Bermudsa şeytan üçgenine gelen araçların kaybolmasının bilimsel açıklaması şu;
Okyanusun o bölümünde derin bir çukur var ve bu çukur içine herşeyi çekebiliyor...
Bence saçma...Havadan gelen araçları nasıl çekiyor? O bölüme giren elektirikli aletler neden bozuluyor?
Bence (kendi teorim) orası ayrı bir boyut kapısına açılabilir diye düşünüyorum, yani ışınlanma gibi birşey...Çünkü mısırlılardan bir ırk bermuda şeytan üçgeni sayesinde ışınlanmayı gerçekleştirmişler...
Bence bu daha mantıklı geliyor bana...
Bermuda şeytan üçgeni olarak bilinen yer, Batı Atlantik Okyanusu'nda, üçgen bir koordinat içinde kalan esrarengiz bir alan. Yaklaşık olarak 1,140,000 kilometrekare çapında. Bölge, Bermuda Adası ile Güney Florida arasında kalıyor. Bu bölgenin ilk raporları 15. yüzyıla ait.
En önemli rapor ise 1945'teki Flight 19 denilen hava filosunun tamamen ve iz bırakmadan kaybolması. Bundan sonra bölge dikkati çekmeye başlıyor.1942'de Colombus, burada navigasyon cihazlarının iyi çalışmadığını, yanlış yönleri gösterdiğini söylüyordu.
Bu konu ilk defa Vincent H. Gaddis adlı bir araştırmacı tarafından 1964 yılında bilimkurgu dergisi Argosy'de duyuruldu. C. Berlitz ise 1974'te bu bilgiler üzerine yazdığı kitabı ile bestseller ünvanına ulaşmıştı.
Bu bölge üzerinde iz bırakmadan kaybolan araçların (deniz ve hava) adedi yaklaşık olarak 200. Henüz bir açıklama getirilmiş değil.Yani kaybolan uçakları bir kenara bırakın, buradaki gemileri bile sualtı araştırması ile bulmak mümkün olmamış.
Daha sonraları yayınlanan 'The Bermuda Triangle Mystery Solved by Larry Kusche' adlı kitap da doğrusu hem ilgi görmedi hem de yazılan teoriye inanılmadı. Gelelim burası hakkındaki bazı teorilere:
• USO veya UFO'lar tarafından insan ve araçlar kaçırıldılar.
• Atlantis burada battı, bu sebeple halen bazı sualtı medeniyetleri var ve kaybolmalara sebep oluyorlar. Piri Reis Haritası'ndaki 'The Island of Hispaniola' aslında Atlantis'tir diyorlar.
• Burada başka zamanlara açılan bilmediğimiz bir kapı var, bazı kondisyonlarda açılıyor ve araçlar buradan değişik bir mekân ve zamana atlıyorlar.
Uçak Kaybolma Listesi
• Piper Aztec N1435P, December 21,1979
• Beech 58 Baron N9027Q, February 11,1980
• Piper Turbo Arrow N505HP, July 5,1982
• Beech H35 Bonanza N5999, September 28,1982
• Piper Navajo N777AA, October 20,1982
• Beech Queen Air 65-B80, November 5,1982
• Cessna T-210-J N2284R, October 4,1983
• Cessna 340A N85JK, November 20,1983
• Cessna 402B N44NC, March 31,1984
• Cessna 337 N505CX, January 14,1985
• Cessna 210k Centurion N9465M, May 8,1985
• Piper Cherokee Lance N8341L, July 12,1985
• Piper Navajo N3527E, March 26,1986
• Twin Otter charter, August 3,1986
• Cessna 402C N2652B, May 27,1987
• Cessna 401 N7896F, June 7,1987
• Cessna 152 N757EQ, December 21,1987
• Beech Queen Air N884G, February 7,1988
• Cessna 152 N4802B, January 24,1990
• Piper Cherokee N7202F, June 5,1990
• Piper Comanche N8938P, April 24,1991
• Grumman Cougar N24WJ, October 31,1991
• Cessna 152 N93261, September 30,1993
• Piper Cherokee Six N69118, August 28,1994
• Piper Aztec N6844Y, September 19,1994
• Piper Cherokee II N5916V, December 25,1994
• Aero Commander 500-B N50GV, May 2,1996
• Piper Cherokee Archer N25626, August 19,1998
• Aero Commander 500 N6138X, May 12,1999
Gemi Kaybolma Listesi
• Distant Horizons
• Marine Sulphur Queen, A 504-foot T-2 Tanker
• Poet, A 520-foot cargo ship
• Silvia L. Ossa, A 590-foot ore carrier
• Samkey, A 416-foot Liberty Ship
• Witchcraft, December 22,1967
• Polymer III, A 43-foot power yacht,1980
• Kalia III, A 38-foot sailing yacht,1980
• Saba Bank, A 54-foot yacht,1974
• Drifters ve daha bir çoğu.
Kanun, yapmamız gereken şeyleri emreden, yapmamamız gerekenleri yasaklayan ve doğada bulunan en üst düzeydeki akıl yürütmedir. Bu akıl yürütme, insan aklında tam olarak geliştirildiğinde ve doğru bir şekilde kararlaştırıldığında, kanun olur. Bu nedenle en bilgili insanlar, doğal işlevi doğru eylemler yapmayı emretmek, yanlış yapmayı yasaklamak olan bir zeka olduğuna inanırlar. Bu niteliğinin, dilimizdeki ve Yunanca’daki her insana bahşedilen fikir anlamındaki kavramdan çıkarıldığı zannedilmektedir. Ben, ‘tercih etmek’ teriminden isimlendirildiğine inanıyorum. Kanun kelimesine adalet mevhumunu isnat ettiklerinden dolayı, her iki mevhum da kanuna ait ise de, bizler de bu kelimeye bu ayrımı veriyoruz. Benim genel olarak öyle zannettiğim gibi eğer bu doğru ise kanun doğal bir kuvvet olduğundan, adaletin kökeni hukukta bulunabilir. Adalet ve adaletsizliği tespit eden zeki insanın aklı ve muhakeme gücüdür.
Kanun, ne insanların fikirlerinin bir ürünüdür ne de halkın bir kararıdır, aksine yasak ve emirlerdeki dirayeti ile bütün evrene hükmeden ebedi ve ezeli bir şeydir. Kanun, her şeyi cebren ya da yasaklarla tanzim eden Tanrı’nın asıl ve en son iradesidir. Bu nedenle, Tanrı’nın insan ırkına bahşettiği kanunlar, hak ettiği biçimde övülmelidir, zira o emir ve yasaklara uygulanan bir bilge kanun koyucunun aklı ve muhakemesidir.
......Değişik şekillerde ve zamanının gerektirdiği ihtiyaçları karşılayan ve ulusların idaresi için formüle edilen bu kurallar kanun unvanını taşırlar. Bu ada gerçekten layık olan her kanun gerçek anlamda övülmeye layıktır, zira aşağıdaki varsayımın doğruluğunu ispat eder. Kanunların vatandaşların güvenliği, devletlerin korunması ve insanların mutluluğu ve huzuru için icad edildiği ve bu tip kuralları ilk defa uygulamaya koyan kişilerin kendi halkını bu tip kanunların yürürlüğe konulması suretiyle onlara şerefli ve mutlu bir hayat sağlamayı mümkün kıldıklarını söyleyerek ikna ettikleri ve bu tip kurallar oluşturulduktan ve uygulamaya konulduktan sonra insanların onlara “kanunlar” dedikleri kabul edilmektedir. Bu bakış açısından olaya bakıldığında, sözlerini ve anlaşmalarını bir kenara iterek, uluslar için kötü ve adil olmayan kuralları formüle edenlerin “kanunlar”dan başka bir şeyi uygulamaya koydukları kolayca anlaşılabilir. Bu nedenle “kanun” teriminin doğru bir şekilde tanımlanmasında doğru ve adil olanı seçme ilke ve fikrinin tabii olarak var olması gerektiği aşikardır.
Ulusların uygulamaya koydukları öldürücü ve ahlak bozucu kanunlar nelerdir? Bunlar, bir soyguncular çetesinin mecliste geçirdiği kurallar yerine kanunlar denilmesini hak etmemektedirler. Eğer cahil ve yeteneksiz insanlar ilaçlarla şifa vermek yerine ölümcül zehirleri salık verirlerse buna, muhtemelen, doktorların tedavisi denemez. Yıkıcı bir düzenleme olmasına rağmen bir ülke onu kabul etse bile bir ülkedeki bu tip bir kural kanun olarak adlandırılamaz. Bu nedenle, kanun, her şeyin en kadimi ve aslı olan doğa ile ve iyiyi savunan ve kötüyü cezalandıran doğanın standartlarıyla uyum içinde olmak koşuluyla, adil olanla adaletsiz olan arasındaki ayrımdır.
Ya sinir oluyorum kardeşim şu aleci, sunlu cart curt ayrımına! ! !
Kardeşim o da müslüman o da ne fark eder?
Uğraşmayın böylr şeylerle ya insan insandır..Böyle ayrımlar hem insanlar arasında önyargılı tavırlara neden oluyor....
1904
ANTON ÇEHOV ÖLDÜ
Ünlü Rus öykü ve oyun yazarı Anton Pavloviç Çehov, henüz 44 yaşındayken verem hastalığından dolayı öldü. Ailesine yardım etmek için mizah dergilerine hikayeler yazdı. Büyük bir yazar olarak gerçek ününü ‘Bozkır’ adlı uzun hikayesiyle kazandı. O yıllarda Rusya’da önemsiz görülen küçük ve büyük hikaye alanında alışılmış, köhnemiş ve gösterişçiliğe dayanan geleneklere son verdi.
Yerleşik dinlere ve kiliseye karşı sert tutumu, hastalıkları, temellendirmeye çalıştığı ahlak anlayışı, kendi çağından bir yüzyıl sonrasına ışık tutan aykırı fikir ve eserleriyle Nietzsche, çok beğenilen, tartışılan, eleştirilen ve hakkında ciltler dolusu kitap yazılan sıradışı bir felsefecidir.
Başeseri 'Böyle buyurdu Zerdüşt' olmak üzere, tüm eserlerinde toplumun genel kabul gören ahlak anlayışına karşı çıkmış, bu kaderci ve teslimiyetçi anlayışı 'kölelerin ahlakı' olarak yorumlamıştır.
'Beni öldürmeyen şey, beni güçlü kılar.' diyerek tüm vücuduna musallat olan hastalıklara meydan okumuş, en iyi eserlerini uzun ve yorucu hastalık dönemlerinde yazmıştır.
Bizzat kendi kızkardeşi ve bazı faşist çevrelerce fikirleri sömürülmüş, çarpıtılmış ve yıllar boyunca malesef güç ve ırkçılık taraftarı bir insan olarak tanıtılmıştır.
Oysa Nietzsche 'üstün insan' derken yaşadığı dünyaya ve evrene cesaretle bakabilen ahlak sahibi bir insanı kastediyordu.
'Bir uçurumun içine baktığınızda, uçurum da sizin içinize bakar.'
Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, Amerikan Başkanı Bush’un 24 Nisan’da yapacağı konuşmada, “Ermeni soykırımı” ifadesini kullanmayacağını söyledi.
Şahin, Meclis Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, ABD Temsilciler Meclisi’nde Ermeni lobisinin girişimleriyle, Başkan Bush’un konuşmasına “Ermeni soykırımı” ifadesinin eklenmesi için yoğun bir kampanya başlatıldığını söyledi ve kampanyaya 165 senatörün imza attığını öğrendiklerini belirtti. Bu konuyla ilgili girişimlerde bulunduklarını söyleyen Şahin, “Bush’un bu ifadeyi kullanmayacağı bilgisi bize ulaştı. Zaten geçmişimizde halkımızı utandıracak hiçbir olay cereyan etmemiştir” diye konuştu.
Bütün dünyâya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım;
Nihayet, bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım.
Şehirden kaçmak isterken sular zaten kararmıştı,
Pek ıssız bir karanlık sonradan vâdiyi sarmıştı.
Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hılkat kesilmiş lâl...
Bu istiğrâkı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl
Muhîtin hâli 'insâniyyet'in timsâlidir, sandım;
Dönüp mâzîye tırmandım, ne hicranlar, neden andım!
Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel yâd,
Zalâmın sinesinden fışkıran memdûd bir feryâd,
0 müstağrak, o durgun vecdi nâgâh öyle coşturdu
Ki vâdiden bütün, yer yer, enînler çağlayıp durdu.
Ne muhrik nağmeler, yâ Rab, ne mevcâmevc demlerdi;
Ağaçlar, taşlar ürpermişti, gûya Sûr-i Mahşerdi!
-Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin;
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
0 zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun;
Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun,
Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin, hânmânın şen, için şen, kâinatın şen.
Hazansız bir zemin isterse, şâyed rûh-i ser-bâzın,
Ufuklar, bu'd-i mutlaklar bütün mahkûm-i pervâzın.
Değil bir kayda, sığmazsın - kanadlandım mı - eb'âda;
Hayâtın en muhayyel gayedir ahrâra dünyâda,
Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır?
Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım:
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!
Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
Bugün bir hânmansız serseriyim öz diyârımda!
Ne husrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc oldu,
SALÂHADDÎN-İ EYYÛBÎ'lerin, FATİH'lerin yurdu.
Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde OSMAN'ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ'nın!
Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma'bedinden YILDIRIM Hân'ın;
Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri ORHAN'ın!
Ne heybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan dindaş!
Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm'ın harem-gâhında nâ-mahrem...
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem! (*)
[Safahât, Yedinci Kitap]
(*) Bu şiir yazılırken Yunan istilâsı altındaki topraklarımız
hususiyle Bursa'ya dair elîm haberler geliyordu;
tetkikine de imkân yoktu.
1873 yılında İstanbul'da doğdu,27 Aralık 1936 yılında aynı kentte öldü. Babası, Fatih Camii medrese hocalarından Arnavut İpek'li Tahir Efendi'dir. Ortaöğrenimini Fatih Merkez Rüşdiyesi'nde ve Mekteb-i Mülkiye İdadisi'nde gördü, bir yandan da Fatih Camisi'ndeki derslere giderek Arapça ve Farsça öğrendi. Ortaöğrenimini bitirdiği yıl, yeni açılan Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi'ne girdi, dört yıl süren öğrenimi sonunda baytarlık (veterinerlik) bölümünü birincilikle bitirdi (1893) . Ziraat Bakanlığı'na memur olarak girdi, dört yıl kadar Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan'da görev yaptı. Bir süre sonra, ek görev olarak, Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi'nde kitabet dersleri (1906) verdi.1908'den sonra, arkadaşı Eşref Edip ile birlikte Sırat-ı Müstakim (1908) ve daha sonra Sebil'ür-Reşad (1912) dergilerini çıkardı; bu yıllarda, resmi görevi olan Umur-i Baytariye Müdür Muavinliğinde çalışırken Darülfünun Edebiyat-ı Umumiye müderrisliğine atandı (1908) . Balkan Savaşı'ndan sonra Umur-i Baytariye şubesindeki görevinden (1913) , ardından Darülfünun'daki (1914) görevinden ayrıldı. Meşrutiyet'in ilk döneminde, Ziya Gökalp'in öncülüğüyle başlayan 'Türkçülük' akımına karşı, Mısırlı bilgin Muhammed Abduh'un (1849-1905) etkisiyle, 'İslâm birliği' görüşünü benimsedi. Sırat-ı Müstakim ve Sebil'ür-Reşad'da yayımladığı makaleler, şiirler, çeviriler ve Fatih, Şehzadebaşı, Süleymaniye, Beyazıt camilerinde verdiği vaazlarla (1912) bu ülküyü yaymaya çalıştı. Birinci Dünya Savaşı içinde İtilaf Devletleri'ne karşı Ortadoğu'da bir İslâm Birliği kurma siyaseti güden Almanya'nın çağrısı üzerine, Harbiye Nezareti'ne bağlı 'Teşkilat-ı Mahsusa' tarafından Berlin'e gönderildi (1914) , burada Almanlar'ın eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kamplarda incelemelerde bulundu. Dönüşünde yine birkaç ay kadar da Arabistan'a yollandı, savaş yılları içinde 'Bâb ül Meşihat'e bağlı olarak kurulan 'Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye' başkatipliğine atandı (1918) . Kurtuluş Savaşı sırasında Kuvayı Milliye'den yana davranış ve yazılarından dolayı, Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye'deki görevinden atıldı (1920) . Anadolu'ya geçerek Birinci Büyük Millet Meclisi'nde Burdur Milletvekili olarak görev yaptı (1920-1923): Konya ayaklanmasını önlemek, halka öğüt vermek için Konya'ya gönderildi. Oradan Kastamonu'ya geçti, Nasrullah Camisi'nde Sevr Antlaşması'nın iç yüzünü, Kurtuluş Savaşı'nın niteliğini anlatan coşkulu bir vaaz verdi, bu vaaz Diyarbakır'da basılarak (1921) bütün vilayetlere ve cephelere dağıtıldı. Yaşamının bu döneminde 'İstiklâl Marşı'nı yazdı (1921) . Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra İstanbul'a döndü; çağdaş ve uygar yeni Türkiye'nin kurulması için zorunlu görülen siyasal ve toplumsal devinim ve devrimleri, kendi inanç ve ülküsüne aykırı gördüğü için Türkiye'den ayrıldı. Mısır'a gitti, Hilvan'a yerleşti, Kahire'deki Câmi-ül Mısriyye' adlı üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı müderrisliğine bulundu (1925-1936) , bu gönüllü sürgün döneminde siroz hastalığına tutuldu; sağaltım için döndüğü İstanbul'da öldü.
Türk edebiyatında 'toplum için sanat' akımının başlıca temsilcilerinden biridir. Halka seslenen, yalın, halkın söyleyiş özelliklerini koruyan, konusu günlük ya da siyasal olaylardan alınmış, gerçekçi ve gözleme dayalı, aruz ölçüsü ile lirik-epik, lirik-didaktik şiirler yazdı.
Tamam bu parçayla birinci olmuş olabiliriz...Ama bana bir şey ifade etmiyor..
Düşünseneze,
Türkiye, Sertap Erener ve EVERY WAY THAT I CAN...
Türkiye lafına bile yakışmıyor bu parça ismi..! ! !
Heyvallah Eclemif, neredeyse hepsi doğru..
Evet ilk Türkçe Rap albümü Cartel çıkardı ama %100 Türkçe Rap albüm olarak Rapor-2' yi kabul ederiz..Çünkü albimde bütün sözler Türkçedir...
Rapin çıkma nedeni, Beyazların baskından daralan silahların bir isyanıdır..İsyanlarını Raple seslendirmişlerdir...
Anlıyacağınız Rap bir İSYANDIR! ! !
Yanlışlara, haksızlıklara, yalanlara karşı olan bir isyan! ! !
Bu siteye girdim ama gerçeklerin üstü kapanmış...Osmanlı zorunda kalmadı, onları sürgüne göndermekte?
Soruyorum, ermeniler örnek halk olarak gösterilip neredeyse Türk Milletiyle denk tutulmadı mı?
Savaşta hainlik yapıp -savaş sırasında taraf değiştirip- osmanlının karşında olnlar yine ermeniler değilmiydi?
Osmanlının köylerini yakıp yıkan, halka işgenceler yapan yine ermenilerdi! ! !
Osmanlı yine sürgüne gönderip en iyisini yapmış, başka ne yapabilirdi?
'Sen bize kalleşlik yaptım ama yine bizle beraber olmalısın' deyip ermenileri yanınamı alacaktı? !
Geçin bunları..
Burası Kanada'nın Edmondon kentiydi. Soğuk ve kar hakimdi bütün Edmondo'ya. Evler, sessiz ve sakin, uyumaktaydı. Çatıların üstüne kar yorganı örtülmüştü. Kocası iş gezisinde olduğundan yalnız kalma korkusu yaşayan, yakınlarına misafirliğe giden 26 yaşlarında gencecik bir anne ve küçücük çocukları, kentin sessizliği içinde sıcak bir odada derin uykuya dalmışlardı. Kadının iki çocuğu vardı. Bunlardan biri iki yaşında, diğeri 13 aylık bir bebekti. Anne, buraya gelmeden çok tereddütler geçirmişti. Bu soğuk günde evinde oturmalı, hiçbir yere çıkmamalıydı. Bunu kendisiyle tartışmasına rağmen, yine de evde yalnız kalma korkusu onu yakınının evine sevk etmişti. Yalnız kalmak korkutup ürkütüyordu onu. Bu, yalnızlığın içindeki sessiz korkuydu. Böyle bir kış gününde olursa bu yalnızlık, daha da korkunç oluyordu. Her şeyi göze alarak evinden çıkmıştı.
Akşam yemekleri yenmiş, tatlı sohbetler yapılmış, sıra uykuya gelmişti. Dışarıda bunca soğuk olmasına rağmen tatlı bir uyku çekmek ne güzel şeydi. Evdekilerin istisnasız hepsi derin bir uykuya dalmıştı. Bebek, evin çok sıcak olmasından incecik bir örtünün altında uyumaktaydı. Üzerinde sadece bir bezi vardı. Dışarısının eksi 20 derece soğuğuna rağmen içeride tatlı bir yaz meltemi esiyordu.
Çocuk, nasılsa gecenin bir vaktinde uyandı. Bunaltıcı hava onu uyandırmıştı. Alnında boncuk boncuk terler birikmişti. Siyah gözlerini açtı. Yeni çıkmaya başlayan sarı saçlarını eliyle şöyle bir yokladı; terini siliyor gibiydi. Gece lâmbasının pembe ışığında daha bir güzel görünüyordu. Çocuk gürbüz ve sıhhatliydi. Yataktan bir yerlere tutunarak indi. Oda kapısına doğru paytak paytak emekledi. Kapı tam kapalı değildi. Kimsenin onun uyandığından haberi olmamıştı. Herkes uykunun en tatlı anındaydı. Holü geçip, sokak kapısına doğru emekledi. Kapı iyi kapatılmamıştı. Yarı aralık kapıdan önce başını çıkardı, sonra bütün vücuduyla dışarıya kendini attı. Evdekilerin hiçbiri, çocuğun dışarıya çıkabilme ihtimâlini düşünmemişlerdi, düşünemezlerdi de.
Dışarıda soğuk ve karanlık vardı. Narin ve çıplak dizleriyle karda emeklemeye başladı. Serinlemişti biraz. Yeni yağmış yumuşak kar, önce sıcak dizlerini ve ellerini serinletmişti. Daha sonra bütün vücudu serinledi. Bazen karlarda yuvarlanıyor, bazen de karla oynuyordu. Kardan avuçlayıp ağzına attığı, onun serin tadını tâ iliklerinde duyarak değişik bir hazza kapıldığı da oluyordu. Zamanla vücudu, soğuğa ilk verdiği tepkiyi vermiyordu artık. Bembeyaz kar çarşafının içinde yapayalnızdı. Çarşafın üstüne bırakmıştı kendini. Artık hiçbir şey işitmiyor, duymuyordu. Evdeki sıcak yatağının aksine soğuk ve yumuşak bir beyaz yatak vardı altında.
Bir müddet sonra uyanan ve yavrusunu yatağında göremeyen anne, paniğe kapıldı. Bir önseziyle çocuğunun başına bir felâket gelebileceğini hissetti. Önce evin her tarafında çocuğu bulma ümidiyle koşuşturdu ama onu bir türlü bulamadı. Sonra birden korkuya kapıldı. Sokak kapısının açık olduğunu fark etti. Kapıyı kapamayı kim ihmâl etmişti, evdeki diğer çocuklardan biri mi açık bırakmıştı? Anne yavrusunu kaybetmenin kâbusunu yaşıyordu. Neden uyumuştu bu kadar? Üzerine ölü toprağı mı serpilmişti? Böyle olacağını bilse hiç uyur muydu? Uyumaz, nöbet tutardı... Başka bir arkadaşının evine bu kış kıyamette neden gelmişti? Bütün bu sorular birikiyordu kafasında ve kalbi üşüyordu. Evinden ayrıldığı için bağırarak kendine lânet okuyordu.
Fenerleri alarak kar ve buzla kaplı sokaklarda bir saat kadar, burunlarından, ağızlarından dumanlar çıkararak akrabalarıyla bebeği aradılar. Bu bir saat içinde annenin feryatları çevre evlerden de duyulmuştu:
'Yetişin çocuğum kayboldu! ..'
Kimse ilgisiz kalamazdı bu acı feryada. Bu yakıcı anne feryadına herkes koşmaya çalışıyordu. Fenerini alan komşular heyecanla dışarı çıktılar:
'Ne var, ne oluyor? '
Anne feryatlar içinde:
'Çocuğum, çocuğum! ...' diyebildi.
Komşular da bu aramaya katıldı. Onların da çocukları vardı, herkesin başına gelebilirdi böyle bir olay. Komşu kadınlardan birkaçı anne ile ilgilenmekteydi. Anne kendini kaybetmişti zaten.
Bebek çok uzaklara gidemezdi. Saat gecenin üçünü gösteriyordu. Komşu evin bahçesinde karlar üzerinde yatan bebeği bir ışık aydınlatıyordu. Sanki kendi yatağında yatıyormuş gibi sakindi, hareketsizdi. Yaşayıp yaşamadığı konusunda kimsenin bilgisi yoktu.
Annesi ayılınca oraya koşup gelmişti. Zavallı anne, bebeğinin üzerine yün şalını doladı. Kucağının sıcaklığıyla ona yeniden can vermeye çalışıyordu. Etrafındakiler hemen telefonla bir ambulans çağırdılar. Hastahaneye götürülürken nabız atışı hissedilemeyen bebekte, solunum da yok gibiydi. İlk tıbbî müdahale hemşireler ve doktorlar tarafından yapıldı.
Bebeğin morarmış dudakları soğuktan yapıştığı ve boğazı buz tuttuğu için sağlık görevlileri, solunum hortumunu ağzına sokmakta zorlandılar. El ve ayak parmakları donan miniğin, vücut sıcaklığı sadece 16 dereceydi. Bebeği hayata döndürmek için doktorlar saatlerce uğraştılar.
Hayatın kendisi de muhteşemdi. Milyarlarca kişinin birbirine benzememesi, hayat denen şeyin izah edilemez olması...
Doktorlar çocuğun yaşayacak olduğunun müjdesini verdiler. El ve ayaklarında dondurucu soğuktan morartılar oluşmuş, fakat bebeğin beyni zarar görmemişti. Böyle bir şey normal şartlara göre mümkün değildi. İlâhî inayet onu orada muhafaza etmiş, hayatını yeniden vermişti. Anne o zaman çok sevinmişti; kanından canından olan bebeği yaşayacaktı. Tıbben bebeğin hayata dönüşünü doktorlar da anlayamadıklarından bunu olağanüstü bir hâdise olarak açıkladılar. Ancak, bebeğin gelecekte bazı sağlık problemleriyle karşılaşabileceği söyleniyordu. Elleri ayakları kesilebilirdi.
Saatlerce soğukta, açıkta kalan çocuğun hayata dönmesi sıradan bir şey değildi. Hayatta kalmıştı ya, bu önemliydi. Hayatî faaliyetlerini, beyin fonksiyonlarını sürdürebilecekti.
Anne ve akrabalarının yoğun bakımın önündeki uzun bekleyişleri devam ediyordu. Her çıkan doktora anne: 'Doktor, çocuğum iyileşecek mi? ' diye soruyordu.
Doktorların açıklaması en sonunda geldi:
'Çocukta hiçbir âraz olmayacak, eskisi gibi gülüp oynayacak. Elleri ayakları da kesilmeyecek. Bu görülmedik bir durum, buna tıpta ilk defa rastlıyoruz. Gözünüz aydın! '
Tıp otoriteleri, bu olay karşısında hayrete düşmüştü. Böyle bir durumda yetişkin bir insanın bile ârazsız kurtulması mümkün değilken, çocuğun eksi 20 dereceye tahammülünün sıradan bir şey olması düşünülemezdi. Hayat denilen şeyi kim yaratıyor, kim ölçüp biçiyordu? Tesadüflerle, sebeplerle izahı mümkün müydü? Sebeplerin sustuğu bir noktada, hayat ölüm çizgisinde, çocuğun hayatta kalması... Yani bunu insanlar yapamaz, ancak hayat gibi muhteşem bir şeyi yaratan yapabilirdi. Hayatı yapan kimse, hayatı yöneten de o olmalıydı. 'Yapan bilir, öyleyse bilen konuşur, hükmü o verir.'
Doktorlar, raporlarında böyle bir hâdiseyle ilk defa karşılaştıklarını bildirdiler. Çocuğun hayata bu şekilde dönmesi anneyi rahatlatmıştı. Yoksa kendisini bağışlayamazdı çocuğuna bir şey olsaydı.
Anne, binlerce şükürle kendisine tekrar bağışlanan yavrusunu bağrına basıyor, bir daha çocuğunu yanından ayırmayacağına ve evinden böyle tedbirsiz çıkmayacağına söz veriyordu.
*) Bu hâdise,2001 yılının kışında, Kanada'da yaşanmıştır.
bermuda şeytan üçgeni
01.07.2003 - 04:13Birazda benden...
Bermudsa şeytan üçgenine gelen araçların kaybolmasının bilimsel açıklaması şu;
Okyanusun o bölümünde derin bir çukur var ve bu çukur içine herşeyi çekebiliyor...
Bence saçma...Havadan gelen araçları nasıl çekiyor? O bölüme giren elektirikli aletler neden bozuluyor?
Bence (kendi teorim) orası ayrı bir boyut kapısına açılabilir diye düşünüyorum, yani ışınlanma gibi birşey...Çünkü mısırlılardan bir ırk bermuda şeytan üçgeni sayesinde ışınlanmayı gerçekleştirmişler...
Bence bu daha mantıklı geliyor bana...
bermuda şeytan üçgeni
01.07.2003 - 04:07Bermuda Şeytan Üçgeni
Bermuda şeytan üçgeni olarak bilinen yer, Batı Atlantik Okyanusu'nda, üçgen bir koordinat içinde kalan esrarengiz bir alan. Yaklaşık olarak 1,140,000 kilometrekare çapında. Bölge, Bermuda Adası ile Güney Florida arasında kalıyor. Bu bölgenin ilk raporları 15. yüzyıla ait.
En önemli rapor ise 1945'teki Flight 19 denilen hava filosunun tamamen ve iz bırakmadan kaybolması. Bundan sonra bölge dikkati çekmeye başlıyor.1942'de Colombus, burada navigasyon cihazlarının iyi çalışmadığını, yanlış yönleri gösterdiğini söylüyordu.
Bu konu ilk defa Vincent H. Gaddis adlı bir araştırmacı tarafından 1964 yılında bilimkurgu dergisi Argosy'de duyuruldu. C. Berlitz ise 1974'te bu bilgiler üzerine yazdığı kitabı ile bestseller ünvanına ulaşmıştı.
Bu bölge üzerinde iz bırakmadan kaybolan araçların (deniz ve hava) adedi yaklaşık olarak 200. Henüz bir açıklama getirilmiş değil.Yani kaybolan uçakları bir kenara bırakın, buradaki gemileri bile sualtı araştırması ile bulmak mümkün olmamış.
Daha sonraları yayınlanan 'The Bermuda Triangle Mystery Solved by Larry Kusche' adlı kitap da doğrusu hem ilgi görmedi hem de yazılan teoriye inanılmadı. Gelelim burası hakkındaki bazı teorilere:
• USO veya UFO'lar tarafından insan ve araçlar kaçırıldılar.
• Atlantis burada battı, bu sebeple halen bazı sualtı medeniyetleri var ve kaybolmalara sebep oluyorlar. Piri Reis Haritası'ndaki 'The Island of Hispaniola' aslında Atlantis'tir diyorlar.
• Burada başka zamanlara açılan bilmediğimiz bir kapı var, bazı kondisyonlarda açılıyor ve araçlar buradan değişik bir mekân ve zamana atlıyorlar.
Uçak Kaybolma Listesi
• Piper Aztec N1435P, December 21,1979
• Beech 58 Baron N9027Q, February 11,1980
• Piper Turbo Arrow N505HP, July 5,1982
• Beech H35 Bonanza N5999, September 28,1982
• Piper Navajo N777AA, October 20,1982
• Beech Queen Air 65-B80, November 5,1982
• Cessna T-210-J N2284R, October 4,1983
• Cessna 340A N85JK, November 20,1983
• Cessna 402B N44NC, March 31,1984
• Cessna 337 N505CX, January 14,1985
• Cessna 210k Centurion N9465M, May 8,1985
• Piper Cherokee Lance N8341L, July 12,1985
• Piper Navajo N3527E, March 26,1986
• Twin Otter charter, August 3,1986
• Cessna 402C N2652B, May 27,1987
• Cessna 401 N7896F, June 7,1987
• Cessna 152 N757EQ, December 21,1987
• Beech Queen Air N884G, February 7,1988
• Cessna 152 N4802B, January 24,1990
• Piper Cherokee N7202F, June 5,1990
• Piper Comanche N8938P, April 24,1991
• Grumman Cougar N24WJ, October 31,1991
• Cessna 152 N93261, September 30,1993
• Piper Cherokee Six N69118, August 28,1994
• Piper Aztec N6844Y, September 19,1994
• Piper Cherokee II N5916V, December 25,1994
• Aero Commander 500-B N50GV, May 2,1996
• Piper Cherokee Archer N25626, August 19,1998
• Aero Commander 500 N6138X, May 12,1999
Gemi Kaybolma Listesi
• Distant Horizons
• Marine Sulphur Queen, A 504-foot T-2 Tanker
• Poet, A 520-foot cargo ship
• Silvia L. Ossa, A 590-foot ore carrier
• Samkey, A 416-foot Liberty Ship
• Witchcraft, December 22,1967
• Polymer III, A 43-foot power yacht,1980
• Kalia III, A 38-foot sailing yacht,1980
• Saba Bank, A 54-foot yacht,1974
• Drifters ve daha bir çoğu.
marcus yullıus cıcero
01.07.2003 - 04:02MARCUS TULLIUS CICERO:
KANUNLARIN DOĞASI
Kanun, yapmamız gereken şeyleri emreden, yapmamamız gerekenleri yasaklayan ve doğada bulunan en üst düzeydeki akıl yürütmedir. Bu akıl yürütme, insan aklında tam olarak geliştirildiğinde ve doğru bir şekilde kararlaştırıldığında, kanun olur. Bu nedenle en bilgili insanlar, doğal işlevi doğru eylemler yapmayı emretmek, yanlış yapmayı yasaklamak olan bir zeka olduğuna inanırlar. Bu niteliğinin, dilimizdeki ve Yunanca’daki her insana bahşedilen fikir anlamındaki kavramdan çıkarıldığı zannedilmektedir. Ben, ‘tercih etmek’ teriminden isimlendirildiğine inanıyorum. Kanun kelimesine adalet mevhumunu isnat ettiklerinden dolayı, her iki mevhum da kanuna ait ise de, bizler de bu kelimeye bu ayrımı veriyoruz. Benim genel olarak öyle zannettiğim gibi eğer bu doğru ise kanun doğal bir kuvvet olduğundan, adaletin kökeni hukukta bulunabilir. Adalet ve adaletsizliği tespit eden zeki insanın aklı ve muhakeme gücüdür.
Kanun, ne insanların fikirlerinin bir ürünüdür ne de halkın bir kararıdır, aksine yasak ve emirlerdeki dirayeti ile bütün evrene hükmeden ebedi ve ezeli bir şeydir. Kanun, her şeyi cebren ya da yasaklarla tanzim eden Tanrı’nın asıl ve en son iradesidir. Bu nedenle, Tanrı’nın insan ırkına bahşettiği kanunlar, hak ettiği biçimde övülmelidir, zira o emir ve yasaklara uygulanan bir bilge kanun koyucunun aklı ve muhakemesidir.
......Değişik şekillerde ve zamanının gerektirdiği ihtiyaçları karşılayan ve ulusların idaresi için formüle edilen bu kurallar kanun unvanını taşırlar. Bu ada gerçekten layık olan her kanun gerçek anlamda övülmeye layıktır, zira aşağıdaki varsayımın doğruluğunu ispat eder. Kanunların vatandaşların güvenliği, devletlerin korunması ve insanların mutluluğu ve huzuru için icad edildiği ve bu tip kuralları ilk defa uygulamaya koyan kişilerin kendi halkını bu tip kanunların yürürlüğe konulması suretiyle onlara şerefli ve mutlu bir hayat sağlamayı mümkün kıldıklarını söyleyerek ikna ettikleri ve bu tip kurallar oluşturulduktan ve uygulamaya konulduktan sonra insanların onlara “kanunlar” dedikleri kabul edilmektedir. Bu bakış açısından olaya bakıldığında, sözlerini ve anlaşmalarını bir kenara iterek, uluslar için kötü ve adil olmayan kuralları formüle edenlerin “kanunlar”dan başka bir şeyi uygulamaya koydukları kolayca anlaşılabilir. Bu nedenle “kanun” teriminin doğru bir şekilde tanımlanmasında doğru ve adil olanı seçme ilke ve fikrinin tabii olarak var olması gerektiği aşikardır.
Ulusların uygulamaya koydukları öldürücü ve ahlak bozucu kanunlar nelerdir? Bunlar, bir soyguncular çetesinin mecliste geçirdiği kurallar yerine kanunlar denilmesini hak etmemektedirler. Eğer cahil ve yeteneksiz insanlar ilaçlarla şifa vermek yerine ölümcül zehirleri salık verirlerse buna, muhtemelen, doktorların tedavisi denemez. Yıkıcı bir düzenleme olmasına rağmen bir ülke onu kabul etse bile bir ülkedeki bu tip bir kural kanun olarak adlandırılamaz. Bu nedenle, kanun, her şeyin en kadimi ve aslı olan doğa ile ve iyiyi savunan ve kötüyü cezalandıran doğanın standartlarıyla uyum içinde olmak koşuluyla, adil olanla adaletsiz olan arasındaki ayrımdır.
alevi
01.07.2003 - 03:41Ya sinir oluyorum kardeşim şu aleci, sunlu cart curt ayrımına! ! !
Kardeşim o da müslüman o da ne fark eder?
Uğraşmayın böylr şeylerle ya insan insandır..Böyle ayrımlar hem insanlar arasında önyargılı tavırlara neden oluyor....
ermeni soykırımı
01.07.2003 - 03:26Ermeni soykırımı tabiki osmanlıya bağlanıcak, bu zamanda biz suçlanıyoruz çünkü ermeniler çirşeflik yapıyor, biz sus pus...
Bu dünya çirşeflerin....
anton pavloviç çehov
01.07.2003 - 02:491904
ANTON ÇEHOV ÖLDÜ
Ünlü Rus öykü ve oyun yazarı Anton Pavloviç Çehov, henüz 44 yaşındayken verem hastalığından dolayı öldü. Ailesine yardım etmek için mizah dergilerine hikayeler yazdı. Büyük bir yazar olarak gerçek ününü ‘Bozkır’ adlı uzun hikayesiyle kazandı. O yıllarda Rusya’da önemsiz görülen küçük ve büyük hikaye alanında alışılmış, köhnemiş ve gösterişçiliğe dayanan geleneklere son verdi.
friedrich wilhelm nietzsche
01.07.2003 - 02:46Yerleşik dinlere ve kiliseye karşı sert tutumu, hastalıkları, temellendirmeye çalıştığı ahlak anlayışı, kendi çağından bir yüzyıl sonrasına ışık tutan aykırı fikir ve eserleriyle Nietzsche, çok beğenilen, tartışılan, eleştirilen ve hakkında ciltler dolusu kitap yazılan sıradışı bir felsefecidir.
Başeseri 'Böyle buyurdu Zerdüşt' olmak üzere, tüm eserlerinde toplumun genel kabul gören ahlak anlayışına karşı çıkmış, bu kaderci ve teslimiyetçi anlayışı 'kölelerin ahlakı' olarak yorumlamıştır.
'Beni öldürmeyen şey, beni güçlü kılar.' diyerek tüm vücuduna musallat olan hastalıklara meydan okumuş, en iyi eserlerini uzun ve yorucu hastalık dönemlerinde yazmıştır.
Bizzat kendi kızkardeşi ve bazı faşist çevrelerce fikirleri sömürülmüş, çarpıtılmış ve yıllar boyunca malesef güç ve ırkçılık taraftarı bir insan olarak tanıtılmıştır.
Oysa Nietzsche 'üstün insan' derken yaşadığı dünyaya ve evrene cesaretle bakabilen ahlak sahibi bir insanı kastediyordu.
'Bir uçurumun içine baktığınızda, uçurum da sizin içinize bakar.'
cahit sıtkı tarancı
01.07.2003 - 02:39DENIZ
Bu aksam vakti deniz,
O bütün hasretimiz,
Sanki gelmis de dile,
Nedametin sesiyle,
Çarparak kayalara,
Yetmez mi, diyor deniz,
Karada çektiginiz?
Cahit Sitki Taranci
(Otuz Bes Yas,1964)
ermeni soykırımı
01.07.2003 - 02:22“Bush ‘Ermeni soykırımı’ ifadesini kullanmayacak”
----------
Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, Amerikan Başkanı Bush’un 24 Nisan’da yapacağı konuşmada, “Ermeni soykırımı” ifadesini kullanmayacağını söyledi.
Şahin, Meclis Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, ABD Temsilciler Meclisi’nde Ermeni lobisinin girişimleriyle, Başkan Bush’un konuşmasına “Ermeni soykırımı” ifadesinin eklenmesi için yoğun bir kampanya başlatıldığını söyledi ve kampanyaya 165 senatörün imza attığını öğrendiklerini belirtti. Bu konuyla ilgili girişimlerde bulunduklarını söyleyen Şahin, “Bush’un bu ifadeyi kullanmayacağı bilgisi bize ulaştı. Zaten geçmişimizde halkımızı utandıracak hiçbir olay cereyan etmemiştir” diye konuştu.
mehmet akif ersoy
01.07.2003 - 02:20BÜLBÜL
-Basri Bey oğlumuza-
Bütün dünyâya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım;
Nihayet, bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım.
Şehirden kaçmak isterken sular zaten kararmıştı,
Pek ıssız bir karanlık sonradan vâdiyi sarmıştı.
Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hılkat kesilmiş lâl...
Bu istiğrâkı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl
Muhîtin hâli 'insâniyyet'in timsâlidir, sandım;
Dönüp mâzîye tırmandım, ne hicranlar, neden andım!
Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel yâd,
Zalâmın sinesinden fışkıran memdûd bir feryâd,
0 müstağrak, o durgun vecdi nâgâh öyle coşturdu
Ki vâdiden bütün, yer yer, enînler çağlayıp durdu.
Ne muhrik nağmeler, yâ Rab, ne mevcâmevc demlerdi;
Ağaçlar, taşlar ürpermişti, gûya Sûr-i Mahşerdi!
-Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin;
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
0 zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun;
Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun,
Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin, hânmânın şen, için şen, kâinatın şen.
Hazansız bir zemin isterse, şâyed rûh-i ser-bâzın,
Ufuklar, bu'd-i mutlaklar bütün mahkûm-i pervâzın.
Değil bir kayda, sığmazsın - kanadlandım mı - eb'âda;
Hayâtın en muhayyel gayedir ahrâra dünyâda,
Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır?
Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım:
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!
Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
Bugün bir hânmansız serseriyim öz diyârımda!
Ne husrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc oldu,
SALÂHADDÎN-İ EYYÛBÎ'lerin, FATİH'lerin yurdu.
Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde OSMAN'ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ'nın!
Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma'bedinden YILDIRIM Hân'ın;
Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri ORHAN'ın!
Ne heybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan dindaş!
Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm'ın harem-gâhında nâ-mahrem...
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem! (*)
[Safahât, Yedinci Kitap]
(*) Bu şiir yazılırken Yunan istilâsı altındaki topraklarımız
hususiyle Bursa'ya dair elîm haberler geliyordu;
tetkikine de imkân yoktu.
mehmet akif ersoy
01.07.2003 - 02:181873 yılında İstanbul'da doğdu,27 Aralık 1936 yılında aynı kentte öldü. Babası, Fatih Camii medrese hocalarından Arnavut İpek'li Tahir Efendi'dir. Ortaöğrenimini Fatih Merkez Rüşdiyesi'nde ve Mekteb-i Mülkiye İdadisi'nde gördü, bir yandan da Fatih Camisi'ndeki derslere giderek Arapça ve Farsça öğrendi. Ortaöğrenimini bitirdiği yıl, yeni açılan Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi'ne girdi, dört yıl süren öğrenimi sonunda baytarlık (veterinerlik) bölümünü birincilikle bitirdi (1893) . Ziraat Bakanlığı'na memur olarak girdi, dört yıl kadar Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan'da görev yaptı. Bir süre sonra, ek görev olarak, Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi'nde kitabet dersleri (1906) verdi.1908'den sonra, arkadaşı Eşref Edip ile birlikte Sırat-ı Müstakim (1908) ve daha sonra Sebil'ür-Reşad (1912) dergilerini çıkardı; bu yıllarda, resmi görevi olan Umur-i Baytariye Müdür Muavinliğinde çalışırken Darülfünun Edebiyat-ı Umumiye müderrisliğine atandı (1908) . Balkan Savaşı'ndan sonra Umur-i Baytariye şubesindeki görevinden (1913) , ardından Darülfünun'daki (1914) görevinden ayrıldı. Meşrutiyet'in ilk döneminde, Ziya Gökalp'in öncülüğüyle başlayan 'Türkçülük' akımına karşı, Mısırlı bilgin Muhammed Abduh'un (1849-1905) etkisiyle, 'İslâm birliği' görüşünü benimsedi. Sırat-ı Müstakim ve Sebil'ür-Reşad'da yayımladığı makaleler, şiirler, çeviriler ve Fatih, Şehzadebaşı, Süleymaniye, Beyazıt camilerinde verdiği vaazlarla (1912) bu ülküyü yaymaya çalıştı. Birinci Dünya Savaşı içinde İtilaf Devletleri'ne karşı Ortadoğu'da bir İslâm Birliği kurma siyaseti güden Almanya'nın çağrısı üzerine, Harbiye Nezareti'ne bağlı 'Teşkilat-ı Mahsusa' tarafından Berlin'e gönderildi (1914) , burada Almanlar'ın eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kamplarda incelemelerde bulundu. Dönüşünde yine birkaç ay kadar da Arabistan'a yollandı, savaş yılları içinde 'Bâb ül Meşihat'e bağlı olarak kurulan 'Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye' başkatipliğine atandı (1918) . Kurtuluş Savaşı sırasında Kuvayı Milliye'den yana davranış ve yazılarından dolayı, Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye'deki görevinden atıldı (1920) . Anadolu'ya geçerek Birinci Büyük Millet Meclisi'nde Burdur Milletvekili olarak görev yaptı (1920-1923): Konya ayaklanmasını önlemek, halka öğüt vermek için Konya'ya gönderildi. Oradan Kastamonu'ya geçti, Nasrullah Camisi'nde Sevr Antlaşması'nın iç yüzünü, Kurtuluş Savaşı'nın niteliğini anlatan coşkulu bir vaaz verdi, bu vaaz Diyarbakır'da basılarak (1921) bütün vilayetlere ve cephelere dağıtıldı. Yaşamının bu döneminde 'İstiklâl Marşı'nı yazdı (1921) . Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra İstanbul'a döndü; çağdaş ve uygar yeni Türkiye'nin kurulması için zorunlu görülen siyasal ve toplumsal devinim ve devrimleri, kendi inanç ve ülküsüne aykırı gördüğü için Türkiye'den ayrıldı. Mısır'a gitti, Hilvan'a yerleşti, Kahire'deki Câmi-ül Mısriyye' adlı üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı müderrisliğine bulundu (1925-1936) , bu gönüllü sürgün döneminde siroz hastalığına tutuldu; sağaltım için döndüğü İstanbul'da öldü.
Türk edebiyatında 'toplum için sanat' akımının başlıca temsilcilerinden biridir. Halka seslenen, yalın, halkın söyleyiş özelliklerini koruyan, konusu günlük ya da siyasal olaylardan alınmış, gerçekçi ve gözleme dayalı, aruz ölçüsü ile lirik-epik, lirik-didaktik şiirler yazdı.
vicdan
01.07.2003 - 02:14Gerçek, belkide iyiliğin timsali...
Belkide hayat trafiğinde kırmızı ışık..
ermeni soykırımı
01.07.2003 - 01:17Soykırımmışşş....
Geçin valla keşke bunu nedire eklerken ERMENİ PALAVRASI diye ekleseydim...
ölüm
29.06.2003 - 11:53İnsanlar ölmekten korkarlar, aslında yaşamayı bilmedikleri için...
W.Shakespeare..
irticalen
29.06.2003 - 11:42Türkçe Rapte olduğu gibi yapılan doğaçlama..
bülent korkmaz
29.06.2003 - 11:38Cimbom işte cimbom be! ! !
Bunun gibi defans oyuncusu olur mu? :))
everyway that i can
29.06.2003 - 11:36Tamam bu parçayla birinci olmuş olabiliriz...Ama bana bir şey ifade etmiyor..
Düşünseneze,
Türkiye, Sertap Erener ve EVERY WAY THAT I CAN...
Türkiye lafına bile yakışmıyor bu parça ismi..! ! !
türkçe rap
29.06.2003 - 11:29Heyvallah Eclemif, neredeyse hepsi doğru..
Evet ilk Türkçe Rap albümü Cartel çıkardı ama %100 Türkçe Rap albüm olarak Rapor-2' yi kabul ederiz..Çünkü albimde bütün sözler Türkçedir...
Rapin çıkma nedeni, Beyazların baskından daralan silahların bir isyanıdır..İsyanlarını Raple seslendirmişlerdir...
Anlıyacağınız Rap bir İSYANDIR! ! !
Yanlışlara, haksızlıklara, yalanlara karşı olan bir isyan! ! !
ermeni soykırımı
29.06.2003 - 09:40http://www.theforgotten.org/site/intro_tur.html
Bu siteye girdim ama gerçeklerin üstü kapanmış...Osmanlı zorunda kalmadı, onları sürgüne göndermekte?
Soruyorum, ermeniler örnek halk olarak gösterilip neredeyse Türk Milletiyle denk tutulmadı mı?
Savaşta hainlik yapıp -savaş sırasında taraf değiştirip- osmanlının karşında olnlar yine ermeniler değilmiydi?
Osmanlının köylerini yakıp yıkan, halka işgenceler yapan yine ermenilerdi! ! !
Osmanlı yine sürgüne gönderip en iyisini yapmış, başka ne yapabilirdi?
'Sen bize kalleşlik yaptım ama yine bizle beraber olmalısın' deyip ermenileri yanınamı alacaktı? !
Geçin bunları..
türkçe rap
29.06.2003 - 09:34Her gün kara para akıtan hanzolar,
Burası İstanbul,
Adı gibi yüce değil! ! !
Dertleri oln değil,
Dertleri çeken bilir! ! !
mucize
29.06.2003 - 09:30Burası Kanada'nın Edmondon kentiydi. Soğuk ve kar hakimdi bütün Edmondo'ya. Evler, sessiz ve sakin, uyumaktaydı. Çatıların üstüne kar yorganı örtülmüştü. Kocası iş gezisinde olduğundan yalnız kalma korkusu yaşayan, yakınlarına misafirliğe giden 26 yaşlarında gencecik bir anne ve küçücük çocukları, kentin sessizliği içinde sıcak bir odada derin uykuya dalmışlardı. Kadının iki çocuğu vardı. Bunlardan biri iki yaşında, diğeri 13 aylık bir bebekti. Anne, buraya gelmeden çok tereddütler geçirmişti. Bu soğuk günde evinde oturmalı, hiçbir yere çıkmamalıydı. Bunu kendisiyle tartışmasına rağmen, yine de evde yalnız kalma korkusu onu yakınının evine sevk etmişti. Yalnız kalmak korkutup ürkütüyordu onu. Bu, yalnızlığın içindeki sessiz korkuydu. Böyle bir kış gününde olursa bu yalnızlık, daha da korkunç oluyordu. Her şeyi göze alarak evinden çıkmıştı.
Akşam yemekleri yenmiş, tatlı sohbetler yapılmış, sıra uykuya gelmişti. Dışarıda bunca soğuk olmasına rağmen tatlı bir uyku çekmek ne güzel şeydi. Evdekilerin istisnasız hepsi derin bir uykuya dalmıştı. Bebek, evin çok sıcak olmasından incecik bir örtünün altında uyumaktaydı. Üzerinde sadece bir bezi vardı. Dışarısının eksi 20 derece soğuğuna rağmen içeride tatlı bir yaz meltemi esiyordu.
Çocuk, nasılsa gecenin bir vaktinde uyandı. Bunaltıcı hava onu uyandırmıştı. Alnında boncuk boncuk terler birikmişti. Siyah gözlerini açtı. Yeni çıkmaya başlayan sarı saçlarını eliyle şöyle bir yokladı; terini siliyor gibiydi. Gece lâmbasının pembe ışığında daha bir güzel görünüyordu. Çocuk gürbüz ve sıhhatliydi. Yataktan bir yerlere tutunarak indi. Oda kapısına doğru paytak paytak emekledi. Kapı tam kapalı değildi. Kimsenin onun uyandığından haberi olmamıştı. Herkes uykunun en tatlı anındaydı. Holü geçip, sokak kapısına doğru emekledi. Kapı iyi kapatılmamıştı. Yarı aralık kapıdan önce başını çıkardı, sonra bütün vücuduyla dışarıya kendini attı. Evdekilerin hiçbiri, çocuğun dışarıya çıkabilme ihtimâlini düşünmemişlerdi, düşünemezlerdi de.
Dışarıda soğuk ve karanlık vardı. Narin ve çıplak dizleriyle karda emeklemeye başladı. Serinlemişti biraz. Yeni yağmış yumuşak kar, önce sıcak dizlerini ve ellerini serinletmişti. Daha sonra bütün vücudu serinledi. Bazen karlarda yuvarlanıyor, bazen de karla oynuyordu. Kardan avuçlayıp ağzına attığı, onun serin tadını tâ iliklerinde duyarak değişik bir hazza kapıldığı da oluyordu. Zamanla vücudu, soğuğa ilk verdiği tepkiyi vermiyordu artık. Bembeyaz kar çarşafının içinde yapayalnızdı. Çarşafın üstüne bırakmıştı kendini. Artık hiçbir şey işitmiyor, duymuyordu. Evdeki sıcak yatağının aksine soğuk ve yumuşak bir beyaz yatak vardı altında.
Bir müddet sonra uyanan ve yavrusunu yatağında göremeyen anne, paniğe kapıldı. Bir önseziyle çocuğunun başına bir felâket gelebileceğini hissetti. Önce evin her tarafında çocuğu bulma ümidiyle koşuşturdu ama onu bir türlü bulamadı. Sonra birden korkuya kapıldı. Sokak kapısının açık olduğunu fark etti. Kapıyı kapamayı kim ihmâl etmişti, evdeki diğer çocuklardan biri mi açık bırakmıştı? Anne yavrusunu kaybetmenin kâbusunu yaşıyordu. Neden uyumuştu bu kadar? Üzerine ölü toprağı mı serpilmişti? Böyle olacağını bilse hiç uyur muydu? Uyumaz, nöbet tutardı... Başka bir arkadaşının evine bu kış kıyamette neden gelmişti? Bütün bu sorular birikiyordu kafasında ve kalbi üşüyordu. Evinden ayrıldığı için bağırarak kendine lânet okuyordu.
Fenerleri alarak kar ve buzla kaplı sokaklarda bir saat kadar, burunlarından, ağızlarından dumanlar çıkararak akrabalarıyla bebeği aradılar. Bu bir saat içinde annenin feryatları çevre evlerden de duyulmuştu:
'Yetişin çocuğum kayboldu! ..'
Kimse ilgisiz kalamazdı bu acı feryada. Bu yakıcı anne feryadına herkes koşmaya çalışıyordu. Fenerini alan komşular heyecanla dışarı çıktılar:
'Ne var, ne oluyor? '
Anne feryatlar içinde:
'Çocuğum, çocuğum! ...' diyebildi.
Komşular da bu aramaya katıldı. Onların da çocukları vardı, herkesin başına gelebilirdi böyle bir olay. Komşu kadınlardan birkaçı anne ile ilgilenmekteydi. Anne kendini kaybetmişti zaten.
Bebek çok uzaklara gidemezdi. Saat gecenin üçünü gösteriyordu. Komşu evin bahçesinde karlar üzerinde yatan bebeği bir ışık aydınlatıyordu. Sanki kendi yatağında yatıyormuş gibi sakindi, hareketsizdi. Yaşayıp yaşamadığı konusunda kimsenin bilgisi yoktu.
Annesi ayılınca oraya koşup gelmişti. Zavallı anne, bebeğinin üzerine yün şalını doladı. Kucağının sıcaklığıyla ona yeniden can vermeye çalışıyordu. Etrafındakiler hemen telefonla bir ambulans çağırdılar. Hastahaneye götürülürken nabız atışı hissedilemeyen bebekte, solunum da yok gibiydi. İlk tıbbî müdahale hemşireler ve doktorlar tarafından yapıldı.
Bebeğin morarmış dudakları soğuktan yapıştığı ve boğazı buz tuttuğu için sağlık görevlileri, solunum hortumunu ağzına sokmakta zorlandılar. El ve ayak parmakları donan miniğin, vücut sıcaklığı sadece 16 dereceydi. Bebeği hayata döndürmek için doktorlar saatlerce uğraştılar.
Hayatın kendisi de muhteşemdi. Milyarlarca kişinin birbirine benzememesi, hayat denen şeyin izah edilemez olması...
Doktorlar çocuğun yaşayacak olduğunun müjdesini verdiler. El ve ayaklarında dondurucu soğuktan morartılar oluşmuş, fakat bebeğin beyni zarar görmemişti. Böyle bir şey normal şartlara göre mümkün değildi. İlâhî inayet onu orada muhafaza etmiş, hayatını yeniden vermişti. Anne o zaman çok sevinmişti; kanından canından olan bebeği yaşayacaktı. Tıbben bebeğin hayata dönüşünü doktorlar da anlayamadıklarından bunu olağanüstü bir hâdise olarak açıkladılar. Ancak, bebeğin gelecekte bazı sağlık problemleriyle karşılaşabileceği söyleniyordu. Elleri ayakları kesilebilirdi.
Saatlerce soğukta, açıkta kalan çocuğun hayata dönmesi sıradan bir şey değildi. Hayatta kalmıştı ya, bu önemliydi. Hayatî faaliyetlerini, beyin fonksiyonlarını sürdürebilecekti.
Anne ve akrabalarının yoğun bakımın önündeki uzun bekleyişleri devam ediyordu. Her çıkan doktora anne: 'Doktor, çocuğum iyileşecek mi? ' diye soruyordu.
Doktorların açıklaması en sonunda geldi:
'Çocukta hiçbir âraz olmayacak, eskisi gibi gülüp oynayacak. Elleri ayakları da kesilmeyecek. Bu görülmedik bir durum, buna tıpta ilk defa rastlıyoruz. Gözünüz aydın! '
Tıp otoriteleri, bu olay karşısında hayrete düşmüştü. Böyle bir durumda yetişkin bir insanın bile ârazsız kurtulması mümkün değilken, çocuğun eksi 20 dereceye tahammülünün sıradan bir şey olması düşünülemezdi. Hayat denilen şeyi kim yaratıyor, kim ölçüp biçiyordu? Tesadüflerle, sebeplerle izahı mümkün müydü? Sebeplerin sustuğu bir noktada, hayat ölüm çizgisinde, çocuğun hayatta kalması... Yani bunu insanlar yapamaz, ancak hayat gibi muhteşem bir şeyi yaratan yapabilirdi. Hayatı yapan kimse, hayatı yöneten de o olmalıydı. 'Yapan bilir, öyleyse bilen konuşur, hükmü o verir.'
Doktorlar, raporlarında böyle bir hâdiseyle ilk defa karşılaştıklarını bildirdiler. Çocuğun hayata bu şekilde dönmesi anneyi rahatlatmıştı. Yoksa kendisini bağışlayamazdı çocuğuna bir şey olsaydı.
Anne, binlerce şükürle kendisine tekrar bağışlanan yavrusunu bağrına basıyor, bir daha çocuğunu yanından ayırmayacağına ve evinden böyle tedbirsiz çıkmayacağına söz veriyordu.
*) Bu hâdise,2001 yılının kışında, Kanada'da yaşanmıştır.
türkçe rap
29.06.2003 - 09:27Aman dikkat, özentilerden sakının ve hiçbir zaman bizi sokakta takılan üç beş serseri zannetmeyin! ! !
türkçe rap
29.06.2003 - 09:25Belkide uyanış için gerekli olan bir çalar saat...
türkçe rap
29.06.2003 - 09:25Gerçekleri, gizli sırları, doğruları halka gösteren tek gerçek müzik! ! !
Toplam 126 mesaj bulundu