kılar. Onun için Allah (cc) ölüm zamanı (ecel) , kıyamet vakti gibi geleceğe ait hâdiseleri gizlemiştir. Hatta Peygamber Efendimiz'e (sas) de, Onun şefkatini rencide edecek ve onu incitecek şeyler açıkça ve tafsilâtıyla gösterilmemiştir. Meselâ Efendimiz'in (sas) Hz. Aişe'ye farklı olan sevgi ve şefkatinin rencide olmaması için, Hz. Aişe’nin Cemel Vakası'na karışacağı kesin bir şekilde Efendimiz’e (sas) bildirilmemiştir; buna delil, Hz. Peygamber'in (sas) hanımlarına hitaben, 'Keşke o vak'ada hanginizin bulunacağını bilseydim.' demesidir. Hâdise sathî bir şekilde kendisine bildirilmiş olacak ki; muhterem hanımlarına, “İçinizden biriniz, mühim bir fitnenin başına geçecek ve etrafında çoklar öldürülecektir. Ona, Hav'eb kabilesinin köpekleri havlayacaktır.” demiştir. (Müsned, 6/25) Ayrıca Hz. Ali'ye de, “Senin ile Âişe arasında bir hâdise olursa, 'Âişe'ye iyi davran ve selâmetle evine gönder.' buyurmuştur.” (Müsned, 6/393)
nostradamus
17.07.2005 - 23:19bölüm 2
Hazret-i Allah'ın öyle kulları vardır ki, onlar O'nun bildirdiği kadarını bilirler. Şeyh Edebâlî'nin Osman Gazi'ye büyük bir devletin kurucusu olacağını haber vermesi, Hacı Bayram Veli Hazretleri'nin (ks) İstanbul'un fethinin Fatih'e nasip olacağını söylemesi, Akşemseddin Hazretleri’nin fethin gününü Fatih’e bildirmesi, Emir Sultan Hazretleri'nin Yıldırım Bayezid'i Timur ile savaşmaktan vazgeçirmek için birçok gayret göstermesi, muvaffak olamayacağı yönünde ikazlar yapması, tarihte bilinen meşhur hâdiselerdendir. “Fırat nehri altın bir dağ üzerinden suyu çekilip açılmadıkça kıyamet kopmaz. İnsanlar onun için harp edecek ve her yüz kişiden doksan dokuzu öldürülecek. Onlardan her biri, 'Belki ben kurtulurum diyecektir.” 'Fırat nehrinin altın hazinelerinden bir kısmının alana çıkması yakındır. Her kim o zaman orada bulunursa, ondan bir şey almasın.' gibi kendisine bildirilen bazı gaybî hâdiselerle ikazda bulunan Sevgili Peygamberimiz, Hidayet Rehberimiz, Hz.Muhammed (sas) , bir başka hadîslerinde gaybdan haber vermeye kalkışan kişilere inanmanın tehlikesine şöyle işaret buyurmaktadır: “Gayb habercisine (kâhin-falcı-medyum vs) gidip onun dediğini doğrulayan kişi Muhammed'e gönderileni (Kur'an) inkâr etmiş olur.” (Tirmizi, İbn Mace) .
Veliler, kâhin değildir!
Allah, gönderdiği peygamberlerini insanlara tasdik ettirmek için, onlara gelecekle ilgili bazı hâdiseleri bildirmiştir. Kur'an ve Peygamberimiz (sas) yoluyla bize ulaşan mu’cizeler, net, berrak ve doğrudur. Bu yüzden mu’cize ile kehaneti, peygamber ile de kâhini birbirine karıştırmamak lâzımdır. Cenab-ı Hakk'ın bildirmesiyle, peygamber ve veliler gelecekle ilgili haberler verebilirler. Veliler, keşfetmelerine müsaade edilen gelecekle ilgili bilgileri örtülü biçimde ve sembolik ifadelerle anlatma yolunu tercih etmişlerdir. Efendimiz'den (sas) sonra peygamberlik ve vahiy yolu kapandığı için, gelecekte vuku bulacak bazı hâdiseler, yine ilâhî kaynaklı olmak üzere, ya rüya, ya ilham yoluyla veya veliler tarafından dile getirilmektedir. Bu yolun dışında bulunan kâhinler de benzer iddialarda bulunmaktadır. İlham ile hiçbir alâkası olmayan, ilâhî vâridata kapalı bu insanların, haber kaynakları, Rahmanî değil, şeytanî sezgilerdir. Onlar ayrıca bu işi meslek edinmişlerdir. Zaten haber kaynakları olan şeytanlar, kulak hırsızlığı ile bir şeyler kapıp yalan-yanlış şeylerle yaldızlayarak onlara aktarmaktadır. Kâhinlerin, medyumların ve falcıların bildikleri, mutlak gayb değil, izafî gaybdır, hem de gayb olmaktan çıkıp uygulama alanına geçmesi için emir verilmiş konulardır. Eskiden kâhinlik adı verilen, günümüzde medyumluk olarak devam eden ve dinimizce yasaklanan bu meslek, felsefeden kaynaklanmakta olup, iman zaafı olan bilgisiz ve şuursuz insanlara büyük zararlar verebilmektedir. Bu konuda Bediüzzaman Emirdağ Lâhikası'nda aşağıdaki notu düşer: 'Evet, dinden gelmeyen, belki felsefenin hassasiyetinden gelen ruh çağırma, hem hakikate aykırı, hem edebe aykırı bir harekettir. Çünkü a'lâ-yı illiyyînde (cennetin en yüce yeri) ve kutsal makamlarda olanları, aşağıların aşağısı hükmündeki masasına ve yalanların yeri olan oyuncak tahtasına getirmek, tam bir ihanet ve hürmetsizliktir. Âdetâ bir padişahı kulübeciğine çağırıp getirmek gibidir.' (Emirdağ Lahikası, s. 379-380) . Özetle, Allah dilediğine, dilediği kadar ilim verir, kabiliyet verir, isterse gaybın izafî olan kısmına ulaştırdığı gibi, Levh-i Mahfuz'u da açar ve gösterir. O da, oradan görüp anlayabildiği kadarını, kendi yorumlarını da ekleyerek anlatır ve gelecekle ilgili konularda böylece bir haber yumağı oluşturur ve bunlar da ya kendi ağzından, ya kaleminden veya yorumcular tarafından ekleme ve çıkarmalarla insanlara ulaşır.
Nostradamus'un gerçek yüzü
Popüler medyada en meşhur olan kâhinlerden biri, Nostradamus'tur. Halbuki onun iddiaları asla açık-seçik değildir. Şiirleri karmakarışık ifadelerle doludur. Papa'nın ölümünden sonra yine bir Nostradamus modası başlamıştır. Meselâ, onun “Centuries/Yüzyıllar” isimli eserindeki bir dörtlüğe dayanılarak yorumlar yapılmış ve buradan Papa'nın ölümüne işaret çıkarılmıştır.
Yaygın kanaate göre 'bütün zamanların en berbat şarlatanı' olan simyacı, astrolog ve kâhin Nostradamus, 16. yüzyılda Fransa'da yaşamıştır. 1503'te Fransa'nın güneyinde Saint-Remy de Provence kasabasında dünyaya gelen, Michel de Nostredame, 'Nostradamus' adıyla tanındı. Nostradamus, 1522'de tıp okumaya gittiği Montpellier Üniversitesi'nden üç yıllık eğitimden sonra, mezun olarak başarılı bir doktorluk kariyeri yaptı. Tıp fakültesinden arkadaşı Rabelais de alaycı bir dille birtakım kehânetlerde bulunmuştur.
domates çorbası
17.07.2005 - 13:12süper yaparim; ama hazır domates çorbası olması lazim
cumhuriyet gazetesi
17.07.2005 - 13:03Sayı: 491 - 03.05.2004/Cemal A. Kalyoncu/Aksiyon [email protected]
Her devrin Cumhuriyet'i
80 yaşını geride bırakacak olan ve bugün Türkiye'nin önde gelen medya patronlarının ortaklığı bulunan Cumhuriyet Gazetesi, 1991'de yaşadığı üçüncü ve en önemli 'iç depremden' sonra bir daha kendine gelemedi. Dünyayı iyi algılamasını etkileyen 'marjinal ve statükocu' yapısı, gazetenin önündeki en büyük engel olarak görülüyor. Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, sıra toplumsal devrimlere gelmişti. Atatürk, devrimlerini destekleyecek bir iletişim aracından yanaydı. İstanbul'da mütareke döneminde bile İleri ve Akşam gibi Ankara Hükümeti'ni destekleyen yayınlar çıkmaktaydı. Fakat Atatürk kendisine daha fazla teslim olmuş, gözü kapalı istediklerini yapacak bir yayın arıyordu.
1879 Muğla/Fethiye doğumlu Yunus Nadi adlı milletvekilliği de yapmış iyi eğitimli gazeteci, her dediğini gözü kapalı destekleyen bir kişi olarak Mustafa Kemal'in gözüne girmişti. Arşivciliği ile de bilinen ünlü komünistlerden Rasih Nuri İleri'nin, amcası Celal Nuri'den dinlediğine göre Yunus Nadi, rejime şartsız bağlılığı sayesinde matbaa sahibi olmuş, servet edinmiş, Atatürk'ün oluşturmaya çalıştığı Türk burjuvazisinin prototiplerinden biri haline gelmişti. Dolayısıyla Atatürk için Yunus Nadi daha önemli bir isimdi. Yeni Gün'ü çıkarmasında bu özelliğinin de etkisi vardı. 1924 senesinde Atatürk yeni bir gazete çıkarmak istediğinde de aklına zaten Yeni Gün'ü çıkarmakta olan Yunus Nadi geldi. Bu fikrinde yanılmadı da. Bazı konulardaki görüşlerini Yunus Nadi imzasıyla kamuoyuna duyuracaktı ilerleyen dönemlerde.
Sonuçta Atatürk, İstanbul'da, Cağaloğlu'ndaki İttihat ve Terakki'nin merkezi olan Kırmızı Konak'ı vererek burada Cumhuriyet adını koyduğu gazeteyi çıkarmasını istedi Yunus Nadi'den. Ve 7 Mayıs 1924 tarihinde Cumhuriyet yayın hayatına başladı. İlk nüshasında gazetenin ilkelerini de belirlemişti Yunus Nadi: '...gazetemiz ne hükümet gazetesi, ne de bir parti gazetesidir. Cumhuriyet sadece cumhuriyetin, bilimsel ve yaygın ifadesiyle demokrasinin savunucusudur. Memlekette her anlamıyla gerçek bir demokrasi kurulması için gazetemiz bütün varlığı ile çalışacaktır. Memlekette halkın halk tarafından, halk için idaresi bizim idealimizdir. Ve biz yalnız bu idealin esiriyiz, başka hiç bir kuvvetin değil.' Bu ilkelerden, ilerleyen dönemlerde sapmalar olacaktı. Partizanlık ve gazetenin bir yöneticisinin darbecilerle birlikte hareket etmesi gibi.
'Yunus Nazi' dönemi
Cumhuriyet Gazetesi, 1930'lara kadar ağırlıklı olarak rejimin yerleşmesi ve devrimlerin benimsenmesi üzerine bir politika izler. Bu dönemde, alışverişlerde indirim sağlayacak bir kupon vererek ilk promosyonu gerçekleştirir. 1929 Şubat ayında da Türkiye'deki ilk güzellik yarışmasını bizzat düzenler. İlk ansiklopediyi de Cumhuriyet verir. Cumhuriyet bu yıllarda Yunus Nadi'nin Atatürk'ten aldığı rüzgara göre yoluna devam ediyordu. 1930'ların sonuna doğru Almanların ayak sesleri duyulmaya başlandığında bu sefer Cumhuriyet Gazetesi, Alman taraftarı yazılar yayınlamaya başlar. Yunus Nadi'ye 'Yunus Nazi' denmesine de yol açacak bu tür yazıların ilki Yunus Nadi'nin en büyük oğlu Nadir Nadi'nin 'Hitler Viyanası'ndan Röportajlar' dizisiydi. Ve bundan sonra II. Dünya savaşı bitene kadar Cumhuriyet'in Nazi yanlısı yayınları sürer. Kimilerine göre Almanya'dan destek gören bir grup vardı Türkiye'de. Yunus Nadi için de bu durumu gündeme getirenler oldu. Cumhuriyet Olayı kitabının yazarı Emin Karaca'dan dinleyelim: 'İsmet İnönü'yü Ankara Garı'nda karşılamaya gelen Nadir Nadi'ye İnönü aynen şöyle diyor. 'Ticari maksatlar uğruna siyasi yazı yazılmasına müsaade edemem! . Yunus Nadi 'Yok böyle bir şey! ' dese de Milli Şef sinirlidir: 'Kat'iyyen müsaade edemem! ' Ve İnönü Yunus Nadi'nin elini sıkmadan çıkış kapısına doğru ilerliyor.'
Yunus Nadi'nin Almanlar'dan destek gördüğü hep tartışılır. Ama gerçek olan Almanların Türklere yönelik böyle bir listenin var olduğudur. Rasih Nuri İleri, Türkiye'de her zaman tartışılan Almanya'dan yardım alanlar konusunda şu açıklamayı yapıyor: 'Almanya'dan yardım konusunda çok önemli bir ifşaat... Naim Dikel Bey -ki çok önemli bir Alman şirketinin temsilcisi idi- öldüğü vakit karısı Fatma Hanımefendi, kasasında, altın-mark olarak hangi Türk büyüklerine ne kadar parasal yardım yapıldığının listesini bulmuştu. Ve içinde dostlarından birçok kişi bulunduğu için listeyi yakmıştır.'
- Listeye dair bir şey biliyor musunuz?
'Olayı biliyorum. Taha Toros da bilir, ben de bilirim. Fatma Hanımefendi ile uzaktan hısımlığımız vardı.'
Savaşın bittiği 8 Mayıs 1945'te Cumhuriyet'in konu ile ilgili başlığı 'İnsanlığa geçmiş olsun'dur. Gazete hemen Alman yanlılığından çark etmiştir. Emin Karaca'nın söylediği gibi 'bu sefer birinci sayfasından, harbi çıkaranları lanetliyor.' Bazı kişilere göre Cumhuriyet'in Alman taraftarlığı söz konusu değildir, ama böyle diyenler için Cumhuriyet'in eski nüshaları en azından gazetenin arşivinde mevcuttur demek yerindedir sanırım.
Yunus Nadi 28 Haziran 1945'te vefat edince, gazetenin yönetimi en büyük oğlu Nadir Nadi'ye geçer. Ama, annesi Nazime Hanım her zaman en tepedeki kişi olarak bundan sonraki süreci gözetleyecektir.
Nadir Nadi 1950 seçimlerinde Demokrat Parti listesinden Bağımsız Muğla Milletvekili seçilince gazete de dolayısıyla DP'li olur. Cumhuriyet, ülkeden kaçan Nazım Hikmet'in fotoğrafını 'tükürülmesi' için yayınlar, yani tamamen antikomünist bir yayın izler bu süreçte.
Fakat Nadir Nadi, 1954 seçimlerinde Meclis'e girmeyince, Cumhuriyet Gazetesi'nin DP'ye giderek azalan desteği de 1957'den sonra eleştiriye dönüşür. DP de diğer muhalif basına olduğu gibi kağıt baskısından denetim baskısına kadar hepsini uygular Cumhuriyet'e.
Sola demir atma zamanı
1960'ların ilk yıllarına kadar Cumhuriyet Gazetesi bir sayfasında sağ bir sayfasında sol görüşlü yazarların yazı yazabildiği bir gazete iken bu tarihten sonra dünyada esen sol rüzgarın etkisinde kalır. Belki bunun neticesinde Nadir Nadi, 1962 senesinde sol yazıları ile bilinen ve henüz 36 yaşında olan İlhan Selçuk'u gazeteye alır, ona bir 'Pencere' açar. 1957'den 65'e kadar gazetenin yazı işleri müdürlerinden biri olan Vecdi Kızıldemir'e göre İlhan Selçuk'a gelene kadar Vala Nurettinler, Cevat Fehmiler, Yaşar Kemaller zaten solcu idi. Dolayısıyla gazete sola İlhan Selçuk'la kaymamıştır.
Fakat dışarıdan algılanan öyle değildir. Cumhuriyet, bundan sonraki dönemde 'solcu' ve 'komünist' gazete olarak anılır hep. Bundan dolayıdır ki, 1963 senesinde, Yunus Nadi'nin, Nadir Nadi ve Doğan Nadi dışındaki çocukları Leyla Uşaklıgil ve Nilüfer Nun'un eşleri Bülent Uşaklıgil ve Niyazi Nun gazetenin aşırı sola kaymasından şikayet ederek gazeteye el koyar. Ama bu olay Babıali'de çok duyulmaz. 1971 yılında damatlar gazeteye bir kez daha el koyduğunda Cumhuriyet'te deprem bu sefer bir sene sürer. Konu yine gazetenin sola kayması hatta komünizm taraftarlığıdır. Özellikle Niyazi Nun, gazeteyi sağa çekmek için mücadele verir. Bu olayda İlhan Selçuk'un 9 Mart darbecileri arasında yer alması da etkili olmuştur. Fakat bir yılın sonunda gazete yine Nadir Nadi'ye teslim edilir. Zaten 1969'dan itibaren İlhan Selçuk gazetede etkili olmaya başlamıştı. Çok çabuk etki altında kaldığı söylenen Nadir Nadi de gazetenin sola meyletmesini istiyordu.
Cuntanın sözcülüğünü yaptı
Nadir Nadi'nin, 1971 yılında 9 Mart darbesine hazırlananlar arasında yer alan İlhan Selçuk'tan haberdar olmaması mümkün değildi. Mahir Kaynak ve İlhan Selçuk'la beraber 'darbeciler' birbirlerinin ev ve işyerlerinde toplantılar yapmaktaydı. Bunlardan biri de Cumhuriyet'te yapılmıştı. Gazetenin eski yazı işleri müdürü olan ve halen Cumhuriyet'te çalışan Sami Karaören anlatıyor: 'Nadir Bey'in derece derece bilgisi vardı. Nadir Bey, gece toplantılarının içinde değildi ama kendisine bilgiler veriliyordu tabii.'
Hafız Abdülezel Paşa
17.07.2005 - 01:07Sızıntı/Mayıs 2005
Hâfız Abdülezel Paşa
Yrd.Doç.Dr Fatih BAĞCIOĞLU
Rahmetli babam, çocukluğumda beni karşısına alır, büyük-dedesi Abdülbâki Hocaefendi'yi anlatırdı. Abdülbâki Hoca, yıllarca medreselerde okumuş, kendisini yetiştirmiş, ilim ve takva sahibi bir güzel insandı. Medrese eğitiminden sonra, padişahın fermanıyla, kalbleri gönülleri aydınlatmak, İslâm'ı anlatmak ve öğretmek üzere Kınık, Bergama civarına gönderilmişti. O, yıllarca bölgede hizmet etmiş, etrafındaki insanlara ışık saçmıştı. Ve öylesine sevilir, sayılırmış ki, o sokağa çıktığında bölgenin sadece Müslüman-Türk halkı değil, Ermeni, Rum ve Yahûdiler de ayağa kalkar, ona karşı büyük bir saygı ve sevgi gösterirlermiş.
Rahmetli babam, bu efsânevî büyük-dedesini göremediğine ne kadar üzüldüğünü, onun özelliklerini, onun hayatını, çocukluğunda dedesinden ve ilçenin diğer yaşlı insanlarından dinlediğini söylerdi. Babam ayrıca, büyük-dedesi Abdülbâki Hoca'nın, dedesi Rıza Efendi Hoca'nın ve 1912-1913 Balkan Savaşı, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı ve 1919-1923 Millî Mücadele yıllarında tam on bir yıl askerlik yapan babası Hâfız Fahri'nin genç yaşta ölümü ve büyük-dede, dede ve babanın zengin kütüphânesinin, nasıl ona-buna dağıtıldığını, yağmalandığını ve geri kalan binlerce kitabın, endişe ve korku yıllarının tesiri altında, nasıl günlerce fırında yakılarak yok edildiğini, derin bir ürpertiyle, dehşet içinde, hüzün dolu bir üslûpla ve çok defa gözyaşlarıyla karışık bir şekilde bana naklederdi.
Babamın bana anlattığı kişiler içinde, bir de büyük-dedesi Abdülbâki Hoca'nın kardeşi, yani babamın büyük-amcası Hâfız Abdülezel Paşa vardı. Babam onu, büyük-dedesini anlattığı gibi efsânevî bir üslûpla anlatır, daha doğrusu anlatmaya çalışırdı. Babamın anlattığı Hâfız Abdülezel Paşa, 1853 Kırım Savaşı, 1857-1876 Karadağ İsyânı ve 1868 Girit Ayaklanması’nda büyük başarılar kazanan, eskilerin '93 Harbi' dediği 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nda destanlar yazan, 1897 Türk-Yunan Savaşı'nda 82 yaşında atının üzerinden inmeyen, Teselya Zaferi'nin kazanılmasında önemli bir rolü olan büyük bir kahraman, büyük bir komutan, tarihî bir şahsiyetti.
Acaba bu büyük insanla ilgili, daha geniş bir bilgi bulamaz mıydım? Konuyla ilgili biraz araştırma yapınca Hâfız Abdülezel Paşa hakkında ne kadar çok şey öğrenebileceğimin farkına vardım.
Hâfız Abdülezel Paşa, tarih sayfalarına sığmayan, yabancı ajanslardan, yabancı gazetecilere, Batı'nın krallarına, imparatorlarına kadar herkesin hayran olduğu Türk edebiyatında şiirlere, romanlara, hikâyelere konu olan, gazetelerin anlata anlata bitiremediği, göğsü madalyalarla dolu büyük bir komutandı.
Böyle birisini, büyük-amcam olduğu için değil, ama 82 yıllık hayatını, bu millet için seve seve harcadığı için, örnek bir hayat yaşadığı için, Türk tarihinin destanlar yazan büyük komutanlarından biri olduğu için tanıtmak benim için bir vazife, hattâ onun da ötesinde bir borçtu. İşte bu yazıda, bu borç ödenmeye, bu vazife yapılmaya çalışılacaktır.
Kimdir Hâfız Abdülezel Paşa? Hayatı nasıl yaşamış hayattan nasıl ayrılmıştır?
Hâfız Abdülezel Paşa, Konya'nın Hâdim ilçesi, Aşağı Hâdim köyünde doğmuştur. Doğum tarihi çeşitli kaynaklarda birbirinden epeyce farklı olarak verilse de, bu kaynakların çoğu, onu, 1815 doğumlu olarak gösterir. Çocuk yaşta İstanbul'a gelen minik Abdülezel, iyi bir eğitim alır, çok zekîdir, küçük yaşta Kur'ân-ı Kerim'i ezberleyip hâfız olur. Askerliğe büyük bir ilgi duymaktadır. Bu yüzden daha 16 yaşında iken er olarak orduya yazılır. Kısa sürede subay olur. Devletin güney-doğu cephesine tayin edilir. On, on iki yıl kadar Arabistan eyaletinin çeşitli vilâyetlerinde görev yapar. Son derece dindar bir subaydır. Genç yaşta birkaç defa hacca gider. Orduda meslek hayatının ilk yıllarında, çalışkanlığı, azmi, karşısına çıkan güçlükleri kolayca yenmesi ve üst üste gelen başarılarıyla dikkat çeker. Bu başarıları onu, hızla terfi eden bir subay hâline getirir. Arabistan cephesinde binbaşılığa kadar yükselir.
adnan menderes
15.07.2005 - 21:48Sayı: 535/Aksiyon
Apar topar asıldılar
Yassıada’nın genç subaylarından Mehmet Nuri Taşdelen, 15 ay boyunca hücresinde nöbet tuttuğu Menderes’in dramına şahitlik etti. Öfkesi zamanla hayranlığa dönüştü.
İntihar girişimini önlediği Menderes’ten hatıra kalan ağızlığı yıllarca sakladı. Ağızlık ve özel belgeleri artık oğul Menderes’e vermenin zamanın geldiğini düşünüyor. Menderes’le buluşma, 45 yıl sonra Ankara’da gerçekleşecek.
Genç subay, oda (hücre) nöbeti için içeri girer. Dışarıdan aldığı siyah bakalitten yapılmış ağızlığı, ürkek bir hamleyle Adnan Menderes’e uzatır. Eski Başbakanın buğulanan gözlerini, yeni ağızlığa taktığı Yenice Sigarası’nı keyifle içişini izler. Eski ağızlığı çöpe atışını da. Hemen eğilip ağızlığı çöpten alır. Konuşmak yasaktır, “onu bir hatıra olarak saklamak istediğini” işaretle anlatır. Ender ‘mutlu’ anlarından birini yaşıyordur Menderes, ‘onun başını okşayarak’ karşılık verir.
Aradan tam 45 yıl geçti. O genç subay, Mehmet Nuri Taşdelen’den başkası değildi. Kıymetli bir anı olarak sakladığı, “Ne zaman baksam Menderes’in gülümseyen mahzun yüzünü hatırlıyorum.” dediği ağızlığı sahibine vermeye, yıllar sonra ‘Menderes’le buluşmaya hazırlanıyor.
Mehmet Nuri Taşdelen, ‘Yassıada günleri’nin tarihe geçen isimlerinden biri. 27 Mayıs 1960 İhtilali’nin DP’lileri topladığı Yassıada’da ‘muhafız subayı’ olarak görev yaptı. 15 ay boyunca, önceleri ‘öfke’ beslediği Menderes’le ‘hücre’ denilebilecek daracık odada aynı havayı teneffüs etti. Onun iç dünyasını yakaladı. Adada yaşadıklarını, ‘karınca duasını’ andıran küçücük satırlar halinde günü gününe kağıda döktü. Yasak olmasına rağmen, ‘manzarayı’ bütün açıklığıyla gösteren fotoğrafları gizlice çekti. Menderes’in intihar girişimini, yine fotoğraf çekerken ilk fark eden de oydu. İki gün sonra idam edilecek eski başbakanın hayatını kurtarmıştı.
İşte, Yassıada’dan bugüne taşıdığı anılarla belgeleri piyasaya yeni çıkan “Yassıada, Menderes ve Muhafızları” adlı kitabıyla kamuoyuna sundu. Çekilecek bir ‘Yassıada’ filmine iyi bir senaryo mahiyetindeki kitap, ‘insan öyküleriyle’ dolu. Hüzün, dram, hasret, endişe, kara gün dostlukları ve darağacı.
Darbeden sonra, Yassıada’nın sakinleri bellidir. Devrilen iktidarın yani DP’nin mensupları oradadır. Cumhurbaşkanı, Başbakan, eski Genelkurmay Başkanı (Rüştü Erdelhun) , eski orgeneraller, kuvvet komutanları, kadınlı-erkekli milletvekilleri, bakanlar... Menderes (1 numara) ve Celal Bayar (2 numara) ayrı odalarda, diğerleri ise koğuşlarda toplu halde tutulur.
Demir parmaklıklı hücre
Denizci Üsteğmen Mehmet Nuri Taşdelen, Ada’da henüz yenidir. 29 Haziran 1960 tarihli nöbet yeri, 1 no’lu odadır. Menderes, kendisini ayakta karşılar, başıyla selamlayarak ‘hoş geldiniz’ der. Karşısında bir başbakan durmaktadır, heyecanlanır ve ilk izlenimlerini kağıda şöyle döker: “Bej renkli bir valizin sapının yanına ‘Sabık Adnan Menderes’ yazılmış. Kültablasının içi sigara izmaritleriyle dolu. Odadaki koltuk teğmenlere ait. Sandalyede bir minder var ve oraya Menderes oturuyor. İki yastık kullanıyor. Saç fırçasıyla üç dakika saçını fırçaladı. Gayet sert bir şekilde yaptığına göre başının acımamasına imkan yok. Zevk mi alıyor nedir? Saçları, kahverengi. (Saçlarını boyadığını sanan subaylar, yanıldıklarını sonradan anlıyor) Pencerenin dışında kare halinde parmaklık var. Yorganını başına kadar çekiyor.”
Ardından gelen her nöbet, aslında bir drama şahitlik ettiğini biraz daha gösterecektir genç subaya. Hep dalgın halde bakıyordu etrafa Menderes, sigaranın birini söndürüp diğerini yakıyordu. Dibine kadar içmesi ise cabasıydı. 4 metrelik odada dolaşıp duruyordu; ama en fazla yedi adım atabiliyordu. Arada sırada pencereden dışarı bakıyor, sinekleri kovalıyordu. Sıkıntılı hali, geceleri uykusuna yansıyor, ‘sinir nöbetleri’ için sürekli ilaç kullanıyordu. Yakındığı, “Equanil’ adlı ilacın zamanında ve yeterli verilmemesiydi. Hatta, “Çok fenayım, bu hal böyle ne kadar devam edecek.” mealinde sözler sarf edecekti. Üst kattaki tutukluların ayak seslerine verdiği tepki ise, tek başına ruh halini anlamaya yetecekti: “Gece gündüz bu ayak sesleri insanı çıldırtıyor. Görüyorsunuz, uyuyamıyorum. Meşgul olun, terlik giysinler. Çıldıracağım efendim, çıldıracağım.”
Tecrit edildiler
Gerçekten de, söz konusu olan bilinçli bir tecritti. Ayrı odalarda tutulan Menderes ve Bayar’a uygulanıyordu bu. İkisi de yemeklerini sadece odalarında yiyebiliyor, banyo ve tuvalet ihtiyaçları için koridora çıkarıldıklarında koğuşların kapıları kapatılıyordu. Yine, konuşmak, çok zaruri haller dışında yasaktı. Odalara dinleme cihazları konulmuş, bütün konuşmalar kaydediliyordu. Nöbetçi subayların, soruları genelde cevapsız bırakmaları bundandı. İletişim, daha çok işaretlerle, mimiklerle sağlanıyordu.
adnan menderes
15.07.2005 - 21:47bölüm 2
Bu durumda, mektuplar yetişiyordu imdada, teselli oluyordu. Hatta, bir keresinde, kendini tutamayıp mektup getiren subaya sarılmıştı Menderes. Ancak, mektupların gecikmeli ulaşması da sıkıntıydı. Gerçi, her mektup mutlu etmiyordu. Eşi Berrin Menderes, “Adnancığım” diye başlayan mektubunda ev vergisinin taksitini güç bela bulup ödediğinden bahsediyordu mesela. Sümerbank damgalı mektup ise gerçekten vefasızlık örneğiydi. Başbakanken hediye edilen kumaşların bedeli isteniyordu. Okurken yüz hatları gerilen Menderes, şöyle diyecekti: “Yeni imalatınızdan örnekler diye kumaşlar gönderirlerdi. O zaman, hediye diyorlardı. Şimdi, listesini yapmış parasını istiyorlar. Bunu da diğerleri gibi eve yollayalım da bir çaresine baksınlar ne yapalım...”
Menderes, tıraşını geciktirmesinin bile sıkıntı yaşatacağını hiç hesap etmemişti elbette. Oysa, Yassıada’nın ünlü Komutanı Tarık Güryay, arada sırada kahve içerek sohbet ettiği Menderes’e “Bu sakal ne böyle? ” diyecekti. Sakal sorunu, hem de ‘en güzel günlerin’ birinde yine yaşanacaktı.
Kur’an’a ihtiyacım var
Berrin Hanım ve oğlu Aydın Menderes, ziyarete gelmişti. Altı ay aradan sonra ilk kucaklaşmayı sabırsızlıkla bekleyen Menderes’ten epey uzamış sakallarını kesmesi istenir, durduk yerde. Tartışmalar fayda etmez, sonunda berber getirilerek emr-i vaki yapılır. Tıraş olurken Menderes’in yüzü bir hayli asıktır. Hemen ardından gelen hasret giderme sahnesini tahmin etmek ise güç değildi: “Kumandanın odasında karşılaşan üç kişi, sarılıp öpüşüp, hüngür hüngür ağladı.”
Menderes sıkıntılıdır, Kur’an-ı Kerim okuyarak rahatlamaya çalışır. İhtiyaç duyduğu bir gün, Kur’an-ı Komutan Güryay’a verdiğini hatırlar ve nöbetçi subaya, “İhtiyacım var okumaya, getirir misiniz? ” diye seslenir. Cevap olumsuzdur. Çünkü, Güryay, adada değildir ve akşama dönecektir. Bunu öğrenince üzülür.
Günler ilerledikçe, mahkeme ve hücresi arasında gidip gelen Menderes’in fiziki görümü endişe verici bir hal alır. Bu durum, günlüğe şöyle yansır: “Her gün biraz daha çökmüş görünüyor. Gözlerinin feri gitmiş, yanakları sarkmış. Saçları hariç her tarafı derbeder. Bayar ise farklıydı. İntihar girişiminden sonra, subayların da bulunduğu bir sırada ‘Hayatta ezmeyen ezilirmiş. Biz ezmedik ezildik. Benim arkadaşlarım içinde (Talat ve Enver Paşalar gibi) rahat döşeğinde ölen azdır’ dedi.”
Menderes’in intihar girişimi de, Yassıada gerçeğini özetlemeye yeten olaylardan. Yüksek Adalet Divanı’nın yargılananlar hakkında karar vereceği 15 Eylül 1961’in sabahında ceketinin astarında biriktirdiği ilaçları içmişti Menderes. Olayı fark eden ise Menderes’in uyurken birkaç poz fotoğrafını çeken Üsteğmen Taşdelen’di. Kendisi sonradan, “Asılacağını bilseydim, kurtarılması için özel çaba sarf etmezdim.” diyecekti.
Mahkeme kararını vermiştir artık: İdam. 17 Eylül 1961 sabahı en hüzünlü gündür. Menderes, o gün iki subay eşliğinde iskelede bekleyen hücumbota bindirilir. Ne için, nereye götürüldüğü bilinmemektedir. Lodoslu havada seyreden hücumbottaki muhafız subaylardan birine nereye gittiklerini sorar. “Gölcük Deniz Hastanesi” karşılığını alır. Bir süre sonra, diğer subaya aynı soruyu yöneltir. Cevap bu kez farklıdır: Kasımpaşa Deniz Hastanesi.” Beyaz yalanlarla yüklü iki cevap arasındaki çelişkiyi fark eder; mahzunlaşır ve ağzından acı tebessümle rota dökülür: “Biz, galiba İmralı’ya gidiyoruz.”
Tahmini doğrudur ne yazık ki. Acı haber adaya tez ulaşır. İnfaz gerçekleştirilmiştir. Subayların toplu halde bulunduğu salona bile sessizlik ve hüzün hakim olur. O esnada, çok hafif bir yağmur çiselemeye başlar...
Öfkesi zamanla ‘hayranlığa’ ve ‘hüzne’ dönüşen genç subayın acı derslerle dolu anılarının küçük bir özeti böyle. Yüzbaşı iken sağlık sebepleriyle ordudan ayrılan ve ticaretle uğraşan Taşdelen, bu kitabı yazarak “olayı kamuoyuna mal ettiğine” inanıyor. Menderes’e “fiilen ve fiziki olarak en ufak bir kötü muamelede bulunulmadığını” belirtirken de, “Ancak, dış dünyadan tamamen soyutlanarak bir çeşit manevi işkenceyle ruhen çökertilmiş olduğunu düşünüyorum.” diyor.
‘İdamlar haksızdı’ görüşünü yineleyen Taşdelen’in bu noktadaki tespiti ise ilginç: “Ama, apar topar idam edildi. Kimler olduğu tam bilinmeyen bazı kimselerin özel çabalarıyla malum acı son önlenememiştir. Belki de, halkın ona olan sevgisinden çekindiler. Bu olay, ülkemizin yakın tarihine kara bir leke olarak geçmiştir. Bir iktidarın siyasi hatalarının bedeli, seçimle iktidardan düşürülme olmalıdır.”
Taşdelen, ağızlık dahil bugüne kadar 9 milyar lira harcayarak koruduğu özel belgelerle çektiği fotoğrafların kopyalarını Menderes’in oğlu Aydın Menderes’e teslim edecek. Günü belli değil ama, görüşme için karşılıklı söz alındı. Belgelerin asılları ise Türk Trih Kurumu’na verilecek.
Evet, ‘genç subay’ ve Aydın Menderes’in randevusu gerçekten anlamlı. İkisinin de, aslında 15 yıl sonra ‘Menderes’ ile kucaklaşacağı anlaşılıyor.
kutu kutu kutu
YASSIADA KAVGALARI
Yassıada’da, biri intihardan 11 tutuklu çeşitli sebeplerle hayatını kaybetti. Tutuklularla görevliler arasında zaman zaman kavgalar da yaşandı. Kitapta, iki kavgaya değiniliyor. İçkili iki subayın odasından aldıkları eski bakanlardan Emin Kalafat’ı “Kaç kız iğfal ettin? ” yollu sorularla güç kullanarak sorgulamaları, bunlardan biri. Olay, diğer tutukluları etkiler. Subaylar adadan uzaklaştırılır. Diğer olay ise Fatin Rüştü Zorlu ile bir subayın kavgasıdır. Sıra yüzünden çıkan kavgada taraflar, karşılıklı yumruklaşır.
Taşdelen, söz konusu üç subayın da adını vermiyor. Ancak, birinin en üst rütbeye yükseldiğini belirtmekle yetiniyor. Ardından da ekliyor: “İsimleri sonradan çıkardım. Arkadaşlarımı rencide etmek istemem. Kendisi de zaten çok yüksek rütbede öldü.”
O sırada Yassıada’da görev yapıp yükselen subaylar ise şöyle: Teoman Koman (Jandarma Genel Komutanı) , Doğu Aktulga (Orgenaral) , İlhami Erdil (Deniz Kuvvetleri Komutanı) .
Million Dollar Baby
15.07.2005 - 21:45Aksiyon/s: 535
Nedim Hazar
Milyon Dolarlık Bebek, güncel ve uyduruk deyişle bir başyapıt mıdır? Cevap nettir: Hayır! Ancak, ömrünü sade suya tirit filmlerde harcamış bir sinema adamının mezara yaklaştığı dönemde insanoğluna dair varlığı ve amacı sorgulaması adına, gerçekliğin etrafında gezinip duran, gayretli, samimi bir film olduğu kesin!
Merhum Osman Yüksel Serdengeçti yaşamının son döneminde parkinson hastalığıyla mücadele ediyordu. Malum bu hastalığın bedene en büyük etkisi titretmesi. Merhum, esprili üslupla etrafındakilere şöyle demiş bir gün: “Ben ki gençken kükreyen adamdım, şimdi titreyen adam oldum! ” Emekli olduktan sonra Muhammed Ali Clay’a “Neden boks? ” diye sorulduğunda verdiği cevap ilginç: “Çünkü boks tek kişilik spor. Başarıyı kimseyle paylaşmıyorsun ve gücünle zafere koşuyorsun! ” Clay da, gençken kükreyip ahir ömründe titreyenlerden oldu.
Amerika’nın -artık dünyanın- en önemli ödülü olan Oscar’ın tarihi, bir halkın sosyolojik ve tercihler tarihidir aslında. Konjonktürel gelişimler, sosyal patlamalar, ekonomik sıkıntılar sürekli olarak etkilemiştir ödül tercihlerini. Çok basit bir örnekle izah edeyim. Zenciler! .. Siyah ırkın insanları tam 38 yıl Oscar Ödülü alamadılar. Ortalama olarak 20 dalda dağıtılan ve 75 yıldır düzenlenen Oscar Ödülleri’nde zencilerin toplam 10 ödül aldığını söylersek gerçeği biraz ifade etmiş olabiliriz sanırım. Bu sayının yarısı ise 11 Eylül’den bu yana verilenler.
11 Eylül sonrasında Amerika’nın girdiği iflah olmaz ‘herkes düşman’ paranoyası en çok Müslümanları vurdu. Amerika’da Müslüman kimliği zenci kimliğiyle neredeyse eşit. Gerçek yaşamda düşman olarak görüp imha etmeye çalıştığı kesimi, 11 Eylül sonrasında ödüllendirerek gönül almayı deniyor Amerikan sineması. Son birkaç yılın başarılı zenci sunucusu Whopi Goldberg’in yerine bu yıl da Chris Tucker’i seçmelerinin bilinçaltında yatan neden bu olsa gerek. Ancak itiraf etmek gerekiyor ki, Tucker halefi kadar başarılı olamadı ve “İlla ki muhalif olacağım.” metazorisiyle itici konuşmalar yapıp durdu. Fakat bu seneki ödül dağılımına bakıldığında Film Akademisi’nin beni epey şaşırttığını söyleyebilirim. Zira Hollywood’un yıllardan beri koruduğu iç dengeleri alt-üst eden bir dağıtım oldu.
Million Dollar Baby: Kaybedenlerin trajedisi!
Martin Scorsese’nin filmi Aviator 11 dalda aday olmasına rağmen dişe dokunur dallarda bir tek ödül bile alamadı. Büyük usta eminim çok incinmiştir. Bunun yerine Clint Eastwood’a ikinci kez ödül verildi. Esas şaşırtıcı olan, Hillary Swank’a genç yaşına rağmen -genç dediysek 33 filan- ikinci kez ödül vermesiydi. —İlkini Boys Don’t Cry ile almıştı.— Ödülleri kimin hak ettiği, kimin hakkının yendiği tartışılır şüphesiz; ancak tartışılmayacak tek isim Morgan Freeman oldu. Freeman “Million Dolar Baby - Milyonluk Bebek” filmindeki oyunuyla en iyi yardımcı oyuncu ödülünü kaptı. Bu konuya birazdan döneceğim.
Hayatının 50 yılını Amerikan sinemasında uydur-kaydır filmlerle harcamış Clint Eastwood bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji ile ömrünün son deminde -75 yaşında zira- kalburüstü filmlere imza atmaya devam ediyor. Milyonluk Bebek, asla ‘sıradan’ kategorisine girmeyecek derecede iyi bir film. Eastwood, vaktiyle ıskaladığı fırsatları emekli olduktan sonra öğrencilerine yakalatmaya çalışan bir boks antrenörünü canlandırıyor. Film atmosferi ve konusuyla Kızgın Boğa ve şampiyon filmlerini hatırlatsa da onlardan daha etkileyici ve gerçekçi.
Eastwood oynadığı emekli antrenör Frank rolünü başarıyla canlandırıyor. Bir yandan kenar mahallelerden aldığı yeteneklere kariyer yaptırmaya, diğer yandan yıllardır ulaşamadığı kızına mektuplar yazarak hayatını idame ettirmeye çalışan Frank’in karşısına yaşı geçkin bir kız olan Magy (H. Swank) çıkıyor. Eastwood başlarda onun antrenörü olmayı kabul etmese de şartlar onu buna mecbur ediyor. Filmin ana fikri de işte burada gizli: Hayatta bir amacın olmalı. Ve öldüğün zaman, “Evet denedim.” diyerek iç rahatlığı ile gitmelisin.
Hatırlarsanız Braveheart’ta W. Wallace savaştan kaçmak isteyen halkına şöyle seslenmişti: “Evet, şimdi savaşa girerek ölebilirsiniz. Evinize gidince 40 yıl sonra öleceksiniz. Ama o zaman kendinize şu soruyu soracaksınız: Acaba o fırsatı kaçırmasa mıydım? Unutmayın, herkes ölür, ancak bazıları yaşamaz bile! ”
Hırs sahibi boksör kız ile yaşlı antrenörü arasında kurulan mesafeli ancak içten ilişkinin seyriyle bir dram izletiyor sonra Eastwood. Bir yandan da, kilise ile inanç çatışması yaşayarak. (Aslında bu yan öykü bile başlı başına bir yazı konusudur.) Her neyse filmin tamamını çözüp izlemek isteyenleri huzursuz etmek değil niyetim.
Bir de farklı bir alt mesajı var filmin. Bir zamanlar bedenleriyle, fiziksel güçleriyle başarıya, manevi doyuma ulaşanların zafer sonrası acınası durumları. Bunun için ilk paragrafta anlattığım iki anekdodu tekrar anımsatırım.
Eastwood kamerayı usta bir marangozun rende kullanışı gibi kullanıyor; kararlı, sarsıntısız ve pürüzsüz. Bir o kadar da sert ve dokunaklı!
Toplumun alt katmanından sancılı, sarsıntılı bir yükseliş hikayesi bu. Ve batılıların bayıldığı trajik bir son! Eh Oscar için zemin ve hava şartları uygun!
Gelelim oyunculuklara. Eastwood beni şaşırttı. Bu adam yaşlandıkça iyi oynuyor ya da yaşı, kariyerinin başından beri canlandırageldiği soğuk, mesafeli, sert ancak merhametli karaktere uygun çağa geldi! Morgan Freeman sinema okulu öğrencilerine oyunculuk dersi veriyor. Tam dozunda; ne fazla, ne eksik! Swank için aynı şeyi söyleyemeyeceğim ne yazık ki. Evet, biliyorum bu tür spor içerikli filmlere iyi oyuncu bulmak zordur. Hem sporun inceliklerini kavrayacaksın, hem uygulamayı bileceksin hem de oyunculuk. Swank’ta sporculukla ilgili her şey var, ancak oyunculuğu rol arkadaşlarına kıyasla gerilerde kalmış.
Ancak bütün bunlar filmi, sair Hollywood yapımlarının altında tutmuyor, tersine Milyon Dolarlık Bebek aldığı tüm heykelcikleri hak ediyor. Hele hele Morgan Freeman... Bu satırların yazarının Robin Hood filmiyle âşık olduğu bu şahsiyet, öylesine abartısız, gerçekçi bir oyun çıkarıyor ki, Freeman’a artist demeye bin şahit gerekiyor. Sanki gerçekten Amerika’nın izbe bir kenar mahallesinde beşinci sınıf bir spor salonunun temizlikçisi!
Milyon Dolarlık Bebek, güncel ve uyduruk deyişle bir başyapıt mıdır? Cevap nettir: Hayır! Ancak, ömrünü sade suya tirit filmlerde harcamış bir sinema adamının mezara yaklaştığı dönemde insanoğluna dair varlığı ve amacı sorgulaması adına, gerçekliğin etrafında gezip duran, gayretli, samimi bir film olduğu kesin! Filmin ne diyalogları ne de oyunculuğu insana vurgun yemiş hissi veriyor. Olay örgüsü öyle bir durum trajedisi çıkarıyor ki, işin ehlinde olsa sinema tarihine geçecek replikler beylik güncel klişelerle geçiştiriliyor. Öyle anlar oluyor ki metinler şiirselliğe bürünecekken, bir anda derinliği ıskalayıp sıradanlığın sığ sularında eriyip gidiyor.
Film, sadakat, amaç ve inanç üzerine yer yer sarsıcı sahnelerle süslenmiş, sıcak, basit ve etkileyici bir film. Bana sorarsanız -mutlaka- ‘izleyin’ derim. Bir de şok bilgi vereyim size. Filmin en tıkandığı, kilitlendiği anda bir çözücü, nefes açıcı gibi gelen enfes müzikler de bizzat Clint Eaastwood’a ait.
matematik
15.07.2005 - 21:37Hayatın Matematik Lisanı
Doç.Dr. Ufuk İLYASOĞLU/Sızıntı/Mayıs 2005
Merak ve akıl gibi lâtifelerle donatılan insanoğlu, içinde bulunduğu kâinatın sırlarını keşfetmek adına, büyük teleskoplar inşa ediyor, Güneş Sistemi'ndeki gezegenlere uzay araçları gönderiyor. Artık, bir uzay aracının bir gezegen etrafında dönmesi ve uzaklardaki gök cisimlerinin keşfedilmesi normal karşılanmaya başlandı. Hayatımızı kolaylaştıran duman algılayıcı, tv uydu anteni, barkod, tıbbî tarama cihazı ve göz tarama sistemi gibi birçok âletin, savunma sanayii ve uzay çalışmaları sırasında icat edildiğini biliyor musunuz? Hasta olduğumuzda tıbbî tetkikler için kullanılan röntgen cihazı, manyetik rezonans (MR) ve bilgisayarlı tomografi (BT) gibi birçok aletin de benzer süreçlerle icat edildiğini hiç düşündünüz mü? Bütün bunlar bir yandan modern hayatın, bilim ve teknolojiye ne kadar bağlı hâle geldiğini gösterirken, diğer yandan da kâinattaki eşya ve kanunların insanın emrine musahhar olacak şekilde yaratıldığını göstermektedir.
Modern ilmî metodolojinin benimsediği araştırma usûlüne göre matematik; ilmî tespitler için 'objektif' bir usûl olmasının yanında, elde edilen neticelerin umumîleştirilmesinde de en objektif vasıtadır. Bilim ve teknolojnin arka plânında Kudret-i Sonsuz'un ilminin bir ifadesi sayılan ve çoğunlukla gözden kaçırılan matematik vardır. Orta Çağ'da Müslüman ilim adamlarının fark ettiği bu riyazî düşünce ve matematiğe ait hususiyetler Gazzalî'den Birûnî'ye, Nasiruddin Tûsî'den Hucendî'ye ve Harizmî'ye kadar yüzlerce ilim adamının eserinde vurgulanmıştır. İslâm âlimlerinin yolunda yürüyen ve modern bilimin öncülerinden sayılan Galileo, 1623'te basılan ikinci kitabı Saggiatore'de şöyle yazmıştı: 'Öncelikle kâinattaki geçerli dil öğrenilmedikçe ve sonra da onda yazılı karakterler okunmadıkça kâinat anlaşılamaz. Kâinat, matematik dilinde yazılmıştır ve insan olarak onda yazılan kelimeleri matematik olmaksızın anlamamız imkansızdır.' Galileo'nun bu sözü, önemli bir hakikate işaret etmekle birlikte; kâinattaki nizam ve cereyan eden hâdiseler çok kompleks olduğundan, bugüne kadar geliştirilen matematikle son derece girift olan bu mükemmelliği kısmen açıklasak bile, bütün kâinatı ifade edebilen matematik sistem ve formülleri anlamada henüz yetersiz kaldığımız görülmektedir. Bilim tarihine bakıldığında; kâinatın varlık yapısı ve işleyiş özellikleri, matematik kullanılarak kısmen ifade edilebilmiştir. Bu kısmî anlaşılma kâinattaki her şeyin bir matematikî açıklaması olduğunu veya matematikle çelişmediğini gösterirken, varlığın izahında mevcut matematik bilgilerinin yetersiz kalan bir boyutunun olduğunu da göstermektedir. Fizikçiler, maddenin yapısını ve tabiattaki kuvvetleri açıklayan denklemler yazarlar. Sun'î kalb tasarlayan bir mühendis, kanın damarlarda nasıl aktığını ifade eden denklemleri dikkate alır. NASA'daki bir astronom, bir uydunun veya uzay gemisinin yörüngesini ifade eden denklemleri kullanır. Modern dünyada matematiğin bu hayâtî rolü, hayırsever milyoner Landon Clay'ın Milenyum (Bin yıl) Ödül Problemlerini niçin inşâ ettirip, çözümlerini yapacak olanlara yedi milyon dolar vermeyi vaat ettiğinin temel sebeplerinden biridir. Clay Matematik Enstitüsü'nün kurucusu da olan bu hayırsever, matematikteki en önemli ve çözümü şu ana kadar yapılamayan yedi problemin her birini ilk çözen kişiye, bir milyon dolar ödül sözü vermiştir. Ne var ki; pozitivist ve materyalist ilim anlayışı neticesi bütün bütün maddîleşen bugünün insanı, ilim ve tekniğe sadece şahsî hazları, maddî refah ve rahatı açısından alâka duymaktadır. Bu inkârcı düşünce devam ederse; 'yeni bakış ve tespitler insanlığın kurtuluşu adına birtakım sihirli reçeteler takdim etseler bile, dünya çapındaki umûmî yozlaşmanın önü alınamayacaktır.'
Milenyum problemlerinden birkaçı sizden bir denklemin çözülmesini istemesine rağmen, bu teorik problemlerin hiçbirinde bir sayı değeri bulmanız istenmez. Bu yüzden derslerin hayattan kopuk olarak verildiği öğrencilik yıllarımızdaki matematiğin can sıkıcılığı hâlâ hatırımızdadır. Fakat sembollerin ve denklemin ne mânâya geldiği anlaşıldıktan ve sayılar kullanılarak hesap ortaya çıkarıldıktan sonra, matematik zevkli gelmeye başlar. Bu yüzden asıl başarı, doğru denklemin yazılması sürecinde çekilen sıkıntılarda gizlidir. Özel problemleri çözmek için geliştirilen bir denklem, bir uzay aracı inşâ etmek veya kalb-akciğer makinesi tasarlamak gibi özel maksatlar için kullanılarak, icat şeklinde kendini gösterir. 'Kur'ân, peygamberlerin mucizelerini zikretmesiyle beşeri, istikbalde o mûcizelerin benzerlerinin terakkî ile vücûda geleceğini beşere ders verip teşvik ediyor ve diyor ki; haydi çalış, bu mucizelerin numûnelerini göster. Süleyman (as) gibi iki aylık yolu bir günde git. İsa (as) gibi en dehşetli hastalığın tedâvisine çalış... İşte buna kıyâsen Kur'ân, her cihetle maddî mânevî terakkiyâta sevk etmek için ders veriyor.' Ancak mucizelerin benzerlerinin inşâ edilmesi için, öncelikle bunlara ait doğru matematik denklemlerin yazılması veya önceden yazılmış denklemlerden hangisinin bu özel hazırlanmış probleme uygun olduğunun belirlenmesi gerekmektedir. Çözüm daha sonraki bir iştir; bir denklem tam olarak çözülemiyorsa, bile muhakkak yaklaşık çözüm mevcuttur ve bu tür çözümler çoğunlukla işimizi görmektedir.
Toplam 58 mesaj bulundu