Selahattin Aykurt Adlı Üyenin Nedir Yazıları ...

  • şeyh bedrettin

    28.01.2008 - 18:48

    Bedreddin'de Zelotlar Hareketinin Anıları

    Şeyh Bedreddin'in çocukluk ve yeniyetmelik döneminde anasının dilinden, ninnilerinden ve terbiyesinden kazanımları, İ. Z. Eyüboğlu'nun dediği gibi sadece “Hristiyanlık inanç ve geleneklerini almış olması” değildir. Bedreddin'in Melek anası, Edirne'den Selanik'e uzanan ve Dimetoka'yı da içine alan bölgede gürülmemiş bir toplumsal hareketin içinde yaşamıştır. Yoksul halk yığınlarının zenginleri-aristokratları alaşağı ettiği, özel mülkiyeti ortadan kaldırılıp beylerin mallarının elkonulup halka üleştirildiği ve zamanın bilgelerinin

    Okhlokratia / Oclokratia (ayaktakımının, halk yığınlarının yönetimi) adını verdikleri bir yönetim altında yaklaşık on yıl (1341-1350) yaşamıştır.

    İşte Bedreddin, bu Zelotların (“Zelotai / Zelotai” Grek dilinde kızgınlar, hırslılar, talebedenler... gibi anlamlara gelmektedir) devrimci toplumsal hareketini anasının dilinden dinleyerek büyümüştür.

    Tanınmış Bizans tarihi uzmanı Georg Ostrogorski, Zelotlar hareketi hakkında şöyle yazıyor:

    “1340'larda başlayan içsavaş sırasında Bizans'ta dini ihtilaf ve aykırılıklarla siyasi mücadele derinleştiği gibi aynı zamanda ağır bir sosyal kriz devresi geçirildi. Zelotesler'in hareketinde kuvvetli bir sosyal ihtilalci akım patlak verdi. Siyasi ve sosyal mücadele ile, Geç Bizans döneminin en önemli dinsel anlaşmazlığı olan Hesykhia'cıların (kutsal sessizlik içinde düşünceye dalanlar) mücadelesi birbirine karıştı.”

    “İmparatorluğun çöktüğü, fakirleştiği ölçüde köy ve şehirlerdeki geniş halk tabakalarının sefaleti de artıyordu. Kırsal bölgede olduğu gibi şehirlerde de mülkiyet, sayısı az bir soylu tabakanın elinde bulunduğundan ötürü, sefalete düşen kitlelerin kini ve nefreti bu sınıf üstünde toplanıyordu… İstanbul'da niyabet (çocuk imparator V. İoannes'e naiplik edenler) ile aristokratların başı Kantekuzenos arasındaki mücadele, imparatorlukta alevlenen sosyal düşmanlığı ve sosyal mücadeleyi patlama noktasına getirdi. Kantakuzenos'a karşı mücadelede, sosyal ayaklanma ruhu aristokrat taraftarları aleyhine körüklenerek, halk kitlelerine dayandırıldı. Ve kolay ateş alan bu malzeme ateşlendi.”

    “Hadrianopolis'de (Edirne) mahalli aristokrasiye karşı isyan çıktı. Alev diğer bütün Trakya kentlerini sardı. Aristokratlar ve büyük mülk sahipleri ve kendisi de bir feodal olan Kantakuzenos taraftarları her yerde öldürüldü. Ama sınıf mücadelesi en büyük ölçüsüne ve en şiddetli noktasına Selanik'te, içinde en ölçüsüz zenginliğin en koyu sefaletle koyun koyuna bulunduğu ve karışık menşeli halkın yaşadığıbu liman kentinde ulaştı.”

    “... Selanik'te örgütlü ve belli bir ideolojisi olan halk partisi, yani Zelotes'ler partisi vardı. Bu nedenle burada halkın aristokratlara karşı öfkelerinin kabarmasıyla kalınmadı. Tersine Zelotes'ler 1342'de tam yönetimi ele geçirip, Kantakuzenos Taraftarlarını kovarak kendilerine özgü rejimlerini kurdular... Bütün aristokratların mallarına elkoydular. Zelotes'ler sosyal ihtilalcilik ile kendine özgü meşruiyetçiliği birleştirmişler; meşru İmparator İoannes Paleologos'u tanıyorlar ve onun İstanbul'dan gönderdiği vali ile Zelotes'ler partisi başkanı yönetimi paylaşıyordu. Ama asıl yetki ve egemenlik hakkı Zelotes'lerdeydi. Selanik 1350'lere kadar bağımsız olarak yönetildi.” (G. Ostrogorski: agy, s. 471, 478-480)

    “Selanik kenti, Zelotes'ler ihtilali ile toplumsal tarihinin en önemli anlarını yaşıyordu.” (Alain Ducellier: Byzance et le Monde Orthodoxe. Paris 1986: 339)

    1342-43'de dostu ve müttefiki Umur Paşa'nın yardımıyla Selanik'i kuşatan Kantakuzenos, Zelotların elindeki kenti ele geçiremedi. 1340-41 yıllarından beri aynı toplumsal olayları yaşamış olan Dimetoka'yı 1343'de Aydınoğlu Umur Paşa ele geçirip, haraketi ezerek yağma karşılığında Kantekuzenos'a teslim etti. Dimetoka ve Edirne ancak 1361 ve 1362 yıllarında Osmanlıların eline geçti.

    Zelotlar hakkında çağdaş yazarlardan geniş alıntılar veren İngiliz tarihçisi Ernest Barker ise, Bizans'ta Toplumsal ve Siyasal Düşünce adlı yapıtındaki şu değerlendirme ile karşımıza çıkıyor:

    “Zelot'ların etkinliği artmış ve 1342 dolaylarında büyük bir güç halini almıştır. Eski Yunan'daki öncelleri gibi bunlar da toplumsal eşitlik davası savunuyorlardı; önceleri daha kapsamlıbir programla borçların kaldırılmasını ve toprağın yeniden dağıtılmasını istemişlerse de, Zelot'lar hiç değilse yoksullara yardım edilmesi ve şehirde genel düzeltimler yapılması amacıyla manastırların da bir ölçüde mülksüzleştirilmesini ve zenginlerin bir miktar mal varlığına elkoymayı isteyecek kadar ileri gitmişlerdir.” (Ernest Barker, çev. Mete Tuncay: Bizans'ta Toplumsal ve Siyasal Düşünce. İstanbul 1982: 228)

    Barker, olaylara “bölünme toplumsaldı ve sınıf savaşımı niteliği taşıyordu, varlıklılar ve yoksullar arasındaki uzlaşmazlıktı” diye koyduğu teşhis çok gerçekçidir.

    1370 yılında Selanik başpiskoposu olan Nikolaos Kabasilas'ın 1360'larda yazdığı mektup ve bir söylevinden Zelot'ların şu ilkelerini saptayabiliyoruz:

    “Kentlerin yönetimi çoğunluğun yararına zorla da olsa ele geçirilmeli. Yazılı yasalara göre değil, kendi gelenek ve göreneklerine göre yönetilmeli. Tüm zenginlerin mallarına el konulmalıdır... El konulmuş mallar ve mülkleri halkın gereksinimlerini karşılamak için kullanmak haktır. Bunlara zorla da el konulmuş olsa, bir adaletsizlik söz konusu değildir. Toplumun yönetimi ve işleriyle yükümlü kişiler, çoğunluğun ortak yararı çerçevesinde yürütmeleri gerekir.”

    “Zelot'lar, 'manastırlara ait olan büyük servetlerin bir bölümünü alıp yoksullara dağıtmak, papazlara vermek ve kiliseleri süslemek için kullanırsak, ne sakıncası olur ki? ' diye sorarlar. Başlangıçta vakıf yapmış olanların amacına aykırı bir şey de olmaz, çünkü vakıf sahipleri Tanrıya tapmak ve yoksullara bakmaktan başka bir amaç güzetmiş değillerdir.' (E. Baker: agy, s. 231)

    Hesykhia yandaşı ve Kantakuzenos'un dostu, bu yüzden de Zelotlara karşı önyargılı olan Kabasilas, yine de, karşı olduğu toplumsal hareketin yaratıcıları için ağır konuşmamakta, dahası onları suçlamanın adaletsizlik olduğuna inanmaktadır:

    “Ellerindeki bütün kaynakları, kendi işlerine hiç bakmadan, kişisel servetlerine hiçbirşey eklemeden, kendi evlerini süslemeden böyle kullanan, bütün harcamalarında yönetilenlerin (halkın) yararına hizmet etmeyi amaçlayan insanları, yani Zelot'ları suçlamak adalete sığar mı? ” (E. Baker: agy, s. 232)

    N. Kabasilas'ın gürüşlerini ve Zelotların ağzından aktardıklarını Şeyh Bedreddin'in Varidat ve Cami'ül Fusuleyn’den ve’tan alınmış şu sözleriyle karşılaştıralım:

    “Dünyada kutsallık olmaz, kutsallık sadece Tanrı'dadır. (Bu açıkça dinlerin dünyada somutlaştırılmış ve insan yaşamının içine girmiş kilise, manastır, cami ve tekke gibi tapınaklarına karşı olmayıifade eder-İ.K.) Yaratılmış herşey ve her nimet insan içindir. Toprağın tek sahibi Tanrıdır. Rumeli'nde çok gürülen malikane sahipleri yüzünden insanlar bu nimetten mahrum kalmaktadırlar... Tüm dünya zenginlikleri insanların ortaklaşa kullanımları içindir... Çalışıp üretmeden yemek yasadışı sayılmalı...”

    Rumeli'ndeki Bizans topraklarının ve kentlerin 1360'lardan sonra Osmanlı'nın eline geçmesiyle, G. Ostrogorski'nin açıklamış olduğu yaşam koşullarında bir değişiklik olmadı. Bu ortamda, Zelotların “zenginlerin mallarını ellerinden alıp, yoksullara dağıtmayı” kutsal kitaplarda anlatılan olaylara, peygamber ve azizlere bağlaması gibi, Bedreddin de Kuran’dan bir sure (Nisa 131, 132) ile Bağlantı kurarak büyük çıkışını yapıyor. “Göklerde ve yerde olanların hepsi allahındır, allah zengindir...” diye iki kez yineleyen ayeti yorumuyarak beylerin, feodalların mallarına elkoymak gerektiğini vurguluyor.

    Doğumundan 8-10 yıl ünce tüm bülgeyi sarmış, anasının ve Edirne kentindeki komşularının içinde yaşadığı devrimci toplumsal gelişmeleri dinleye dinleye büyüdüğü bir yana, Şeyh Bedreddin'in Nikolas Kabasilas'ı da, (ölm. 1399-40) tarihçi Nikephoros Gregoras'ıda (1290-1360) aslından okumuş, Zelotes halk hareketlerini incelemiş olması çok büyük olasılıktır. Bizans devlet tarihçisi ve Kantakuzenos yandaşı olan tarihçi N. Gregoras düşman olduğu Zelotlar yönetimini şöyle anlatıyordu:

    “Kentte stasis / stasis (isyan, başkaldırı, kargaşa) uzun bir süre kol gezdi. Zelot'lar öteki yurttaşlara egemenlik sağladı. Kurmaya çalıştıkları siyasi düzen, başka herhangi bir yönetim biçimine benzemiyordu. Lykourgos'un Spartalılara kurdurduğu (İÖ 6. yüzyıl) anayasa gibi aristokratik değildi; Atina'nın ilk düzenlenmiş Kleisthenes anayasası gibi demokratik de değildi... Rastlantılarla çalkalanan ve yalpalayan tuhaf nitelikli bir ayaktakımı-kalabalık yönetimi (Okhlokratia / Oclokratia) idi... Onlar işte bu çeşit adamlardı, autonomia (kendi kendini yönetme) davasına hizmet eden Zelot'lar zenginlere karşı, bir dış düşmanın yapacaklarından daha sert davrandılar; onların evlerindeki zenginlikleri bir haydut sürüsü gibi kendileri için yağmaladılar, sokaklarda rasladıklarıher zengini acımasızca öldürdüler.” (E. Baker: agy, s. 235-236)

    N. Gregoras'ın düşmanca yorumlarının ardında anlattığı, bir halk demokrasisinin varlığıydı. Genç Bedreddin'in bunlardan etkilendiği düşünülmelidir

    Neoplatoncu Bilge Gemistos Plethon ve Şeyh Bedreddin

    Şeyh Bedreddin'in çağdaşı, Edirne'den hemşehrisi Neo-Platoncu bilge Gregorios Gemistos Plethon (1355-1450) Konstantinopolis'te (İstanbul) doğmuştu. İlk gençlik yıllarının Edirne'de Osmanlı sarayında geçtiği söylenir. Büyük hasmı Episkopos Gennadios, bir mektubunda onun “Hadrianopolis'te barbarların sarayında yaşadığını” yazar.

    Fransız tarihçi Louis Brehier, Gemistos Plethon'un 1362'den itibaren Osmanlı sarayında yaşadığını, sonra Mora despotluğunun başkenti ve çağın kültür eğitim ve felsefe merkezlerinden Mistra'ya çekilip II.Paleologos Theodoros'un açtırdığı bir felsefe okulunu yönettiğini yazıyor. (L. Brehier: La Civilisation Byzantine. Paris 1970: 370, dipnot 2049) Ayrıca İngiliz Bizans uzmanı S. Runciman da, “Bizans Tarihçileri ve OsmanlıTürkleri” adlı makalesinde, Plethon'un siyasal kuramlarının, onun fütuvvet örgütünü ilk elden tanımasından etkilenmiş olabileceğini söylemektedir. (E. Barker: agy,s.239, çevirenin dipnotu 26)

    Georgios Gemistos Plethon'un Edirne'de bulunduğu dönemde padişah I. Murad'dır. (1362-1389) Bizans tarihçisi Khalkokondyles'in “Anadolu'da ve Rumeli'de otuzyediden fazla büyük ve zorlu savaşlar yaparak hepsinden muzaffer çıkmıştır” dediği I. Murad'ın sarayında, Müslümanların yanında ilm-i nücum'la (astroloji) uğraşan Yahudi ve Hıristiyan müneccimler bulunmaktadır.

    Sarayda itibar görmüş olan Plethon, buradaki Elisha adlı bir Yahudi bilgenin çömezidir. Ulemadan Kadı İsrail de saraydan uzak bulunmadığına göre, onun oğlu Şeyh Bedreddin ile Gemistos Plethon çocukluktan itibaren tanışıyor olabilirler. Aralarında sadece üç yaş olması arkadaşlıklarını kolaylaştırdığı gibi, Bedreddin Mahmud'un annesinin Yunan kökenli oluşu da yakınlığı artırmış olabilir.

    Plethon uzun süre Edirne'de sarayda kalmış mıdır, Türkler hakkında pek çok bilgi kazanmış mıdır, bilemiyoruz. Çünkü eserlerinde Türklerden tek söz bile etmiyor. Neoplatoncuların yapıtlarına dalıyor, onların öğretilerini benimsiyor. 1380 yılından itibaren Trakya'yı terkedip, Mora yarımadasında Taygetos dağının eteklerinde kurulmuş, kültürel bir merkez olan Mistra'ya yerleşiyor. Ölümüne dek Mora despotunun (despotes/despoths, ‘kral, efendi, sahip, yönetici’ anlamına gelir) sarayında öğretmenlik yaparak yaşıyor.

    Ömrünün büyük bülümünü öğretmenlik ve yazarlıkla geçirmiş olan Gemistos Plethon 1415 dolaylarında iki söylev yazmıştır. Biri Konstantinoupolis'te, yani İstanbul'daki İmparatora seslenmekte; Mora despotuna yazılmış olana seslenen ötekisi ise “Peloponnesos'un Sorunları Üstüne” başlığını taşımaktadır. G. Plethon’un yapıttaki görüşlerinin çoğuyla Bedreddin'in düşünceleri büyük benzerlikler taşımaktadır. Louis Brehier'in “Bizans’ın son yarım yüzyılı hümanizmanın zaferi ve bunun İtalya'dan Batı'ya yayılmasına damgasını vurmuşsa, bu büyük hareketin ana temsilcisi odur” diye gösterdiği Gemistos Plethon ile Şeyh Bedreddin'in birbirlerini tanıdıkları konusu, Şeyh Bedreddin araştırmacılarını nedense şimdiye dek pek ilgilendirmemiş, siyasal düşüncelerindeki yakınlık ve karşılıklı etkileşim de göz ardı edilmiştir. Sadece Radi Fiş bu konuya, roman çerçevesi içerisinde bir takım hayali olaylar yaratarak değinmiştir. (Radi Fiş, çev. Mazlum Beyhan: Ben de Halimce Bedreddinem. İstanbul 1992: 87-91)

    G. Plethon’la Bedreddin'in Edirne sarayı çevresinden çocukluk-yeniyetmelik arkadaşı olmaları büyük olasılıktır. Birbirini iyi tanıyan bu iki insanın çok daha sonraları da karşılaşmaları, tartışıp konuşmalarıda bizce hiç olasılık dışı değil. Gerek torunu Hafız Ali tarafından yazılmış olan Menakıbname'de anlatılan Şeyh Bedreddin'in Ege adalarındaki keşişlerle tartışma öyküleri ve gerekse Dukas'ın tarihinde sözü edilen, Börklüce Mustafa'nın sık sık Khios adasına gidip Giritli keşişle buluşmaları, elde yazılı belge eksikliğine rağmen bu tür akıl yürütmelere ve doğruya yakın olasılıklara açıktır.

    Şeyh Bedreddin, Edirne'deyken de, Edirne'ye yerleşmeden önce de yani Uzunçarşılı'nın “batıni-Alevi inançlı Türkmenler ve Hıristiyanlar arasındaki propaganda seyahatları” dediği dönemde de adalarda bu bilge dostuyla konuşmuş olabilir. Biri İslam dünyasının tanınmış bilgini, diğeri Hıristiyan dünyasının bilgin öğretmeni...

    Hatta Dukas'ın anlattıklarına bakılırsa, Musa Çelebi'nin yenilgisi ve kazaskerlik deneyiminin başarısızlığıyla birlikte gelen sürgün ve tutsaklık yıllarında, Şeyh Bedreddin'le Gemistos Plethon arasında düşünce-öğreti alışverişi temsilcileri Börklüce ile Giritli keşiş arasında yapılmış olabilir.

    G. Plethon, 1415 dolaylarında yazdığı “Peloponnesos'un (Mora yarımadası) SorunlarıÜstüne” adlı söylevinde, yarımadanın önemine değinmekte, Peloponnesos ordusunun düzeltilmesi, ordunun ekonomik tabanı ve tarım sistemi üzerine gürüşler getirirken, toprağın kamulaştırılmasını

    önermektedir. Okuyalım:

    “Bundan sonraki önerim bütün toprağın, toprak üstünde yaşayan herkesin ortaklaşa mülkiyetinde olması ve hiç kimsenin onun bir parçasının (kendi) özel mülkü olduğunu iddia edememesidir. Her kim toprak isterse canı nerede isterse alıp tahıl ekmeli, ev kurmalı ve dilediği, üstesinden gelebildiği kadar toprak sürmelidir... Herkesin böylece emeğini eşit ölçüde kullanması mümkün olursa, bütün toprak işlenecek ve ürün verecek ve işlenmemiş toprak kalmayacaktır...”

    Bunları kitabında aktaran Ernest.Barker şöyle demektedir:

    “Gemistos Plethon, bu toprak kamulaştırılması tasarımında Platon'u izlememektedir. Çünkü Platon, toprağı çiftçi sınıfıüyelerinin elinde özel mülkiyet konusu olarak bırakmıştı. Eğer Plethon'un tasarısına benzer sistemler aranacaksa bunlar ancak gelecekte bulunabilir.”

    Oysa, bu tasarımı yazıldığı yıllarda, Şeyh Bedreddin halk hareketi başlamıştı ve buna benzer bir sistemi kanla ve canla uygulamaya koymayı amaçlayan bir büyük kavga yürütülmekteydi. Acaba kim kimden esinlenmiş, etkilenmiş? Kuşkusuz, etkileşim karşılıklı olmuştur.

    Şeyh Bedreddin'in önderliğindeki bu büyük eylem yenilgi ile sonlandı, Bedreddin asıldı. Gemistos Plethon ise, ölümünden sonra patrik Gennadios tarafından “din sapkını” ilan edildi ve kitapları yakıldı. Bununla da kalınmadı, cesedi yirmibeş yıl sonra Mistra'da gömülü bulunduğu kiliseden çıkarıldı ve yakıldı. İki dostun kader ortaklığı!



    8........BÖLÜM wwww.turnadergisi.de

    [email protected]

    [email protected]

  • şeyh bedrettin

    27.01.2008 - 22:08

    Şeyh Bedreddin Astrabadlı Fazlullah'dan Ders Aldı mı?

    Astrabadlı Fazlullah (1339/40-1393/94) , Alevi ozanlarının deyiş ve nefeslerinde sık sık işlendiği gibi, Alevi tapınmalarının en önemli toplumsal ögesi olan Dar’da simgeleşmiştir. Alevilikte Fatıma Ana, Mansur ve Nesimi gibi Fazlı da (Fazlullah) bir Dar piridir ve adıyla çağrılan Dar çeşidi vardır. Talip, Fazlı Darı'na durup musahib olurken “Fazlıgibi hançer ciğerimde...” der.

    Fazlullah şeriatı dışlamıştı ve Ortodoks İslamın dinsel buyrukları onu kesinlikle bağlamıyordu. A. Gölpınarlı'nın Hurufilik Metinleri kitabında yazdığı gibi, zaten “Batıni inanç geleneğini sürdüren, yani – onun söylemeye dili varmadığı –İsmaili bir aileden geliyordu.” (A. Gölpınarlı, agy,s.5) Cavidanname, Mahabbatname ve Arşname adlı yapıtlarında inançlarını, düşünce yöntemini dile getirmiş ve bunların siyasetini yapmıştır.

    Şeyh Bedreddin'in gençliğinde tanımış ve çok az bir süre ders almış olduğu anlaşılan Fazlullah, Tebriz'de 1386'da ortaya çıkmış. İlk önce yedi halifesiyle inancını yaymaya başlamış; mevcut şer'i buyruklara, yani şeriatın egemen olduğu yünetimlere başkaldıran propaganda gezileri yapmış. Tebriz, Tohçu, Isfahan, Şiraz, Damgan vb. kentlerde ünü yayıldıkça şeriat düzenini sarsmaya başlamış. Halifelerinden Mir şerif Beyan ül-Vakıadlı yapıtında, kısa sürede 400'e ulaşan halifesinin gece ve gündüz Fazlullah'la birlikte bulunduklarını yazar. Bunlar arasında Seyyid Nesimi üçüncü sıradadır.

    Fazlullah'ın düşünceleri kısa zamanda geniş taraftar bulmuş. Kendisine bilginler, seyyid ve hatta beylerden birçok kişilerin mürit olduğunu ve müritlerine “Dervişan-ı helalhor u rast-duy” yani “helal yiyen ve doğruyu konuşan dervişler” denildiğini Habname’ öğrenmekteyiz. Şu halde Fazlullah Hurufi’nin arzu ettiği, haram yenmeyen, emeğin sümürülmediği ve doğruluk üzerine kurulacak bir düzendir.

    Yıkılan İlhanlı'ların yerine Azerbaycan topraklarında güç kazanan Celayiroğullarıve Karakoyunlu feodallerinin koğuşturmalarına uğrayan Fazlullah, bir süre sonra Timur'un hışmına uğrayacaktır. Çünkü kitleleri peşinde sürükleyen, düzeni eleştiren ve giderek ünü artan bir lider olarak sultanları, hanları ve beyleri korkutmaktadır. Üstelik koyu bir şeriatçı olan Timur Alıncak kalesini zaptederken, Hurufiler büyük direnç göstermişlerdi. Fazlullah'ın 400 halifesiyle ülkenin dürt bucağında gezmesine ve ezilen halk yığınlarını şeriatdışı, muhalif düşüncelere çekmesine Timur göz yummadı.

    Fazlullah, oğlu Miranşah tarafından yakalattırılmış, Timur'un huzuruna gütürülmüş ve Şeyh İbrahim adındaki kadının verdiği fetvayla hançerle katledilmiş, cesedi ayağına ip bağlanıp sokaklarda sürüklenmiş ve bir kenara atılmıştır (1394/5) . Parçalanmış cesedi inananları tarafından götürülüp Alıncak'da gümülmüştür. Fazlullah'ın inanç yöntemi, harfler ve hatlarla dinsel buyrukları değiştirmek ve inancının aslı insan-Tanrı birliğidir.

    Hurufi inanç sistemini şöyle özetleyebiliriz:

    Varlığın ortaya çıkışı sesledir. Ses canlılarda eylemsel, cansız varlıklarda potansiyel güç olarak mevcuttur, yani cansız birşeyi bir diğerine vurduğunuzda, cinsine göre özündeki ses duyulur. Canlılarda ise irade-istemle ses meydana çıkar ve süzcükler oluşur. Bunlar da harf aracılığıyla olur. Dünya tanrı varlığının tecellisidir ve bu yedi hat içinde insan yüzünde belirmektedir. İnsan yüzü en mükemmel Kuran'dır.

    Hurufilik, namazı, orucu, hac ve zekatı ve diğer bütün şeriat hükümlerini harflere indirgeyerek, bunların da insanda mevcut olduğunu kabul edip, dinsel hükümlerin uygulanması zorunluluğunu ortadan kaldırır. Harf gizemciliği olarak tanımlayabileceğimiz Hurufilikte insan tanrının kendisidir. Evren mutlak varlığın zuhurudur (ortaya çıkışı, açınımıdır) . Bu zuhur, güçler aleminden doğaya, nesneler alemine gelmiş. Göklerle dört unsurun (hava, toprak, ateş, su) birleşmesinden canlılar, cansızlar ve bitkiler oluşmuştur.

    Hurufilikte ölümden sonra başka bir yaşam olmadığına inanılır. Ölüm birleşikliğin-tümelliğin basite, ayrıntıya dönüşmesidir. Yeniden aynı hale gelinemeyeceğinden dirilme olamaz.

    İnsan bu dünyada 32 harfin (Fars alfabesi 32 harftir) gizemine erdiğinde kendisinden tüm dinsel teklifler kalkar. Fazlullah onların dinsel hükümler karşısındaki tüm sorumluluklarını üstüne almış, namazlarını kılıp, oruçlarını tutmuştur. Hurufiler “dünya bize cennettir, cennette ibadet görevi olmaz” demektedirler.

    Fazlullah'ın inanç ve görüşlerinden “harfleri” kaldırınca, onun inanç sistemi ile Şeyh Bedreddin’in maddeciliği ve yazının sonunda örneklemelerini vereceğimiz Varidat’taki düşünceleri arasındaki büyük benzerlikler, ortak noktalar rahatlıkla farkedilecektir.

    Öyle sanıyoruz ki, Şeyh Bedreddin'in Kahire'ye dönüp bir-iki yıllık bocalamadan sonra, ölen şeyhi Ahlati'nin makamında da 6 aydan fazla oturamayıp gizlice Mısır'ı terketmesinde, İsmaililik ve özellikle Hurufilikten bu büyük etkilenmenin çok büyük payı vardı. Aynı yıllarda Kaygusuz Abdal Sultan’ın da Kahire’de bulunduğunu anımsatalım.

    Gerçekte Şeyh Bedreddin Baba İlyas-Baba İshak ve Hacı Bektaş Veli çizgisi üzerinde yürümüş. 1390’lı yılların başlarından 1410'a, yani Musa'nın kazaskeri oluncaya dek Şam, Halep'den Tebriz'e ondan sonra, Orta, Güney ve tüm Batı Anadolu'da yaptığı gezilerle toplumsal devrimci kişiliğini kazanmıştı. Alevi halk yığınlarının arasında Baba İlyas-Baba İshak başkaldırı geleneğinin bayrağını kapmıştı. Hiç kuşkusuz ki Bedreddin, İslam tarihi içerisindeki tüm batıni Alevi halk hareketleri; Orta Asya’da, İran-Azerbaycan ve Irak’ta yükselen Mazdekizm, Babek-Hurremi, Karmati toplumsal başkaldırını ve yarattıkları ortakçı-üleşimci halk yönetimlerini de çok iyi incelemişti. 4

    4 Bu toplumsal başkaldırı ve yönetimlerin genişçe incelendiği “İnanç, Düşünce ve Siyasal Tarih Bağlamında Alevilik” kitabımıza bakılabilir.


    ŞEYH BEDRETTİN VE BİZANS DÜNYASI

    Şeyh Bedreddin'in padişaha karşı kıyamla ilgisi olmadığını ileri süren torunu Hafız Ali'nin yazdığı Menakıbname’ye göre Şeyh Bedreddin'in annesi Dimetoka beyinin kızı olup, babası Gazi İsrail onu kentin fethinde savaş ganimeti olarak almıştır. Öte yanda, Şeyh Bedreddin'in doğum tarihinde (Hicri 760/1357-8) tam bir görüş birliği içinde olan tarihçi ve araştırmacılar, Dimetoka'nın Osmanlılarca alınış tarihine dikkat etmeden, bu kalenin Bizans beyinin Kızını Bedreddin'in anası kabul etmekte sakınca görmemektedirler.

    Dimetoka (Didymoteikhos/Didumoteicos) , Osmanlılarca ele geçirildiği 1361-62'ye kadar Türklerin en az iki kez saldırısına uğramış, yağmalanmıştır. Şeyh Bedreddin ise, Dimetoka'nın alınışından 3-4 yıl önce doğmuştur. Demek ki, Osmanlıların kenti ele geçirişine bağlanırsa, Bedreddin'in Anası beyin kızı olamaz. Öte yandan bu kadın gerçekten Dimetokalı bir Hıristiyan kızıdır. İ. H. Uzunçarşılı ve G. Ostrogorski'nin Dimetoka'ya ilişkin verdiği bilgiler ışığında diyebiliriz ki, Bedreddin'in dedesi ve babası daha önceki savaşlara katılmışlardır. Ailenin Trakya'ya gelip yerleşmiş olması da mümkündür.

    Dimetoka (Didymoteikhos) önemli bir Bizans kentidir. Kantekuzenos 1341 yılında burada kendini imparator ilan ettirip, yıllarca sürecek olan içsavaşı bu kentte yayınladığı bir bildiri ile başlattı. Ancak kısa bir süre sonra kent imparator V. İoannes'in müttefiği Sırp kralı Stephan Duşan'ın eline geçti. 1343 yılı başında kenti, Kantekuzenos'un dostu ve müttefiği Aydın emiri Umur Paşa, onun adına geri aldı. Kent bu başarının bedeli olarak Türk birliklerince yağmalandı. (G. Ostrogorski, Bizans Devleti Tarihi, Ankara 1981, s.471-479) Ancak 1352 yılında Türkler bir kez daha geldiler. Kantekuzenos'un kızıyla evlenmiş olan Sultan Orhan, yardım isteyen bu dost ve müttefikine oğlu Süleyman'ın komutasında 10 bin kişilik bir kuvvet gönderdi. Bu kuvvet V. İoannes'in müttefikleri olan Sırp ve Bulgar krallarını Dimetoka civarında yapılan savaşta yendi, kent bir kez daha Türk yağmasına uğradı.

    Menakıbname’de Süleyman Paşa ile gelip savaşlara katıldıkları belirtildiğine göre, Şeyh Bedreddin'in dedesi ve babasının, Kantekuzenos için gelen bu kuvvet içinde bulunduklarını söyleyebiliriz. Ama bu savaş Dimetoka'nın fethi değildi. Osmanoğulları henüz Trakya ve Balkanlarda fetih seferleri yapmaya hazır duruma gelmemişlerdi. Bunlar, bölgeyi tanımak, Bizans aristokratlarının, büyük toprak ve malikane sahiplerinin temsilcisi Kantekuzenos'un, başkaldırmış halk yığınlarını (zelotları) ve onlara yardım eden güçleri ezmesine yardım için yağma, ücret ya da toprak karşılığı yapılan savaşlardı.

    Bizce Gazi İsrail, Hafız Ali'nin ileri sürdüğü gibi Dimetoka beyinin kızını değil, ama 1352 yılındaki savaş sırasında Hıristiyan tutsaklardan payına düşen sıradan ve halktan bir kızı (Melek) kendine eş aldı. Bedreddin, 6-7 yıl sonra, Gazi İsrail Simavna kadısıyken doğdu.

    Dimetoka Osmanlıların eline bu savaştan tam on yıl sonra geçti. Sultan I. Murad 1363'lerde sarayını Dimetoka'ya, 1365'den itibaren de Edirne'ye taşıyıp, burayı başkent yaptı. (G. Ostrogorski, agy,s.493) Kadı İsrail Edirne'ye yerleştiğinde Bedreddin 7-8 yaşında olmalıdır.



    7.....BÖLÜM www.turnadergisi.de

    herşey inançları özgür yaşamak için
    [email protected]

    [email protected]

  • şeyh bedrettin

    25.01.2008 - 21:23

    Şeyh Bedreddin ve Hurufilik (Harf Gizemciliği)

    Yaşamının on-onbeş yılına sığdırdığı sosyal bilinçlenme, düşünce ve eylem adamı olma sürecinin başlarında, ilk etkilendiği kişinin Fazlullah Hurufi olabileceğini düşünüyoruz. Ne fıkıha ilişkin yapıtlarında ne de Varidat’da Fazlullah'ın adının bulunmaması önemli değildir. Fazlullah'ın düşünce ve inancı ile Bedreddin'in oluşan düşünceleri arasında önemli bir yakınlık vardır. Üstelik, Menekıbname’sinde bazı ipuçları bulunmaktadır.

    Şeyh Bedreddin, şeyhi Hüseyin Ahlati'nin isteği Doğu'ya seyahata çıkıyor. Timur'un Irak ve Suriye üzerine ilk seferinin (1393) ardından, Şeyh Bedreddin Sultaniye'ye ve arkasından Tebriz'e gidiyor. Torunu Hafız Ali, Menakıbname-i Şeyh Bedreddin İbn Kadıİsrail’de onun Yıldırım'a ihanet edip Timur tarafına geçen askerlerle konuştuğunu söyleyerek bu seyahati Ankara Savaşı'ndan sonraya almış. (A.Gölpınarlı: Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, s.109)

    Bizce bu doğru değil. Kanaatımıza göre Şeyh Bedreddin, Astrabadlı Fazlullah Hurufi'nin öldürüldüğü ve Hurufilerin çok sıkı bir biçimde koğuşturulduğu yıllarda (1393-1394) Tebriz çevresinde bulunmaktaydı. Fazlullah ya da müritleriyle tanışmış, konuşup tartışmış olabilir. En azından Fazlullah'ın yapıtlarından bazılarını okumuş olmalıdır.

    Yalnız onlarla değil, Bedreddin, Fazlullah Hurufi’yi kendilerinden sayan İsmaili dai’lerle ilişki kurmuş olmalıdır. Çünkü Fazlullah’ın kenti Astrabad’da ve bölgenin dağlık ve kırsal alanlarında, çok sayıda İsmaililer yaşamaktaydı. Timur 1393 yılında, Hazar denizinin güney kıyıları boyunca uzanan Tabaristan'ın ana kenti Amul'daki ve de Mazandaran'ın kuzey sınırına bitişik Jurjan (Curcan) eyaletinin kenti Astrabad'daki kalabalık İsmaili nüfusunu silip süpürdü. 1393 mayısındaki İran seferi sırasında, Hamdan'dan İsfahan'a giderken, yoksul İsmaililerin yaşadığı Anjudan'da birkaç gün geçirdi. Askerleri birçok İsmailiyi vahşice boğazladılar ve mallarını mülklerini talan ettiler. Şarafuddin Ali Yazdi'nin (ölm. 1454) Zafar-nama'de (1.vol., s. 577) yazdığına göre,

    “Anjudanlı İsmaililer, yeraltındaki tünellerde saklanıp korunmayı denemişlerdi. Fakat, onların büyük bir kısmı, Timur'un askerleri tarafından tünellere su salınınca, canlarını yitirdiler.”

    Dönemin İsmaili İmamı İslam Şah, Hüccet(baş Dai) ve Dai’leriyle Anjudan’da gizleniyordu. Timur’un gelişinden az bir süre önce Şehr-i Babek’e, diğer adıyla Kahek’e geçerek orada gizli karargahını kurdu. Demek istediğimiz Bedreddin’in Azerbaycan-İran gezilerinde, kendilerine hem Şiiler hem de Sünniler düşman olduğu için derviş kılığında ve hurufiler adıyla halkın arasında dolaşan İsmaili dai’leriyle görüşmemiş olması olasılık dışıdır.

    Timur’un bu ölümcül koğuşturmaları sırasında Azerbaycan'dan kaçan Hurufi ozanı Seyyid İmadüddin Nesimi, Anadolu'da saklandığı Aleviler arasında inançlarının propagandasını yapmaktadır. Onun Anadolu'da kaldığı yıllarda (1394/5-1404) , Şeyh Bedreddin de Anadolu'yu bir baştan bir başa gezmektedir. Karşılaşıp karşılaşmadıkları bilinmiyor. Ama birbirlerini tanımadıklarını da düşünemiyoruz.

    Hacı Bayram Veli ile karşılaşmak isteyip de kabul görmemiş olduğu söylenen Seyyid Nesimi'nin, Şeyh Bedreddin'le karşılaşmak ve birlikte yol yürümek istememesi, ona olan kırgınlığına bağlanabilir. Bu kırgınlık Bedreddin'in, Asrabadlı Fazlullah Hurufi ve yandaşlarının kırımına tanık olmasına rağmen, Timur'un huzuruna çıkıp, onun övgülerini almış olduğu söylentilerinden kaynaklanabilir.

    Menakıbname-i Şeyh Bedreddin’de anlatıldığına göre, koyu bir Şii şeriatçısı olarak bilinen Timur, Şeyh Bedreddin'i şeyhülislam yapmak istediği gibi, damadı olmasını da arzu etmiş. Ama o bunları kabul etmeyip, şeyhi Ahlati ile buluşmak üzere, Sultaniye'yi gizlice terketmiştir. (A.Gülpınarlı, agy, s.109-110) Bize göre Şeyh Bedreddin, kendisini kıskanan ve gözden düşmüş ulemadan birileri Timur'a, onun Fazlullah ya da Hurufilerle ilişkisi olduğunu gammazladığı için kaçıp canını kurtarmış olmalıdır. Çünkü bu konudaki verilen bilgilere bakılırsa, Şeyh Bedreddin Timur’un huzurunda dinsel bilimler ve fıkıh üzerine yaptıkları tartışmalarda, Timur’un ulemasına üstün gelmiş ve onları çok zor durumlara sokmuştur.

    Gerek Şakayik ve gerekse Menakıbname-i Şeyh Bedreddin’de Bedreddin'in Konya'da Feyzullah adında birinde okuduğu kaydedilmektedir. A. Gölpınarlı bu kişinin Fazlullah olabileceği varsayımını, “Bedreddin'in Varidat’ında Hurufiliği okşar küçücük bir ima dahi yoktur” diye reddediyor. Biz bu yargıyı doğru bulmuyoruz. Feyzullah adındaki bu kişi Fazlullah niçin olmasın? Hafız Ali dedesini savunmak ve korumak için Fazlullah yerine Feyzullah kullanımını tercih etmiştir. Ayrıca, menakıpname yazarlarından modern tarihçi anlayışı bekleyemeyiz. Kaldı ki, Hafız Ali'nin Menakıb-i şeyh Bedreddin’i yazdığı yıllarda (1455-1460) Hurufiler, rafızi ve mülhid (sapkın, dinsiz) görülerek koğuşturulmakta ve yakalananlar diri diri ateşe atılıp yakılmaktadır. (A.. Gölpınarlı: Hurufilik Metinleri Katalogu. Ankara 1989: 81-83) Dedesinin ayaklanmaya katılmadığını ispat etmeye çalışan (?) yazar, hiç açık açık Hurufi önderinden söz edebilir mi?

    Buna karşılık Hafız Halil'den yaklaşık yüzyıl sonra, bu konuda onun yazdıklarından yararlandığı anlaşılan, Taşköprülüzade'nin Şakayık-i Numaniye’sinin Mecdi Efendi çevirisinde şöyle yazılıdır: “Konya'da Mevlana Fazlullah'ın talebelerinden Feyzullah'dan bazı ulvi ve ilm-ü nahvi (Harf ilmi) dört ay kadar tahsil üzere oldu.” (Aktaran Necdet Kurdakul, agy., s.45)

    Ayrıca son yıllarda yazılan ve dört Arapça Varidat elyazmasını karşılaştırarak Fransızca doktora tezi hazırlamış olan Prof. Dr. Bilal Dindar, bu kişinin kesinlikle Hurufiliğin kurucusu Fadl-Allah (Fazlullah) olduğunu savunmaktadır. (B. Dindar: Sayh Badr Al-Din Mahmud et Ses Varidat, Ankara 1990: 19-20, dipnt.2)

    6.BÖLÜM..... wwww.turnadergisi.de

  • şeyh bedrettin

    24.01.2008 - 20:56

    Şeyh Bedreddin'de Devrimci Düşüncenin Kaynakları

    Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin yukarıda uzunca anlattığımız gibi iyi bir fıkıhçı ve şeriat bilgini olarak yetişip, yapıtlarıyla döneminin İslam dünyasında büyük ün kazanmıştı. Ancak onun 1407'lerde Varidat (İçe Doğuşlar) ile Sünni şeriat düzeninin tam karşısında yer aldığını görüyoruz.

    Şeyhi ve bacanağı mutasavvıf Hüseyin Ahlati'nin tekkesinin başındayken 1397'de gizlice Kahire'den ayrılmasından on yıl geçmiştir. Daha önceki doğu gezilerini de sayarsak, bu yıllar onu Halep, Şam, Tebriz, Sultaniye, Tokat, Karaman, Aydın, Tire, Ege adalarıve birçok Trakya kentlerini dolaşırken, Batıni-Alevi somutundaki kazanımlarıyla Varidat çizgisine ulaştırmıştır.

    Yaşamının bu önemli diliminde Şeyh Bedreddin, İslam şeriatı dışındaki dünyanın insanlarını tanımıştır. Gezdiği bölgelerin yoksul halk yığınlarıyla yüzyüze gelmiş; onların yaşadığı ve yüzyıl önce Yunus'un “gitti beyler mürveti, yediği yoksul eti içtiği kan olmuştur” diye tanımladığı zulüm ve baskı düzenini yakından tanımıştır. Ayrıca Timur'un devlet olma yolundaki Osmanoğulları'na vurduğu büyük darbe ile Anadolu'yu ezip geçmiş olmasından kaynaklanan siyasal ve toplumsal kargaşayı, kaosu görüp yaşamıştır.

    Varidat’ın Arapça kaleme alınmış olması, Bedreddin'in içinden geldiği şeriatı karşısına alıp İslam ulemasıyla yüksek düzeyde tartışmaya girmek ve yandaşlar sağlamak düşüncesinden kaynaklanmış olabilir. Karaburun'dan başlayarak, Alevi Türkmen, Rum ve Yahudi yoksul halk yığınlarını büyük eyleme geçiren öge Varidat’ın dili olmamıştır. Başta Bürklüce Mustafa ve Torlak Hu Kemal olmak üzere, müritlerine sözlü öğretip telkin ettiği komünistik fikirler, çoğunluğun ortak konuştuğu dille, Türkçe ile taşınmıştı.

    Şeyh Bedreddin'in bize ulaşan fikirleri, Varidat yoluyla değil, çağdaşı ve sonraki Osmanlı tarihyazıcıları, şeriat fetvacıları, Sünni İslam bilginleri ve Bizans tarihçileri aracılığıyla gelmiştir. Demek ki, Arapça yazılmış olan Varidat da amacına ulaşmıştır: Kimi İslam bilginlerine güre yüksek düzeyde bir din kitabı, kimilerine güre dinsizlik! ..

    Şeyh Bedreddin'in, dünya malının bütün insanların eşit olarak yararına sunulduğu; “kadınlar dışında, yiyeceklerin, giyeceklerin, evcil hayvanların ve toprağın tümünün ortak malı olduğu, herkesin herkesinkini kullanabileceği” biçimindeki (Dukas'ın tanımlamalarına güre) ve de büyük arazi ıslarının, yani büyük beylerin, tımarlı sipahilerin mallarının ellerinden alınıp eşit olarak herkese dağıtılmasını öngüren düşüncelerinin kaynaklarınıve dönemin olaylarını, düşünsel gelişmeleri bir gözden geçirelim.

    Bunun için, yüzlerce yılın dinsel, düşünsel ve sosyal mücadeleler tarihini inceleyip örnekler aramak gerekli değildir. Yanıbaşlarındaki Bizans'ta çağdaş toplumsal olayları, kiliseye karşıt inaçları, hümanist filozofları ve yapıtlarını ve yine Ortodoks İslam dünyasının adlandırmasıyla çağdaş mülhidlerini (dinsizlerini) incelemek yeterince fikir verir.

    Türkçeden başka Arapça, Farsça ve Grekçe (anasının dili) bilen Şeyh Bedreddin, bu dillerdeki yazılı kaynakları okuyup inceleyebilmiştir. Ve büyüdüğü çevrede (Simavna, Dimetoka ve Edirne) destanlaşmış birçok toplumsal başkaldırı olayları, onun çocukluk günlerinin ninnileriydi.

    5.BÖLÜM...... WWWW.TURNADERGİSİ.DE

    PATİ[email protected]
    PATİ[email protected]
    PATİKA@LİVE.NL

  • şeyh bedrettin

    24.01.2008 - 12:59

    Aynı Zamanda Çağını Aşmış Bir Batıni-Alevidir, Bedreddin Mahmud

    Elimizde tasavvuf konularında, Şeyh Bedreddin'in olduğu kesinlikle bilinen yapıtlar vardır. Bu yapıtlarda adınıanmış olduğu mutasavvıfları tanıyoruz.

    İ. Zeki Eyüboğlu Bedreddin'in ilk el aldığı Seyyid Hüseyin Ahlati'den pek etkilenmiş olduğunu kabul etmezken, Abdülbaki Gülpınarlı, “Ahlati'nin kimya ve hekimlikle uğraştığı bilindiğinden, Varidat’ın akla dayalı bir yapıt olmasında büyük etkisi olduğunu söyleyebiliriz” demektedir. (A. Gölpınarlı: Simavna Kadısıoğlu şeyh Bedreddin. İstanbul l966: 4-5)

    Eyüboğlu, Bedreddin'in tasavvufi gürüşleri üzerinde Gazali ve Muhyiddin-i Arabi'nin etkilerinden söz etmektedir. Gazali'de düşünce düzeninin odak noktası haline gelen sezgi (keşf) ve gönül, Şeyh Bedreddin için de gerçeğe varmanın iki yoludur. Gazali ile us konusundaki gürüşleri birse de yaratılış, yaratan ve evren konusunda farklıdırlar. Bedreddin'in onun İhya-yıUlum ve Kimya-yı Saadet kitaplarını eleştirdiği görülür.

    Muhyiddin-i Arabi'de tek gerçek varlık Tanrıdır, yaratılış ve yoktan varoluş yoktur. Tanrıda özünden ortaya çıkış (zuhur, südur) vardır. Tanrının görünüm alanına çıkması evreni ve onu dolduran varlıkları oluşturur. İnsanla Tanrı özdeştir. Sezgi, bir içe doğuş ve tanrısal gürünüştür. Ölüm ruhun gövdeden ayrılmasıdır, ama yok olması değildir. Herşey Tanrı görünüşü olduğundan yok oluş düşünülemez.

    Muhyiddin-i Arabi'nin bu düşünceleri genelde “tanrı-insan-evren” üçlüsü üzerinde yoğunlaşır. Şeyh Bedreddin, daha somut ve kesin olması dışında tasavvufta Muhyiddin-i Arabi ile eş düşünce ortamındadır. Muhyiddin-i Arabi'nin Fususü'l-Hikem'ine yazdığı yorum, bir bakıma tasavvuf çizgisindeki aşamaları gösterir. Ama gerçekte Bedreddin, bu çizgisini Halep, Tebriz, Tokat, Karaman, Aydın, Tire, Ege adaları, Edirne ve Balkanlara kadar uzatıp Batınilik-Alevilik

    somutunda son aşamaya ulaştırmıştır.

    İbni Arabşah'ın onun için, “bilimler alanında bütün arkadaşlarından üstün olarak yurduna döndükten sonra sufi oldu” demesi, onun batıni yönünün eleştirisiydi. Bedreddin, zamanında Konya'da çok büyük ünü olan Mevlana'dan, hiçbir yazısında ve tek bir sözcük etmemiştir.(2) Buna karşılık Bedreddin'in Yunus Emre'nin şiirlerini okuduğu, derin bir sezişle dinleyip duygulandığı biliniyor.

    Şeyh Bedreddin'in 1407 yılında yazmış olduğu Varidat (malvarlığı, zenginlik değil; akla gelen şeyler ya da içe doğuşlar anlamına gelir) , kimilerine göre yüce bir din kitabı ve kimilerine göre ise bir dinsizlik kitabıdır. Üç çarpıcı örnekle Osmanlı din adamlarının Varidat’a ve yazarına nasıl baktıklarını görelim:

    İskilipli Halveti Muhyiddin Muhammed (ölm. 1516) Hakıykat ül Hakayik adını vermiş olduğu, Varidat’ın açıklamasını (şerh-i Varidat) yaptığı kitabının başında özetle şunları söylemektedir:

    “Bu risaleyi Peygamber şeriatının güneşi, Mustafa yolunun Bedr'i (ayı) ... Hakkı bilen, gerçeği gerçekleştirmiş erenlerin seçkini, olgunluğa irmişlerin en olgunlarının en olgunu... Allaha mensup bilginlerin tam inanç gerçeğine varanların sultanı, hak, şeriat ve takva ve dinin Bedr'i yazmıştır. Allah aziz sırrını kutlasın.” (Abdülbaki Gölpınarlı: Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, s.42)

    Osmanlı Şeyhülislamlık makamını Kanuni, II. Selim ve III. Murad zamanlarında tam 28 yıl işgal etmiş, Kızılbaş kanına doymayan Ebusuud Efendi -ki Muhyiddin Muhammed'in oğludur- 1548 yılındaki fetvalarında ise, babasının yüzde yüz karşıtı bir görüş içinde Bedreddin ve yapıtını mahkum etmektedir:

    - “Soru: Şeyh Bedreddin Simavi ki Varidat yazarıdır; Bedreddin yandaşlarına küfür ve lanet etmeyen kafirdir, diyen birine ne yapmak gerekir? ”

    - “Cevap: Aslında, Bedreddin yandaşı olanlar kafirdir, demek doğrudur. Ama, diğer kafirlerin olduğu gibi bunların da adını anmayıp, lanet etmeyen kendi halindeki Müslümanlar kafir olamaz.”

    - “Soru: Bedreddin yandaşlarından, yani Simavilerden bir bölük insan şarap içip, izinle birbirlerinin karılarını kullansalar, bunlara ne yapmak gerekir? ”

    - “Cevap: Derhal öldürülmeleri gerekir.”

    - “Soru: Bir kişi; 'kim Şeyh Bedreddin dervişlerini evinde konuk ederse onu cezalandırıp, ayrıca cürüm parası almak gerek' dese bu uygulama dine uyar mı? ”

    - “Cevap: Konuk olan kötü Simavi yandaşıysa uyar.” (Rıza Zelyut: Osmanlı’da KarşıDüşünce ve İdam Edilenler, s.40-41)

    Kısas-ıEnbiya yazarı Cevdet Paşa, 1850'lerde Osmanlı Şeyhülislamı Arif Hikmet Bey'in, Varidat’ı nerede bulursa ucuz-pahalı satın alıp yaktığını anlatmaktadır. (Aldülbaki Gülpınarlı, agy, s.50) Öyle ki, gözüm açık yazıcılar Arif Hikmet beye satmak üzere uyduruk Varidat’lar yazmışlar.

    Varidat’da, Bedreddin'in savunduğu adına uygun ileri sürülen nitelikte bir toplum düzeninden söz edilmez. Bugüne ulaşan yapıtlarında malda, toprakta mülkiyetin kaldırılıp, ortaklaşa kullanılmasını açıkça belirleyen cümleler yoktur. Ama öte yandan Şeyh Bedreddin'in komünistik düşünceler doğrultusunda vaazlar verdiğini, mal konusunda ortaklığı benimsediğini, ona bağlananların ve özellikle Börklüce Mustafa'nın olduğu söylenen konuşmalardan çıkaran kaynaklarda, bu konuda tam birlik vardır. Çağdaş Bizans tarihçisi Dukas'tan, Ebusuud Efendi'ye değin birçok kimse, Şeyh Bedreddin'in ve yandaşlarının ortakçılığı önerdiklerini açık açık yazar.

    Varidat’da sistematik bir anlatım düzeni bulunmamaktadır. Kitap, sohbet toplantılarında yapılan konuşma ve açıklamaların, o anda akla gelmiş gözlemlerin, nakillerin derlenip yazılmasından oluşur ve Arapçadır.

    Varidat (İçe Doğuşlar) , yazarının çağını aşan, yeni ve şeriata aykırı sayılan düşünceleri içermektedir. Yapıtta yaratılış, insan, tanrı, evren, diriliş ve yargıgünü, cennet, cehennem, ölüm ve ölümsüzlük, düş, cinler ve melekler vb. soyut konular işlenmiş, karşılıklar aranmış ve onlarla ilgili düşünce ve yorumlar ortaya konmuştur. Sorunlar üzerinde dururken İslam dininin uygun görmediği bir bakış açısı benimsenmiştir.

    R.Yürükoğlu bunun açıklamasını şöyle anlatıyor:

    “Varidat’da öne sürülen düşünceler, Babai-Bektaşi düşüncesinin, kendi mantığı içerisinde ilerletilmesidir. Bedreddin'e göre insan Tanrıya en yakın varlıktır. Tanrı, insanın özündedir. Bu nedenle insan Tanrı, Tanrı insandır. İnsanla, doğayla Allah arasında hiç fark gözetmeyen bu düşünce, panteizmin en gelişmiş, ateizmle buluşmuş biçimidir.”

    “Tanrı yaratıcılığı, ‘yoktan var ediş’ değil, Tanrı özünden dışa taşmadır... Tüm nesneler, türlerine, niteliklerine göre sıralandıkları evrende bir bütün oluştururlar. Bu bütün Tanrıdır.”

    “Bir nesnenin yapısında olmayanı Tanrının istemeye yetkisi yoktur..”.

    “Bedreddin'e göre ölümden sonra dirilme yoktur. Çünkü tüm aşamalar cisimler aleminde toplanmıştır. 'Cisim ortadan kalkarsa ne ruhlardan, ne de soyut varlıklardan iz kalır' der.

    Bu anlayışa göre doğuş başlangıç, ölüm sona eriştir. (Burada M. Arabi'den tamamıyla ayrılır-İ.K.) Cennet ve cehennem, bu dünyadaki iyi ve kötü davranışların, ruhlardaki acıya da tatlı etkileridir.” (R.Yürükoğlu: Okunacak En Büyük Kitap İnsandır. 4.basım, İstanbul 1994: 245

    4.BÖLÜM..... WWW.TURNADERGİSİ.DE

  • şeyh bedrettin

    23.01.2008 - 15:19

    İslam Fıkıhçısı Şeyh Bedreddin Mahmud

    Günümüze kalan yapıtlarından anlaşıldığına göre almış olduğu eğitim Şeyh Bedreddin'i çağının önemli bir şeriat bilgini yapmıştır. En önemli yapıtı Camiü'l-Fusuleyn İslam hukuku üzerinedir. Nejat Birdoğan bu yapıttan şöyle bir alıntı veriyor:

    “Dünyada kutsallık yoktur. Kutsallık sadece Tanrı'dadır. Onun yarattığı herşey, her nimet insan içindir. Toprağın tek ıssı Tanrı'dır. Rumeli'nde bol bol görülen malikane ısları yüzünden insanlar bu nimetten mahrum bırakılamaz.” (Kavga, Sayı14)

    Bedreddin, Kuran'ın öngürdüğü, ama hiçbir zaman şer'i yorumlarla uygulanmamış bu ölü ilkelerin yaşama geçirilmesinin insana mutluluk vereceğini ve bunun da birkaç beyin elinde bulunan Rumeli topraklarının halkın eline geçmesiyle mümkün olacağını vurgulamaktadır.

    Bedreddin'in, Edirne'de Kazaskerliğe (Kadıasker) atandıktan sonra ilk olarak, bir çeşit Medeni Kanun sayılan, Camiü'l Fusuleyn’i hazırlamış olduğu görülmektedir. 1413 yılında on ay içinde tamamladığı bu eseri, bu yüksek görevi sırasında kullanmak ve zamanın yargıçlarına bir kolaylık olmak üzere hazırlamıştır. Özellikle birinci bölümünde, zamanın yargıçlarına hitabettiği kısmı Türk Hukuk Felsefesi yönünden büyük önem taşımaktadır. Burada ortaya koyduğu hukuk ilkeleri, kendisinden dörtyüz yıl sonra hazırlanmış (1869-1876) , “Mecelle-i Ahkam-ı Adliye”den çok ileridedir. (Necdet Kurdakul: Bütün Yönleriyle Bedreddin. İstanbul 1977: 146-147)

    Camiü'l Fusuleyn’de Bedreddin, yargıcı, iskolastik hukuk çıkmazından kurtararak aydın bir dünyayı işaret etmiş ve şöyle demiştir:

    “Mademki, bir yargıç kendi reyinin, başkalarının fikir ve içtihadına değil gerçeğe uygun olduğuna kanidir; ona kendi reyiyle hükmetmek vacip olur. Gayrının reyiyle hüküm vermek nasıl helal olur ki...”

    Görülüyor ki, bu noktada Bedreddin yargıcı, ne Kadıasker'in ve ne de Sultan'ın buyruğuna bağlı kılmıştır. Onu kendi görüşü ve ferasetiyle başbaşa bırakmıştır. Bedreddin'in bu hukukta bağımsızlık ve özgürlük ilkesini çağımızda dahi gözlemek olanağına sahip değiliz. (Necdet Kurdakul: Bütün Yönleriyle Bedreddin, s.149-150)

    Kendisi iyi tanıyan İbni Arabşah'ın “bilimsel yeteneğini deniz gibi sonsuz buldum, üzellikle fıkıhta...” dediği Bedreddin'in fıkıh konularını işlediği iki yapıtı daha vardır: Letaifü'l İşarat ve Kitabü'l-Teshil.

    Bunlardan Teshil her iki hukuk kitabının açıklaması ve yorumu durumundadır. Nuru'l Kulub ise Bedreddin'in Kuran tefsiri alanında yazdığı tek kitaptır. Ukudü'l- Cevahir ve Çeragü'l- Fütuh adlı yapıtları Arab dili kuralları ve sözdizimi üzerinde yazılmış medrese ders (sarf-nahiv) kitaplarıdır.

    Menakıbname-i şeyh Bedreddin’de verilen sıraya göre Letaif-ül-İşarat, Ukudü'l- Cevahir’den sonra, Bedreddin tarafından ikinci eser olarak hazırlanmıştır. Kitabın kendisi günümüze ulaşmamış, ancak Teshil’in önsözünde verilen bilgiden anlaşıldığı üzere, Cami'ül- Fusuleyn gibi bir yasa kitabı değil, hukuk bilimiyle ilgilidir. Yani Fıkıh'ın (İslam Hukuku) hem ahirete ilişkin hükümlerini hem de dünya işlerine ait kuralları konu olarak almıştır. Şeyh Bedreddin özellikle Teshil’i, başında söylediği gibi, Letaif ül-işarat adlı hukuk kitabını anlamak okuyanlara güç geldiği için, bir yorum ve açıklama kitabı olarak yazmıştır. İçerisinde bine yakın hukuksal sorunlar zikretmiş ve açıklamasına girişmiştir. (Necdet Kurdakul, agy, s.150-152)

    Bu yapıtlarından Teshil ile Nuru'l Kulub’u İznik sürgününde yazmıştır. İ. Zeki Eyüboğlu bu durumu şaşırtıcı buluyor ve Şeyh Bedreddin ve Varidat adlı kitabında şöyle diyor:

    “Kendini tasavvufa verdiği, yeni inancıyla bütün şeriat ilkelerine karşıçıktığıbir dünemde, gürüşlerine karşıt konularda çalışmalara koyulmasıve kendine `bilgin' olarak büyük ün kazandıran yapıtlar ortaya koyması biraz çelişkilidir.” (İ. Z. Eyüboğlu: Bütün Yönleriyle Şeyh Bedreddin ve Varidat. İstanbul 1977: 155)

    Öte yandan, Osmanlı resmi tarihyazıcıları da,

    “Sultan Çelebi Mehmed, ilmine ve fazlına çok hürmet ettiği Simavna Kadısıoğlu Bedreddin'i, İznik'de ailesiyle birlikte 1000 akça aylıkla meskene tabi kıldı” diye

    yazmaktadırlar. Bu yorumlara katılmıyoruz.

    Bir düşünelim: Mehmet Çelebi Bizans İmparatoru Manuel'e bazı eski topraklarını geri vererek kardeşine karşı anlaşmış, Bizans gemileriyle Rumeli'ye geçip Musa Çelebi ile üç kez savaş yapmış ve ikisinde yenilerek Bizans'a sığınıp canını zor kurtarmış. Ve ancak 1313'de bazı Tımarlı sipahilerin, büyük toprak sahibi beylerin Musa Çelebi'yi terketmesiyle üstün gelip kardeşini öldürtmüş. (İ. H. Uzunçarşılı: OsmanlıTarihi I, s.342-345) Mehmet Çelebi'nin, düşmanı olan kardeşinin akıl hocası Şeyh Bedreddin'i, hem de günde 30 akçanın üstünde gündelikle (130 yıl sonrasında devletin en büyük memuriyet makamı olan Şeyhülislam'ın gündeliğinin üçte biri) ödüllendirmesi düşünülemez.

    Bizim kanaatımız odur ki, Şeyh Bedreddin bu kitapları yazmaya mecbur edildi. Çelebi Sultan'ın çevresindeki din bilginleri Bedreddin'in yeteneklerini çok iyi biliyorlardı. Ayrıca, ikinci kuruluş ve toparlanma döneminde devlet kurumlarının güçlenmesi gerekliydi. Belki de bu yüzden canını bağışlayıp gözaltında tuttular. Yazdıkları bir çeşit tövbe sayılacaktı. Önce Edirne'de tutukluyken - belki artık güven verdiği için - İznik'e getirildi. Bedreddin'in Teshil’in yazılışını anlatışı anlamlıdır:

    “816 (1414) yılında bu şerhimi yazmaya başladım. Buradan ayrıldıktan sonra 818'de (3 Eylül 1415) tamamladım. Hapis ve gurbetin verdiği acılar ve sürekli üzüntü içinde sürüklenmekteyim. Kalbimin içindeki ateş tutuşmuş, günden güne artıyor. Öyle ki kalbim demir bile olsa dayanıklılığına karşın eriyip gidecek. Ey gizli lütuflar ıssı? Korktuklarımızdan bizi kurtar! ”

    3 BÖLÜM.......
    www.turnadergisi.de

  • şeyh bedrettin

    22.01.2008 - 11:37

    1. Şeyh Bedreddin'in Yaşamı

    Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Mahmud'un yaşamına ilişkin en geniş bilgi, torunu Hafız Ali'nin yazmış olduğu manzum Menakıbname-i Şeyh Bedreddin de bulunmaktadır. Ancak bu tür bilgilerin diğer menakıbnamelerde olduğu gibi masalsı yönleri ağır basmakta, ermiş bir veli olarak olağanüstülükler sarmalı içinde verilmektedir.

    Çağdaşı İbni Arabşah ve Aşıkpaşazade dahil, tanınmış Osmanlı resmi tarihyazıcılarından Şeyh Bedreddin hakkında konuşmayan yok gibidir. Ne var ki, hepsinde anlatılanlar birbirinin aynısıdır.

    Bedreddin'in Abdulaziz adındaki dedesi Selçuklu sultanları soyundanmış ve Hafız Ali'nin anlattığına güre Osmanlılar Rumeli'yi istilaya başladıklarında katıldığıDimetoka Savaşı'nda şehit düşmüş. Abdulaziz'in oğlu İsrail, Dimetoka Rum beyinin kızıyla evlenmiş ve 1357-1359 yılları arasında, Melek adı verilen bu kadından Bedreddin dünyaya gelmiştir.

    Bedreddin Mahmud'un doğum yeri, Edirne yakınlarında bugün Yunanistan'da bulunan Karaağaç-Dimetoka arasında bulunan Simavna (Samona) kalesidir. Babası burada kadılık gürevinde bulunduğundan, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin adıyla tanınmıştır.

    Daha ufak yaşta iken Semerkand'a gidip öğretim gürmüş olduğu söylenen Kadı İsrail, oğlunun ilk hocası olmuş ve zamanının koşulları içinde en iyi üğretimi görmesi için elinden geleni yapmıştır. Bedreddin'in şeriat kurallarına uygun yetiştiği ve fıkıh, hadis, kelam, belagat, sarf-nahiv, tefsir gibi Kuran'a ve Arap diline dayalı öğretim gürdüğü muhakkaktır.

    Doğduğu yerdeki öğretimin ardından Bedreddin'in önce Bursa'ya gittiği, bir süre Konya'da kalıp, okuduğu bilinir. Yüksek öğretimi, Kahire'de dönemin bilginlerinden ders alarak tamamlamıştır. Bunlar arasında Mübarekşah Mantıki ve Muhammed bin Mahmud Ekmeleddün en tanınmışlarıdır.

    Bedreddin'in Mısır'daki arkadaşları arasında Seyyid Şerif Gürcani, tıp bilgini Aydınlı Hacı Paşa, şair Ahmedi, Molla şemseddin Fenari gibi Osmanlı uygarlığının, o çağda, önemli aydınları vardı. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Bedreddin ve arkadaşlarını “Razi Ekolüne bağlı bilginler” olarak değerlendirir.

    Bedreddin, Şeyh Hüseyin Ahlati'den tasavvuf öğrenmiş, (1) hatta kırk günlük sürelerle iki kez içekapanışa (çileye) girmiştir. Bedreddin, Memluk Sultanı Melik Zahir'in verdiği Maria adlı cariye ile evlenerek, şeyhiyle bacanak da olmuştur. Geleceğin sultanı Ferec'e bir süre hocalık yapmıştır. Fıkıha dair yapıtlarını bu sırada yazmaya başlamıştır.

    Şeyhinin önerisi üzerine Kahire'den Tebriz'e giden, orada tasavvuf alanındaki bilgilerini geliştirip, genişleten Bedreddin'in çağın ünlü tasavvuf erlerinden sayılan Abdurrahman-i Bistami ve arkadaşlarından bilgiler edindiği söylenir. Bu arada Timur'un çevresinde toplanan bilginlerle de tanışıp tartışmıştır.

    Yeniden Kahire'ye döndüğünde, 1397'de şeyhinin ölümü üzerine bir süre onun yerine geçmişse de, daha sonra Anadolu'ya gelmiş ve uzun süre Karaman, Germiyan, Aydın illerinde ve Tire'de dolaşmıştır. İ. Hakkı Uzunçarşılı Bedreddin'in bu gezilerini en doğru bir biçimde şöyle değerlendirmektedir:

    “Şeyh Bedreddin Anadolu'da dolaştığısırada tasavvufi daha doğrusu Batıni ilkelerini yaymaya başlamış ve gezdiği yerlerde hep Alevi Türkmenlerle temas ederek onların maksadına göre hazırlamak istemiştir; daha sonra şeyh Bedreddin Rumeli'ye geçip Edirne'ye yerleşmiş ve kendisini ziyarete gelenlerle gürüşerek yavaş yavaş etkinliğini artırmıştır.” (İ. Hakkı Uzunçarşılı: Osmanlı Tarihi I, 2.baskı, İstanbul 1982: 362)

    Şakayık-i Numaniye’de Bedreddin'in Sakız (Khios) adasına da gittiği kaydedilmektedir. Şeyh Bedreddin, 1410-1413 yılları arasında, Edirne'de padişahlık yapmış olan Musa Çelebi'nin kazaskerliğini (Ordu-yu hümayun kadısı) yaptı. Bedreddin Varidat'ı1407'de yazdığına güre, Musa Çelebi mutlaka onun düşünce ve inançlarını paylaşmaktadır. Yoksa, yine Uzunçarşılı'nın dediği gibi yalnızca, “Bedreddin'i kazasker tayin etmek suretiyle onun nüfuzunun yayılmasına yardım etmiş” olamaz. Nejat Birdoğan doğru bir saptamayla, “1412'de Bedreddin'in düşünceleri doğrultusunda Musa Çelebi'nin toprağın kullanma hakkını halkın emeğine bıraktığını” yazmaktadır. (Kavga, Sayı 14, Nisan 1992)

    Bedreddin'in asıl ünlendiği dönem, Çelebi Mehmet'in kardeşini yenip ortadan kaldırdıktan sonra Şeyh’i İznik'e sürmesiyle başladı. Yaydığı düşünce ve inançları dolayısıyla geniş etki yaratan ve çok yandaş toplayan Şeyh Bedreddin, bu dönemde eski kethudasıBörklüce Mustafa ve Torlak Hu Kemal'in etkinlikleriyle güçlendi. Bedreddin erleri, başlattıkları kavgada hayli başarı kazandılarsa da sonunda yenik düştüler. Şeyh Bedreddin yakalanarak Serez'e gütürüldü.

    Mevlana Haydar Acemi'nin verdiği fetva ile 1420-21'de asıldı. (Çeşitli kaynaklar şeyh Bedreddin'in öldürüldüğü zaman için 1414, 1415, 1417 ve 1418 gibi farklı tarihler vermektedirler.)

    1Şeyh Bedreddin’in Mısır’da Kaygusuz Abdal ile karşılaşmış ve onun tassavvufi sohbetlerinden

    yararlanmış olduğunu düşünüyoruz. Olasıdır ki, ilk batıni Alevilik inancını Kaygusuz Abdal ile ilişkilerinden tanımıştı. Kaygusuz Abdal Sultan incelememizde Şeyh Bedreddin ile olası ilişkiler üzerinde yorumlarımızı vermiş bulunuyoruz.

    2 BÖLÜM ......

  • şeyh bedrettin

    18.01.2008 - 19:51

    --------


    ŞEYH BEDREDDİN (BEDREDDİN MAHMUT)

    Şeyh Bedreddin, kesin olmamakla beraber 1365 yılında Simavna’da doğmuştur. Şeyh Bedreddin öğrenimine Edirne’de başladı. Bursa ve Konya’da eğitimini tamamladıktan sonra Mısır’a giderek zamanın ünlü bilginlerinden dersler aldı. Şeyh Bedreddin’in düşüncesi ve yaşamı Mısır’da Şeyh Hüseyin Ahlati ile tanışmasından sonra değişti. Çünkü Bedreddin o güne kadar hep Sünni İslam anlayışını benimseyenlerin çevresinde bulunmuş ve kendi düşünceleri de öyle şekillenmişti. Şeyh Hüseyin Ahlati ise Ehlibeyt düşüncesini yani Aleviliği benimseyen birisiydi. Şeyh Bedreddin, Şeyh Hüseyin Ahlati ile yaptığı sayısız tartışma ve sohbet sonrası Aleviliği benimsemişti. Bu aşamadan sonra Şeyh Bedreddin Tebriz’e giderek sarayda düzenlenen tartışmalara katılır. Tekrar Mısır’a dönüşünden kısa bir süre sonra Şeyh Hüseyin Ahlati vefat eder. Şeyh Bedreddin, Hüseyin Ahlati’nin yerine geçer. Bu makamda fazla durmayan Bedreddin Şam, Halep, Karaman, Konya, Aydın, Tire ve İzmir’e uğradıktan sonra 1406 yılında Edirne’ye gelir. Bu sırada Osmanlı İmparatorluğunda taht kavgası başlar. Süleyman Çelebi’yi yenen Musa Çelebi Edirne’yi ele geçirir. Hükümdarlığını ilan eden Musa Çelebi, etkisi ve sevenleri giderek artan Şeyh Bedreddin’i kazaskerliğe getirir. 1413 yılında Musa Çelebi’yi yenen kardeş Çelebi Mehmet, Şeyh Bedreddin’i İznik’e sürgüne gönderir.

    Osmanlı İmparatorluğu halk üzerindeki baskısını arttırıyordu. Baskılardan ve zulümden bıkan halk Şeyh Bedreddin’in ve diğer Alevi önderlerinin telkinleri sonucu isyan ediyordu.

    Alevi isyan ve ayaklanma tarihinin en önemli halkalarından birini Şeyh Bedreddin oluşturuyor. Şeyh Bedreddin’e bağlı olan Börklüce Mustafa Aydın’da, Torlak Kemal ise Manisa’da şanlı bir direniş gerçekleştiriyorlardı. Bu direnişler Osmanlı ordusuna ağır kayıplar verirken kendileri yenilmekten kurtulamadılar. Börklüce Mustafa’ya ve Torlak Kemal’e yapılan işkence ve bu işkenceye yiğitçe karşı koymasıyla Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal Anadolu Alevi halkının asırlarca belleğinde ve yüreğinde yer etmesini sağladı. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in yenilmesi sonucu Şeyh Bedreddin İznik’ten gizlice ayrıldı. Kendisini sevenlerin çok olduğu Deliorman yöresine çekildi. Hâlâ nasıl olduğu anlaşılmayan; Şeyh Bedreddin Osmanlı ordusuna esir düşer. Serez’e götürülen Şeyh Bedreddin orada idam edilir (1420) .

    ŞEYH BEDREDDİN DÜŞÜNCESİNDEN KESİTLER:

    Hayatı ve dünyayı kendi küçük dünyaları ile sınırlı tutanlar bizi anlamazlar.
    İnsanlar birbirlerine yahut haksız mala, meşru olmayan paraya veya rütbe ve mevkilere yiyecek ve içeceklere ibadet ediyorlar da, Allah’a ibadet ediyoruz sanında bulunuyorlar.
    Bütün namazlar ve niyazlar ahlâkın düzeltilmesi için iç yüzün arınlanması için birer vasıtadan ibarettir. Hakiki ibadetin hiç bir vakit kayıt ve şartı yoktur. Hangi tarzda yapılırsa yapılsın, Tanrının dileğine uygun olur. İbadetin temeli maksudun Hak olmasıdır. Bir cemaatte bu temel bulunmayınca yaptıkları ibadetler de kaybolur. Yalnız kötü toplantılar kalır. Fenalık üzerinde toplananlardan sen hemen uzaklaş.
    Kötü ve Çirkin işlerle uğraşan insanlar Hak’tan uzaklaşmışlardır. Cehennem işte budur. Cennetle cehennemi başka yerde aramak saçmalıktır.
    İnsanlar eylemleriyle, düşünce ve fikirleriyle güzeli ve iyiyi bulabildikleri oranda Hak’la kavuşmuşlardır.
    İnsanlar Müslümanlıktan önce somut bir puta taparlardı, çağımızda ise hayali bir puta tapıyorlar. Belki bir gün Hak kendisini gösterirde Hak olarak ona taparlar.
    Gerçek tasavvufçu, hiç bir insan gözünün görmediği, kulağının işitmediği, gönlünün sezmediği şeyhleri bilir. Onları halka, kafalarının alabileceği şekilde anlatır. Ama aslını içinde gizler. Eğer halk bunu öğrenirse, kendisini öldürür.
    Tanrı dünyayı yarattı ve insanlara verdi. Demek ki; dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır. Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizin malıdır.
    Tarih, gelecek için kavga verip, yitmiş bile olsa, insanlık için vuruşanları hiç unutmaz.
    İbadet etmekten amaç; ezeli ve büyük varlığa gönüllerin yönelmesi ve kapılmasıdır. Yoksa dünya umuruna dalmış bir kalp ile bin sene namaz kılmış, oruç tutmuş olsan, bundan dolayı hiç bir sevap ve mükâfat kazanamazsın.
    Ölmezden önce ölmek, dünyanın zevklerinden ve hayvani hırs ve şehvetlerinden sakınmaktır. Onu yapabilen insan, şüphesiz ki; hakiki varlık ile birleşir. Ve sonsuz hayat ile diri olur. Ancak insanlar dünyanın bin bir türlü çekici ve aldatıcı zevkinden, çeşit çeşit yakıcı hırslarından ayrılmadıkları için buna gönül vermezler.

    DEVAM EDECEK...........

  • GAZİ MAHALLESİ

    14.01.2008 - 15:42

    Gazi Mahallesi Olayları, 1995 yılı Mart ayında İstanbul'un Gaziosmanpaşa ilçesi'ne bağlı Gazi Mahallesi'nde provokatif bir eylem sonucu başlayan ve şehrin diğer bölgelerine yayılan olaylar.

    12 Mart 1995 günü akşam saatlerinde İstanbul’da Alevi vatandaşların çoğunlukta yaşadığı Gazi Mahallesi'ndeki üç kahvehane ve bir işyeri aynı anda kimliği belirsiz kişilerce bir taksiden otomatik silahlarla açılan ateşle tarandı. Saldırılar sonucu Halil Kaya adlı bir vatandaş hayatını kaybederken, beşi ağır yirmi beş kişi yaralandı. Saldırganların olay yerinden uzaklaştıktan sonra gasp ettikleri taksinin şoförünü öldürdükleri ve taksiyi ateşe vererek kaçtıkları anlaşıldı. Olayların ardından çok sayıda Alevi vatandaş, Gazi Mahallesi'nde toplandı, emniyet kuvvetlerinin olaya geç müdahale ettiklerini öne sürerek polis karakoluna yürüdü. Polisler grubun üzerine kurşun yağdırmaya başladı ve, Mehmet Gündüz adlı bir vatandaş hayatını kaybetti, birçok kişi de yaralandı.

    13 Mart günü polis karakoluna tekrar yürüyüşe geçen grup, çevik kuvvet ve özel timlerle desteklenen polisle çatıştı. Çatışmalar sonunda on beş kişi hayatını kaybederken, aralarında gazetecilerin de bulunduğu birçok kişi yaralandı. Aynı gün İstanbul valiliği Gazi Mahallesi ile iki mahallede daha sokağa çıkma yasağı ilan etti. Gazi mahallesi'ne giriş ve çıkışlar polis kontrolüne alındı. 14 Mart günü, Gazi Mahallesi'nde konan sokağa çıkma yasağına rağmen olayların bir türlü yatıştırılamaması üzerine bölgeye askeri birlikler sevk edildi. Yine aynı gün Gazi Mahallesi'nde çıkan olaylar nedeniyle Ankara Kızılay Meydanı'nda çıkan olaylarda otuz altı kişi yaralandı. 15 Mart'ta olaylar Ümraniye'ye sıçradı. Mustafa Kemal Mahallesi'nde çıkan olaylarda beş kişinin ölmesi ve yirmiden fazla kişinin yaralanması üzerine bu bölgede de sokağa çıkma yasağı ilan edildi. 16 Mart'ta dönemin İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu olayların yatıştırıldığını söyleyerek bölgedeki sokağa çıkma yasağının kaldırıldığını açıkladı.

    Olaylardan sonra yapılan otopsi sonucu ölen 17 kişiden yedisinin polis mermisiyle hayatını kaybettiği belirlendi. Gaziosmanpaşa savcılığı'nın olayla ilgili fezlekesiyle Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı, 20 polis hakkında 'müdafaa ve zaruret sınırını aşarak faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek' iddiasıyla dava açtı. İstanbul Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi’ne açılan dava kamu güvenliğinin sağlanamayacağı gerekçesiyle Trabzon’a gönderildi. 11 Eylül 1995'te Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi'nde başlayan yargılama süreci, beş yıl içinde otuz bir duruşma yapılarak 3 Mart 2000'de karara bağlandı.

    Yargılanan yirmi polis memurundan Adem Albayrak dört kişiyi öldürmekten altı yıl sekiz ay,Mehmet Gündoğan iki kişiyi öldürmekten üç yıl dokuz ay hapse mahkûm edilirken, (cezalar ertelendi) , diğer on sekiz sanık polisin ise beraatine karar verildi. Ancak Yargıtay, Albayrak ve Gündoğdu hakkında verilen kararı “Haklarında adam öldürme ile ilgili net bir açıklığın olmadığı” gerekçesiyle bozdu. Yargıtay, sanıkların TCK 49. maddesine göre yargılanmasını istedi. Bunun üzerine dava Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi’nde tekrar görülmeye başladı. Ancak aileler ve avukatlar Yargıtay kararı ile devletin bir kere daha kendini aklayacağı gerekçesiyle davadan çekildiklerini bildirdiler. Tekrar görülmeye başlanan dava üçüncü celsede karara bağlandı. Mahkeme heyeti Albayrak ve Gündoğdu’ya toplam dört yıl otuz iki ay hapis cezası verdi.

    Kararın 11 Temmuz 2002'de Yargıtay tarafından onanması üzerine yakınlarını kaybeden 22 kişi AİHM'ne (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) başvurdu. Yargılama sonucunda mahkeme 27 Temmuz 2005'te açıklanan kararda Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 2. maddesinde düzenlenen, Yaşama hakkı ve 13. maddesinde düzenlenen, Milli makamlara başvuru yollarının kapatılması hükümlerine aykırı davrandığı sonucuna vardı. Mahkeme Gazi Mahallesi'nde hayatını kaybeden on iki kişi ile Ümraniye'de ölen beş vatandaşın ailelerine tazminat ödenmesine karar verdi. Olaylarda yaşamını yitiren on yedi kişi için ayrı ayrı otuz bin avro tazminat verilmesine hükmeden mahkeme, böylece Türkiye'yi toplam 510 bin avro tazminat ödemeye mahkûm etti.

    ÖLENLER

    Halil Kaya

    Mehmet Gündüz: ölümsüzdür

    Zeynep Poyraz: ölümsüzdür

    Fadime Bingöl: ölümsüzdür

    İsmihan Yüksel: ölümsüzdür

    Ali Yıldırım: ölümsüzdür

    Dilek Sevinç: ölümsüzdür

    Reis Kopal: ölümsüzdür

    Fevzi Tunç: ölümsüzdür

    Mümtaz Kaya: ölümsüzdür

    Genco Demir: ölümsüzdür

    İsmail Baltacı: ölümsüzdür

    Hasan Pugan: ölümsüzdür

    Hasan Sel: ölümsüzdür

    Sezgin Engin: ölümsüzdür

    Dinçer Yılmaz: ölümsüzdür

    Hasan Gürgen: ölümsüzdür

    Hakan Çubuk: ölümsüzdür

    HEPSİNİ SELAMLIYORUZ HALK OLARAK

  • kapital

    13.01.2008 - 14:29

    Finans Kapital Nedir?
    Sosyalist,12 Nisan 1967
    SOSYALİST çıktı çıkalı 'Finans-Kapital' sözü en sık geçen bir frenkçedir. Türkçesi malî sermaye diye çevrilse, daha anlaşılır olamaz. Kapital, bildiğimiz sermayedir. Finans: Maliye, büyük şirket ve bankalar işidir. Ancak, tarih içinde sermayenin geçirdiği değişiklikler gözönüne getirilmedikçe, Finans - Kapital sözünün anlamı ve önemi kavranamaz.
    Medeniyetten önce, insan Toplumu SOSYALİST idi. O ilkel sosyalizmde, ne sınıf, ne sermayeci vardı. Herşey toplumun ortak malıydı. Medeniyet özel sermaye ile doğdu. Onun için, bugün hâlâ özel sermaye vurgun yapmazsa medeniyet ölür, sananlarımız çoktur. Oysa medeniyet gibi, sermaye de ezeli, değişmez şey değildir.
    İlk özel sermayeci tip Sümerlerde 'TAMKARA' adını alanlardan bunlar toplum varından aşırdıkları değerle Antika Sermaye diyeceğimiz gücü edindiler. Batıda, kapitalizm doğmadan önceye dek dünyayı allak bullak eden antika sermayeye önsermaye (PREKAPİTAL) denir. Önsermaye iki başlıdır:
    a) Tefeci sermaye: Para alışverişi yapıp fâiz alır.
    b) Bezirgân sermaye: Mal alışverişi yapıp kâr eder.
    Marks'ın 'İkiz kardeş' dediği Tefeci - Bezirgân sermayenin, modern sermayeye zıt olan yani: Üretime karışmaması ile özetlenir. Antika toplumda üretimi ya hür küçük üretmenler (esnaf, köylü) yapar, yahut büyük toprak beylerinin geniş çiftliklerinde köleler yapar. Esnaf ve köylünün küçük üretiminden, yahut efendi ve beylerin büyük üretimden çıkardıkları malları pazara çıkarıp kâr sağlayan bezirgân sermayedir. Küçük üretmenleri (esnaf-köylüleri) ve beyefendileri ağır şartlarla haraca bağlayıp fâiz sağlayan tefeci sermayedir. Bu sıfatla, Tefeci-Bezirgân sermaye, üretim ve toplum düşmanı olarak dinlerce lânetlenmiştir.
    Batı kapitalizmi o antika önsermayeyi kazıyıp atarak modern sermayeyi üstün getirdi. Modern sermayenin antika sermayeden baş farkı: Doğrudan doğruya üretimle uğraşmasıdır. Kapitalizmde üretim temelini eline geçiren sermaye, tarihsel gelişimi yüzünden birbirine zıt iki basamak gösterdi:
    a) Serbest Rekabetçi Sermaye: 19'uncu yüzyıla değin özel sermaye girişkin ve yaratıcı kişi olan modern kapitalistler elinde işledi. Muazzam Batı medeniyetini kurdu. Kendi 'mezar kazıcısı' olacak muazzam İşçi sınıfı ordularını yetiştirdi. İnsanlık, kapitalizmin serbest (Hürriyet) çağına çok şey borçludur.
    b) Tekelci Finans-Kapital: 19'uncu yüzyıl ortalarından beri temellerini atıp 20'inci yüzyıla girer girmez kayıtsız insan oğlunun herşeyine egemen olan sermayedir. Serbest rekabet çağında egemenlik bütün olarak SERMAYECİ (Kapitalist) SINIFININ elinde idi. Finans - Kapital çağında, kapitalist sınıfının dahi çoğunluğu aşağı safa itilir. Gerek (sanayici, tüccar, banker) KAPİTALİST'lerin, gerek (Büyük emlâk sahibi toprak beyi, ağa mütegallibe, eşraf) RANTİYE'lerin (İRAT yiyicilerinin) içinden en kalınları, en soyguncu, vurguncuları. birkaç büyük ŞİRKET - BANKA kubbesi altında buluşup kaynaşırlar. Sanayii, ziraati, alışverişi, siyaseti, bilimi, felsefeyi, ahlâkı; dini, her şeyi TEKELCİ - SERMAYE'lerinin zokası altına sokarlar. İşte buna FİNANS- KAPİTAL denir.

    PATİ[email protected]
    PATİ[email protected]

  • kapitalizm

    22.11.2007 - 13:36

    Kapitalizm ve Açlık
    Kemal Erdem

    12 Eylül 2002

    İlkel insan topluluklarının kaderi onbinlerce yıl boyunca doğa koşulları tarafından belirlenmiş, kıtlık ve açlık insan topluluklarını karınlarını doyurabilecekleri verimli alanlara doğru göç etmek zorunda bırakmıştı. Tarım devrimi ve yerleşik hayata geçişle birlikte insanlık, doğa güçlerine boyun eğmekten kurtulmaya, doğayı dönüştürerek ona egemen olmaya, kendi yaşam koşullarını üretebilmeye başlamıştır.

    Sanayi devrimi insanın doğa üzerindeki egemenlik mücadelesinin dönüm noktasını oluşturur. Son 200 yılda öyle muazzam bir teknolojik atılım gerçekleşti ki bugün insanoğlu ekvatordan Kuzey kutbuna, denizin binlerce metre altından uzaya kadar hemen her yerde yaşamını üretebiliyor. Bilim ve teknoloji sayesinde en iyi hayvan ırkları yaratıldı. Sulama, gübreleme ve tohum ıslahı sayesinde toprağın verimliliği onlarca kat arttı. İstenilirse çölün ortasında bile tarım alanları yaratılabiliyor. Cep telefonlarını, yani uzaydaki uyduları kullanmak gündelik yaşamımızın basit bir parçası haline geldi. Aynı uydularla her yıl dünyada yetişmekte olan tarım ürünlerinin miktarları bile saptanabiliyor.

    İnsanın, hiç değilse gıda ürünleri üretimi bakımından, doğa üzerindeki egemenliği öyle bir aşamaya geldi ki, hava koşulları ne kadar olumsuz olursa olsun yaklaşık 6 milyar 300 milyonluk insan nüfusunun gıda ihtiyacının kat be kat fazlasını üretebilme potansiyeline sahibiz. Bugün dünyadaki gıda üretiminin, 10,5 milyar insanın sağlıklı beslenmesine yetebileceği hesaplanmaktadır.

    800 milyon insan aç
    Ancak öte yandan çağımız, insanlık tarihinin en derin çelişkilerinin yaşandığı en akıldışı çağdır. Kapitalizm bir yanda inanılmaz bir zenginlik diğer yanda ise ölümcül bir yoksulluk üretiyor. Dünya Bankası ve Dünya kalkınma raporu verilerine göre;

    Dünya nüfusunun yarısı, yani 3 milyardan fazla insan günde 2 dolardan daha az, 1,5 milyar insan da 1 dolardan daha az bir gelirle “yaşıyor”. Buna karşılık dünya nüfusunun yüzde 10’u, dünya toplam gelirinin yüzde 70’ini alıyor.
    800 milyon insan aç yaşıyor. Yılda 11 milyon çocuk açlıktan ölüyor.
    Afganistan’da günlük ortalama gelir 44 cent, Etiyopya ve Kongo’da ise 27 cent.
    Doğu Asya ve Pasifik ülkelerinde yaşayan 267,1 milyon kişi, Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkelerinde yaşayan 17,6 milyon kişi, Latin Amerika ve Karayipler’de yaşayan 60,7 milyon kişi, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yaşayan 6 milyon kişi, Güney Asya’da yaşayan 521,8 milyon kişi, Sahra altı Afrika’da yaşayan 301,6 milyon kişi, günde 1 dolardan daha az gelirle yaşamını sürdürüyor.
    Bugüne kadar Dünya Bankası’nın yoksullukla mücadele adına ileri sürdüğü öneri şuydu: Gelişmekte olan ülkelerde “zengin kesimden alınan vergiler azaltılacak” böylece yatırım ve istihdam artacak, uzun dönemde yoksulluk ortadan kalkacak! Yani yoksulluğu ortadan kaldırmanın yolu zengini daha zengin hale getirmektir. Bu mide bulandırıcı öneriler utanmaz kapitalist uzmanlar tarafından öneriliyor ve kapitalist rejimler tarafından uygulanıyor.

    Dünya Bankası’nın, kardeş kuruluşu IMF ile birlikte faaliyete geçtiği 50 yılı aşan sürede yoksulluk giderek arttı. Raporda, dünyada günlük geliri 1 doların altında kalan insanların sayısının 1987’de 1,2 milyarken bugün 1,5 milyara çıktığı belirtiliyor. Bu sayının 2015 yılında 1,9 milyara ulaşması bekleniyor. Geçen 50 yılda, zenginlerle yoksullar arasındaki gelir uçurumu daha da arttı. Dünyanın en yoksul ülkelerinde kişi başına düşen gelir, 1970-1985 yıllarında zengin ülkelerdeki kişi başına gelirin yüzde 3,1’i düzeyindeyken, bu oran 1990’ların sonunda yüzde 1,9’a dek düştü. Bu oranların ülkeler arası ortalama gelir uçurumunu yansıttığı unutulmamalıdır. Yoksul ülkelerde de zengin-yoksul uçurumunun olduğu hesaba katılırsa durumun çok daha vahim olduğu görülür.

    Açlık ve yoksulluk sadece en geri ülkelerde yaşayan insanların mı sorunudur? Bir zamanlar Latin Amerika’nın en kalkınmış ülkelerinden biri olan Arjantin’den gelen haberler durumun hiç de böyle olmadığını ispatlıyor:

    “Arjantin’de çocuklar açlıktan ölüyor. Ekonomik krizin tüm ağırlığıyla hissedildiği Arjantin’de, yoksul ailelerin çocukları gıdasızlık nedeniyle hayatını kaybediyor... Arjantin’de en alt gelir grubundaki ailelerin çocukları, yetersiz beslenme nedeniyle ölüyor. 36 milyonluk ülkenin yarısı, fakirlik sınırının altında yaşıyor.... ekonomik krizin pençesindeki Arjantin’de her 10 çocuktan altısı sefalet içinde yaşıyor.... Arjantin’de dakikada 12, günde 16.900 kişi yoksullar ordusuna katılıyor. 2002 Mayıs ayı itibariyle ülkede yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısı 19 milyonu aştı.”

    Arjantin varlık içerisinde yokluk yaşıyor. Dünyanın en büyük sığır eti, tahıl ve soya fasulyesi üreticileri arasında bulunan Arjantin’de, açlık artık gündelik bir olgu haline geldi. Arjantinli işçilerin ürettiği ürünler mağazaların içerisinde duruyor ve aç insanlar, aslında kendilerine ait olanı almaya kalktıklarında karşılarında polis ve orduyu buluyor, dünya televizyonlarında serseri bir avuç yağmacı olarak tanımlanıyorlar.

    Açlığın sorumlusu bizzat kapitalist sistemdir
    Bazı iktisatçılar, kapitalizmin bu aşağılık papazları, “yoksullara yardım edilmemeli, güçsüz olanın elenmesi doğa kanunudur. Üstelik yardım etmek hiçbir işe yaramaz. Yardım edilirse bu yoksullar sürekli ürerler sayıları sürekli artar, hep daha fazla yardım isterler, onları az çocuk yapmaya özendirirsek sorun hallolur” diyorlar.

    Oysa kapitalizmde açlığın sebebi, geçim araçlarının nüfusa oranla azlığı değil fazlalığıdır. 1844 yılında Engels şöyle açıklıyordu:

    “Sermaye her gün artıyor; nüfusla birlikte emeğin gücü de büyüyor; ve bilim her geçen gün, doğa güçlerini insanın hizmetine daha çok sokuyor. Bu üretken kapasite, bilinçli olarak ve herkesin çıkarı doğrultusunda uygulansaydı, insanlığın payına düşen emek, kısa zamanda asgariye indirilmiş olurdu. Rekabete bırakılacak olursa o da aynı şeyi yapar ama çelişkiler çerçevesi içinde. Toprağın bir bölümü en iyi biçimde işletilirken, bir bölümü bomboş durmaktadır. Sermayenin bir bölümü şaşırtıcı bir hızla dolanırken, bir bölümü de sandıklarda ölü yatıyor. İşçilerin bir bölümü günde 16 saat çalışırken diğer bölümü işsiz ve açlıktan ölüyor.”

    1844’den bu yana kapitalizmin temel işleyiş yasaları değişmedi. Bu yüzden Engels’in çözümlemesi geçerliliğini sürdürüyor. Yoksulluk ve açlık ne bazı halkların tembel olmasından, ne hızlı nüfus artışından, ne bazı ülkelerin topraklarının verimsiz olmasından ne de iklim koşullarının kötü olmasından kaynaklanır. Bugün tüm dünyayı kasıp kavuran yoksulluğun ve açlığın yegâne sorumlusu kapitalist dünya sistemidir. Gıda ürünlerinin üretim miktarları bizzat kapitalistler ve bunların hükümetleri eliyle sınırlandırılmaktadır. Çünkü satabileceğinden fazla üretim, ürün fiyatlarının düşmesine, kapitalistin kârının azalmasına yol açar.

    AB ülkeleri 2006 yılında yıllık gelirlerinin %3’ünü kalkınma yardımlarına ayırma önerisini tartışacak. Yoksullara yardım adı altında yoksul ülkelere verilen paralar elbette oradaki kapitalist hükümetlere veriliyor, açlara, yoksullara değil. Ve bu paraların çok büyük bir bölümü silahlanma harcamalarına ayrılıyor.

    Geçtiğimiz günlerde Johannesburg’da gerçekleştirilen Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesinde alınan kararlardan biri de, sağlıklı yaşam kaynaklarından yoksun 2 milyar insanın sayısının 2015 yılı itibarıyla yarı yarıya azaltılmasıydı. Dünya nüfusunun üçte birini sağlıklı yaşam kaynaklarından yoksun bırakan burjuva kan emiciler, bir milyar insanın hayatını ne zaman kurtaracaklarının, bunu en az kâr kaybıyla nasıl başaracaklarının hesabını ve pazarlığını yaptılar. Sonuç 1 milyar insanın ölümüne 13 yıl daha göz yumulması oldu.

    Dünya işçilerinin ve yoksullarının ihtiyacı, elbette burjuvazinin şefkati ve sadakası değildir. Burjuvazinin timsah gözyaşları ve yardım söylemleri mide bulandırıcıdır. Biliyoruz ki, milyarlarca insanı yoksulluğa, hastalığa ve açlığa mahkûm eden kapitalist sistem, insanlığın hiçbir sorununa çare olamaz.

    Kapitalizm garabeti, yarattığı tüm sorunları ve çelişkileri ile insanlığa yaşattığı yıkımlar pahasına ayakta kalmaya devam ediyor. Fakat dünya proletaryasının bugün örgütsüz ve dağınık oluşuna bakarak tarihin sonunun geldiğini, kapitalizmin alternatifinin olmadığını iddia edenler yanılıyorlar. Kapitalizm insanlığın nihai yazgısı değildir. Bu yazgıyı değiştirmekse dünya işçi sınıfının ellerindedir. İşçi sınıfının önünde iki seçenek duruyor: ya açlıktan kırılmak ve en iyi durumda giderek sefilleşen bir yaşam sürmek ya da kapitalizmi temellerinden yıkıp, yeni sosyalist bir dünya kurmak. Bugün bu iki seçenek arasında karar vermek, bir ölüm-kalım sorunu haline gelmiştir.

    İKTİDARBİZİ[email protected]
    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]
    FABRİ[email protected]
    HALKBARİKATİ@HOTMAİL.COM
    KALAN@DERSİMLİYİZ.BİZ
    [email protected]
    E-POSTA.İNTEK@HOTMAİL.COM
    SAGAZADİ@HOTMAİL.COM
    UZUNYOLDAPATİKA@HOTMAİL.COM
    KARABARİKATLAR@HOTMAİL.COM
    [email protected]
    TEPKİ-DER@HOTMAİL.COM

  • ekmek

    21.11.2007 - 12:43

    Ekmek ve Emek

    Her gün dünyayı yeniden yaratan işçilere…

    Gökyüzü hiç güzel olmadı burada, her daim kasvetli, her daim soğuk. Havadaki bu kasvet kamyonun kasasında fabrikaya giden işçilerin yüzlerine yansımıştı. Soğuk havayı iliklerinde hissediyorlar, amaçsız yürüyen bir sürü gibi birbirlerine sokuluyorlardı. Arada bir parlayan sigarlarının közü, onları ısıtmaya yetiyordu sanki.
    Fabrikanın önüne vardıklarında, kamyon bir canavar misali son bir kez daha homurdanarak durdu. Kasanın kapağı açıldı ve işçiler, inşaat için taşınmış bir kum gibi, isteksiz bir şekilde aşağı indiler.
    Bugün çok daha isteksizdiler çalışmaya. Büyük bir gerilim vardı. Herkes farkındaydı. Bir işaret, çağrı yapılmadan bir araya toplandı herkes.
    - Ne yapacağız?
    - Bilmiyorum?
    - Benim bu işe ikinci girişim. Yine bırakacağım böyle giderse.
    - Her ay birleri giriyor, birileri çıkıyor.
    - Bu zamanda iş mi var? Mecburuz çalışmaya.
    - İyi de para almadan, karşılığını almadan çalışmaya çalışma mı denir?
    “Haklısın, haklısın…” diye bir uğultu yükseldi kalabalıktan.
    - Bırakalım işi; kimi çalıştırırlarsa çalıştırsınlar.
    - İyi de dedim ya demin; benim bu işe ikinci girişim. Biz çıkıyoruz, bir süre sonra geçinemeyince yine biz giriyoruz. Bir başka çözümü olmalı bu işin.
    - Sen ne diyorsun Ahmet.
    Herkes bir anda Ahmet’ e doğru döndü. Görünüşte en bilinçlileriydi Ahmet. Yaşadığı olaylardan dolayı tüm işçiler ondan korkuyor ve anlaşılmaz bir saygı duyuyorlardı.
    Bundan 4-5 yıl önce köyünde yaşarken tutuklanmıştı. Suçu dağdan gelenlere yardım etmekti. Bir süre tutuklu kaldı. Fakat çok geçmeden suçsuz olduğu anlaşıldı. Serbest bırakıldı. Bir süre büyük şehre gitti; zira artık rahat edemezdi köyünde. Etrafındaki insanlar korku ile bakıyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi.
    Fakat büyük şehirde de tutunamadı. Girdiği her işte, çoğunlukla bilinçsizce ve sadece politik bir suçlu olduğu sanılarak işçi önderliği yaptı. Dolayısıyla atılması da uzun sürmedi. Eşi ve çocukları ile geri geldi. İlçenin tek fabrikasında işe girdi. Aynı korkular burada da karşısına çıktı. Fakat bu korku nedensiz bir saygı da getiriyordu. İnsanlar birçok kez onun ağzına bakıyordu. Ama nafile her şeyin bir hayal olduğunun anlaşılması çok sürmedi.
    Ahmet yüksek bir sesle: “Yok arkadaş, ben çok bedel ödedim. Parasız marasız çalışacağım. Hem hiç para vermiyorlar değil ya! Yok da vermiyorlar; olsa verirlerdi. Onlarda insan sonuçta.
    Doğru olan bu muydu? Tüm yaşadıkları sonucunda bu fikri mi üretebildi?
    - İyi de Ahmet bu yıllardır böyle. Ne kadar para aldın şimdiye kadar? Bizim bu çalıştıklarımız nereye gidiyor hiç soruyor musun kendine? Madem para kazanamıyorlar niye bu işi sürdürüyorlar öyleyse. Emeğimiz onurumuzdu hani?
    - Ben bilmem arkadaş. Bugün vermezlerse yarın verirler, dedi ve kamyonlarda yığılı duran demir yığınlarının üstüne çıktı herkesin şaşkın bakışları altında. Bir hamle yaptı çelik boruya. Eğilmesi ile haykırması bir oldu: “Belimmm! ”. Çelik bedene hakim geldi.
    Arkadaşları başına toplandı. Kamyondan aşağı indirdiler onu. Yere yatırmaya çalıştılar. Doğrulamıyordu. Çığlıkları fabrikanın duvarlarını yırtıyordu adeta.
    İşten sorumlu kişiler geldiler ve eklediler: “Koyun bir arabaya götürün evine. Geri kalanlar da işlerinin başına.”ULAŞIM ADRESLERİ

    İKTİDARBİZİ[email protected]
    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]
    FABRİ[email protected]
    HALKBARİKATİ@HOTMAİL.COM
    KALAN@DERSİMLİYİZ.BİZ
    [email protected]
    E-POSTA.İNTEK@HOTMAİL.COM
    SAGAZADİ@HOTMAİL.COM
    UZUNYOLDAPATİKA@HOTMAİL.COM
    KARABARİKATLAR@HOTMAİL.COM
    [email protected]

  • Diyalektik

    09.11.2007 - 22:43

    Diyalektik Materyalizm
    John Pickard

    18 Ekim 2000

    Marksizmin yöntemini tartışırken, işçi hareketi içindeki eylemlerimize, katıldığımız tartışmalarda ileri sürdüğümüz argümanlara ve yazdığımız makalelere temel oluşturan fikirleri ele almaktayız.

    Genel olarak Marksizmin üç ana kaynaktan biçimlendiği kabul edilir. Kaynaklardan biri, Marx’ın, Fransız politikasına, özellikle de Fransa’daki 1790’ların burjuva devrimi ve onu takip eden 19. yüzyılın ilk dönemlerinin sınıf mücadelesine ilişkin analizini geliştirmesidir. Marksizmin kaynaklarından bir diğeri “İngiliz ekonomi politiği” denilen şeydir, yani Marx’ın İngiltere’de geliştiği şekliyle kapitalist sistemi analiz etmesidir. Marksizmin aynı zamanda tarihsel olarak başlangıç noktası olan diğer kaynağının da “Alman felsefesi” olduğu söylenir ve benim burada üzerinde durmak istediğim de onun bu yönüdür.

    Öncelikle söylemeliyiz ki, Marksizmin temeli materyalizmdir. Yani Marksizm tüm gerçekliğin özünün madde olduğu, bilincin maddeyi değil maddenin bilinci yarattığı fikrinden hareket eder.

    Başka bir deyişle, düşünce ve düşünce kaynaklı olduğu söylenen herşey –sanatsal fikirler, bilimsel fikirler, hukuka, politikaya, ahlâka, vs. ilişkin fikirler– tüm bunlar gerçekte maddi dünyadan kaynaklanmaktadır. “Bilinç”, yani düşünce ve düşünce süreçleri, beynin bir ürünüdür; ve beynin kendisi de, dolayısıyla fikirler de, canlı maddenin gelişmesinin belli bir aşamasında ortaya çıkmıştır. Yani o da maddi dünyanın bir ürünüdür.

    Dolayısıyla insan bilincinin ve toplumunun gerçek doğasını anlamak için, Marx’ın da ortaya koyduğu gibi mesele “insanların söylediklerinden, hayal ettiklerinden, tasavvur ettiklerinden … değil, gerçek ve faal insandan hareket edip, gerçek yaşam süreçlerini temel alarak bunların ideolojik yansımalarının ve yankılarının gelişimini göstermek suretiyle elle tutulur canlı insana varmaktır. İnsan zihninde oluşan inanılmaz hayaller bile ampirik olarak gösterilebilen ve maddi temellere dayanan maddi yaşam süreçlerinin doğurduğu imgeler olmak durumundadır. Böylelikle, ahlâk, din, metafizik ve her çeşit ideoloji ve de bunlara tekabül eden bilinç şekilleri bağımsız görünümlerini kaybederler. Bunların tarihleri yoktur, gelişimleri yoktur; ancak insanlar maddi üretimlerini ve maddi ilişkilerini geliştirerek kendi öz gerçeklikleriyle birlikte, düşüncelerini ve düşüncelerinin ürünlerini değiştirirler. Yaşamı belirleyen bilinç değildir; bilinci belirleyen yaşamdır. Birinci yöntemde hareket noktası, yaşayan birey olarak görülen bilinçtir; gerçek yaşama uygun düşen ikinci yöntemde ise, bu hareket noktası bizzat gerçek yaşayan bireylerdir, ve bilinç sadece onların bilinci olarak ele alınır.” (Alman İdeolojisi, Birinci Bölüm)

    Dolayısıyla bir materyalist sadece fikirler için değil, maddi olguların kendileri için de açıklama arar ve tanrılar ve benzeri doğaötesi müdahale odaklarına değil maddi sebeplere bakar. Bu Marksizmin çok önemli bir yönü olup, onu kapitalist toplumda yerleşmiş bulunan diğer düşünme yöntemlerinden ve mantıklardan ayırır.

    17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa ülkelerinde bilimsel düşüncenin gelişimi gerçekten de çelişkili bir nitelik sergiledi ve bu hâlâ burjuva teorisyenlerin tipik yaklaşım biçimidir. Bir yandan materyalist yönteme doğru bir gelişme vardı. Bilimciler nedenleri arıyordu. Doğal olgulara Tanrı takdiri mucizeler olarak bakmakla yetinmiyor, onlara bir açıklama arıyorlardı. Ama aynı zamanda bu bilimcilerin henüz tutarlı veya üzerinde çalışılmış bir materyalist anlayışları yoktu; genellikle de doğal olgulara getirdikleri açıklamaların ardında, zincirin sonunda Tanrının elini işbaşında görüyorlardı.

    Böyle bir yaklaşım, içinde yaşadığımız maddi dünyanın temelde kendi dışındaki güçlerce belirlendiğini ve gerçek dünyadan bağımsız varolabildikleri için bilincin veya fikirlerin önde geldiğini kabul etmek veya en azından buna açık kapı bırakmak anlamına gelir. Materyalizmin felsefi karşıtı olan bu anlayışa “idealizm” diyoruz.

    Bu yaklaşıma göre insanlığın ve toplumun –ve de sanatın, bilimin, vs.– gelişimini belirleyen maddi süreçler değil fikirlerin gelişimi, insan düşüncesinin mükemmelleşmesi veya yozlaşmasıdır. Ve bu genel yaklaşımın, itiraf edilsin ya da edilmesin, kapitalizmin her türlü felsefesini kapsaması tesadüf değildir.

    Burjuva filozoflar ve tarihçiler genel olarak varolan sistemi veri alırlar. Kapitalizmin, yeni ve daha üstün bir sisteme yerini bırakması mümkün olmayan nihai ve tam bir sistem olduğunu kabul ederler. Ve tüm geçmiş tarihi, zavallı fanilerin kapitalizmin gerçekleştirdiğine ya da gerçekleştirebileceğine inandıkları bir tür “mükemmel topluma” ulaşma gayretleri olarak sunarlar.

    Bu yüzden, geçmişin hatta bugünün en büyük burjuva bilimcilerinin ve düşünürlerinin eserlerine baktığımızda materyalist ve idealist fikirleri nasıl kafalarında karmakarışık ettiklerini görebiliriz. Örneğin mekaniğin yasalarını ve gezegenlerle gök cisimlerinin hareket yasalarını incelemiş olan Isaac Newton, bu hareketlerin zihin veya düşünceyle belirlendiğini düşünmüyordu. Ama tüm maddeye bir ilk itiş verildiğini, bu ilk itkinin de bir tür doğaüstü güç tarafından, Tanrı tarafından verildiğine inanıyordu.

    Aynı şekilde, bugün birçok biyolog için bitki ve hayvan türlerinin bir türden diğerine evrildiğini ve insanoğlunun kendisinin de önceki türlerin gelişiminden ibaret olduğunu kabul etmek kolaydır. Ama yine de bunların pek çoğu, insan aklıyla hayvan aklı arasında, ölümden sonra insan vücudunu terk eden “ebedi ruh”tan ibaret bir fark olduğu fikrine sıkı sıkıya sarılırlar. En yetenekli bilimcilerden bazıları dahi bilimsel olarak gerçekten geri olan ve bilimden ziyade büyü ve batıl inanca yakın duran bu tür idealist fikirlerle materyalist yöntemi harmanlamış durumdadır.

    Bu yüzden Marksizm, her türlü idealizmle kökten bir kopuşu ve onun yerine gerçekten olup bitenin materyalist bir kavrayışını temsil eder. Bu anlamda materyalizm, Marksizmin temel hareket noktalarından birini oluşturur. Diğer temel kalkış noktası da diyalektiktir.

    Diyalektik
    Diyalektik kısaca hareketin mantığı veya hareket içindeki eylemciler için sağduyu mantığıdır. Hepimiz biliriz ki nesneler hareketsiz kalmazlar, değişirler. Ama diyalektikle çelişkili olan ve kapitalist toplumun bağrına gömülü “formel mantık” adlı bir başka mantık daha vardır. Belki de bu yöntemin içeriğini tarif etmekle başlamak gerekli.

    Formel mantık “özdeşlik yasası”na (“A” eşittir “A”) , yani şeylerin kendilerine eşit olduğuna ve birbiriyle belirli ilişkiler içinde olduğu düşüncesine dayanır. Özdeşlik yasasından temel olarak türemiş diğer yasalar da vardır; örneğin “A” “A”ya eşitse, “B”ye veya “C”ye eşit olamaz.

    Görünüşte bu düşünce yöntemi sağduyuya uygun gelebilir. Aslına bakılırsa bilimin gelişmesinde ve bugünkü toplumu yaratmış olan sanayi devriminde çok önemli bir alet, çok önemli bir araç olmuştur. Örneğin matematiğin gelişimi ve temel aritmetik formel mantığa dayanmaktadır. Formel mantığı kullanmadan bir çocuğa çarpım tablosu veya toplamayı öğretemezdiniz. Bir bir daha iki eder, üç etmez. Aynı şekilde, formel mantığın yöntemi mekaniğin, kimyanın, biyolojinin vs. gelişimine temel oluşturmuştur.

    Örneğin 18. yüzyılda İskandinav biyolog Linnaeus, bilinen tüm bitki ve hayvanlar için bir sınıflandırma sistemi geliştirdi. Linnaeus tüm canlıları sınıflara, takımlara, familyalara ayırdı, buna göre insan, primatlar takımında, hominidler familyasında, homo cinsinde yer almakta, ve homo sapiens türünü temsil etmektedir.

    Sınıflandırma sistemi biyolojide çok önemli bir ileri adımı simgelemiştir. İlk defa bitki ve hayvanların gerçek anlamda sistematik incelemesini ve hayvan ve bitki türlerini karşılaştırmayı mümkün kıldı. Ama formel mantığa dayanmaktaydı. Homo sapiens’in Homo sapiens’e eş olduğuna; muska domestica’nın (adi ev sineği) muska domestica’ya eş olduğuna; solucanın solucana eş olduğu düşüncesine dayanmaktaydı. Başka bir deyişle sabit ve katı bir sistemdi bu. Bu sisteme göre bir türün başka bir şeye eşit olması mümkün değildi; aksi takdirde bu sınıflandırma sistemi tamamen çökerdi.

    Aynı durum Dalton’un atom teorisinin büyük bir atılım yarattığı kimya için de geçerlidir. Dalton’un teorisi maddenin atomlardan oluştuğu ve her bir tip atomun sadece kendisine benzediği –yani şekil ve ağırlık yönünden sadece o elemente özgü olup diğer hiçbirinde bulunmadığı– fikrine dayanıyordu.

    Dalton’dan sonra yine katı formel mantığa dayalı az çok katı bir element sınıflaması yapılarak bir hidrojen atomunun hidrojen atomu, karbon atomunun karbon atomu vs. olduğu ileri sürüldü. Ve eğer herhangi bir atom başka bir şey olabilseydi, modern kimyanın temeli olan bu sınıflandırma sistemi tamamen çökerdi.

    Artık formel mantığın yönteminin birtakım sınırları olduğunu görmek önemlidir. Formel mantık gündelik hayatta yararlı bir yöntemdir ve nesneleri tanımlamada faydalı kestirimler yapmamızı sağlar. Örneğin, Linnaeus sistemi hâlâ biyologlar için faydalıdır, ama özellikle Charles Darwin’in çalışmalarının ardından bu sistemin zayıf yönlerini görebiliyoruz.

    Darwin, örneğin Linnaeus sisteminde ayrı türler olarak ayrı isimler verilen bazı bitkilerin gerçekte birbirine çok benzediğine dikkat çekti. Aynı şekilde, aynı isim altında bulunan ve aynı bitkinin varyasyonları olduğu ileri sürülen diğer bazı bitkiler de birbirinden çok farklıydı.

    Yani Charles Darwin’in zamanında bile Linnaeus sistemine bakıp “bir yerlerde bir sakatlık var” demek mümkündü. Ve tabii ki, Darwin’in kendi eseri ilk defa bir türden başka bir türe geçmenin mümkün olduğunu söyleyen evrim teorisi için sistematik bir temel oluşturdu.

    Ve bu Linnaeus sisteminde büyük bir boşluk doğurdu. Darwin’den önce gezegenimizin üzerindeki tür sayısının tamı tamına Tanrının ilk altı günde yarattığı tür sayısına –tabii Nuh Tufanında telef olanlar hariç– eşit olduğuna ve bu türlerin bin yıllar boyu değişmeden kaldığına inanılıyordu. Ama Darwin değişen türler fikrini üretti ve böylece sınıflandırma yöntemi kaçınılmaz olarak değiştirilmek zorunda kalındı.

    Biyoloji alanında gerçekleşenler kimya alanı için de aynen geçerlidir. 19. yüzyılın son döneminde kimyagerler bir atomik elementin diğerine dönüşebileceğini fark ettiler. Başka bir deyişle, atomlar tamamen farklı ve kendine özgü varlıklar değildi. Bugün pek çok atomun, pek çok kimyasal elementin kararsız olduğunu biliyoruz. Örneğin, Uranyum ve diğer radyoaktif atomlar zaman içinde bölünerek tamamen farklı kimyasal özelliklere ve atom ağırlıklarına sahip tamamen farklı atomlar ortaya çıkarırlar.

    Öyleyse bizzat bilimin gelişimiyle formel mantığın yıkılmaya başladığını görebiliriz. Ama bu olgusal buluşlardan sonuç çıkaran ve gerek doğada gerek de toplumda mutlak veya sabit kategoriler olmadığını ortaya koyan diyalektik yöntemdir.

    Formel mantıkçı “A” “A”ya eşittir derken, diyalektikçi “A”nın “A”ya her zaman eşit olmadığını söyler veya Troçki’nin yazılarında kullandığı bir örneği alırsak, bir kilo şeker, başka bir kilo şekere eşit değildir. Eğer bakkaldan şeker alacaksak eşitlik varsayımı işe yarar, ama dikkatle bakarsak, bunun gerçekte yanlış olduğunu görürüz.

    Öyleyse şeylerin, hayatın ve toplumun sürekli hareket ve değişim halinde olduğunu dikkate alan bir kavrayış biçimine ve mantığa ihtiyacımız var. Ve bu mantık şekli şüphesiz diyalektiktir.

    Ama öte yandan diyalektiğin evrene düzenli ve tedrici bir değişim süreci atfettiğini düşünmek hatalı olur. Diyalektiğin yasaları –burada bir uyarı gerekli: bu kavramlar gerçekte olduklarından daha korkutucu geliyor kulağa– değişim süreçlerinin gerçekte nasıl işlediğini tarif eder.

    Nicelikten Niteliğe
    Başlangıç olarak “niceliğin niteliğe dönüşümü yasası”nı ele alalım. Bu yasa değişim süreçlerinin –evrendeki hareketin– tedrici ve düzenli olmadığını söyler. Görece tedrici ve küçük değişimlerin yaşandığı dönemlerle devâsa değişimlerin –nicel olarak değil ancak nitel olarak ölçülebilecek değişimler– yaşandığı dönemler.

    Yine doğa bilimlerinden bir örnek verecek olursak, suyun ısınmasını ele alabiliriz. Suya ısı verdikçe gerçekleşen değişimi sıcaklık derecesi cinsinden tam olarak ölçebilirsiniz (“nicelik”) . Diyelim 10°C’den (çeşme suyu sıcaklığı) yaklaşık 98°C’ye kadar değişim nicel olacaktır; yani daha sıcak olmasına rağmen su, su olarak kalacaktır.

    Ama o andan sonra sudaki değişimin nitel hale geldiği ve suyun buhara dönüştüğü bir nokta gelir. 98 dereceden 102 dereceye ısıtılırken suda meydana gelen değişimi nicel olarak tanımlayamazsınız. Nicel değişimin birikimi (gittikçe daha çok ısıtmak) sonucu nitel bir değişimin (sudan buhara) oluştuğunu söylememiz gerek.

    İşte niceliğin niteliğe dönüşümünden bahsederken Marx ve Engels’in kastettiği de buydu. Aynı şey türlerin gelişiminde de görülebilir. Her bir tür içinde her zaman çok büyük çeşitlilik görülür. Bu odaya bir göz atarsak Homo sapiens’deki çeşitliliği görebiliriz. Bu çeşitlilik nicel olarak örneğin boy, ağırlık, deri rengi, burun uzunluğu, vs. cinsinden ölçülebilir.

    Ama eğer çevre değişimlerinin etkisiyle evrimsel dönüşüm bir noktaya varırsa bu nicel değişimler nitel değişime yol açabilir. Başka bir deyişle, artık hayvan ve bitkideki söz konusu değişimi sadece nicel ayrıntılar açısından tanımlayamazsınız. Artık birbirinden nitel olarak farklı türler söz konusudur.

    Örneğin, bir tür olarak bizler şempanze ve gorillerden nitel olarak farklıyız; onlar da diğer memeli türlerinden nitel olarak farklılar. Ve bu nitel farklılıklar, bu evrim sıçramaları, geçmişteki nicel değişimlerin ürünüdür.

    Marksizmin düşüncesine göre, ani değişim dönemlerinin arasına serpiştirilmiş tedrici değişim dönemleri her zaman olacaktır. Gebelik döneminde tedrici bir gelişim dönemi görülür, sonunda ise son derece hızlı bir gelişim dönemi. Aynı durum toplumun gelişiminde de geçerlidir. Marksistler sık sık bu gebelik benzetmesini savaşların devrimlere dönüşümünü tarif etmek için kullanmışlardır. Bunlar toplumsal gelişme içinde nitel sıçramaları temsil ederler; ama onlar da toplumdaki nicel çelişkilerin birikimiyle ortaya çıkmışlardır.

    Yadsımanın Yadsınması
    Diyalektiğin ikinci yasası da “yadsımanın yadsınması yasası”dır; ve yine kulağa gerçekte olduğundan daha karmaşık gelmektedir. Burada “yadsıma” sadece bir şeyin yok olması, başka bir şeye dönüşerek ölmesi anlamına gelir.

    Örneğin insanlık tarihinin ilk dönemlerinde sınıflı toplumun gelişmesi, daha önceki sınıfsız toplumun yadsınmasını temsil ediyordu. Ve gelecekte komünizmin gelişimiyle birlikte, bugünkü sınıflı toplumun yadsınması demek olan başka bir sınıfsız toplum göreceğiz.

    Yani yadsımanın yadsınması yasası yalnızca bir sistemin doğarken başka bir sistemi yok olmaya ittiğini söyler. Ama bu yeni sistemin kalıcı veya değişmez olduğu anlamına gelmez. O da toplumda daha sonra görülecek gelişme ve değişim süreçleri sonucunda yadsınır. Nasıl sınıflı toplum sınıfsız toplumun yadsınmasıysa, komünist toplum da sınıflı toplumun yadsınması olacaktır: yadsımanın yadsınması.

    Diyalektiğin bir başka kavramı da “zıtların iç içe geçmesi” yasasıdır. Bu yasa, değişim süreçlerinin çelişkiler sayesinde, tüm doğal ve toplumsal süreçlerin içinde gömülü olan farklı unsurlar arasındaki çatışmalar sayesinde ortaya çıktığını söyler.

    Zıtların iç içe geçmesine doğa biliminden en iyi örnek belki de “kuantum teorisi”dir. Bu teori enerjinin ikili bir karakter göstermesi üzerine kuruludur; bazı deneylere göre enerji dalgalar halinde vardır, tıpkı elektromanyetik enerjide olduğu gibi. Ama diğer bazı durumlarda, enerji kendini parçacıklar halinde açığa çıkarır. Başka bir deyişle, bilimciler arasında genellikle kabul gördüğü gibi, madde ve enerji aynı anda iki farklı biçimde –bir taraftan gözle görülemeyen bir dalga, diğer taraftan içinde belirli bir enerji “kuantumu” (miktar) taşıyan bir parçacık– varolabilir.

    Dolayısıyla modern fizikteki kuantum teorisinin temeli çelişkidir. Ama bilim alanında bilinen daha birçok çelişki mevcuttur. Örneğin elektromanyetik enerji pozitif ve negatif kuvvetlerin birbiri üzerindeki etkisi aracılığıyla harekete geçer. Manyetizma bir kuzey kutbunun bir de güney kutbunun varoluşuna bağlıdır. Bu ikisi tek başlarına varolamazlar. Tam da çelişkili kuvvetlerin bir ve aynı sistem içerisinde bir bütün halinde bulunmaları nedeniyle vardırlar ve işlerler.

    Benzer biçimde bugün her toplum bir sistem içinde bütünleşmiş çelişkili unsurlar taşımaktadır ve bu da herhangi bir toplumun, herhangi bir ülkenin istikrarlı ve değişmeden kalmasını imkânsız kılmaktadır. Formel mantığın tersine diyalektik yöntem bu çelişkileri ortaya döküp yaşanan değişimin temeline inmek üzere bizi eğitir.

    Marksistler her toplumsal sürecin içinde çelişkili unsurlar olduğunu söylemekten çekinmezler. Tam tersine, asıl bu süreç içindeki çıkar çatışmalarının tanınıp anlaşılması sayesinde, değişimin muhtemel doğrultusunu ve bu durumda işçi sınıfının bakış açısına göre çaba harcamak için gerekli ve mümkün hedef ve amaçları saptayabiliriz.

    Beri yandan Marksizm formel mantığı toptan terk etmez. Ama toplumsal gelişmeleri anlamak bakımından formel mantığın ancak tâli bir rol oynaması gerektiği görülmelidir.

    Hepimiz gündelik ihtiyaçlarımız için formel mantığı kullanırız. Bu mantık, gündelik işlerimizi yürütmek ve iletişim kurmak için gerekli kestirimleri yapmamızı sağlar. Formel mantıktan yararlanmadan, bir eşittir bir yaklaşımını kullanmadan normal bir yaşam süremezdik.

    Ama öte yandan formel mantığın sınırlarını da görmemiz gerekir, ki bunlar süreçleri daha derinlemesine ve ayrıntılı incelediğimizde ve toplumsal ve politik süreçleri daha yakından gözlediğimizde bilimde aşikâr hale gelen sınırlardır.

    Diyalektik, bilimciler arasında nadiren kabul görür. Bazı bilimciler diyalektikçidir, ama çoğunluğu bugün bile materyalist bir yaklaşımı her türlü formel ve idealist fikirle harmanlamaktadır.

    Doğa bilimlerinde durum bu olduğuna göre, sosyal bilimler söz konusu olduğunda haydi haydi böyledir. Bunun sebepleri son derece açıktır. Toplumu ve toplumsal süreçleri bilimsel bakış açısından incelemeye çalışırsanız, kapitalist sistemin çelişkileriyle ve toplumun sosyalist dönüşümü ihtiyacıyla karşı karşıya kalmak kaçınılmazdır.

    Öğrenme ve araştırma merkezleri olduğu varsayılan üniversiteler, kapitalizmde egemen sınıf ve devletten bağımsız olmaktan uzaktırlar. Bu nedenledir ki, doğa bilimlerinin diyalektik materyalizme meyleden bir bilimsel yöntemi hâlâ söz konusu olabilmektedir; ama iş sosyal bilimlere gelince, kolej ve üniversitelerde formalizmin ve idealizmin en berbatını bulursunuz.

    Bu durum yüksek maaşlı profesör ve akademisyenlerin yerleşik çıkarlarından bağımsız değildir. Toplumdaki ayrıcalıklı konumlarının, öğretmekle yükümlü oldukları şeyler üzerinde etki ve yansımaları olması kaçınılmaz ve açıktır. Kendi görüşleri ve önyargıları, öğrencilerine ve benzer şekilde tüm okullara taşıdıkları “bilgi”ye nüfuz eder.

    Bilhassa burjuva tarihçiler, tüm sosyal bilimciler arasında en sığ görüşlü olanlardır. Tarihin dün sona erdiğini hayal eden burjuva tarihçilerin örneklerini kaç kez gördük! İçinde bulunduğumuz İngiltere’de, 17. 18. ve 19. yüzyıllar söz konusu olunca, İngiliz emperyalizminin dehşetini; köle ticaretine bulaştığını; sömürge halklarının kanla bastırılmasından sorumlu olduğunu; aynı zamanda kadın ve çocuklar da dahil İngiliz işçilerinin kömür madenlerinde, pamuk fabrikalarında, vs. en kötü sömürüye maruz kalmasından sorumlu olduğunu kabul ediyormuş görünürler.

    Tüm bu kötülükleri kabul ederler; ama ancak düne kadar. İş bugüne gelince, İngiliz emperyalizmi birden demokratik ve ilerici kesilir.

    Bu tümüyle tek yanlı, tümüyle çarpık bir tarih görüşüdür ve Marksist yöntemin tam tersidir. Marx ve Engels’in tutumu, toplumsal süreçlere aynı doğaya baktıkları gibi diyalektik açıdan –gerçekten vuku bulan süreçler açısından– bakmaktı.

    İşçi hareketi içindeki günlük tartışma ve münakaşalarda sık sık formalist insanlarla karşı karşıya geliriz. Soldaki birçok insan dahi olaylara, hareket doğrultusunu anlamadan, tamamen katı ve formel biçimde bakmaktadır.

    İşçi hareketinin sağ kanadı ve sol kanadın bir kısmı Marksist teorinin bir dogma olduğuna, “teori”nin eylemcinin sırtındaki 300 kiloluk yüke benzediğine ve bu yükten ne kadar çabuk kurtulunursa o kadar aktif ve etkili olunabileceğine inanmaktadır.

    Ama bu, Marksist teorinin tüm doğasının kökten yanlış anlaşılmasıdır. Aslına bakacak olursak Marksizm dogmanın tam zıddı olup, tam da etrafımızda gerçekleşen değişim süreçleriyle başa çıkmanın yöntemidir.

    Hiçbir şey sabit değildir ve hiçbir şey olduğu yerde durmaz. Formalistler, toplumu donuk bir fotoğraf gibi görürler ve şeylerin neden ve nasıl değiştiğini anlamadıkları için karşılaştıkları durumlardan korkabilirler. Bu türden bir yaklaşımın, değişimin kaçınılmazlığını anlamadan şeyleri oldukları gibi kabul eden dogmatik bir kavrayışa yol açması kolaydır.

    Bu yüzden Marksist teori, işçi hareketi içindeki her türlü eylem için çok temel bir araçtır. Olayların gelişim yönüne kendimizi odaklamak için sınıf mücadelesi içindeki çelişkili güçlere karşı sürekli dikkatli olmalıyız.

    Elbette kendimizi kapitalist toplumda egemen olan düşünce çerçevesinden kurtarıp Marksist yöntemi benimsemek her zaman kolay olmuyor. Marx’ın dediği gibi bilime giden kestirme bir yol yoktur. Yeni politik fikirlerle boğuşurken bazen zor yolu denemek zorundasınızdır.

    Ama Marksist teorinin tartışılması ve incelenmesi, kesinlikle her eylemcinin gelişiminin esaslı bir parçasıdır. Öncü işçileri mücadelenin tüm karmaşası içinde bir pusula ve harita ile donatan yalnızca bu teori olacaktır. Eylemci olmak her zaman iyi bir şeydir. Ama içine girdiğimiz süreçleri bilinçle kavramaksızın, pusula ve haritası olmayan bir kaşiften daha etkili olamazsınız.

    Ve eğer bilimin yardımı olmadan keşif yapmaya kalkarsanız, ne kadar enerji dolu olursanız olun, yıllar boyu pek çok eylemcinin maalesef yaptığı gibi, er ya da geç bir uçuruma veya bataklığa düşüp yok olursunuz.

    Bir pusula ve haritanız varsa yönünüzü tayin edebilirsiniz. Belli bir anda nerede olduğunuzu, nereye gittiğinizi ve nerede olacağınızı saptayabilirsiniz. İşte Marksist teoriye vâkıf olmamızı gerektiren temel neden de budur. İşçi hareketi içindeki eylemlerimiz söz konusu olduğunda, Marksist teori bize kesinlikle paha biçilmez bir eylem kılavuzu sunar.

    [Bu yazı, diyalektik materyalizmin temel noktalarının kısa bir özetidir ve Troçki’nin Materyalist Diyalektiğin ABC’sine ek olarak 1994 yılında kaleme alınmıştır.]

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • materyalist felsefe

    09.11.2007 - 22:41

    Tarihsel Materyalizm
    Mick Brooks

    Kasım 1983

    Tarihsel Materyalizm Nedir?
    Tarihsel materyalizm Marksist bilimin tarihsel gelişmeye uygulanmasıdır. Tarihsel materyalizmin temel savı bir cümleyle özetlenebilir: “İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” (Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Önsöz)

    Peki bu ne anlama gelir?

    Daily Mirror (günlük bir İngiliz gazetesi) okuyucuları “Perishers” adlı bant karikatürü hatırlayacaklardır. Bir olayda, yaşlı köpek Wellington, yengeçlerle dolu bir havuza yukarıdan bakar. Yengeçler kendilerine görünen “gökyüzündeki gözlerin” esrarengiz tanrısallığı hakkında tahminler yürütürler.

    Mesele, evreniniz bir havuzsa şeylere gerçekten nasıl bakacağınızdır. Bilinciniz varlığınız tarafından belirlenir. Düşünce, türlerin deneyim alanıyla sınırlıdır.

    İlkel insanların nasıl düşündüğü hakkında çok az şey biliyoruz, ama ne hakkında düşünemeyeceklerini biliyoruz. Etrafta futbol maçlarının sonuçlarını merak ederek dolaşmayacaklardır örneğin. Futbol ligi, profesyonel futbolcuların ve diğer klüp çalışanlarının maaşlarını ödeyebilecek kadar geniş kalabalıkları alabilecek büyük kentleri ön varsayar. Sanayi kentleri ancak, emek üretkenliği, toplumun bir kısmının geri kalan kısmı tarafından beslenebildiği noktaya kadar geliştiği ve bu sonuncular kendilerini yiyecekten başka gereksinmelerin üretilmesine vakfettikleri zaman ortaya çıkabilir.

    Başka bir deyişle, geniş bir işbölümü varolmalıdır. Bunun diğer bir yönü, insanların para için çalışmaya ve istedikleri şeyleri –futbol maçına bilet almak da dahil– başkalarından satın almaya alışmış olmaları gereğidir; kuşkusuz bu ilkel toplumda olmayan bir durumdur.

    Bu basit örnek, profesyonel futbol gibi şeylerin bile, toplumun günlük ekmeğini yapma tarzına, insanların “toplumsal varlığına” bağlı olduğunu gösterir.

    Peki insanlık nedir? Büyük idealist filozof Hegel “insan düşünen bir varlıktır” der. Aslında Hegel’in görüşü, insanın, yaratıcısı tarafından, yine bu yaratıcının çalışmasına hayranlık duyması için bir beyinle donatıldığı yolundaki alışıldık dinsel görüşün biraz daha incelikli bir biçimidir.

    Düşünmenin bizi gübre böceklerinden, dikenli balıklardan ve kertenkelelerden farklı kılan yönlerden biri olduğu doğrudur. Peki ama insanlar neden bir düşünme yetisi geliştirdiler?

    Yüz yıldan uzun bir süre önce Engels, tamamen materyalist bir açıklamayla, dik durmanın insansı maymundan insana geçişe işaret ettiğine dikkat çekti. Bu görüş, Leakey gibi antropologların en son araştırmaları tarafından da doğrulanmıştır.

    Dik duruş sayesinde eller, nesneleri, diğer parmaklarla karşı karşıya konumlanan bir başparmak aracılığıyla kavramak üzere serbest kaldı. Bu, aletlerin kullanılmasını ve geliştirilmesini mümkün kıldı.

    Dik duruş, ilk insanların etraflarındaki dünyayı algılayabilmek için gözlerine diğer duyularından daha fazla güvenmelerine de olanak verdi. Ellerin kullanılması, gözler aracılığıyla beyin yetilerini geliştirdi.

    Engels bir diyalektik materyalistti. Hiçbir şekilde düşüncenin önemini küçümsemedi, tersine onun nasıl ortaya çıktığını açıkladı. On sekizinci yüzyıl ABD politikacısı ve mucidi Benjamin Franklin’in, insanı alet yapan hayvan olarak tanımlarken Hegel’den daha materyalist bir yaklaşıma sahip olduğunu da görebiliriz.

    Yüz yıl önce Darwin bir varoluş mücadelesinin söz konusu olduğunu ve türlerin doğal seleksiyon yoluyla hayatta kaldığını gösterdi. İlk bakışta eski insanların çitanın hızıyla, aslanın gücüyle ya da bir filin korkutucu cüssesiyle karşılaştırıldığında yapacak çok fazla şeyleri yoktu. Bugün insanlar gezegene egemen olma durumuna geldi ve bu korkutucu hayvanların çoğunu yok olma noktasına sürükledi.

    Aslan gibi hayvanlar ne kadar özgüvenli görünürlerse görünsünler, insanları daha aşağı hayvanlardan ayıran şey, hayvanlar kendi dışlarındaki dünyayı olduğu gibi kabul ederken, insanoğlunun giderek doğanın efendisi olmasıdır.

    İnsanoğlunu doğaya hükmettiren süreç emektir. Marx’ın mezarında Engels, dostunun büyük keşfinin şu olduğunu ifade ediyordu: “İnsanoğlu ilkin yemeli, içmeli, barınağa ve giyeceğe sahip olmalı ve bu nedenle politika, bilim, sanat, din vb. ile meşgul olmadan önce çalışmalıdır.”

    Diğer bir diyalektik formülasyonda Engels şöyle diyordu: “El yalnızca emeğin organı olmayıp, aynı zamanda emeğin ürünüdür.”

    İlkel insanların beynini okuyamayız, ama onların çoğu zaman ne düşündüklerine –yiyecek– ilişkin oldukça iyi bir tahmin yapabiliriz. İhtiyaçlar karşısındaki mücadele o zamandan beri tarihe hep egemen olmuştur.

    Marksistler sık sık “ekonomik determinist” olmakla suçlanırlar. Aslında Marksistler fikirlerin önemini ya da tarihte bireylerin etkin rolünü inkâr etmekten çok uzaktırlar. Ancak tam da etkin olduğumuz için, bireysel etkinliğin sınırlarını ve fikirlerimizin ve etkinliğimizin tesirli olabilmesinden önce uygun toplumsal koşulların varolması gerektiğini biliriz.

    Akademik muhaliflerimiz, bireysel etkinliği genellikle rahat koltuklarında oturup ellerinde çerez Porto şarabını yudumlayarak yücelten pasif siniklerdir.[1] Marx’la birlikte anladık ki, insanlar “kendi tarihlerini kendileri yaparlar... ama doğrudan karşı karşıya kalınan, verili ve geçmişten gelen koşullar altında.” Sürece müdahale etmek için toplumun nasıl gelişmekte olduğunu anlamamız gerekir. Marksizmin bir perspektifler bilimi olduğunu söylerken kastettiğimiz şey budur.

    Düşüncenin iletimi olan dil, bizzat emeğin yarattığı bir şeydir. Bunu, çakallar ve avını öldürmek için kaba kuvvet ya da hızdan çok takım çalışmasına güvenen diğer avcı hayvanlar arasında bile görebiliriz. Bunların bir dizi havlama komutları ve uyarıları –dilin başlangıcı– vardır.

    Dil, ortaklaşa emeklerinin bir sonucu olarak, insanlar arasında böyle gelişmiştir. Daha yüksek insansı maymunlar arasında rasyonel düşünmenin tohumları ve bazı hayvanların sınırlı alet kullanımı başlangıç aşamasında kalırken, meyvelerini sadece insanoğlunda vermiştir.

    Emeğin insanı diğer hayvanlardan ayırdığını ve insanın emek sayesinde doğayı ve böyle yaparak da kendini tedricen değiştirdiğini gördük. Demek ki, insanlık tarihinin tüm acıları ve güçlükleri içinden geçen gerçek bir ilerleme ölçütü söz konusudur; insanların doğaya hükmetme ve doğayı kendi ihtiyaçlarına boyun eğdirme kabiliyetindeki artış; başka bir deyişle artan emek verimliliği.

    Üretici güçlerin gelişimindeki her aşama, belirli bir üretim ilişkileri setine tekabül eder. Üretim ilişkisi, insanların günlük ekmeklerini kazanmak için kendilerini örgütleme tarzı demektir. Üretim ilişkileri bu nedenle her toplum biçiminin iskeletidir ve insan bilincini belirleyen toplumsal varlık koşullarını sağlar.

    Marx üretici güçlerin gelişiminin nasıl farklı üretim ilişkilerini ve farklı sınıfsal toplum biçimlerini ortaya çıkardığını açıklamıştı.

    “Sınıf” ile, toplumdaki üretim araçlarına aynı ilişkiyle bağlı olan insan grubunu kastederiz. Üretim araçlarının sahibi olan ve onları kontrol eden sınıf, toplumu yönetir. Bu aynı zamanda, onun, ezilen veya emekçi sınıfı egemenlerin çıkarları için çalışmaya zorlamasını mümkün kılar. Emekçi sınıf, egemen sınıfın geçindiği bir artı üretmeye zorlanır.

    Marx şöyle der:

    “Ödenmemiş artı-emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alındığı özel iktisadi biçim, doğrudan üretimin kendisinden doğan ve kendisi de belirleyici bir öğe olarak onu etkileyen, yönetenler ile yönetilenlerin ilişkisini belirler. Ama, bunun üzerine de, bizzat üretim ilişkilerinden doğan iktisadi topluluğun tüm oluşumu, böylece de aynı zamanda onun özel siyasal biçimi yerleşmiştir. Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, kısacası, buna uygun düşen özel devlet biçiminin, en içteki sırrını, gizli temelini açığa vuran şey, her zaman, üretim koşullarına sahip olanlar ile doğrudan üreticiler arasındaki ilişkidir –bu, her zaman, doğal olarak, emek yöntemlerinin gelişmesinde belli bir aşamaya ve böylece de onun toplumsal üretkenliğine uygun düşen bir ilişkidir.”[2]

    İlkel Komünizm
    Toplumun en erken aşamalarında insanlar fabrikalara girmiyor, normalde bizzat kendilerinin tüketmeyecekleri şeyleri üretmek için çalışmıyor ve hafta sonunda, ihtiyaç duydukları yiyecek, giyecek, vb. karşılığında diğer insanların kabul etmeye hazır olacakları bir takım renkli kağıtlar ve süslü disklerle “ödül”lendirilmiyorlardı. Bu davranış, uzak atalarımıza oldukça inanılmaz gelirdi. Eskiden beri varmış kabul ettiğimiz modern toplumun birçok özelliği de öyle. Hangi sosyalist şu iddiayı işitmemiştir: “İnsanlar açgözlü olmaya ve gasp etmeye mahkûmdur. Sosyalizme ulaşılamaz, çünkü insan doğasını değiştiremezsiniz.”

    Aslında, sınıflı toplum şunun şurasında 10.000 yıldan daha kısa bir süredir mevcuttur; insanoğlunun bu gezegende varolduğu sürenin yüzde biri kadar bir süre. Sürenin geri kalan yüzde 99’unda sınıflı bir toplum, yani zorla kabul ettirilen eşitsizlikler, devlet ve modern anlamda bir aile yoktu.

    Bunun sebebi, ilkel insanın esrarlı bir şekilde bizden yüce olması değil, üretim ilişkilerinin farklı bir toplum türü ve bu nedenle de farklı bir “insan doğası” yaratmasıdır. Varlık bilinci belirler ve eğer insanların toplumsal varlığı değişirse –içinde yaşadıkları toplum değişirse– bilinçleri de değişir.

    İlkel toplumun temeli toplayıcılık ve avcılıktı. Tek işbölümü, tamamen doğal biyolojik bir nedenden, kadınların zamanın büyük bölümünde küçük çocukların sorumluluğunu yüklenmelerinden kaynaklanan, kadın ve erkek arasındaki işbölümüydü. Erkekler avlanırken kadınlar sebze ve meyve topluyordu.

    Böylece her bir cinsiyet üretimde önemli bir rol oynadı. Kalahari çölündeki! Kung kabilesi gibi hâlâ ilkel komünist koşullar altında yaşayan kabileler üzerinde yapılan çalışmalar temelinde, yiyecek temininde kadının katkısının erkeklerden daha önemli olabileceği tahmin edilmektedir.

    Tüm bu kabile toplulukları ortak özelliklere sahipti. Avlanma alanları kabilenin ortak malı olarak görülüyordu. Avlanmanın kendisi ortak bir eylemken başka türlü nasıl olabilirdi? Varlığın emniyette olmaması paylaşmaya yol açar. Ölü bir su aygırını arkadaşlarınızdan saklamak iyi bir şey değildir; çürümeye başlamadan önce onu yiyemezsiniz ve siz yoksulluk içindeyken diğer kabile üyelerinin fazladan şeylere sahip olduğu bir zaman da gelebilir. Paylaşmak ve eşit bir şekilde paylaşmak sağduyudur.

    Kişisel aletlerde özel mülkiyet yoktu, ama çok farklı kabile topluluklarında bile, eşitsizliğin birikmesini engellemek için bu aletleri sahibinin vücuduyla birlikte gömmek veya yakmak gibi benzer kurallar vardı. Bu kabileler tarımı geliştirmeye başladıktan sonra bile toprağı yeniden bölmeye devam ettiler, ilkel komünizmin normları böylesine güçlüydü. Romalı tarihçi Tacitus, Cermen kabileleri arasında bu tür kurallar olduğundan söz eder.

    Bu topluluklarda kadınların daha büyük bir saygınlığı vardı. Kabilenin servetine en azından eşit bir şekilde katkıda bulunuyorlardı. Ayrı beceriler geliştirmişlerdi; çömlekçiliği kadınlar keşfetmiş ve hatta tarımda son atılımı da kadınlar yapmış görünüyor.

    Devlet gibi kurumlar da gerekli değildi, çünkü toplumu bölen temel uzlaşmaz sınıfsal çıkarlar yoktu. Bireysel anlaşmazlıklar kabile içinde halledilebiliyordu.

    Kabilenin karar almasında deneyimli yaşlılar kesinlikle önemli bir rol oynuyordu. Onlar şefti, ama kral değildi; otoriteleri ya hak edilmiş bir otoriteydi ya da yoktu. M.S. üçüncü yüzyılda (bunun geçerliliğinin sona erdiği bir sırada) , Cermen kabilesi olan Vizigotların lideri Athanaric şöyle diyordu: “Ben otoriteye sahibim, iktidara değil.”

    Toplum gelişti, çünkü gelişmek zorundaydı. Tropikal Afrika’dan başlayarak, nüfus yerkürenin en barınılmaz kesimlerini kaplayacak ölçüde büyüdükçe, insanlar gelişmek için –aksi takdirde ölürlerdi– düşünce ve emek güçlerini kullanmak zorunda kaldılar. Toprağı ekip biçmek, aslında, bitkisel yiyeceklerin el altında olmasını sağlamak, meyve, fındık, vb. toplamanın bir adım ilerisiydi. Çiftçilik ve hayvanları evcilleştirmek, avlanmanın bir adım ilerisiydi. Kabile topluluğu norm olarak varlığını korudu.

    İnsanlık tarihindeki ilk büyük devrim tarım devrimi ya da neolitik devrimdi. Tahıllar seçildi ve ekildi, toprak çekiş hayvanlarıyla sürüldü. İlk kez, çalışanların geçinmeleri için gerekli olanın kat be kat üstünde büyük bir artı ortaya çıktı.

    İlkel komünizmde aylak bir sınıf için hiçbir temel yoktu. Ancak kendi ihtiyaçlarını temin edebildikleri için, başkalarını köleleştirmek anlamsızdı. Şimdi ise bazıları için aylaklık olanağı doğmuştu, ama insanlık henüz herkese böyle bir yaşam sürdürtme olanağını yeteri kadar sağlayamıyordu.

    Bu temelde sınıflı toplumlar ortaya çıktı; toplumlar mülk sahipleriyle emekçi sınıflar arasında bölündü.

    Asırlar boyunca sınıf mücadelesindeki temel sorun, çalışanların ürettiği artı üzerindeki mücadele olmuştur. Bu artının bölüşülme –gasp edilme– şekli, resmen tarımla başlayan farklı üretim tarzlarına bağlıydı. Bu değişim, toplumsal hayatın tümüyle dönüşmesinin temelini hazırladı.

    Kabile normları kolayca ölmedi. Önce toprak yeniden bölüşüldü. Hatta Feodal Avrupa’da, bazı bölgelerdeki köy toplulukları, orijinal köy topraklarının yeniden bölüşülmesiyle biçimi değişen ilkel komünizmin geleneklerini sürdürüyorlardı.

    Ancak tarım, avcılığın aksine daha bireysel bir faaliyet olabiliyordu. Daha çok çalışarak daha çok kazanabilirdiniz ve herkesin hayatta kalma sınırında yaşadığı koşularda bu önemliydi.

    Bunun da ötesinde tarım devrimi –çekiş hayvanlarının saban sürmede vb. kullanılması da dahil olmak üzere genellikle erkeklerin meşgul oldukları– kadını, erkekler tarafından sağlanan malzemeleri işlemek üzere eve gönderdi. Kadın cinsinin dünya-tarihsel yenilgisine yol açan şey, üretimde doğrudan bir rol sahibi olmayışıydı.

    Erkekler eşit olmayan mallarını erkek bir mirasçıya geçirmek istediler. İlkel komünist toplumda soy kadın üzerinden yürürdü (miras önemli değildi) . Artık miras erkek üzerinden yürümeye başlamıştı.

    Sınıflı toplumun nasıl ortaya çıktığını tam olarak bilmiyoruz, fakat elimizdeki kanıtlardan yola çıkarak parçaları birleştirebiliriz. Bu sürece devrim diyoruz ve bu, kelimenin en derin anlamıyla bir devrimdi.

    Ama yeni tip toplum eskisinin yerine tam olarak geçmeden önce, farklı toplum tipleri arasındaki geçiş biçimlerinin yüzlerce, hatta binlerce yıl varolduğunu unutmamalıyız. İnsanlığın ilerleyişi düz bir şekilde değil, eşitsiz ve bileşik gelişme yasasına uygun olarak sürdü.

    Tarımı geliştirmeye ilk mecbur kalanlar, ekvator Afrika’sının iyi durumdaki insanları değil, daha ılıman iklimlerdeki (muhtemelen yakın Doğudaki) insanlardı.

    İlk tarım kuşkusuz çok basitti, muhtemelen “orman açma ve yakma”dan ibaretti. Bu, kabilenin hareket halinde olmaya devam etmesi demekti, çünkü açılmış toprak, yalnızca birkaç yıl iyi ürün veriyordu.

    Bu yüzden kabile topluluğu varlığını muhafaza etti, ancak değişikliğe uğradı. Tacitus, kendi zamanındaki Cermen kabilelerinin askeri demokrasisini, bir savaş şefinden, yaşlılar konseyinden ve savaşçılar meclisinden oluşan bir yapı olarak tanımlar (kadınların oy verme hakkı artık ellerinden alınmıştı) . Bu, gelişimin bu aşamasındaki kabileler için tipiktir.

    Her ne kadar meclis tüm kararları (mızraklarını kalkanlarına şiddetle vurarak) ret ya da kabul edebiliyorsa da, savaş şefinde bir kralın embriyosunu ve yaşlılar konseyinde de bir egemen aristokrasinin ana hatlarını görürüz.

    Romalı toprak sahibi egemenler senato (“yaşlılar”) içinde örgütlenmişlerdi ve Anglo-Sakson krallar bir Witan’a (“bilgeler”) danışıyorlardı, bunların her ikisi de kendi zıddına dönüşmüş demokratik bir kabile oluşumunun kalıntısıydı. Cermen kabileleri artık savaş için örgütleniyorlardı, çünkü korunmadığı takdirde elden alınma tehlikesi olan bir artı mevcuttu.

    Desmond Morris (Çıplak Maymun) ve Robert Andrey (Avcılık Hipotezi) gibi yazarların görüşlerinin tersine, Leakey gibi antropologlar, insanın doğuştan saldırgan olmadığını gösterdiler. Her ne kadar ilkel komünist toplumlar, sözgelimi kıt avlanma alanları için savaşa tutuşmuşlarsa da, savaşlar ancak savaşmaya değer bir şeylerin olduğu aşamada tarihin yerleşik ve düzenli bir özelliği haline gelmeye başladı.

    Tarımdan, artının üretilebildiği bir topluma doğru yapılan bir atılım olarak söz etmekteyiz. Aslında, tarımla gelen emek üretkenliğindeki artış, daha geniş bir işbölümüne olanak verdi; böylece insanlar başka şeyler üretebilecek hale geldiler. Bu nedenle tarım devrimi, teknikte (çömlekçilik ve metal işleme gibi) ve tüm toplumsal yapıda bununla bağlantılı devrimleri beraberinde getirdi.

    Farklı kabileler arasında olduğu gibi kabile içinde de eşitsizlikler gelişti. Coğrafi ve diğer nedenlerden dolayı, bazı kabileler hayvan yetiştirmeye, balık avlamaya vb. yoğunlaşmaya başladılar. Tarımla uğraşanlar, artılarını (ya da daha doğrusu içlerinden bazılarının edindiği artıyı) korumak için tahkim edilmiş köyler etrafında yerleşmeye başlarken, bu balıkçılık yapan ve hayvan yetiştirenler malları mübadele etme görevini üstlendiler. Önceden, mübadele, seyahatleri esnasında birbiriyle karşılaşan kabileler arasındaki tesadüfi bir eylemdi. Bundan böyle düzenli bir durum haline gelmişti.

    Metal, şüphesiz ticaretin en önemli kalemlerinden biriydi. Yahudiler, Mısır’la Akdeniz uygarlıkları arasındaki ticareti geliştiren, en ünlü hayvan yetiştirici halklardan biriydi (İncil’de İbrahim’in serveti daima sürülerle ölçülür) .

    Ticaret, kabileler arasındaki dinsel törenlerde sunulan armağanlardan gelişti. Bir armağanın değerinin ölçütü neydi? İnsanlar aldıkları armağanları üretmenin ne kadar zaman aldığı hakkında birtakım fikirler oluşturur oluşturmaz, karşılığında daha fazla emek içeren ürünler vererek, armağan verenleri cömertlikte geçmeye çalışacaktılar.

    Ticaret daha düzenli hale geldikçe, doğal olarak evrensel bir eşdeğer –ticarette kolayca mübadele edilebilen ve genel olarak bir değer ölçütü olarak kabul edilecek bir şey– ihtiyacı ortaya çıktı. Başlangıçta bu ihtiyaç sığırla karşılandı (Latincede “para” anlamına gelen pecunia sözcüğü, sığır anlamına gelen pecus sözcüğünden türer) . Daha sonra ticaret hızla geliştiğinde, bu ihtiyaç, ağırlığın garantisi olarak hükümdarlar tarafından basılan metal külçelerle daha uygun bir şekilde giderildi.

    Dini törenlerdeki armağanlar genellikle kabilenin temsilcisi olarak şefe verilirdi. Toplumun serveti arttıkça, şef olmak zahmete değer bir şey haline geldi. Şefin evi, köydeki pazar yerinin başlangıcı haline geldi.

    Metal işleme, erkeklerin eline iyi ya da kötü muazzam bir yeni güç verdi. Metal, özellikle de bakır ve bronz, nadir bulunuyordu. Bu yeni toplumların birinci ihtiyaçları, arttırdıkları yaşam standardının korunmasıydı. Elbette, önder savaşçı olarak kabile şefi, yeni stratejik malzemeden ilk yararlanan kişi olmalıydı.

    Bunun sonuçları Antik Yunan şairi Homer’in efsanelerinde görülür. Homer, bronz silahlı Yunan askeri aristokratlarının ordusu tarafından kuşatılan Truva şehrinden bahseder. Savaşan ve ölenlerin çoğunluğunu oluşturan ve genelde çakmaktaşı uçlu mızraklarla silahlanan sıradan erler ordusundan çok bahsedilmez. Açıkçası onlar bir edebiyat konusu olarak görülmezler.

    Homer’in antik efsaneleri, kabile şeflerinin savaş ve yağma yoluyla aristokratlara ve krallara doğru evrilmeleriyle ilkel komünizmin bir kenara itildiği bir toplumu resmeder. Bundan böyle, etkin silahlı güç tekeline, egemen bir sınıf sahipti. Böylece kabile topluluğunun gelişimi, sınıfsız eşitliğe son vererek, kendi “mezar kazıcıları”nı yaratmıştı.

    Laf arasında, Cermen destanları, Cermen kabile topluluğunun çözüldüğü benzer bir aşamada ortaya çıktı. Onların kahramanlık çağları da, tıpkı antik Yunan’daki gibi, üretimin gelişimindeki benzer bir aşamaya tekabül ederek, benzer sanat biçimleri (epik şiir gibi) ve hatta benzer bir tanrılar sistemi ortaya çıkardı.

    Homer’in anlattığı Bronz Çağı uygarlığı, Batı Avrupa Karanlık Çağlarına benzer biçimde, Dor akınları tarafından yok edildi. Yüzyıllarca süren bu döneme ait tarihsel kayıt bulunmamaktadır. Ama istilâcılar yeni bir şey getirmişlerdi: demir.

    Demir potansiyel olarak bronzdan daha boldu. Homer’ın egemen sınıfı, onu sıradan insanı silahlandırmak için kullanamazdı, çünkü bu onları toplumsal iktidarlarının temelinden, askeri tekellerinden yoksun bırakırdı. Bunlar, hâlâ kabile hayatı yaşayan istilâcıların karşısında yıkılıp gittiler.

    İstilâcıların toplumu sınıflara ayrılmamıştı. Bu nedenle hepsi demir silahlar kullanıyorlardı ve zamanlarında yenilmezdiler. Bazen insanlık ilerlemek için geri adım atmak zorundadır.

    Asyatik Üretim Tarzı
    Uygarlık farklı yerlerde farklı şekillerde gelişti. Son zamanlardaki keşifler, birbirinden bağımsız olarak yaklaşık aynı zamanda Hindistan ve Güneydoğu Asya’da ortaya çıktığını ileri sürse de, bildiğimiz kadarıyla uygarlık ilk olarak Mısır’ın Nil deltasında ve Mezopotamya’da (bugünkü Irak) ortaya çıktı.

    Hem Mısır’da hem de Mezopotamya’da egemen sınıf, şeflerden daha çok, toplumun geri kalanı üzerinde yükselen bir rahipler katmanının tepesinden doğmuş görünmektedir. Bunun sebebi, rahiplerin, Nil sellerinin gelişini önceden haber vermeyi mümkün kılan bir takvim geliştirecek müsait zamana ve ilk defa muazzam bir artı üreten merkezi olarak planlanmış bir sulama işini geliştirecek aritmetiğe sahip olmalarıdır.

    Mısırlı rahiplerin matematiğe ve astronomiye olan ilgileri tesadüfi olmayıp, üretimin gereklerinde yatmaktadır.

    Marx’ın açıkladığı gibi, planlı sulama ihtiyacı yüzünden: “Sulama sistemleri (Asya toplumlarında çok önemli) , ulaşım araçları vb. gibi emek yoluyla fiilen mülk edinme sürecinin komünal koşulları, bundan dolayı üst birliğin –küçük toplulukların üzerinde asılı duran despotik hükümetin– eserleri olarak belirir.”[3]

    Hiçbir şekilde köy topluluklarına karşı sorumlu olmayan Asyatik devlet, kendisini, artı-ürünü bir haraç olarak mülk edinme hakkına sahip hisseder. Bu haraç, toprak üzerindeki devlet mülkiyeti aracılığıyla zorla alınır: “... bütün bu küçük toplulukların üzerinde duran bütünleştirici birlik, üst düzeydeki mülk sahibi ya da tek mülk sahibi olarak, gerçek topluluklar ise salt babadan oğula toprağı kullanan zilyedler olarak görünebilir.”[4]

    “Üretimin genel koşullarının” (sulama vb.) muhafaza edilmesi karşılığında Asyatik despotizme haraç veren köyler bütünüyle kendine yeterliydiler. Her bir köyde zanaat ve tarım birleşmişti. Dağınık köyler sömürüye karşı etkili bir şekilde örgütlenemiyorlardı, bu yüzden tüm sistem değişime karşı çok dayanıklıydı.

    Bu gibi toplumların “tarih dışı” olduğunu söylerken Marx ve Engels’in anlatmak istediği şey budur. Örneğin Hindistan birbiri ardına fetihçiler tarafından istilâ edildi, ancak bu politik değişimlerin hepsi yüzeyde kaldı.

    Toplumsal sistemlerinin kökenini toprakta özel mülkiyetin teşkil ettiği bir toplumdan gelen Büyük İskender’in Yunanlı varisleri Ptolemaioslar, Mısır’ı istilâ ettikleri zaman buldukları sistemi olduğu gibi muhafaza ettiler. Ne de olsa bu sistemin sağladığı gelirlerden pek memnundular.

    Ancak binlerce yıl sonra İngiliz kapitalizmi Hindistan’ı istilâ edip, yerli tarımın ve zanaatların birliğini yok etmek için toprağa özel mülkiyeti sokmaya çalıştığı ve kapitalizmin önkoşullarını geliştirdiği zaman, Asyatik üretim tarzı nihayet yıkıldı. Sonuç, sulama sisteminin zayıflaması ve 19. yüzyıl boyunca yaşanan bir dizi korkunç kıtlıktı.

    Asyatik üretim tarzı, ilkel komünizmin toprağın kolektif olarak işlenmesi gibi bazı özelliklerini muhafaza etmesine rağmen, sınıflı toplumun ilk gelişimine tanık oldu. Üretimi daha önce hiç olmadığı kadar yüksek bir düzeye çıkardı ve daha sonra durağanlaştı.

    Böylece yerkürenin çok geniş alanlarında Batı Avrupa’da görülenden tamamen farklı bir toplum biçimi ortaya çıktı. Kölelik biliniyordu, ancak baskın üretim tarzı değildi. Batı feodalizminin tersine, artı-ürün toprak beylerinden ziyade merkezi devlet tarafından gasp ediliyordu.

    Uygarlık bir kez kurulup korunduktan sonra, ister savaş isterse de ticaret yoluyla, etkilerini etrafına yaymak zorunda kaldı. Mısır ticarette her zaman dışarıya bağımlı oldu, böylece Girit uygarlığının ilerlemesini teşvik etti ve bu münasebetle Yunan sahilindeki ticaret topluluklarının gelişimine muazzam bir hız verdi. Burada uygarlık insanlığı tekrar ileriye götürebilecek üretim ilişkilerini –bireysel zenginliğe sınırsız bir teşvik sağlayan özel toprak mülkiyetini– buldu.

    Antik Yunan: Kölecilik ve Demokrasi
    Bu nedenle, Yunanistan tekrar tarihsel kayıtlara girdiği zaman, sınıfsal yapısı Homer zamanınkinden çok farklıdır. Kıyının dört bir yanında ticaret kentleri türemiştir. Tüm bu kentlere, başlangıçta, politik hakları tekellerine alan toprak beylerinden oluşan küçük bir egemen sınıf hükmediyormuş gibi görünür. Bu toprak beylerinin kent merkezindeki bölgelerin ilk işgalcileri olduğunu düşünebiliriz. Ticaret geliştikçe, bunların topraklarının fiyatı hızla yükselecek ve konumlarını ürün piyasasını kontrol etmek için kullanabileceklerdi. Elbette hakim konumlarını, kenar mahallelerde oturan yoksul yurttaşlara borç olarak tohum vermek ve çoğu üzerinde bir borç esaretini zorla kabul ettirmek için kullandılar. (Kırdaki insanların, topraklarını mı yoksa kendilerini mi ipotek ettiği hâlâ akademik bir tartışma konusudur, fakat sömürü şekli burada bizim için önemli değildir.)

    Ticaret geliştikçe, tüccar ve zanaatçı sınıfın önemi arttı ve politik haklar için yoksul köylüyle birlikte mücadele etti. Sınıflı toplum bir kez kurulduktan sonra, savaş ve artı-üründen bir parça elde etme şansı sayesinde ana yerleşim merkezlerine yayıldı.

    Yunanistan ve Roma’daki tüm kent devletleri aynı prensipler etrafında örgütlendi. Kent devleti (Yunanca’da “polis”) bir bütün olarak diğer kent devletlerine karşı birleşirken, kendi içinde bölündü.

    Bu bölünme, sınıf temelinde –ve yurttaşlar ile köleler arasında– bir bölünmeydi.

    Başlangıçta yoksul yurttaşlar (Roma’daki adıyla plebler) tüm politik haklardan yoksun bırakıldılar. Mücadeleleri politikti: devlet kararlarında söz sahibi olmak.

    Askeri beka da bir zorunluluktu, zira devlet ordu içindeki köylülüğün desteğine bağlıydı. Zengin toprak beyi sınıfın, onlar için dövüşecek yoksul yurttaşlara ihtiyacı vardı. Yüksek sınıfın temsilcisi olan Atina’daki Solon’un (çok iyi bildiğimiz bir olay) M.Ö. 594’te toprağı pleblere tekrar dağıtmasının asıl nedeni işte budur.

    Büyük ölçüde bir ticaret merkezi olan ve yoğun bir biçimde tüccar ve zanaatkâr barındıran Atina’da, sıradan insanlar en sonunda demokratik haklarının tamamını kazanabildiler. Yoksul insanlar kamu görevine alındı ve yaklaşık 5000 yurttaş, politikaları tartışmak için düzenli olarak mecliste toplandı.

    Demokrasi mücadelesi birkaç aşamadan geçti. Birbiri ardına kentlerde, toprak oligarşisi önce tiranlar tarafından devrildi. Bunlar, daha sonraki tarihlerde feodal aristokrasi ile yükselen tüccar kapitalistler sınıfı arasında denge sağlayan mutlak monarklarla dikkat çekici bir benzerlik taşıyorlardı.

    Mutlakıyet yanlıları gibi, onlar da politik iktidarı ele geçirmek için sınıf mücadelesinin girdiği kilitlenme durumunu kullandılar. İngiltere’deki Tudor monarkları gibi, tiranların da teminat altına aldıkları politik istikrar, sınırsız politik iktidara istek duydukça en güçlü destekçiden en azılı düşman haline gelen zengin sınıfların daha da yükselmesini mümkün kıldı. Böylece tiranlar dönemi Yunanistan’ın tüm ticaret kentlerinde “demokratik” devrimle son buldu.

    Ancak Atina demokrasisi –yurttaşlar için demokrasi– yurttaş olmayan sınıfın, yani politik hakları olmayan kölelerin sömürüsünü temel alıyordu. Atina demokrasisi aslında, sömürülen köle sınıfa, zorla egemen sınıfın çıkarlarını dayatma –ve savaşta egemen sınıfın çıkarlarını savunma– mekanizmasıydı.

    Polis sürekli savaş için donatılan bir kurumdu. Kent devletinin gücü, silahlanma yeteneğinde olan bağımsız köylülere (“hoplites”) dayanıyordu. Yoksul yurttaşların kenti savunmak için Perslere karşı yaptıkları Salamis deniz savaşını kazanmalarının ardından, demokrasinin zaferi Atina’da kaçınılmaz oldu. Silahlanmak için çok yoksul olmalarına rağmen, Atina donanması için kürekçilik yaptılar. Dışa doğru yayılma ve kölelerin fethedilmesi sayesinde, zengin ve yoksul yurttaşlar arasında tehlikeli bir çıkar birliği kuruldu.

    Daha sonraki köleci Roma toplumuna kıyasla Yunan köleci üretim tarzı, yurttaşlar söz konusu olduğunda görece “demokratikti”. Yoksul yurttaşlar bile, çiftlikte veya işlikte kendilerine yardımcı olmak üzere ya da köle ekiplerinde çalışması için kiraya vermek üzere bir köleye sahip olabiliyorlardı.

    Bu yüzden yoksul yurttaşlar üzerinde bir baskı yoktu, çünkü zenginin alternatif bir emek kaynağı vardı. Demokrasinin gelişmediği Yunan kentlerinin çoğu, toprak servetinin doğal olarak ticari zenginliklerden daha önemli olduğu ülkenin iç kısımlarındaydı.

    Kölelik, emek bir artı-ürün verdiği için ancak şimdi mümkündü. Bu artı-ürüne, üretim araçlarına –bu durumda bizzat kölelere– sahip olan bir egemen sınıf tarafından el koyuluyordu. Devlet egemen sınıfın devletiydi. Tüm toplum yapısı köle emeğine dayanıyordu; sanat, kültür ve felsefenin tüm mucizeleri, sömürülen bir sınıf, köle sahiplerinin boş vakti olabilsin diye çalıştığı için mümkündü ancak.

    Köleci toplumun kendi dinamikleri vardı. Başarısı, sürekli daha fazla köleye, daha fazla ödenmemiş emeğe el koyulmasına bağlıydı.

    “Kölelik, başlıca üretim biçimi olduğu her yerde, emeği kölece bir etkinliğe dönüştürür, dolayısıyla onu özgür insanlar için onur kırıcı hale getirir. Bu yüzden, bir yandan kölelik üretimin daha fazla gelişmesi önünde acilen kaldırılması gereken bir engelken, öte yandan böyle bir üretim tarzından çıkış yolu kapalıdır. Bu çelişki, köleliğe dayanan bütün üretimin ve bütün toplulukların yıkımına neden olur. Çözüm, çoğu durumda, yıkılmaya yüz tutan topluluklara daha güçlü olanlar tarafından (Makedonya ve daha sonra da Roma tarafından Yunanistan’a yapıldığı gibi) zorla boyun eğdirilmesidir. Bizzat bunlar da köleliğe dayandıkları sürece, merkez sadece yer değiştirir ve süreç, sonunda köleliğin yerine başka bir üretim biçimi geçiren bir halkın fethetmesine kadar (Roma) , daha yüksek bir düzeyde yinelenir.”[5]

    Bu açıklamayı örneklerle izah etmek için, köleliğin tüm potansiyelini tükettiği Roma’ya ve kendisini içinde bulduğu çıkmaz sokaktan nihayet düşe kalka çıkan Batı Avrupa toplumuna dönelim.

    Roma Köleliği
    Roma toplumu, eski krallarını kovduktan sonra, toprak sahiplerinin (bunlar Roma’da “patrisyenler” diye adlandırılıyorlardı ve Senatoda örgütlenmişlerdi) egemen olduğu dönemdeki Yunan kent devletleriyle başlangıçta aynı görünümü sergiler.

    Toprak sahipleri başlangıçta tüm politik hakları tekellerine almışlardı. Plebler, “kabilelerin birlikten çekilmesi” biçiminde gerçekleştirilen genel tarım grevi de dahil olmak üzere, iktidarda pay sahibi olmak için muhteşem bir mücadele verdiler.

    Fakat plebler sadece yoksul yurttaşlardan ibaret değildi. İçlerinde, devlet iktidarını kontrolleri altında bulunduran soylulara katılmak isteyen zengin tüccarlar da vardı. Bunlar pleb hareketinin başını çektiler ve istediklerini elde ettiklerinde onları terk ettiler.

    Bu mücadelenin belirli kazanımlarından biri de borç köleliğinin yürürlükten kaldırılmasıydı. Boşluk, Roma cumhuriyetinin muazzam yayılmasıyla ve fetihler sayesinde köle yığınları edinilmesiyle dolduruldu.

    Yunanistan’la fark, Romalı patrisyenlerin, onlardan zorla alınan tavizlere rağmen iktidara sıkıca sarılması ve bu köle akınının nimetlerini tekeline almalarıydı. Köle emeğiyle büyük çiftliklerin (latifundia) sömürüsünü birleştirdiler. Böyle yaparak, lejyonlar içinde örgütlenen ve Roma’nın askeri ihtişamının temelini oluşturan plebleri kaçınılmaz olarak zayıflattılar.

    Malları ellerinden alınan lejyonerler yirmi yıllık askeri hizmetten sonra geri döndüklerinde, çiftliklerini ota bürünmüş olarak buldular. Kaçınılmaz olarak yıkıldılar ve köksüz ve mülksüz bir proletaryayı oluşturmak üzere kentlere sürüklendiler. Ama 19. yüzyılın anti-kapitalist toplum eleştirmeni Sismondi’nin söylediği gibi, “Romalı proletarya toplumun sırtından geçinirken, modern toplum proletaryanın sırtından geçiniyordu.”

    Roma’da Gracchus kardeşler, bağımsız plebleri korumak için son bir umutsuz mücadele başlattılar. İkisi de patrisyenlerin satılık ayaktakımı tarafından kesildi.

    M.Ö. birinci yüzyılda, yani cumhuriyetin son yüzyılında, Roma toplumunun krizi aslında iki yönlüydü.

    Bir taraftan sınıf mücadelesi kilitlenmişti. Çelişkiler orduya sıçrıyordu. Generaller birbiri ardına, pleblerin kendi mücadeleleri yoluyla alamayacakları toprağı onlara bağışlama sözü vererek, askeri birliklerinin desteğini kendi politik hırslarının çimentosu yaptılar.

    Diğer taraftan Romalı küçücük bir oligarşi, artık rüşvetçi bölge valileri ve vergi toplayıcıları vasıtasıyla bir dünya imparatorluğuna hükmediyordu. Bu egemenlik biçimi oldukça yetersiz kalıyordu ve bu yetersizlik, Roma’nın İtalyan müttefiklerinin yurttaşlık hakları için ayaklandığı Toplumsal Savaşlar döneminde gündeme geldi. Romalıların “kazanabilmesinin” tek yolu, İtalyan müttefiklerini –yurttaşlık haklarını vererek! – kendi yanlarına çekmekti.

    Böylece askerler birbiri ardına iktidar boşluğuna adım attılar ve kendi iktidarlarını yavaş yavaş genişlettiler. Sonunda, Sezar Augustus, özellikle de devletin yönetilmesinde söz hakkı verdiği İtalyan toprak sahiplerine güvenerek cumhuriyeti lağvetti.

    Yavaş yavaş herkes yurttaş oldu ve ayrıcalıklar anlamsız hale geldi, çünkü herkes Roma İmparatorluğunun sade tebaasıydı. Fransız imparator Napoleon Bonaparte’ın politikalarının, eleştirmenleri tarafından “Sezarizm” olarak adlandırılması boşuna değildir. Her ikisini de karakterize eden şey, tam da, kişisel iktidarlarını kurarken, sınıflarla gruplar arasındaki aynı dengeydi. Augustus’un imparatorluğu uzun bir barış dönemini başlattı. Ancak köleci bir imparatorluk için, barış savaştan daha büyük bir tehdittir. Köle kaynakları iyice kurudu ve köle fiyatları feci şekilde arttı. Roma kendi doğal sınırlarına ulaşmıştı. Etrafı “barbarlar” olarak bilinen kabileler tarafından kuşatılmıştı ve Roma onları yenememişti.

    Roma İmparatorluğunun Çöküşü
    Bu durumda, köleci üretimin sınırları kendini gösteriyordu. Kölenin üretimi geliştirmek için hiçbir nedeni yoktur. O sadece kırbaç tehdidiyle çalışır. Özgür insanlara gelince, onlar da, Romalı hukukçuların köleleri adlandırdıkları gibi, bir “instrumentum vocale”, “sesli bir mal varlığı türü” olmakla özdeşleştirdikleri emeği küçümserler.

    Roma toplumunun trajedisi, sınıf mücadelesinin üç köşeli olmasıydı. Yoksul özgür insanlar büyük köle sahiplerinden şikayetçiydiler, ama sıkıca sarılmaları gereken tek dokunaklı itibar kırıntısı özgür olmalarıydı ve bu nedenle köleler için toprakları fethederken ve köle ayaklanmalarını bastırırken, devşirilen orduda ezenlerle birlikte daima ortak dava güdüyorlardı.

    Kölelere gelince, onlar da köleliğin evrensel olduğu bir dünyada, kölesiz bir dünya yaratmak için değil, “köle sahiplerini köleleştirmek” rüyasıyla yaşıyorlardı.

    Bu muazzam imparatorluğu bir arada tutma yükü, artı-ürünün büyük bir kısmını vergiler halinde iç eden aşırı şişkin bir devlet iktidarı yaratıyordu. Emperyal despotizm tarafından yaratılan atomize insanlar arasında merkezi bir tarzda hareket etme yeteneğine sahip tek kendine güvenen güç orduydu. Yüz yıl boyunca muhafız alayı istediği kadar imparator yarattı ve devirdi.

    İmparatorların bundan kurtulmak için tek çıkış yolu vardı: lejyonları sınırdan geri çekmek ve Roma’daki muhafız alayının üzerine yürümek. Tüm bunlar çelişkileri daha büyük ölçekte yeniden üretti.

    İmparator Septimus Severus öldüğü zaman, oğullarına şu özlü politik aklı verdi: “Askerlerin parasını ödeyin. Gerisi sorun değil.” Devletin, özünde, “silahlı insanlardan oluşan bir teşkilat” olduğu gerçeği, Roma İmparatorluğundaki hiç kimse için bir sır değildi.

    Üretim azaldıkça doğal olarak ticaret de azaldı ve toprak sahiplerinin villaları, onların yerini alacak olan Orta Çağ manorları (malikaneleri) yönünde gelişerek, gittikçe daha çok kendine yeterli hale geldi. Paradan kaçış, üçüncü yüzyılın sonundaki enflasyonla daha da arttı. İmparatorlar, ayni vergiler talep ederek, zarardan kaçınmayı güvenceye aldılar.

    Bunlar aynı zamanda, artık politik güçten yoksun kalmış olan patrisyen (toprak sahibi) sınıfı, binalara ve arenalara büyük miktarlarda para harcamaya zorlayarak sıkıştırıyorlardı. Toprak sahipleri buna, kıra kaçarak ve kendine yeterli kır malikanelerini kurarak yanıt veriyorlardı.

    Kölelik ölmeye başlamıştı, ancak Hıristiyanlık tarafından ileri sürülen güya insani fikirler yüzünden değil, sadece artık kârlı olmadığı için. Köleci üretimin toplumu ileri götürebilmesinin tek yolu, birkaç yıl ölümüne çalıştırılabilen ve sonra değiştirilebilen çok sayıda kölenin ele geçirilebilmesiydi.

    Bu fetihler, silahlı pleblerden oluşan Roma lejyonları tarafından mümkün kılınmıştı. Ama plebler, köle çalıştıran büyük çiftliklerin başarısıyla yok edilmişlerdi.

    Artık Romalılar, ordularını güçlendirmek için sadece barbar paralı askerleri bulabiliyordu. Böylece Roma’yı barbarlardan barbarlar koruyordu! Açıkçası imparatorluk fazladan yaşıyordu.

    Kölelik, özellikle zenginlerin ev içi hizmetlerinde hâlâ önemli olmakla beraber yavaş yavaş hakim üretim tarzı olmaktan çıktı. Üretim ve ticaret daraldıkça, tarım işinin doğal ritminden dolayı yılın yarısında işsiz olan insanları tarlalarda çalıştırmak için bütün yıl boyunca beslemenin anlamsız olduğu, toprak sahipleri için açık hale geldi. Durgun dönemlerde onları kendi başlarının çaresine bakmaya mahkûm etmek çok daha iyiydi!

    Daha önce köle olanlara, ürettiklerinin düzenli bir kısmını toprak sahibine vermek zorunda oldukları ve ailelerinin geçimini de güçlükle sağladıkları bir toprak parçası kiralanıyordu. Devlet de gelirinin çoğunu, köylülere zorla dayatılan toprak vergisinden çıkarıyordu.

    Bir süre sonra, kötü hasat zamanlarında borca girme doğal eğilimleri yüzünden, köylüler serfleri andırır bir halde toprağa bağlandılar. Bu “kolonluk” dönemi olarak adlandırılır.

    Neticede Batı İmparatorluğu, barbarların daha saldırgan ve tehdit edici olmaları yüzünden değil, imparatorluğun iç çürümesi yüzünden yıkıldı. Üretici güçlerin zaten gerileme içinde olduğunu görmüştük; ve kolonlukta, feodalizm altında meyve veren bazı eğilimler doğuş sürecine girdi.

    Feodalizme Geçiş
    Batı Avrupa’daki Cermen (barbar) istilâlarından sonra ortaya çıkan yeni toplum, gerileyen Roma uygarlığı ile sınıflı topluma evrilme sürecindeki Cermen kabile topluluğunun bir senteziydi.

    Eski Yunan uygarlığına yönelik Dor istilâsı gibi, bu da geriye bir adım gibi görünüyordu. Üretimdeki düşüş toplumsal hayatın tüm alanlarını etkiledi. Günümüze kadar gelen bazı Karanlık Çağ kayıtları (Tours’lu Gregory’nin yazdığı Frankların Tarihi gibi) , her türden gülünç mucizeye –Romalı patrisyen bir tarihçinin katıla katıla güleceği bir durum– çocukça inanıldığını göstermektedir.

    Sanatın ve kültürün tüm kazanımları, sadece kilise kurumlarında ölü vaziyette varlığını sürdürdü. Ancak barbarlar yeni fikirler ve bir kez daha ilerleme olanağını da getirdi. Tek bir örneği ele almak gerekirse, Cermenler toprak yüzeyini kazımaktan çok altüst eden ve böylece tahıl miktarını arttıran ağır bir pulluk geliştirmişlerdi.

    Bu süre zarfında Cermen kabileleri arasında neler olmuştu? Romalılar “böl ve yönet” taktiğiyle şaşırtıcı bir zaman dilimi boyunca kendilerini korumuşlardı. Sadece kabilelerin aralarını açmakla kalmamış, aynı zamanda kabile içinde rüşvetle satın alınan ayrıcalıklı bir elit yetiştirmek için lüks maddelerin ticaretini bilinçli olarak geliştirmiş ve böylece kabileyi kendi içinde bölmüşlerdi.

    M.S. birinci yüzyılın başlarında Tacitus, pek çok kabilenin demokratik yapısını betimledikten sonra, deniz ticaretiyle uğraşan bir halk olan Suionlar ile devam eder:

    “Servete de büyük saygı gösterilir; ve bu nedenle tek bir hükümdar, sınırsız bir iktidarla ve sorgusuz sualsiz bir itaat talebiyle yönetir. Silahlar, Almanya’nın geri kalanında olduğu gibi, herkese verilmeyip, gerçekte köle olan muhafızın gözetimi altında tutulur... aylak silahlı insan kalabalığı kolayca sorun çıkarır.”

    Kabile topluluğunun devleti olmadığı için, gençleri akınlara gitmekten alıkoyma olanağı yoktu. Hepimiz kovboy filmlerinden, yaşlı Apaçi şefinin Yedinci Süvari Birliğinin albayına bu prensibi açıklarken yaşadığı problemleri biliriz. Ama kapitalist fethe karşı Kızılderili direnişi mahkûm edilirken, çöken Roma İmparatorluğu üzerine düzenlenen akınlar pek güzel işlerine geliyordu.

    En cesur gençlerin etrafında maiyetler toplandı. Bu silahlı maiyetler böylece, kabilenin iradesine değil bir bireyin iradesine bağlandılar. Ganimet hediyeleriyle liderlerine bağlandılar. Onlar kabile topluluğunun sonunun başlangıcıydılar, yavaş yavaş daimi silahlı bir aristokrasi haline geldiler ve liderlerini krallığa yükselttiler.

    Bu askeri aristokrasi Romalı toprak sahiplerini mülksüzleştirdi ya da Roma İmparatorluğunun topraklarına girdikçe onlarla birleşti.

    Bu broşürün amacı Batı toplumunun sonraki birkaç yüzyıl içinde geçirdiği tüm değişimleri detaylı bir şekilde incelemek değildir. Ancak merkezileşen Roma İmparatorluğunun kaybolan ihtişamının yerini almak için yapılan en ciddi girişime, Şarlman’ın Frank İmparatorluğuna ve ona ne olduğuna göz atmak öğretici olacaktır.

    Şarlman Avrupa’da geniş topraklar fethetti ve kontlar tarafından yönetilen eyaletler kurdu. Fetihlerini gerçekleştiren ordulara yiyecek sağlamak için, eskiden özgür olan Frank köylülüğü (“Frank” özgür anlamına gelir) giderek serf statüsüne düşürüldü.

    Bu girişimler toplumun üretici kaynaklarının taşıyabileceğinden daha büyüktü. Üretkenlik düşük olduğu için, ulaşım araçları ilkeldi. Şarlman’ın halefleri döneminde, imparatorluk içe doğru patladı, Normanlar, Vikingler ve Sarazenler tarafından istilâ edildi ve çökme noktasına geldi.

    Yerel kodamanlar, toprağın korunması karşılığında, her yere kaleler inşa etme ve yerel köylerin tartışmasız lordları haline gelme fırsatını elde ettiler.

    Şarlman’ın halefleri, silahlı adamlarına hediye ve yatacak yer yerine toprak vererek ve karşılığında askeri hizmet ve hükümranlığın tanınmasını talep ederek, durumu kabul etmek zorunda kaldılar. Bu ölçü, toprağın zenginliğin esas biçimi olduğu bir toplumsal aşamayı gösteriyordu. Toprak üzerindeki hakimiyet onlara artı-ürün ayrıcalıklarının kapısını açmıştı.

    Feodal Toplum
    Feodal toplum, böylece, yukarıdakilerin toprağın hakimiyeti karşılığında aşağıdakilere dayattığı bir askeri yükümlülükler piramidi biçiminde ortaya çıktı.

    Tüm yapı, lordların topraklarında çalışan köylülerin ödenmemiş emeğine dayanıyordu. Kölelerin tersine, onlar lordun malı değildi. Feodalizm düzensiz gelişti. Köydeki bazı insanların toprakları çok küçüktü ve hâlâ lordun toprağında çalışan köleler ya da hizmetkârlar olarak yaşamlarını sürdürüyorlardı. Daha özgür köylülerin işleyecek toprakları vardı ve ayni rant ödemek zorundaydılar. Diğerlerinin bir ara statüleri vardı, bunlar kendi geçimlerini sağlamak için küçük toprak parçalarını işliyor ve zamanın geri kalanında lordun toprağında emek hizmeti vermek zorunda kalıyorlardı.

    Feodalizm altında sömürü açık ve örtüsüzdür. Köylüler lordlara hizmetlerini para, emek ya da ürün olarak öderler. Ne olup bittiğini herkes görebilir. Eğer lord köylüyü toprağında üç gün yerine dört gün çalışmaya zorluyorsa, sömürü oranının arttığı her iki taraf için de açıktır.

    Kölelik altında, tersine, kölenin kendi geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olduğu çalışma haftası bile ödenmemiş görünür. Bu yüzden köle karşılıksız çalışmış görünür. Kapitalizm altında, ücretli işçiye emeğinin değeri olarak gösterilen bir miktar para ödenir. Tüm emeğin karşılığı ödenmiş görünür.

    Bu üç sistemde de üretici sömürülür: ancak sömürünün kendine özgü biçimi en sonunda toplumun tüm yapısını tayin eder.

    Feodalizm altında devleti oluşturan “silahlı adamlar topluluğu”, çoğunlukla silahlı güç tekeline sahip olan egemen sınıftan çıkıyordu. Böylece ekonomik ve politik iktidar aynı ellerdeydi.

    Köydeki adalet genellikle lordun malikâne mahkemesinin elindeydi. Feodal lord ve onun silahlı adamları, hepsi birbiri içine geçmiş olan polis, hakim ve cellâtlardı.

    Geriye bakınca, feodalizmi durağan bir sistem olarak görme eğilimindeyiz. Kapitalizmle karşılaştırıldığında şüphesiz öyledir. Ancak feodalizmin sağladığı istikrar altında ciddi ilerlemeler yapıldı.

    Örneğin, İngiltere’nin nüfusu 1066 ile 14. yüzyıl arasında muhtemelen ikiye katlandı; bu üretimdeki ilerlemenin bir belirtisidir. Geniş orman alanları ve işlenmemiş toprak ilk kez sabanla işlendi. Doğu Avrupa’nın uçsuz bucaksız bölgeleri feodalizm tarafından sömürgeleştirildi.

    Feodalizm üreticiye üretimi kendi yararına genişletmesi için sınırlı bir teşvik sağladı. Tarımı ve sömürgeleştirmeyi geliştirmeye bazen lord önayak oldu, bazen de köylü. Bu sınıf mücadelesine bağlıydı. Lordun eğilimi, köylülerin toprak parçalarını asgariye indirmeye, ortak toprakları işgal etmeye ve serf statüsünü dayatmaya çalışmaktı. Öte yandan köylüler, feodal aidatların asgari bir kiraya indirilmesiyle ilgileniyorlardı.

    Su ve rüzgâr değirmeni gibi yenilikler, bu yeni sistem altında başladı. Lord, değirmeninin belli bir süre kullanımı için fahiş fiyatlar isteyerek, bu ilerlemenin tüm faydalarının üstüne oturmaya teşebbüs edecekti.

    Avrupa kıtasında, Orta Çağın sonlarında, bu “banaliteler”[6] feodal gelirin ana biçimiydi. Daha çok üretme güdüsü, ister lordun lüks harcamalar için daha çok gelir tutkusundan ileri gelsin, isterse köylülerin bağımsız çiftçiler olarak işe başlama hırsından ileri gelsin, üretim tedrici olarak ilerliyordu.

    Ama feodalizm de, kendinden önceki kölelik gibi, üretkenliğin gelişmesini sınırlandırıyordu. Kuşaklar boyunca tarımsal üretkenlik büyük oranda durgun kaldı. Feodal lordların daha çok servet kazanmalarının en kolay yolu daha çok insanı sömürmekti. Bu nedenle, nihai etkisi üretici güçleri israf etmek ve yok etmek olan savaş için daimi bir itici güç vardı.

    Orta Çağ Kentleri
    Sınıflı toplumun önceki biçimleri gibi feodalizm de, gelişimi sırasında kentlerde yeni bir toplumun tohumlarını üretti.

    Roma kentleri feodal Orta Çağ kentlerinden daha büyük ve daha etkileyiciydi, ancak aynı gelişme olanaklarına sahip değildi. Roma kentleri, lüks malların ticaretini yapan toprak sahiplerinin toplanma yerleri olarak ve çevresindeki kırı soyan idari merkezler olarak yola çıkmıştı. Orta Çağ kentleri ise zanaat ve ticaret merkezleriydi.

    Üretkenlik geliştikçe, ticaret zorunlu olarak büyüdü. Karanlık çağlarda aristokratların evlerine ve manastırlara bağlı olan zanaatkârlar, kırsal bölgelerle daha hızlı ve bu nedenle de daha ucuz üretilebilecek ya da sadece yetenekli uzmanlar tarafından üretilebilecek malların ticaretini yapmak için bir araya geldiler.

    Bu kentler başlangıçta ister yeni bir ticari sınıfın embriyosu tarafından isterse de yeni gereksinimleri sömürmek için ilerici feodal lordlar tarafından kurulmuş olsun, yeni bir eğilimi temsil ediyorlardı. Evrensel egemenlik ilişkilerinin ve feodalizmin uşaklık ruhunun tersine, bunlar feodal lordların temsilcilerinden birinin “yeni ve iğrenç bir isim” olarak adlandırdığı komünü ortaya çıkaran tüccarların özgür birliğiydi.

    Bu kentlerde üretim ve ticaret, zanaat dallarına ayrılan loncalar halinde örgütlendi. Bunlar üretimi, fiyatları ve kaliteyi düzenlemeye çalışıyorlardı.

    Kara Ölüm (on dördüncü yüzyılda Avrupa’ya yayılan korkunç veba) Polonya’ya uğramadan geçtikten sonra, loncalar daha fazla kutsal gün kutlayarak tanrıya şükretmeye karar verdiler. Aslında yaptıkları şey, şüphesiz, siparişlerin azalması nedeniyle işi paylaştırmaktı.

    Loncalar eşitler arasındaki birlikler olarak işe başladı, ama kentler daha iyi bir yaşam uman mülteci serflerin sürekli akını yüzünden hacimce büyüdükçe, lonca ustaları, ustaların kendi saflarına katılmasını daha zor hale getirebiliyorlardı.

    Aynı zamanda, tüccar loncalar da, bir kent eliti haline gelmek için zanaat loncaları üzerindeki konumlarını kötüye kullanabiliyorlardı. Orta Çağın sonunda gerçekleşen, yoksul zanaatkârların meclisin yönetiminde söz hakkı elde etmek için çıkarttıkları bir dizi ayaklanmaya kadar, birçok kente küçücük bir oligarşi hakimdi.

    Bu doğal farklılaşma meta üretimiyle yeniden üretildiği için, oligarşi zamanla ilk statüsünü tekrar kazandı. Aynı zamanda tüm kentler toprak sahibi sınıftan hürriyet ayrıcalığını almak için savaşa girişti.

    Emeğin üretkenliği arttıkça, ticaret de artıyordu, pazar için üretim, meta üretimi ve para ekonomisi de öyle. Giderek daha çok tahıl ürünü, kentleri beslemek amacıyla satış için üretildi. Bir köylüler katmanı, akranları pahasına zengin oldu ve pazara üretim yapan toprak sahibi çiftçiler olma tutkusuna kapıldılar.

    Bununla birlikte, İngiltere’de, üretimin pazara yönlendirilmesine asıl önayak olanlar feodal lordlardı. Yün üretimi önem kazandığı için, lordlar ortak toprakları gasp etmeye ve köylüleri mülksüzleştirmeye uğraşacaklardı.

    İngiltere’de serflik genel olarak on dördüncü yüzyılın sonlarında ortadan kalktı, ama toprak köleliğinin yerini kısa vadeli kiralamalar aldı, giderek artan bir yoksul köylü ordusu dışarıya atıldı ve serseriliğe (geçimini sağlamak için aylak aylak toprakları dolaşmaya) zorlandı.

    On yedinci yüzyılda, nüfusun dörtte birinden fazlasının dilenmekten başka geçim aracının olmadığı hesap ediliyordu. İlerleme, her zaman olduğu gibi, sıradan insanların sırtından başarıldı.

    Feodalizm Altında Sınıf Mücadelesi
    Soylularla plebler arasındaki sınıf mücadelesi politikken, devlet iktidarına erişmekle ilgiliyken, feodal sınıf mücadelesi esas olarak ekonomik düzlemde yürüdü.

    Toprak sahipleriyle köylüler arasında sürekli ve dur durak bilmeyen bir mücadele gerçekleşti. Bazen bu, devrimci kavgaya döküldü. İngiltere’deki 1381 Köylü Ayaklanması, bu olayların en dikkate değer olanıdır.

    Kara Ölümden sonra, köylüler emek kıtlığından dolayı güçlü bir konumdaydı. Toprak sahipleri geleneksel yükümlülükleri daha büyük bir şiddetle dayatarak kayıplarını telâfi etmeye kalkıştılar. Bu toplumsal bir patlamaya neden oldu.

    Öncü devrimci köylülüğün güneydoğunun ticari ürün bölgelerinde olması çok anlamlıdır. Ticaretin gelişmesi ulaşımı da geliştirdi ve geniş alanlardaki insanların birbirine bağlanmasını sağladı. Ayaklanma, yakın hedeflerinde başarısız olsa da, feodal lordların yağma tutkularının gerilemesine neden oldu.

    Köylülük birbiriyle kavgalı dağınık bir sınıf olduğundan, ayaklanma temelde başarısızlığa uğradı. Kral II. Richard onları “kendi otlaklarına geri dönmeleri” için sıkıştırdı ve en zayıf noktalarından vurdu. Köylülüğün sürekli bir seferberlik durumunda tutulması mümkün değildi. Üretimin gelişkinliği, nüfusun çoğunluğu toprağı işlemek zorundayken, sadece küçük bir azınlığın savaşçı olarak tutulabildiği bir noktadaydı

    Aynı dönemde Fra Dolcino önderliğinde gerçekleşen İtalyan köylü ayaklanması bunu gösterir. Dini fikirlerle süslenmiş olsa da, köylülüğün ileri kesimleri ilkel komünist özlemler geliştirmişlerdi.

    Fra Dolcino ve taraftarları İtalyan Alplerine çekildiler. Beslenmek ve kendilerini korumak zorundaydılar. Saflarında, korkaklar ve hainler arasında bölünmenin başlaması, moral bozukluğuna ve yenilgiye yol açtı.

    Bu örnekte, feodalizmin kurumlarının üretici güçlerin o sırada varolan durumuna nasıl da karşılık geldiğini görebiliriz. Geçmişin acıları insanoğlu için zorunlu bir doğum sancısı olmuştur.

    Feodalizmden Kapitalizme
    Marx, feodalizmin çözülme ve kapitalizmin ortaya çıkma sürecini “ilkel birikim” olarak adlandırır. Bu süreç, bir taraftan toprak yerine para halinde servet biriktirme süreciyken, diğer taraftan mülksüz bir proletaryanın yaratılması sürecidir. Bu, üreticilerin kendi geçimlerini sağlayabildikleri araçlardan ayrılmasıdır.

    Feodal köylülüğün toprağa bağlı olduğunu görmüştük. Bu onlara kıtlık zamanları dışında mütevazı bir hayat garantisi veriyordu.

    Yol açtığı tüm güvensizlik nedeniyle, zorunda olmadıkça hiç kimse para için çalışmaz. Emperyalistlerin Afrika’da kelle vergisi almaya başlamalarının ve Güney Afrika’da olduğu gibi, Afrikalıları bir ücretli emek kaynağı olmaya zorlamak için çorak rezervasyon bölgelerine sürüklemelerinin sebebi budur. Bu nedenle, özel mülk sahiplerinin elindeki toprak tekeli, kapitalizmin gelişiminin bir koşuludur.

    İngiltere’de köylülerin mülksüzleştirildiği süreç Marx tarafından Kapital’de anlatılır. Toprağın üçte birinin Kilisede olduğu bir dönemde manastırların dağılması muazzam bir yoksul eski keşişler kitlesi yarattı. Bundan önce de, Güller Savaşından sonra feodal maiyetin dağılması gaddar bir serseri sınıf yarattı.

    Ancak mülksüzleştirmenin ana kaldıracı, arazi sahiplerinden oluşan bir parlamento tarafından Çitleme Kanunları olarak adlandırılan özel Parlamento Yasalarının kabul edilmesiydi. Bu düpedüz yasal bir hırsızlıktı. Yün ticaretinin arttığı bir zamana denk gelmişti ve toprak sahipleri koyun sürülerini otlatmak için daha fazla toprak istiyordu. Eskiden muhtemelen beş yüz kişinin oturduğu toprağın, toprak beyinin toprağı olmasına karar verildi ve köylülerin yerini birkaç çoban aldı.

    Bu süreç vahşice olsa da, eski verimsiz şerit sistemini[7] ortadan kaldırarak ve rasyonel tarımın temelini döşeyerek topraktaki üretimi ilerletti. Sonra, sanayi devriminin avantajları, modern makineler, bu büyük çiftliklere uygulanabildi.

    İlkel birikim sürecinin bir diğer kutbu da para birikimiydi. Sermayenin ilk biçimleri, sanayi sermayesinin üretimi dönüştürmesinden önce, tüccar sermayesi ve tefeci sermayesiydi.

    Amerika’nın İspanyol yağmacılar tarafından “keşfedilmesi” dünya ticaretinin eksenini kaydırdı. “Yeni Dünya”da büyük servetler kazanıldı.

    İspanyolların altın aramasına korkunç bir vahşet eşlik etti. Onların egemenliği altında, 1492’de bir milyon olan San Domingo Kızılderililerinin nüfusu 1530’da on bine düştü. Küba’da yerli nüfus 1492’de 600.000 iken 1570’te sadece 270 haneye düştü.

    Tüccar kapitalist güçler gaddarlıkta birbirleriyle yarışıyorlardı. Uzun zaman önce öldüğü düşünülen kölelik, dünya pazarına hizmet eden madenlere ve plantasyonlara emek gücü sağlamak için bir rönesansa uğradı.

    Aynı zamanda, Orta Çağ sonlarında, güçlülerin artan para ihtiyaçlarını karşılayan, Fuggerlar gibi büyük banker ailelerinin yükselişine tanık olundu. Şövalyeler, prensler ve feodal maiyet, onlara sunulan yeni lükslerden geri kalamazlardı. Toprağa dayalı üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin gelişimi önünde bir engel olduğunun çok açık bir kanıtıydı bu.

    Monarşi de daha fazla paraya ihtiyaç duymaya başlıyordu ve borç almaya başladı. O nedenle bu dönem her ulusun ulusal borcunu arttırmaya başladığı dönemdi. Bugün hâlâ yaşadığımız ve İngiltere’de şu anda yaklaşık 100 milyar sterlin olan (1983) bir sorun.

    Orta Çağın sonlarında, Batı Avrupa ülkelerinin çoğunda, İngiltere’deki Tudorlar gibi mutlak monarşiler türedi. Bu monarşiler eskinin toprak sahibi egemen sınıfı ile umut vaat eden kapitalistler arasında denge sağlıyorlardı.

    Başlangıçta, ticaretin ve bu nedenle kapitalizmin gelişebileceği güçlü, istikrarlı ulus-devletler kurarak toplumu ileri götürdüler. Yurtdışında sömürgelerin fethedildiği savaşlarda tüccarların çıkarlarını savundular.

    Aslında monarşiler kendi çıkarlarının peşindeydiler ve ancak kapitalistlerle toprak sahipleri arasındaki sınıf mücadelesinin kilitlenmesi sayesinde palazlanabilmişlerdi. Kapitalizm daha da geliştikçe, yükselen kapitalist sınıfın içinde, büyüyen ekonomik gücüne uygun bir politik güç tutkusu uyandı. Kapitalizmin egemenliğini sağlamlaştırmak için, saltanat süren mutlak monarşileri hedef alan burjuva devrimler gerekliydi.

    Tarımdaki gelişmelere paralel gelişmeler, zanaatsal üretimde de gerçekleşti. Loncaların başlangıçta üretimdeki ilerlemeyi kurumsallaştıran üretim ilişkilerini nasıl yansıttığını daha önce görmüştük. Loncaların dışındaki kapitalistler devamlı genişleyen pazarlara üretim yapmak için ücretli emeği harekete geçirmeye başladıkça, bunlar bir engel haline geldiler.

    Loncalar fiyatları yüksek tutmak için üretimi sınırlandırma ilkesini işletiyorlardı ve saldırılara direnmek için geleneksel ayrıcalıklarını kullanıyorlardı. Tüccar kapitalistler, ufak toprak parçalarında yarı işsiz durumda olan köylülerin artı-emeklerini yutmak için köylü evlerine daldılar. Bu evlere dokumacılığı “yerleştirmeye” başladılar.

    Köylülük, dokumacılık gelirlerine giderek daha çok bağımlı hale geldi. Tüccarlar sadece hammadde ve pazar sağlamaya çalışıyorlardı ve köylülere, tezgâhlara ve hatta kulübelere bile sahip olabiliyorlardı. Pazarlar üzerindeki kontrolleri sayesinde üstünlüğü ellerinde tutuyorlardı.

    Bu, feodal köylülüğün proleter konuma düşürüldüğü bir diğer önemli süreçti.

    16. ve 17. yüzyıl boyunca, zanaat atölyeleri kuruldu. İşin basit süreçlere bölünebileceği görüldü. Adam Smith, “Ulusların Zenginliği” adlı kitabına, eski yöntemlerle karşılaştırıldığında daha ucuza ve daha büyük miktarlarda üretilebilen toplu iğne yapımındaki işbölümünü açıklayarak başlar.

    Daha da ötesi, işin yinelenen basit görevlere bölünmesi, el emeğinin yerini makinelerin almasını mümkün kıldı. Üretimi bulduğu gibi alarak işe başlayan kapitalizm, üretim aletlerini devrimcileştirmeye başlıyordu.

    Kapitalizm dünya ekonomisi üzerindeki hakimiyetini hiçbir engelle karşılaşmaksızın kolayca kurmadı. Yeni uyanan üretici güçler, eski üretim ilişkilerine başkaldırmıştı. Bunların aşılması ve üretici güçlerin gelişim aşamasına karşılık gelen yeni üretim ilişkilerinin kurulması gerekiyordu.

    Bu burjuva devriminin göreviydi. 1640’lardaki İngiliz Devrimi, 1776 Amerikan Devrimi ve 1789-94 Fransız Devrimi, kapitalizmin dünya ölçeğindeki egemenliğinin temellerini kuran belirleyici mücadelelerdi.

    Peki bu burjuva devrimlerin görevi tam olarak neydi?

    Feodalizm artık egemen olmamasına rağmen, toprak sahiplerinin çıkarları meta üretiminin önünde bir engel olarak duruyordu.

    İngiltere’de toprak sahibi kibar tabaka pazar için üretime geçmesine rağmen, Fransa’da 1789’a kadar aristokrasi artının büyük bir bölümünü rant olarak yedi ve malların serbest dolaşımı üzerinde her çeşit geçiş ücretini zorla kabul ettirmek için ayrıcalıklı konumundan yararlandı.

    Bu herkes için fiyatları yükseltti ve burjuvazinin aristokrasiye karşı koyarak bir bütün olarak ulusun çıkarlarını temsil etme iddiasında bulunmasını mümkün kıldı. 1789’da Parisli kitlelerin Bastille’i zaptetmesine kadar, örneğin Paris’e yiyecek girişi feodal bir ayrıcalık olarak bir geçiş ücretine tâbi idi.

    Fransa, eski aristokrasinin tamamen kenara süpürüldüğü burjuva devriminin klasik ülkesiydi. Giderek pazar için daha çok üretim yapan köylülük, 1789 burjuva devriminden sonra, tutkulu bir kapitalist sınıfa ve mülksüz bir kırsal ücretli emekçi sınıfına bölünme eğilimindeydi.

    Kapitalizmin, yeni üretim tarzının gelişebileceği bir çerçeve olarak merkezi ulusal ekonomileri kurma görevi de vardı.

    Almanya 19. yüzyıl gibi geç bir dönemde, kapitalist üretim için istikrarlı bir ulus-devlete sahip olunması gerektiğini gösterdi. Almanya, 1848 devrimi arifesinde hâlâ her biri kendi para birimi, kendi geçiş ücreti ve gümrük tarifeleri, kendi ölçü birimleri, toprak yasaları ve yerel ulaşımı olan otuz üç küçük devlete bölünmüştü.

    Açıkça, küçük devletlerin yarattığı bu karışıklık, Alman sanayi ve ticaretindeki büyük ölçekli gelişimin önünde içinden çıkılmaz bir engel oluşturuyordu. Arkasındaki yeni işçi sınıfından duyduğu korku yüzünden, Alman burjuvazisinin “kendi” devrimini yapamaması, bu görevlerin –modern bir kapitalist ulus inşa etme gerekliliğini gören– Bismarck etrafında toplanan Prusyalı junkerlerin (toprak sahipleri) hegemonyası altında gerçekleştirilmesine neden oldu.

    Öte yandan, Britanya ve Fransa’da, kapitalist gelişimin çerçevesini geliştirme ilerici görevlerinden biri olarak, ulusal birlik zaten esasen mutlak monarşiler tarafından gerçekleştirilmişti.

    İlerlemeye karşı direnen tek kesim eski aristokrasi değildi. Toplumu aslında ileri götürmüş olan kapitalistlerin bir kısmı da, giderek daha gerici hale geliyordu. Zengin tüccarlar krallar üzerindeki nüfuzlarını ticarette tekel sağlamak için kullanıyorlardı. Metaların fiyatını yükseltmek için ayrıcalıklarını kullanıyorlardı.

    Serbest ticaret için mücadele etmek zorunda kalan daha küçük tüccarlar ve kentli kitleler, bu gerici kapitalistlere karşı koydular. Aynı şekilde büyük tefeciler, servetlerini, kraliyete borç vererek yaptılar ve böylece monarşiye bağımlı hale geldiler.

    Bir bütün olarak kapitalist sınıf, devrimini tamamlamak üzere ihtiyaç duyduğu politik gücü elde etmeye çalışmak için artık yeterince güçlüydü. Mutlak monarşiler, ticaretin yayılmasını savunan bir kalkan olmaktan çıkıp, bir engel haline gelmişlerdi. Ortadan kaldırılmaları gerekiyordu; ve zanaatçı ve küçük çiftçi kitleler, bu işi kapitalist sınıf için yapmak üzere seferber edildiler.

    Kapitalizm
    Kapitalistler, servetlerini toprakla ya da kölelerle değil parayla ölçerler. Para servetin üretime yönelmesi, insanlık için binlerce yıl önceki tarım devrimi kadar önemli bir dönem olan sanayi devriminde gerçekleşti.

    Kapitalizm de, feodalizm veya kölelik gibi bir sömürü sistemidir. Onun ayırt edici özelliği, sistemlerinin doğası gereği, kapitalistlerin, artı-değeri tüketmekten ziyade büyük bölümünü tekrar üretime geri yatırmak zorunda olmalarıdır.

    Kapitalizm bu yüzden ilk dönemlerde görülmemiş bir dinamik kazanır. Feodal lordların hiç bitmeyen savaşlar yoluyla yapmaya çalıştığı gibi, yalnızca daha çok insanı sömürmek yerine, kapitalizm insanları daha çok sömürür, emek üretkenliğini geliştirir.

    Böyle yaparak bir bolluk toplumuna ve böylece de sömürenle sömürülen arasındaki bölünmeyi tamamen ortadan kaldırmaya olanak sunar. Başka bir deyişle, bizzat kapitalizmden daha yüksek aşamadaki bir topluma olanak sunar.

    Kapitalizm kendisini egemen kapitalist sınıfın elindeki üretim araçlarının tekeline dayandırır. İnsanların büyük çoğunluğu, kapitalist sınıf tarafından dayatılan koşullarda çalışmadıkça, yaşam araçlarından yoksun kalırlar.

    Biçimsel olarak, ücretli işçiler yaptıkları işin karşılığını alıyormuş gibi görünür. Gerçekte ise feodal serf ya da köleler kadar çok sömürülürler.

    Kapitalizmde emek-gücü (işçinin çalışma kapasitesi) başka herhangi bir şey gibi bir metadır, çünkü pazarda alınır ve satılır. Kendi sahibi, yani işçi tarafından satılır ve paranın sahibi, yani kapitalist tarafından alınır.

    Ancak emek-gücü bu bakımdan diğer metalardan farklıdır: değer yaratma eşsiz özelliğine sahiptir. Kapitalistin işine yarayan da budur, bu nedenle emek-gücünü satın alır (işçi çalıştırır) .

    Emek-gücü üretim içinde tüketildikçe (işçiler işe koşuldukça) , kapitalistin emek-gücü için ücret olarak ödediğinden daha fazla değer yaratılır. Kapitalist kârın kaynağı budur.

    Eğer emek-gücü kapitalistin satın alabilmesi için pazarda hazır ve nazır bulunmak zorundaysa, onun üretilmesi gerekir. “Birey göz önünde bulundurulduğunda” diye yazar Marx, “emek-gücünün üretimi, onun kendisini yeniden üretmesinden ya da varlığını devam ettirmesinden ibarettir.” Marx hemen arkasından bu devamlılığın “tarihsel ve manevi bir öğe de” içerdiğini ekler; yani bir işçi ailesinin kendi varlığını devam ettirmesi ve çocuklarını yeni bir ücretli işçi kuşağı olarak yetiştirmesi için gerekenler, bu toplumdaki işçi sınıfı için kabul edilebilir olan ve mücadele yoluyla tesis edilmiş yaşam standartlarına bağlı olacaktır.

    Kapitalist sömürünün özü şudur: İşçilere emeklerinin karşılığı değil emek-güçlerinin karşılığı –yani yaşamaları için gerekli olan miktar– ödenir. Fark kapitalist tarafından alınır.

    Böylece işçinin günlük çalışması “gerekli emek” ve “artı-emek” olarak ikiye bölünür. İşçi “gerekli emeği”, günün, satıldığında ücret maliyetini karşılayacak olan değerin üretildiği kısmında harcar. “Artı-emeği” ise işgününün geri kalan kısmında, satıldığında kapitalist sınıfa giden kira, faiz ve kârı karşılayacak olan değeri üretirken harcar.

    Kapitalizm başlangıçta, işgününün sürekli uzatılmasını (işçilere genellikle günlük ücret ödeniyordu, ancak çalışma saatleri çok uzundu) dayatarak sömürü oranını arttırmaya uğraştı. Kapitalistler, şehirdeki ve kırdaki küçük üretimin yok olmasıyla ve açlık çeken yoksul yığınların kentlere sürüklenmesiyle yaratılan neredeyse bitmez tükenmez bir yedek emek ordusu sayesinde bunu başarabildiler.

    Bu, işçilerin patronlar tarafından dayatılan her türlü koşul altında çalışmak zorunda kalması anlamına geliyordu. Ancak kapitalist sistem altın yumurtlayan tavuğu öldürme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. 1850’lerde Britanya’da yapılan teftişler, cılız, güçten düşmüş bir işçi kuşağının askeri hizmet için uygun olmadığını gösteriyordu.

    19. yüzyılda İngiliz işçiler işgününün yasal olarak sınırlandırılması için mücadele etmeye başladılar. Marx bunu “işçi sınıfının politik ekonomisi için ilk zafer” olarak adlandırıyordu. Böyle olsa da, belirtmeliyiz ki, daha sonra yapılan Ulusal Sağlık Hizmeti, 10 saat yasası gibi reformlar, uzun vadede egemen sınıfın çıkarınaydı, çünkü emek kaynağının sağlıklı durumda tutulmasını sağlıyorlardı.

    Buna rağmen, kapitalistlerin dar görüşlü açgözlülüğü yüzünden, bu reformlar sadece egemen sınıf muhalefetine karşı dişe diş mücadele sayesinde zorla kabul edildi.

    Böylece, Marx’ın mutlak artı-değerin arttırılması (örneğin işgününü uzatarak) dediği şey sayesinde artı-değer oranını sınırsız bir şekilde arttırmaları engellenen kapitalistler, nispi artı-değerin arttırılması yoluyla sömürü oranını yükseltmek zorunda kaldılar.

    Bu, kapitalistlerin, işçilerden daha fazla emek saati almak yerine, işçilerin emek üretkenliğini –aynı iş saatinde daha fazla ürün elde etmek– arttırmak zorunda olmaları anlamına gelir.

    Emek ne kadar üretken olursa, işçilerin yaşam gereksinimlerinin değerini (ücretlerini) üretmeye ayırmaları gereken işgünü parçası o kadar kısalır ve kapitalist için artı-değer üretmeye o kadar fazla zaman ayrılabilir.

    Kapitalizmin motoru rekabettir. Her kapitalist hayatta kalmak için rakiplerini alt etmek zorundadır. Daha ucuz satmanın en iyi yolu daha ucuz üretmektir. Emek zamanı değerin ölçüsü olduğu için, bu daha az emek zamanıyla üretmek anlamına gelir.

    Makineleşme emek üretkenliğini sürekli olarak arttırmanın temel aracıdır. Belki de sürecin en iyi örneği, Marx’ın el tezgâhı dokumacılarının durumuna ilişkin verdiği örnektir.

    İplik eğirme makinesinin icadı ve ucuz dokuma ipliğinin kitlesel üretimi, elbise yapımının makineleşmesine yol açtı. Dokumacılık o zamana kadar hâlâ bir el zanaatıydı. Sanayi devriminin ilk yıllarında dokumacılara talep arttıkça, el tezgâhı dokumacıları ücretlerini arttırabildiler ve düzenli bir “işçi aristokrasisi” haline geldiler. Bunlar kapitalizm için ucuz üretimin önünde bir engel teşkil ediyorlardı. Kaçınılmaz bir sonuç olarak, dokuma makinesi icat edildi, zira kapitalist ihtiyaç icadın ebesidir.

    Dokuma makinesinin, eşit miktarda yün kumaş üretmek için daha az emek zamanı aldığı, herhangi bir gözlemci için dahi apaçıktır.

    El tezgâhı dokumacıları, ürünlerinin fiyatını boşuna düşürüyorlardı. Dokuma makinesiyle hiçbir şekilde rekabet edemezlerdi.

    En gelişkin oldukları dönemde el tezgâhı dokumacılarının sayısı çeyrek milyondu. Bir kuşak boyunca binlercesi gerçekten açlıktan ölerek yok oldu. Çok azı dokuma makinelerinin başında düşük ücretlerle iş bulabildiler.

    Kapitalist gelişmenin yolu daima bu olmuştur. Fakat bu şekilde kapitalizm modern sanayinin inanılmaz üretici güçlerini geliştirmiştir.

    Kapitalizm aynı zamanda kendi hakimiyetine uygun bir devlet biçimi de geliştirir. Kapitalizm altında, her biri sınıf mücadelesinin gelişimindeki farklı bir aşamaya tekabül eden farklı devlet biçimleri –parlamenter demokrasiden faşizme ve en çeşitli biçimlerde Bonapartist askeri-polis diktatörlüklerine kadar– varolabilir.

    Tüm bu devlet biçimlerinin tek bir ortak noktası vardır: son tahlilde üretim araçlarının özel mülkiyetini ve bu nedenle de sermayenin egemenliğini savunurlar.

    Marx ve Engels, demokrasinin, kapitalist sınıf egemenliğinin ideal biçimi olduğunu sık sık vurguladılar; birincisi bu, kapitalistlere kendi anlaşmazlıklarını çözme olanağı verir; ve ikincisi de toplumun yönetilmesinde işçi sınıfı partilerine görüntüde bir söz hakkı tanır. Sistemin sürekli varolması için gerekli olan değişiklikler böylece daha kolayca yapılabilir. Aynı zamanda burjuva demokrasisi işçilere, sömürücülerini devirmek üzere örgütlenmeleri için en uygun zemini sunar.

    Kapitalizm, varlığının bir önkoşulu olarak, yeni bir mülksüz çalışanlar sınıfını gerekli kılmıştır. Gelişimi boyunca kapitalizm giderek büyüyen bir ücretli işçi havuzu yaratmıştır.

    İkinci Dünya Savaşından bu yana bile, Fransa, İtalya ve Japonya gibi ülkelerde milyonlarca küçük çiftçi topraktan sürülmüştür. Bu, insanları yalıtılmışlıktan ve kırsal hayatın geriliğinden kopardığı ve emek üretkenliğinin yükselişini temsil ettiği ölçüde ileriye doğru bir adım olmuştur, böylece daha az insanın tarımla uğraşması gerekir ve daha fazla insan ellerini başka şeyler üretmeye yöneltebilir.

    Ancak, aynı zamanda, kapitalizm insanların çıkarlarına aldırış etmez ve kitlelere neye mal olursa olsun acımasızca artı-değer peşinde koşar.

    Kapitalist Dünya Pazarı
    Daha önce gördüğümüz gibi, kitleler için büyük acılar yaratmış olmasına rağmen, kapitalizm dinamik bir sistem olmuştur. Amacı ve itici gücü daha çok ve daha çok artı-değerdir.

    Bu yüzden sanayi kapitalizmi dünyayı fethetmek için uğraşır. Ticari sermaye diğer ülkelerde varolan üretim tarzlarından zorla haraç almakla yetinmişti; sanayi sermayesi ise sanayi devriminden sonra yarattığı imparatorluklarda, bu ülkelere ucuz manifaktür malları yağdırdı.

    Bu mallar, köylerdeki tarımla birleşen mevcut el zanaatları sistemini zorunlu olarak yok etti.

    Varolan toplumlar zorla dağıtıldı. Üstelik tarım giderek daha çok dünya pazarının gereksinimlerine yöneldi. Kapitalizm kendi suretinde bir dünya yaratmaya başlıyordu.

    Bu süreç, kapitalist gelişmenin emperyalist evresinde en yüksek aşamasına ulaştı.

    Kapitalist ülkelerin kapitalizm öncesi uluslarla ilişkiye geçmesinin, onları sömürmesinin ve onları kapitalizmin yörüngesine çekmesinin farklı evreleri Hindistan örneğinde açıkça görülebilir.

    Hindistan önce İngiliz hükümeti tarafından değil bir tüccarlar birliği olan Doğu Hindistan Şirketi tarafından sömürgeleştirilmişti. Bunlar İngiliz-Hindistan ticaretini tekellerine alarak, ucuz alıp pahalı satarak çok para kazandılar. Hindistan’ın iç ticaretini de kapmaya çalıştılar ve doymak bilmez kontrolleri altındaki tahıl fiyatları, kıtlıklar sırasında, yoksulların ulaşabileceğinin çok üzerinde bir seviyeye fırladı.

    Doğu Hindistan Şirketinin egemenlik dönemi İngiltere’deki ilkel birimin gereksinimlerine tekabül ediyordu. Tüccar maceracılar eşitsiz değişim yoluyla servetler kazandılar. İngiltere’nin Hindistan alt-kıtasının bütününe egemen olmasını sağlayan Plassey Savaşının ardından, İngiltere Bankası ilk kez 10 ve 15 sterlinlik banknotlar bastı. Muhafazakâr tarihçi Burke, Hindistan’da 1757 ile 1780 arasında gerçekleştirilen yağmanın, o zaman için çok büyük bir rakam olan 40 milyon sterline vardığını hesap etmişti.

    İngiliz kapitalizmi her zaman uluslararası serbest ticaretin savunucusu olmadı. Bu ancak daha sonra, İngiltere büyük ölçekli bir kapitalist üretim tekeline sahip olduğunda söz konusu oldu. Aslında İngiltere’ye ithal edilen Hindistan tekstiline 1830 yılına kadar %70 ilâ %80’lik gümrük vergisi uygulanmıştı.

    Kısıtlamalar ancak Lancashire makine tekstil sanayii tartışmasız bir konum elde ettiği zaman kaldırıldı, çünkü bunlara artık gerek kalmamıştı. Hindistan pazarına o zaman ucuz pamuklu mallar yağdı ve Hintli tekstil üreticileri battı.

    Hindistan toplumunun kaderi artık rekabetçi kapitalizmin gelişimine bağlıydı. Bu arada İngiliz kapitalizmi kendi ihraç mallarını Hintlilere zorla kabul ettirmek için en barbar yöntemleri kullanmakta tereddüt etmedi. Örneğin, Dakka’da dokumacıların elleri kesildi! Bölge korkunç bir kıtlık tehdidi altına girdi ve tüm yöre kısmen bir cangıl haline geldi.

    Hindistan 1850’de Lancashire tekstilinin dörtte birini emiyordu.

    1857’de başlayan Hint İsyanından sonra İngiliz egemenler, halkı olduğu yerde çakılı tutmak maksadıyla, birliklerinin hızlı hareketine olanak vermek için, bir demiryolu ağı kurma ihtiyacı duydular. Bu Hindistan sömürüsünün üçüncü evresine işaret ediyordu. Mallardan daha çok, sermaye ihracı ağır basan özellik haline gelmişti.

    Emperyalizm
    Bu gelişme, mali sermayenin ve sanayi sermayesinin birleşmesiyle alâkalı biçimde metropol ülkelerde tekelci kapitalizmin büyümesinin –Lenin tarafından tahlil edilen emperyalizm çağı– sonucuydu. Daha zayıf rakiplerini yutan, üretimi yeni zirvelere taşıyan ve yeni ve kârlı yatırım alanları arayan dev tekeller yanında, ulusal pazarlar çok küçüldü.

    Hindistan örneğinde bu süreç, esasen İngiliz mülkiyetinde olan Hindistan temelli modern bir tekstil sanayisi kurmak için İngiltere’den sermaye ihraç edildiği 19. yüzyıl sonlarında başladı.

    Marx’ın söylediği gibi “bir kapitalist daima birçoklarının başını yer”. Kapitalizm sadece küçük üretimi yok etmekle kalmaz, sürekli olarak en güçsüz kardeşlerini iflâs ettirir ve gemiyi kurtarmak için onları mülksüzlerin saflarına atar.

    Bu iki yanlı bir süreçtir; insanlığın potansiyel çıkarı için muazzam bir üretici kaynak biriktirmesi açısından nesnel ekonomik içeriğiyle ilericidir, ama öte yandan kapitalizm altında, bir avuç zenginin elinde muazzam bir güç yoğunlaşmaktadır.

    19. yüzyılın sonunda tekelin bizzat rekabetten çıkıp geliştiğini gördük.

    Bankacılık sistemi, der Marx, “toplumun henüz faal olarak kullanılmayan bütün mevcut ve hatta potansiyel sermayesini, sanayici ve tüccar kapitalistlerin emrine verir; dolayısıyla bu sermayeyi borç veren de borç alan da, onun gerçek sahibi ya da üreticisi değildir. Böylece, o, sermayenin özel niteliğini yok eder ve dolayısıyla, kendi içinde, ama yalnızca kendi içinde, sermayenin bizzat ortadan kaldırılmasını içerir.... Son olarak, kredi sisteminin, kapitalist üretim tarzından, birleşmiş emeğe dayanan üretim tarzına geçiş esnasında güçlü bir kaldıraç olarak hizmet edeceğine, ama üretim tarzının kendisindeki diğer büyük organik devrimlerle bağıntılı unsurlardan yalnızca biri olarak bunu yapacağına, kuşku yoktur.”[8]

    Kapitalizm, kesintisiz bir şekilde kâr etmeye devam etmek için, sürekli olarak para sermaye girişine gerek duyar. Bir meta stoğu bir kez üretildiği zaman, tekil kapitalist ya üretimi yeniden başlatacak para tekrar cebine girene kadar bunları satmayı beklemek zorunda kalacaktır; ya da gerektiğinde kullanılacak bir yatırım rezervi olarak çoğu zaman kullanılmadan kalan bir para sermaye stoğu tutmak zorunda olacaktır; on ya da yirmi yıl kullanılmayabilecek olan sabit sermaye stoklarını yenilemek için bir fona sürekli olarak para yatırmak zorunda kalacaktır.

    Gerçekte, doğrudan üretime yatırım yapmaya hazır olmayan, ama artı-değer pastasının bir dilimini kendileri kesmek için paralarını ödünç vermeye hazır olan bir kapitalist asalak tabaka gelişir. Bu yüzden, kullanılmayan para sermaye rezervleri meydana getirmek için bir rekabet eğilimi vardır. Bu rezervler birkaç zengin elde toplanır: mali sermayenin yoğunlaşması.

    Mali sermaye ilkin para sermayeyi toplayarak ve üretime akıtarak kapitalist sisteme bir itilim verdi. Böyle yapmasının tek nedeni, kuşkusuz, giderek artan bir artı-değer oranını kendisine ayırmaktı.

    Marx’ın vurguladığı gibi, mali sermaye aynı zamanda muazzam ekonomik gücü kendi ellerinde yoğunlaştırır ve kredi vermek ve almak yoluyla bireysel üretici kapitalistleri bir bütün olarak kapitalist üretimin gerekleriyle etkili bir şekilde bütünleştirir.

    Emperyalizm, mali sermayenin üretimle meşgul olan tekelci sermayeyle kaynaştığı çağdır.

    Emperyalizm altında, ulus-devlet sınırları içindeki kapitalistler arasındaki rekabet tamamen ortadan kalkmazken, çatışma uluslararası arenaya sıçramıştır.

    Büyük tekeller ve bankalar, sırf meta ihraç etmekten ziyade sermaye ihraç etmekteydiler. Her kıtada ve ülkede muazzam bir demiryolu inşa programına girişildi. En ücra yerlere borç paralar akıtıldı. Her türlü hammadde ve maden kaynağına yönelik sistemli bir araştırmaya girişildi.

    Şimdi çatışmalar ulusal sermaye blokları arasında başlıyordu. Mücadele, dünyaya egemen olma mücadelesinden başka bir şey değildi. Sömürgeler için ve emperyal ganimetlerin yeniden bölüşümü için, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş vahşette savaşlar patlak verdi.

    Birinci Dünya Savaşı, daha önceki sınıflı toplum biçimleri gibi, kapitalizmin de ilerici olmaktan çıktığını gösterdi. Üretimi daha ileriye götürmek yerine, kitlesel yıkım ve kitlesel cinayet söz konusuydu.

    Ancak aynı zamanda, eskinin içinde yeni bir toplum gelişiyordu. Rus devrimi işçi sınıfının egemenliğinin yakın olduğunu haber verdi.

    İşçi Sınıfının Devrimci Rolü
    İşçi sınıfı tarihteki diğer sömürülen sınıflara benzemez. Köleci toplum içindeki üç yanlı sınıf mücadelesinin nasıl zorunlu olarak “savaşan sınıfların ortak yıkımına” yol açtığını görmüştük. Feodal köylülüğün kendilerini sömüren sisteme karşı yüzyıllar boyunca nasıl tutarlı bir devrimci alternatif geliştiremediğini de görmüştük.

    Bu başarısızlık tesadüfi değildi. Köylülük kırsal alana yayılmış ve birleşmesi çok zor olan yalıtık bir sınıftır. Ancak sorunları sadece coğrafi değil, aslında toplumsaldır. Zira Marx’ın koyduğu gibi, köylülük sadece bir anlamda bir sınıftır:

    “milyonlarca aile, yaşam tarzlarını, çıkarlarını ve kültürlerini diğer sınıflarınkinden ayıran ekonomik varoluş koşulları altında yaşadığı ölçüde ve bu koşullar onları bu sınıfların karşısına düşman olarak çıkardığı ölçüde, bunlar bir sınıf teşkil ederler. Çıkarlarının birliği aralarında bir topluluğa, ulusal bağa ve politik bir örgüte yol açmadığı sürece... bir sınıf teşkil etmezler.”

    Çünkü köylülük küçük mülk sahibidir; kendi içinde bölünmüş bir sınıftır. Bunlar bir çuval içindeki patateslere –kapitalist ilerleme altında doğrama makinesine gidecek olan– benzerler.

    Öte yandan işçi sınıfı, fabrika üretiminin doğası gereği büyük kitleler halinde yoğunlaşır. Köylülükten farklı olarak, onların tek gücü ortak eylemde yatar. Kolektif olarak sömürülmesi sayesinde, işçi sınıfı, bizzat kapitalizm tarafından sistemin mezar kazıcıları olarak hareket etmek üzere yetiştirilir ve eğitilir.

    Kapitalist Kriz
    Modern işçi sınıfının mütevazı ama kalıcı bir yaşam standardında ot gibi yaşamasına da izin verilmez. Güvencesizlik onun varlığının koşuludur.

    Kapitalizm şimdiye kadar akla hayale gelmez pek çok harikalar yaratmıştır. Önceki toplum biçimleri için inanılmaz olan toplumsal felâketler de –aşırı üretim biçimini alan krizler– üretmiştir.

    Kapitalizm öncesi toplumlarda çalışanların geçimi yalnızca kıtlıklarla –temel ihtiyaç maddelerinin fiziki olarak kıt olması– kesintiye uğrardı. İlkel insanların aklı tıka basa batıl inançlarla doluydu, ama ihtiyaçları olan şeyleri üretmek için gerekli olan araçlar önlerinde dururken boş boş oturup açlıktan ölen insanların manzarası, bizim toplumumuzun eşsiz bir ürünüdür.

    Kapitalizm toplumsal üretimdir. İki şekilde toplumsaldır. Birincisi, dünya pazarı ve uluslararası işbölümü sayesinde tüm dünyayı tek bir ekonomik birime bağlar. Herkes ihtiyacı olan şeyler için başka birilerine bağımlıdır. İkincisi, sadece kolektif emek yoluyla işleyebilen büyük ölçekli üretimi devreye sokar.

    Ama aynı zamanda sistem, özel mülk edinme ve özel kâr temelinde işler. Anarşiktir, herhangi bir zamanda ne kadar metaya gereksinim olduğunu kimse bilmez. Kapitalist kendi fabrikasındaki üretimi planlar, ancak bir bütün olarak toplumsal üretim plansızdır.

    Marx şöyle yazar: “Kapitalist üretim sürekli olarak kendi doğasından gelen bu engellerin üstesinden gelmeye çalışır, ama bunu ancak, bu engelleri tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli ölçekte koyarak becerir. Kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir.”[9]

    “İşçiyi, yaşamı boyunca tek bir parça işleme bağlayan ve onu tümüyle sermayenin boyunduruğu altına sokan işyerindeki işbölümünü, emeğin üretkenliğini arttıran bir örgütlenme olarak göklere çıkaran o aynı burjuva kafası, üretim sürecinin toplumsal bir denetim ve düzen altına alınması yolundaki bilinçli her girişimi, mülkiyet hakkı, özgürlük ve bireysel kapitalistin sınırsız gücü gibi kutsal şeylerin çiğnenmesi olarak yerin dibine batırmaktadır. Fabrika sisteminin tutkulu savunucularının, toplumsal emeğin genel bir örgütlenmesine karşı, böyle bir şeyin bütün toplumu muazzam bir fabrikaya dönüştüreceğini öne sürmekten öteye bir şey bulup söylememeleri, çok ilginç bir durumdur.”[10]

    “Aşırı üretim” nasıl mümkün olur? İnsanların fabrikalara girip istedikleri şeyleri üretmeye başlayamamalarının nedeni, onların bu fabrikalara sahip olmamalarıdır: ve devlet egemen sınıfın mülkiyet çıkarlarını savunur.

    Egemen sınıfa gelince, onlar sadece kâr etmek için üretir. Kâr yoksa iş de yoktur.

    Bir kapitalist tarafından işten çıkarılan her işçi, diğer bir kapitalistin malları için eksilmiş bir tüketici anlamına gelir. Böylece ekonominin büyük sektörlerinden herhangi birinde başlayan krizin sistemin tümüne yayılma olasılığı vardır.

    Kitlesel işsizlik krizleri de, tıpkı Coca Cola gibi kapitalizmin bir ürünüdür.

    Kapitalizmin yasaları “anarşiye rağmen ve anarşi sayesinde” işler. Tek tek kapitalistler, toplumun demir külçesine ya da lastikli dona duyduğu gerçek ihtiyaçtan bihaberdirler. İster demir külçesi isterse lastikli don olsun, onlar maksimum kârı getireceğini umdukları şeyleri üretirler. Üretimi kendi fabrikaları içinde örgütlerler; ancak bir bütün olarak üretime anarşi hakimdir.

    Kriz olasılığı böyle bir sistemin ayrılmaz parçasıdır. Sosyalistlerin tüm yapmak istedikleri şey, kapitalistlerin her bir fabrikada ayrı ayrı yaptığı gibi, toplumun genelinde aynı titizlikle üretimi planlamaktır.

    İşçi, kapitalizm öncesi toplumlardaki sömürülen sınıflardan farklı olarak, özgür bir kişidir; “kişisel bağlılık ilişkilerine” tâbi değildir, istediği patronla çalışmakta özgürdür ve geçim araçlarına herhangi bir bağı yoktur. Ancak işçilerin beklentileri ve güvenlik duyguları, sürekli olarak kitlesel işsizlik belâsı tarafından paramparça edilir.

    Kriz, işçi sınıfı toplumu değiştirme gereksinimi duyuncaya kadar tekrar tekrar ortaya çıkar. Kapitalizm asla kendiliğinden yıkılmaz. Birileri tarafından yıkılması gerekir.

    Devrimin, sistemin işleyişi tarafından yoksul duruma düşürülen işçiler tarafından otomatik olarak yapılacağını söylemek, Marksizmin bir karikatürüdür. Kapitalizm, sadece çaresiz bir sınıf tarafından değil, bilinçli ve kararlı bir sınıf tarafından yıkılacaktır.

    Doğru olan şey, kapitalizm altında daimi bir hayat güvencesizliğinin işçilerin kafasında bir soru işareti yaratacağıdır. Tıpkı doğaya hakim olabilmemiz için onu anlamamız gerektiği gibi, işçiler de düşmanlarını yıkmadan önce onun doğasını anlamak zorundadırlar.

    Bu broşürü yazmamızın nedeni budur.

    İnsanlığın ilkel komünizmden kapitalizme doğru ilerleyişini ana hatlarıyla çizdik. Tarihe nesnel olarak bakmak, kaybettiğimiz dünyayı da gösterir. Amerikan Yerli kabile toplumunun en önde gelen savunucularından biri olan Şef Oturan Boğa, sonunda Buffalo Bill’in Vahşi Batı Şovunda zavallı bir hilkat garibesi haline geldi. Şef, Batı başkentlerini dolaşırken zenginlik –aynı zamanda da yoksulluk– karşısında hayretler içinde kaldı. Şöyle dedi: “Beyaz adam (kapitalist sistemi kastederek) zenginliği nasıl üreteceğini biliyor, nasıl dağıtacağını değil.”

    Herkesin ihtiyacına göre almasına yetecek üretimin yapılabileceği bir toplum artık mümkün. Bilim ve yeni teknolojilerin insanlığın önüne koyduğu olanaklar, Marx tarafından 120 yıl önce öngörülmüştü. Elyazmalarından birinde şöyle yazıyordu:

    “İşçi artık nesne ile kendisi arasına aracı bir uzuv olarak işlenip değiştirilmiş bir doğa nesnesi koymaz; tersine kendisiyle egemenliği altına aldığı inorganik doğa arasındaki bir araç olarak, sınai bir sürece dönüşen doğal süreci koyar.... Bu dönüşümde... üretimin ve zenginliğin büyük temel taşı, toplumsal bireyin gelişimidir. Günümüzde zenginliğin temelinde yatan yabancı emek zamanı hırsızlığı, bizzat büyük sanayi tarafından yaratılan bu yeni temel karşısında pek zavallı bir dayanak görünümündedir....

    “Yığınların artı-emeği genel zenginliğin gelişiminin önkoşulu olmaktan çıkar, tıpkı azınlığın emeksizliğinin insan kafasının evrensel güçlerinin gelişmesinin koşulu olmaktan çıkması gibi.... Bireylerin özgür gelişimi ve bu nedenle... genelde toplumun gerekli emeğinin asgariye indirgenerek, herkes için serbest bırakılmış olan zamanın ve yaratılmış olan araçların bireylerin sanatsal, bilimsel vb. eğitim ve gelişimine tekabül etmesi.”[11]

    Kalahari’deki! Kung halkı bizim standartlarımıza göre maddi yoksunluk ve entelektüel gerilik içinde yaşamaktadır, ama başkaları için çalışmayı toplumlarının itici gücü yapmanın ne demek olduğunun farkındadırlar. Bu nedenle haftada 12 ilâ 19 saat çalışırlar.

    Artık insanlık, bir bolluk toplumuna ulaşacak kaynaklara ve teknik araçlara sahiptir. Örgütlü ve bilinçli işçi sınıfı, kapitalizmi devirip böyle bir toplum –insanların ihtiyaçlarını ve isteklerini planlayabildikleri, bunları üretebildikleri ve geri kalan vakitlerini de zevk alarak geçirebilecekleri bir toplum– yaratabilir. Bu bu kadar basittir.

    Tarihsel Materyalizm adlı bu makale Mick Brooks tarafından, ANC “Inqaba ya basebenzi”nin (Marksist İşçi Eğilimi Gazetesi) Kasım 1983 sayısına ek olarak yazılm

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • diyalektik materyalizm

    09.11.2007 - 22:35

    Diyalektik Materyalizm Üzerine
    1.bölüm
    Elif Çağlı
    Ocak 2007
    Antikçağ Yunan filozoflarından Herakleitos (İÖ. 540-480) günümüzden çağlarca önce, her şeyin aktığını ve aynı nehirde iki kez yıkanılamayacağını söylemişti. Herakleitos’un veciz sözleri, nesneleri ve olguları durağanlığı içinde değil değişim ve dönüşüm süreçleri halinde kavrayan diyalektik düşüncenin bir ifadesidir. Akıp giden nehir örneğinde olduğu gibi, doğada her şey gözle görünsün ya da görünmesin sürekli bir hareket halindedir. Örneğin yerküremiz her gün kendi etrafında dönerken, bir yıl boyunca da güneşin etrafında dönmektedir. Güneş 26 günde kendi etrafındaki dönüşünü tamamlamakta, galaksimizde yer alan diğer yıldızlarla birlikte 230 milyon yılda galaksiyi dolaşmaktadır. Biz farkında bile değilken, atomlar ve atomaltı parçacıklar her an hareket etmekte ve sürekli olarak yer değiştirmektedirler. Tüm evren gibi, onun bir parçası olan insanın biyolojik etkinliği de neticede atomların hareket yasalarına dayanmaktadır.
    Diyalektik kavramının kökeni Yunanca dialektikos (tartışma) sözcüğüne uzanır. Diyalektik eski Yunanda tartışma sanatı anlamına geliyordu. Antikçağ Yunan düşünürleri, kendi aralarında yürüttükleri münazara tipi tartışmalarda bu diyalektik sanatını kullanmaya çok meraklıydılar. Fakat zamanla diyalektik kavramının kapsamı genişledi, karşıtlık ilişkisinden hareket ederek doğruya ulaşmaya çalışan düşünme ve araştırma yöntemi anlamında kullanılır hale geldi. Doğada var olan hareketi de kapsayacak genişlikteki içeriğiyle diyalektik, değişim ve hareket demektir. Değişim ve hareketin özü ise çelişkidir ve diyalektik yöntem de zaten çelişkinin mantığıdır.
    İnsanlar diyalektiğin modern yasalarına vakıf olmadan çağlar önce diyalektik olarak düşündüler, çünkü doğanın ve yaşamın kendisi diyalektik hareketin varlığını gözler önüne sermekteydi. Eski Yunan filozoflarının büyük bölümü doğal diyalektikçilerdi. Bunun dışında, biçimsel mantığın yasalarını ortaya koyan ünlü bilgin Aristoteles (İÖ. 384-322) bile diyalektik düşüncenin sorunlarıyla ilgilenmişti. Ne var ki, doğa bilimlerinin ve deneysel araçların henüz yeterli düzeyde gelişmediği Yunan antikçağı, materyalist düşünce ve diyalektik yöntem açısından bir çocukluk dönemi oldu.
    İlerleyen tarih kesitlerinde 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’da yükselmeye başlayan burjuva dönüşümler sürecine, doğa bilimleri, düşün ve sanat alanında muazzam atılımlar eşlik edecekti. Daha önce Avrupa Karanlık Çağın içindeyken, Arap bilim dünyası felsefede ve tıp, matematik, astronomi gibi alanlarda pek çok parlak başarılar elde etmişti. Bu kaynak sayesinde doğa bilimleriyle donanma ve eski Yunan’a uzanan köklerini yeniden keşfedebilme olanağına kavuşan Avrupa’da, özgür düşünce serpilmeye başladı. Söz konusu değişim 18. yüzyıl materyalizminin de yolunu açmıştı. Bu materyalizm, kendini henüz diyalektiğin gücüyle sağlamlaştırmamış olan mekanik bir materyalizmdi. Ama şurası açık ki, aradan geçen uzun tarihsel dönem boyunca saltanatını sürdürmüş bulunan idealist felsefe, bilimsel alanda sağlanan muazzam gelişmelerin insan düşüncesinde yarattığı değişim düzeyiyle büyük bir çatışkı içine girecekti. 19. yüzyıla, düşünce sürecinin idealist felsefenin ve metafizik yöntemin egemenliğinden kurtarılması sancıları damgasını basıyordu.
    Alman felsefesinde büyük bir atılım sağlayan Hegel, 19. yüzyılda düşünce sürecine diyalektik yöntemi taşıdı ama kendisi idealist felsefenin sınırlarını aşamadı. Bu yüzden onun diyalektiği, varlığı düşünceden türetiyordu, yani ters durmaktaydı ve mistik bir kılıfa bürünmüştü. Marx ve Engels diyalektiği idealizmin mistik kılıfından çekip çıkardılar ve ayakları üzerine diktiler. Marksizmin kurucuları sayesinde diyalektik, doğanın ve insan tarihinin materyalist anlayışı ile bütünleştirilerek zenginleştirilmiş oldu. Bu bilinçli diyalektik, doğanın deviniminde kendilerini eninde sonunda kabul ettiren yasaların varlığını açıklığa kavuşturdu. Aynı şekilde, insan topluluklarının evrim tarihinde de böyle belirli hareket yasaları mevcuttu.
    Diyalektik, doğada ve toplumda varolan karmaşık süreçlerin kavranmasına çalışan düşünce biçiminin bilimidir. Marksist önderlerin her vesileyle dikkat çektikleri üzere, bilimsel diyalektik doğaya ya da topluma birtakım kurgusal yasalar dayatmaz. Tam tersine, zaten varolan yasaları doğanın ve toplumun evrim sürecinin hareketliliği içinden bulup çıkartmaya çalışır. Tasavvur edilebileceği gibi, bu çaba derin bir bilimsel bilgi üzerinde yükselen ve kuşaktan kuşağa ilerleyen diyalektik ve tarihsel düşünce sürecinin ürünüdür. Bilimsel diyalektiğin bizzat kendisi de, olduğu yerde durmayan, kendi kendini sorgulayan, eleştiren ve eskiyen yönlerini yeni bilgilerin ışığında aşmaya çalışan hareketli bir niteliğe sahiptir.
    Kuşkusuz düşünce sürecine bu itilimi veren nesnel nedenler vardır. Feodal Avrupa toplumlarının kapitalist dönüşümü, ekonomiden siyasete, bilimsel araştırmalardan hukuk kurallarına dek hemen her alanda burjuva devrimlerini dayatmıştır. 19. yüzyılda gerçekleşen bilimsel buluşlarla zenginleşen doğa bilimleri, diyalektik yöntemin açıklığa kavuşturmaya çalıştığı hareket yasalarının yeni gizlerini ele vermiştir. Bu durum, bu sıçramalı tarih kesitinde dünyaya gözlerini açan Marksist düşüncenin niteliğini de belirlemiştir. Marksizm daha başlangıcından itibaren, doğayı ve toplumu karmaşıklığı içinde kavramaya yatkın bir bilimsel yoğunluğa sahiptir.
    Burjuva eşitlik anlayışından bilimsel sosyalizme
    Tarihte düşünsel planda önemli atılımların yaşandığı dönemler incelenecek olursa, bunların insan topluluğunun fiili yaşam koşullarında devrimci sıçramaların kaydedildiği dönemler olduğu görülür. Kuşkusuz bu tür denklikler basit aritmetik eşitlikler düzeyinde değil, yoğun çelişkilerin, sıkışma ve patlamaların eşlik ettiği karmaşık süreçler halinde gerçekleşmektedir. Ama bir nokta çok önemlidir. Diyalektik harekette niceliğin niteliğe dönüşümü sürecinin başlangıçta çok belirgin hissedilemeyen mayalanma özelliği nedeniyle, düşüncenin siyasal eylemin önüne geçer gibi göründüğü tarihsel kesitler olmuştur. Görüngüde böyle bir gözlem kaydedilmiş olsa bile, hareketin iç yasaları daha yakından incelendiğinde, aslında somut yaşam alanında biriken çelişkilerin düşünsel düzeydeki fırtınaları ve devrimleri tetiklediği anlaşılacaktır.
    Avrupa’da eski siyasal düzenleri sona erdiren burjuva demokratik devrimler çağını, düşünce ve kültür alanında bir canlanma ve atılım dönemi önceler. Rönesans (14. yüzyılın sonuyla 15 ve 16. yüzyılları kapsayan düşünsel ve kültürel yeniden doğuş) , dinde reform (16. yüzyılda Batı kilisesinde gerçekleşen dinsel devrim) ve 18. yüzyılda gelişen Aydınlanma hareketi (insan aklını bilginin ölçüsü kabul eden felsefi gelişim) bunu somutlar.
    1789 Fransız devrimi öncesinde, yaklaşan devrimle ilgili olarak toplumu aydınlatan büyük devrimciler tarih sahnesine fırladılar. Din, doğa anlayışı, toplum ve devlet örgütü, kısacası her şey amansız bir eleştiriye tâbi tutuldu. Toplum ve devletin bütün eski biçimleri, bütün eski geleneksel fikirler akıldışı ilan edildi ve bir yana atıldı. O çağın burjuva devrimcilerine göre, nihayet insanlık açısından gün doğuyordu. Artık insanlığı cehalete sürükleyen önyargılar, tüm haksızlık, ayrıcalık ve baskılar yeryüzünden sökülüp atılacaktı. Dünyaya sonsuz doğruluk ve sonsuz adalet egemen olacaktı.
    Engels, aklın bu egemenliğinin burjuvazinin idealleştirilmiş egemenliğinden başka bir şey olmadığını söyler. Nitekim burjuva devrimin sözde ölümsüz adalet savunusu, gerçekleşmesini burjuva adaletinde bulmuş, eşitlik arzusu yasa önünde burjuva eşitliğine varmıştır. Burjuva mülkiyet egemenliğini ilan etmiş ve büyük Fransız düşünürü Rousseau’nun toplum sözleşmesi ancak bir burjuva demokratik cumhuriyet biçimi altında dünyaya gözlerini açmıştır. Fakat Fransız devriminin eşitlik, özgürlük, kardeşlik çağrıları altında neticede burjuva egemenliğine varılması, burjuva devrimcilerin zaaflarına ya da kötü niyetlerine bağlanamaz. Tarihsel akışı doğru biçimde kavrayabilmek için, bu noktada da materyalist dünya görüşüne ve diyalektik yaklaşıma ihtiyaç vardır. Engels’in dediği gibi, 18. yüzyılın büyük düşünürleri de, kendi çağlarının kendileri için saptadığı engelleri öncellerinin hiçbirinden çok aşamazlardı.
    19. yüzyılda Avrupa’da bilimsel alanda ve toplumsal üretim sürecinde kaydedilen ilerlemeler, düşünsel bakımdan da muazzam bir sıçrama yapılabilmesini mümkün kıldı. Böylece sosyalizm anlayışı da ütopik kılıfından kurtarılabildi ve modern işçi sınıfının devrimci gücüne dayanan gerçek bir temele oturtuldu. 19. yüzyılda Avrupa’da sürüp giden devrimci hareketlilik, sosyalizmi bilimsel dayanaklarına kavuşturan eşsiz bir faktördür. 1831’de Lyon’da patlak veren ilk işçi ayaklanması, yeni çağda artık devrimlerin sınıfsal niteliğinin değişeceğinin de habercisiydi. 19. yüzyılın ilerleyişi içinde çeşitli Avrupa ülkelerinde, dünyaya gerçek eşitliği, kardeşliği ve özgürlüğü getirecek olan işçi devrimleri yavaş yavaş o soylu başını göstermeye başlayacaktı. İngiliz Çartist hareketi, işçi sınıfının bağımsız bir örgütlü güç oluşturma yetisini dosta düşmana kanıtlamıştı.
    Böylece ileri Avrupa ülkelerinde büyük sanayideki atılıma ve burjuva siyasal egemenliğin pekişmesine koşut olarak, proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımı da tarih sahnesinin ön planına fırlıyordu. Karşıt iki sınıf arasında giderek olgunlaşmakta olan iç mücadele, burjuva iktisadın ölümsüz doğrular diye piyasaya sürdüğü malların taponluğunu teşhir edecekti. Sermaye ile emeğin çıkarlarının özdeş olduğu, serbest rekabetin herkese refah getireceği yolundaki öğretiler, somut gelişmeler tarafından birer birer çürütüldü. Gerçekler dünyasında cereyan eden bu gelişmeler olumlu yansımalarını, Fransız ve İngiliz sosyalizminin geçmişe oranla olgunlaşmasında buldu. Ne var ki tarihin idealist anlayışından yakasını kurtaramadığı ve kapitalizmin ekonomik ilişkilerini bilimsel anlamda çözümleyemediği için, bu sosyalizm yine de ütopik ayak bağlarından tamamen kurtulabilmiş değildi. Sosyalist düşüncenin sağlam bilimsel dayanaklar üzerinde ayağa dikilmesi, Marx ve Engels gibi çığır açıcı devrimci önderler sayesinde gerçekleşti.
    Marx, geçmiş tarihin bir sınıflar savaşımı tarihi olduğunu açıklığa kavuşturdu. Verili toplumsal yaşam koşulları, birbirine karşıt sınıflar arasındaki ekonomik ilişkilerin bir ürünüydü. Hukuk ve siyaset sistemlerinde ifadesini bulan toplumsal üstyapıyı son tahlilde toplumun ekonomik altyapısı belirlemekteydi. Bu altyapı, aynı zamanda dinsel, felsefi ve diğer fikirlerin kaynağını açıklamayı da mümkün kılıyordu. Böylece tarihin bu doğru yorumlanışı, yani tarihsel materyalizm insanlık tarihini pırıl pırıl aydınlatmaya başladı. Marksizmin bilimsel ürünü olan tarihsel materyalizm, insanların varlığını bilinçlerinin belirlemediğini, tersine insanların bilincini onların varoluş koşullarının belirlediğini kanıtladı. Bu sayede sosyalist düşünce, birtakım dâhi kişilerin kurgusal ve ütopik yaklaşımlarının ürünü olmaktan kurtuldu. Ve komünist hareket de, tarih tarafından oluşturulan iki karşıt sınıfın, burjuvazi ile işçi sınıfının mücadelelerinin zorunlu bir sonucu olma düzeyine yükselebildi.
    Engels’in belirttiği gibi, artık gerekli olan tek şey bu iki sınıf arasındaki ekonomik çatışmanın bilimsel çözümüydü ve bu sorun da yine Marx’ın katkısı sayesinde çözümlenebildi. Marx’ın geliştirdiği artı-değer teorisi, işçinin sömürülmesinin temelinde yatan nedeni ve sermaye birikiminin sırlarını parlak biçimde ifşa ediyordu. Kısaca değinmeye çalıştığımız bu gelişim sürecinden de anlaşılacağı üzere, Marksist düşüncenin doğumu devrimci eylemin ve devrimci düşüncenin devinimi içinde gerçekleşen diyalektik bir süreçtir. Marksist dünya görüşü, gerek doğa gerek toplum bilimleri alanında idealizme esaslı ve devrimci bir darbe indirmiş bulunmaktadır. Marksizmin temel hareket noktaları diyalektik ve materyalizmdir.
    Marksizm, bilincin maddeyi değil, maddenin bilinci belirlediğini bilimsel açıdan karşı konulamaz bir doğrulukla kanıtlamıştır. Doğa bilimleri alanında olduğu gibi toplumsal bilim alanında da düşünce üretimi, fikirlerin, tezlerin, analizlerin konusunu oluşturan varlıktan ya da gerçek süreçten ve onun hareketinden bağımsız olamaz, olmamalıdır. İdealist felsefe pek çok vesileyle bunun tersini iddia etmiş olsa da işin doğrusu böyledir. Bilinç diye adlandırdığımız düşünce süreci de, aslında maddenin yani beynin ürünüdür. Ve düşünen beyin, canlı maddenin evriminin sonucudur. Düşünce dünyasına dair her şeyin –bilimden hukuka, sanattan politikaya ve ahlâk anlayışına dek– kaynağı gerçek hareket ve maddi dünyadır.
    Marksist düşüncenin temellerinin atıldığı dönem, işçi sınıfının ve onun devrimci eyleminin gelişimi bakımından günümüze oranla erken bir dönemdi. Buna rağmen Marksizm daha doğuşundan itibaren, çağının tüm bilimsel ilerlemelerini devrimci düşünce potasında eriten üstün bir sentez gücüne sahip oldu. Bu sayede işçi sınıfının bu düşünsel eylem kılavuzu, toplumsal gelişim yasalarını kavrama ve gelişimin ana eğilimlerini kestirme kudretini içerdi. Sınıfın nesnel ve öznel açıdan yeterince olgunlaşmadığı bir tarihsel kesit boyunca, Marksizm düşünsel bakımdan hep nesnel durumun ve devrimci eylemin önünde koşuyormuş gibi göründü. Fakat kapitalizm olgunlaşıp işçi sınıfının devrimci hareketi de eylem alanında zenginleştikçe ve deney açısından çeşitlendikçe, son tahlilde düşüncenin ebesinin maddi dünya ve bu dünyadan kaynaklanan eylem olduğu gerçeği daha kolay kavranır duruma gelmiştir. Günümüzün gerçeği budur.
    Marksizm dogmatizmin düşmanıdır
    Eski Yunanlı düşünürlerin tartışmalarında birer diyalektik ustası olduklarına değinmiştik. Onların bu temelden yükselen diyalektik kavrayışları, tez, antitez ve sentez üçlemiyle sembolize olmaktaydı. Tartışmalar bir konuda ortaya bir tez atılmasıyla başlatılıyordu. Daha sonra bu fikir bir antitez ile yadsınmaya, çürütülmeye çalışılıyordu. Nihayetinde tartışılan konu çeşitli açılardan irdelenen bir tartışma sürecinden geçmiş oluyor ve böylece ortaya bir sentez çıkartılıyordu. Bu münazaralar, mutlaka bir fikir birliğine varılmasını hedeflemeyen ve asıl olarak tartışma sayesinde bilgi ve kavrayışı derinleştirmeye çalışan bir çeşit beyin jimnastiği gibiydi. Ancak tarihsel akış içinde felsefi düşünce ve mantık yasaları pek çok değişime uğradı.
    Avrupa’nın Karanlık Çağı boyunca Kilisenin toplum üzerindeki hâkimiyeti yansısını idealist felsefenin ve skolastik anlayışın (dinsel açıdan kabul gören felsefi görüşlere dayanılması) egemenliğinde bulmuştu. Avrupa Ortaçağı, eski Yunanla, diyalektik ve materyalist düşünceyle tarihsel bağları kopartan bir dönemdi. Bilimin ilerleyişi Kilisenin zorba diktatörlüğü tarafından durdurulmuştu. Avrupa’da bilim ancak burjuva gelişimin yol açtığı Rönesans ve Aydınlanma hareketinin uyandırıcı gücüyle ve Kilisenin skolastik din anlayışına karşı reformcu başkaldırışla ilerleme yoluna konulabildi. Nihayet 19. yüzyıla gelindiğinde, diyalektik düşünceyi yeni biçimde canlandıran Hegel’le birlikte eski diyalektik aşıldı. Hegel, antik Yunan diyalektiğinin hatalı yönlerini eleştirdi ve diyalektik mantığı daha üst düzeye taşıyacak yeni yasaları formüle etti.
    Hegel büyük bir diyalektik ustasıydı. Ama onun için insan beyninin yaşam süreci, yani düşünme süreci gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarıydı. Gerçek dünya yalnızca “fikir”in dışsal ve görüngüsel biçimiydi. Kısacası, idealizmin gölgesinden kurtulamamış olan Hegel diyalektiği gerçek dünyayı “fikir”in yansıması olarak ele alıyordu. Diyalektiği bilimsel, yani materyalist yapıya kavuşturanlar Marx ve Engels oldu. Marksizmin ayakları üzerine oturttuğu materyalist diyalektik, “fikir”in maddi dünyanın insan aklındaki yansımasından ve böylece düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey olmadığını kanıtladı. Marx, kendi diyalektik yönteminin Hegelci diyalektik yöntemden yalnızca farklı olmakla kalmadığını, onun tam karşıtı olduğunu belirtmişti. Marksizm diyalektik düşünceyi idealist ayak bağlarından kurtardığı gibi, onu metafizik yöntemin uzantısı olan mutlaklıklardan ve durağanlıklardan da azat etti. Böylece diyalektiğin gelişimi de yine diyalektik bir sürecin ürünü oldu.
    Diyalektik materyalizmin ortaya koyduğu üzere, uzay ve zaman içinde hareket maddenin varoluş biçimidir. Madde hiçbir zaman ve hiçbir yerde hareketsiz var olmamıştır ve olamaz da. Ancak burada maddenin hareketi ile kastedilen yalnızca mekanik hareket, yani basit bir yer değiştirme hareketi değildir. Hareket, ısı ve ışık, elektrik ve manyetik gerilim, kimyasal bileşim ve ayrışım, yaşam ve nihayet bilinç demektir. Fizik, biyoloji, kimya gibi doğa bilimleri alanında kaydedilen ilerlemeler, gerçek yaşamdaki hareketin mutlak ve sert karşıtlıklar, açık ve aşılmaz ayrım çizgileri temelinde gerçekleşmediğini kanıtlamıştır. Bu bilimsel gelişme, gerçekliğin görelilik temelinde kavranmasını sağlamıştır.
    Doğada ve toplumda belirli koşullar altında gerçekleşen evrim neticesinde ulaşılan düzey, ondan evvelki koşullara kıyasla bir ilerlemeyi temsil edebilir. Ama bu mutlak değil göreli bir ilerlemedir. Zira yalnızca geçmişe oranla mukayese yapılması yeterli olmaz. Her varlık ve olgunun bir geçmişi bir de geleceği vardır. Geçmişe oranla ilerici sayılabilecek bir tarihsel adım, geleceğe oranla gericileşebilir. Çarpıcı bir örnek olarak, tarih içinde burjuva demokrasisinin tuttuğu yer hatırlanabilir. Burjuva demokrasisi geçmişin mutlakıyetçi yönetim biçimlerine göre ileri bir adım niteliği taşırken, işçi devriminin ürünü olacak işçi demokrasisine kıyasla gericidir. O halde toplumsal olguları verili tarihsel koşullardan kopartarak tek yönlü biçimde değerlendirmek tamamen yanlış olur. Örneğimizdeki burjuva demokrasisi bir yönüyle ilerici, diğer bir yönüyle gerici nitelik taşımaktadır. Gerçeklik işte bu şekilde geçmişe ve geleceğe kıyasla, değişen somut koşullara göre değişir. Gerçekliğin bu değişken karakterinden rahatsızlık duyup, sözde daha tatmin edici görünen köşeli doğrular arayanlar iyi bir diyalektikçi olamaz ve metafiziğin tuzağında çırpınırlar.
    Bilimin kendisi ve ilerlemesi de diyalektik bir nitelik taşır. Örneğin kimyasal elementlerin atom ağırlıkları tablosunun bulunması, türlerin dönüşümüne ve evrimine ilişkin yasaların keşfedilmesi, bilimde geçmişe oranla gerçekleşen büyük atılımlardır. Darwin’in evrim teorisi, organik maddeler (yapısında karbon bileşimleri içeren maddeler) alanında niceliksel birikimlerin niteliksel farklılıklara dönüştüğünü kanıtlayarak diyalektiğe büyük katkı sağlamıştır. Keza Engels’in vurguladığı bir başka husus da çok önemlidir. Doğa bilimlerinde hareketin temel yasası olarak önce enerjinin sakınımı yasası bulunmuştur. Bu yasaya göre, hareketi (veya enerjiyi) yok etmek ve yaratmak olanaksızdır. Ne var ki daha sonraki buluşlar sayesinde, bunun hareketin ya da enerjinin yalnızca nicel yönden kavranması anlamına geldiği anlaşılmıştır. Enerjinin dönüşümü yasasının bulunmasıyla birlikte bu eski bilgi aşılmıştır. Bu gelinen noktada, evrendeki toplam enerjinin yaratılamayacağı ya da yok edilemeyeceğini ifade etmek yetmez. Daha da önemli olan, enerjinin bir durumdan bir başka duruma dönüşebileceğini bilmektir.
    Bilimdeki ilerleme sayesinde diyalektik kavrayış da bir üst düzeye sıçratılabilmiş ve harekete veya enerjiye dair sürecin nitel yönü bilince çıkartılabilmiştir. Aslında tüm evren, madde ya da enerjinin sonsuz hareketidir. Bir hareketin sonlanması diğerini başlatır, enerji maddeye madde enerjiye dönüşür, madde bir halden diğer bir hale geçebilir, kimyasal enerji elektrik enerjisine dönüşebilir ve bu böyle devam eder gider. Bu bitmez tükenmez devinimin başı ya da sonu yoktur, o her şeydir, uzay ve zaman da kendisidir.
    Teorik doğa bilimleri bu gibi önemli buluşlardan önce sınırlı ve metafizik bir nitelik taşıyordu. Zira hareket noktasını, uzlaşmaz ve çözülmez olarak tasavvur edilen karşıtlıklar, mutlak ayrım çizgileri ve deneysel olarak kanıtlanmamış önsel birtakım kategoriler oluşturuyordu. Toplumsal yaşamda olduğu gibi doğada da kuşkusuz karşıtlık ve ayrımlar mevcuttur, ama bunlar ancak görece bir geçerlilikle varolurlar. Doğadaki ayrım çizgilerine ve karşıtlıklara yüklenen mutlak değişmezlik aslında doğada mevcut değildir, doğayı kavramaya çalışan insan düşüncesinin yanlış bir ürünüdür.
    Tüm yaşam (evren, varlık) zaman ve uzay içinde sonsuz yinelenen bir çevrimdir. Engels’in dediği gibi, ister güneş ya da bulutsu buhar olsun, ister bir bitki ya da hayvan cinsi olsun, ister kimyasal birleşme ya da ayrışma olsun, özünde geçici olan ve içinde hiçbir şeyin sonsuz olmadığı bir çevrimin unsurlarıdır. Bu çevrim, sonsuz olarak hareket eden, hareketini ve değişimini birtakım iç yasalara göre yapan maddenin sonlu biçimdeki varlığını içerir. Bu gerçeği kabul etmek doğanın diyalektik anlayışının özünü oluşturur. Evrim zinciri içinde bazı bitki ve hayvan türleri başkalaşım geçirir veya yok olur, yeni türler ortaya çıkar. Güneş de dahil tüm yıldızlar ve gezegenler doğar ve ölürler.
    Doğa bilimleri alanında gerçekleşen gelişmeler, doğayı diyalektik düşünce yöntemi dışında kavrayabilmenin mümkün olamayacağını kanıtlar. Bilimsel düzeyde ilerleyen deneylerle ulaşılan sonuçlar bilimsel kavramlarda ifadesini bulur. Kavramlar doğayı yaratmaz, doğanın hareketi kavramlara can verir. Bu gerçekliğin kavranabilmesi, gözlem ve deneylerden elde edilen sınırlı bilgi ve kavramlara mutlak değerler atfedilmesinin yanlışlığını da gözler önüne sermektedir. Ulaşılan bilgi ve buradan türetilen kavramlar gerçekliğe yaklaşmaya çalışan göreli sonuçlardır. Bilimsel kavrayışın göreli doğruluğunun kabulü, düşünce alanında kaydedilen önemli bir devrimdir. Bilimsel düşünce üretimini idealizmin ve metafiziğin tutsaklığından kurtaran bu devrimin yarattığı olanaklar, Marksizmin kurucuları tarafından toplumsal hareket yasalarının ve insanın kavranması sürecine de başarıyla taşınmıştır.
    İnsanın varlığı, düşüncesi, yaşam tarzı, bunların tümü de diyalektik bir dönüşüm sürecinin ürünüdür. Bu gerçeklik hem biyolojik hem de toplumsal bakımdan geçerlidir. İnsan tek hücreli canlılardan memelilere doğru ilerleyen organik evrim sürecinde doğanın meydana getirdiği en karmaşık organizmadır. Diğer yandan insanın gelişimi tarihsel-toplumsal bir süreçtir. Doğayla binlerce yıllık mücadele içinde insanın atası maymundan farklılaşmış, dik yürümeyi becermiş, heceli sesler çıkartarak dil oluşturmuş, beyni gelişmiş, elini önce uzmanlaşmış bir alet gibi kullanırken daha sonra elleriyle yeni aletler üretmiş ve böylece bildiğimiz insan ortaya çıkmıştır. İnsan, bitkilerin ve hayvanların yerini değiştirmekle kalmayıp, aynı zamanda oturduğu yerin görünüşünü, iklimini değiştirerek doğaya damgasını vurmayı da başarmıştır. Elin üretici faaliyetine ve dilin oluşumuna bağlı olarak gelişen insan beyni, tarihin ilerleyişi içinde buhar makinesi gibi nice önemli icatlara imzasını atmıştır. Bu gelişim süreci içinde insan, aynı zamanda doğayı ve çevresini tüm karmaşık ilişkileri içinde kavrama çabasını da ilerletmiştir.
    İnsan bilgisi sürekli bir değişim ve hareket halindedir. Basit gerçekleri veya gözle görülür anlık durumları bir yana bırakacak olursak, genelde bilimler alanında karmaşık gerçekliği mutlak anlamda doğru yansıtabilen bilgi yoktur. Gerçekliğe olabildiğince yaklaşmaya çalışan doğru bilgi vardır. Bilimsel bilginin üstünlüğü, somut koşullardaki değişimi kavramaya çalışmasıdır. Marksizm bize, bütün tanımların ve kavramların, tezlerin, açıklama ve değerlendirmelerin, kısacası bilginin mutlak olmadığını göreli bir değer taşıdığını öğretmiştir. Ama mutlak ile göreli arasındaki farklılık da diyalektik tarzda kavranmalıdır. Skolastik ve metafizik düşünce mutlaklığı savunmakla nasıl yanlış bir uca savruluyorsa, göreliliği mutlaklaştıran bilinemezci felsefe akımı da bir başka yanlış ucu temsil etmektedir. Bilinemezci felsefe, yüzeyde görünenler dışında öze değin hiçbir şeyi bilemeyeceğimizi iddia eder. Oysa göreli bilgimiz, bildiğimiz, bilebileceğimiz hususları içerir. Ve bu bilgi, hem bilinenleri sorgulamakta hem de bilinmeyenleri keşfetmekte bilimsel bir dayanak noktası oluşturur.
    Yaşamın kendisini tüm zenginliği içinde kavrayabilme çabası, diyalektik düşünmeyi ve dogmatizmden uzak durmayı gerektirmektedir. İnceleme ve düşünme sürecinde ilerlememizi sağlayan bilimsel dayanak noktaları gerçekliğin ta kendisi değil, zihindeki yaklaşık ifadeleridirler. Bunların her zaman birtakım eksiklikler ve kusurlar içerebilecekleri unutulmamalıdır. Bilimin her dalında, tıpkı doğanın diyalektik hareketinde olduğu gibi, yeni bulgular eşliğinde eskiyi yadsıyan ve bu sayede bir üst basamağa sıçrayan sarmal bir hareketlilik vardır. Doğa bilimleri, var olan bilgiyle yetinmeme, gözlem ve deneyi geliştirme ve bunu başarabilmek için gerekli araçları zenginleştirme çabası sayesinde ilerleyebilmiştir.
    Bilimsel kuşkuculuk, mevcut bilgiyi sorgulama ve yeni bilgilere ulaşma tutkusu toplum bilimi alanında da kesinlikle gereklidir. Üstelik organik doğada gözlemlenen süreçler nispeten benzer biçimde tekrarlanabilirken, toplum tarihinde incelenen olgular somut koşullardaki farklılıklara bağlı olarak sürekli değişen yönler içerirler. Bilim ve teknikteki her yeni keşif, ya da toplumsal yaşama dair her yeni bilgi kavrayışımızı ilerletir. Fakat diğer yandan da, üzerinde düşünülmesi ve yanıt bulunması gereken yeni soruları önümüze koyar. Marksizm dogmatizmin, yani değişen gerçeklik karşısında değişmez olduğu varsayılan açıklama ve formüllere saplanıp kalmanın düşmanıdır. Dogmatizme düşmemek için diyalektik düşünme yetisi kazanılmalıdır.
    İdealizm ve materyalizm
    Marx ve Engels, bilimin esasında doğanın ve toplumun tarihinden ibaret olduğunu vurguladılar. İnsanlar doğanın ve toplumun tarihi konusundaki bilgi yetersizlikleri nedeniyle, kendileri hakkında, ne oldukları ya da ne olmaları gerektiği hakkında her zaman yanlış fikirlere sahip oldular. Toplumsal ilişkilerini, beyinlerinde insana ve tanrıya dair oluşmuş baş aşağı duran düşüncelere bağımlı olarak düzenlediler. Kendi beyinlerinin bu ürünleri, onları yaratan beyinlerini esir aldı. Düşünceyi ve tanrı fikrini yaratanlar, kendi yarattıkları şeyler önünde secdeye vardılar.
    Düşünce ile varlık arasındaki ilişki ve bu ilişkide hangisinin önde geldiği çağlar boyu felsefenin temel konusu oldu. İdealist felsefe düşünceyi varlığın önüne geçirdi. Bu felsefeye ya da bu dünya görüşüne göre evren ve dış dünya, düşünce bunları beyinde yarattığı için var oldular. Ünlü felsefeci Descartes’in “düşünüyorum, o halde varım” özdeyişi bu ters kavrayışı çarpıcı biçimde dile getirir. Oysa gerçeklik böyle değildir. Var olduğumuz için düşünürüz. Materyalist felsefe, evreni, dış dünyayı ve kendi varlığımızı bu doğru yaklaşım temelinde kavrar ve açıklar. Marksizm, doğanın ve toplumun, biz düşünsek de düşünmesek de var olduğunu ve düşüncemizin zaten bu varoluştan türediğini kanıtlayan bilimsel ve materyalist dünya görüşüdür.
    Aslında düşünce denen şey, yaşamın insan beyninde doğru ya da yanlış yansımasıdır. Yaşam alanına gerekli bilgi donanımıyla ve geniş bir ufuktan bakan kişi, doğru düşünce yöntemi sayesinde gerçekliğin baş aşağı edilmemiş düşünsel yansımasını zihninde üretebilir. Bu sayede elde edilen bilgi gerçek yaşamdan türetilmiş sağlıklı bilgi olacaktır ve bu durum düşüncenin kaynağının gerçek yaşam süreci olduğunu ispat eder. En soyut görünen matematik alanında bile bilimsel olarak kanıtlanmış formüller, simgeler, sayısal ifadeler birtakım dâhilerin kafalarından öylesine fırlayıp çıkmış ürünler değildir. Bunlar gerçek yaşamdaki karmaşık bağıntıların matematik dilindeki karşılıklarıdır. Pek çok kişi bunun bilincinde olmasa da, sayılar ve geometrik biçimler, gerçek dünyada varolan nesnelerin, hareketin ve bunlar arasındaki çeşitli türden ilişkilerin ifadesidirler.
    Ne var ki idealist felsefe gerçekleri ters yüz eder. Tarihin ve toplumsal yaşamın ve düşünce üretiminin idealist açıklamasında düşünce gerçek yaşamdan önde gelir. Buna göre en basitinden en karmaşığına kadar her tür düşünce, salt düşünen beynin ürünüdür. Ve düşünce yaşamın değil, yaşam düşüncenin yansımasıdır. Yaşamdaki nesneler, mutlak akıl bunları düşündüğü için varolmuşlardır. Bu yanlış kavrayışa göre, örneğin soyut düşünce tamamen kerameti kendinden menkul biçimde sayıları ya da geometrik şekilleri icat etmiştir. Gerçekliğin bu ters yüz edilmiş felsefesine göre, yaşamsal gereksinmelerin çeşitlenmesi bizzat insanın üretici faaliyetinden kaynaklanmamış da birtakım büyük düşünürler düşündüğü için böyle olmuştur.
    İdealist anlayış gerçekliği böylece çarpıtıp düşünceye mutlak güç atfettiğinden, kendini doğa bilimlerinin belirleyiciliğinden de bağımsız kılmıştır. Bu nedenle, aslında kendi yaratısı olan bir düşünce dünyası içinde debelenip durmuştur. Çeşitli idealist düşünce okulları arasındaki tartışmalar dış dünyadan neredeyse tamamen kopuk bir içsel tartışma niteliği taşır. Dünyada önemli altüstlükler yaşanırken kiliselere kapanmış din bilginlerinin meleklerin cinsiyetini tartışmakta oldukları, idealist felsefenin gülünçlüğünü çarpıcı biçimde dile getiren bir örnektir. İdealizm, felsefenin ayaklarını yeryüzünden kopartarak adeta gölgelerden oluşan bir “gerçekler” âleminde saltanat sürmüştür.
    Oysa materyalist anlayışın kanıtladığı gibi, düşünce, türettiği ilkeleri, kategorileri ve kavramları, kendi dışında varolan evrenden, dış dünyadan alır. Örneğin sermaye ve emek gibi iktisadi kategoriler, toplumsal üretim ilişkilerinin teorik ifadeleri ve varolan gerçekliğin düşünsel soyutlamalarıdırlar. Fikirler ve kategoriler, ifade ettikleri ilişkilerden bağımsız ebedi varoluşa sahip değillerdir. Bunlar tarihsel ve geçici ürünlerdir. Sermaye ve emek karşıtlığına dayanan üretim ilişkileri ortadan kalktığında, bu kategoriler de mevcut toplumsal yaşamı ifade etmek bakımından geçerliliklerini yitireceklerdir.
    Materyalist düşüncenin gelişimi de başlı başına önemli bir konudur. Marx ve Engels, önemli Alman felsefecisi Feuerbach’ın da savunduğu eski materyalizmin eksikliklerini tespit etmişlerdi. Bu materyalizm kimya ve biyoloji gibi alanlarda sağlanan son gelişmeleri hesaba katmamıştı, dolayısıyla mekanik yanı ağır basıyordu. Hareketi basitçe mekanik yer değiştirme düzeyinde algılıyor ve evrendeki dönüşümü makinelerde olduğu gibi zorunlu bir nedensellik sürecine bağlıyordu. Özetle diyalektik değildi, metafizik görüşlerden kendini kurtaramamış ve tarihsel materyalizm düzeyine yükselememişti. Devrimci pratik eylemin rolünü kavrayamamıştı, dünyayı yalnızca yorumluyordu. Marx, Feurbach’ın felsefesini eleştirirken bu aksaklığı özellikle dile getirdi. Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardı, oysa sorun onu değiştirmekti.
    Marx yalnızca dini düşüncelerin yansıttığı idealizmi değil, idealist felsefenin bilimsel kisvelere bürünen çeşitlemelerini de eleştirdi. Üniversite kürsülerine egemen olan ve akademik çevrelerde büyük otoriteler olarak kabul edilen kimi Avrupalı düşünürlerin savunduğu bilinemezciliği (agnostisizm) ve olguculuğu (pozitivizm) teşhir etti. Herkes için geçerli nesnel bilgi olabileceğini reddeden bilinemezcilik ve bilimciliği savunduğu halde aslında nesnel gerçekliği yadsıyan olguculuk, her zaman metafizikle uzlaşmaya, egemen düzene karşı çıkmamaya kapı açtı. Marx, bu tarz düşünce sistemlerinin idealizme verilmiş gerici ödünler olduğunu son derece parlak biçimde kanıtladı.
    Modern materyalizm içsel özellikleriyle tamamen diyalektiktir ve diğer bilimlerin üstüne taht kurmuş bir felsefeye hiç de ihtiyacı yoktur. Kendi ekseninde dönüp duran ve dış dünyadan kopuk bir felsefenin, modern çağda insan düşüncesini ilerletmeye hiçbir faydası dokunmamıştır ve dokunamaz da. İnsanın yaşam koşullarını bilinçli biçimde düzenlemesi için, dünyada olup bitenleri kavramayı mümkün kılacak bilgilere, deneylere, doğa bilimlerine ihtiyacı vardır.
    Burjuva bilimciler doğa bilimleri alanında materyalizmi ve diyalektiği benimsedikleri oranda yol alabildiler. Ne var ki sıra toplum bilimleri alanına geldiğinde, bu bilimcilerin tipik bir idealist gibi düşünüp tutum aldığını ortaya koyan sayısız örnek vardır. Fizik, kimya, astronomi ya da biyoloji alanında bilimi ilerletici büyük bilimsel buluşlara imza atıp, toplumsal yaşamda gerici fikirleri destekleyen kişileri bulup çıkarmak zor olmayacaktır. Hatta bizzat kendi bilim alanları dahilinde eklektik bir düşünsel yapıya sahip olan bilimcilerin sayısı da az değildir. Örneğin mekaniğin ve gök cisimlerinin hareket yasalarına bilimsel açıklamalar getiren büyük bilgin Isaac Newton, evrendeki hareketin tanrı tarafından verilen ilk itkiye bağlı olduğuna inanabilmişti. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de, bir taraftan bilimsel görüşleriyle tanrıyı evrenden kovarken, diğer yandan bir yaratıcının olması gerektiği fikrine dört elle sarılan nice bilim insanı var. Böylesi örnekler kimi durumlarda kişilerin iç dünyasındaki yanılgılara bağlanıyor olsa da, genelde ve son tahlilde burjuva toplumda sınıfsal tutum alışla yakından ilintili bulunuyor.
    Egemen sınıflar çağlar boyu emekçi kitlelerin uyanışını engellemek için gerçekleri çarpıttılar. Bu yüzden insanlar, kendileri, çevreleri ve ilişkileri hakkında hep yanlış fikirlere sahip oldular. Yine aynı nedenle, kendi yaratıcı ve dönüştürücü güçlerinin bilincine varamadılar. İdealist felsefe ve din, yaşamın gerçek anlamda devamını sağlayan üretici-yaratıcı kitlelerin, insan düşüncesinin ürünü olan hayali şeyler önünde secdeye varmasını sağladı. İdealist felsefe günümüzde de sömürülen kitlelerin bilincini çarpıtmak amacıyla, insanı yaratanın bizzat insanın üretici faaliyeti olduğunu yadsıyor. Bilimsel ve teknolojik devrimlerle övünen kapitalizm, beri yanda tüm yaşamın bir mutlak yaratıcı tarafından yaratılmış olduğu fikrini hâlâ topluma empoze ediyor. Bilimsel düşüncenin ve bilimsel buluşların ilerlemesi sonucunda yaratıcı fikri toplumsal yaşamdan kovulduğu oranda, idealizm bu kez de çarpıtmalarını bilimsel ambalajlarla piyasaya sürüyor.
    Sınıflı toplumların tarihinde hep görüldüğü üzere, toplumsal yozlaşma ve çürüme koşulları, doğaüstü güçlerden medet umma ve mistik fikirlere sarılma şeklinde seyreden kör inançları beslemektedir. Bilimsel ilerleme bakımından kat edilen mesafelere rağmen kapitalist düzen de bu kuralın dışında kalamamıştır. 20. yüzyılı bir yana bıraktık, yeni milenyuma giriş diye onca reklâmı yapılan 21. yüzyıl da beraberinde kapitalizmin derinleşen çürümesini ve toplumu uyutmak için baş vurulan eski hurafeleri getirdi. Canlı türlerin kökenini ve çeşitlenmesini açıklayan evrim teorisinin yıllar içinde bilim alanında elde edilen yeni verilerle büsbütün güçlenmesi karşısında, din çevrelerinin –Hıristiyan ya da Müslüman vb. fark etmez– “akıllı tasarım” gibi zırva teorilerden medet umması bu durumun çarpıcı bir örneğini sunuyor.
    Diyalektik Materyalizm Üzerine /2
    Elif Çağlı
    Metafizik ve diyalektik
    Metafizik kavramı eski Yunanda Aristoteles’in fizik bilimiyle ilgili kitaplarının dışında kalan felsefe incelemelerini tanımlamak üzere, “meta ta physika” (fizik ötesi) anlamında kullanılırdı. Ancak bu kavramın kapsamı zamanla genişledi ve kanıtlanmamış önsel kabullerden hareket eden düşünce tarzını anlatır hale geldi. Ortaçağın skolastik felsefecileri, algılanabilen fiziki dünyanın ötesinde tanrısal bir dünyanın var olduğunu düşünür ve metafizik sayesinde bu fizik ötesi dünyanın kavranılabileceğine inanırlardı. Uzun yıllar boyunca metafizikçiler, insani ya da tanrısal, her şeyi açıklayabilecek kesin ve değişmez tanımlamalar peşinde koştular.
    Marksist terminolojide metafizik, gelişimin kaynağı olan iç çelişkilerin varlığını reddeden felsefi yaklaşımı ve buradan türeyen inceleme ve düşünce yöntemini anlatır. Metafizik, doğadaki varlıkların veya toplumsal olguların hareket ve değişim içinde oluşlarını ihmal eder. Onları durağan, birbirinden bağımsız, yalıtık şeyler olarak ele alıp inceler. Buna göre, diyelim olumlu ile olumsuz birbirlerini mutlak olarak dışlarlar, neden ve sonuç kesin biçimde birbirlerine karşı gelirler. Böylece farklı kategoriler düşüncede mutlaklaştırılmakta, gerçeklik yalnızca siyah ve beyaz gibi sert karşıtlıklara indirgenmektedir. Ara renkler ve geçişsel süreçler göz ardı edilmektedir. Metafizik yöntem gerçekliği çok yönlülüğü ve zenginliği içinde kavrayabilmekten uzaktır. Oysa yaşamın kendisi, karşıtların birbirinden yalıtık olmadığı, bir arada var olduğu, iç içe geçtiği, birbiriyle çatıştığı, bir şeyin bir diğerine dönüştüğü çok renkli ve çok yönlü hareketli bir süreçtir.
    Çarpıcı bir örnek olması bakımından yaşam ve ölüm karşıtlığı ele alınabilir. Keskin tanımlamalarıyla metafizik yöntem, yaşayan ve ölmüş olan varlıkların birbirinden ayırt edilmesini sağlayabilir. Ama doğanın canlı akışı içinde gerçeklik hiç de bundan ibaret değildir. Yaşam ve ölüm adlı zıt kutuplar evrende her düzeyde bir arada var olur ve aralarında kıyasıya çekişirler. Yaşam ölüme meydan okuyan bir süreçken, ölüm de anlık bir olay olmayıp yaşamı yenilgiye uğratmaya çalışan bir süreçtir. Aslında her canlı, yaşam-ölüm diyalektiğini içinde taşır. İnsan dahil her organik varlık gözle görünmeyen bir yaşam-ölüm mücadelesi içinde yol alır. Somutlamak üzere belirtmek gerekirse, her an bedenimizde bazı hücreler eskir ve ölürler, fakat yanı sıra yeni hücreler doğar ve yaşarlar. Böylece yaşadığımız sürece bedenimizin maddesi yenilenir ve değişir.
    Yaşam ve ölüm örneğinde görüldüğü üzere, zıt kutupların varlığı ve bu zıt kutuplar arasındaki gerilim madde ve hareketin içeriğidir. Tüm evren ve toplumsal yaşam, zıt kutupların birliği ve mücadelesi temelinde biçimlenir ve dönüşüme uğrar. Her türlü hareket ve değişim, zıtların karşılıklı etkileşimi ve mücadelesinden kaynaklanır. Evrenin kendisi tam anlamıyla diyalektik bir devinim sürecidir. Kısacası, her türlü varoluşun özü diyalektiktir ve bu özün şifresini çözebilmek de ancak diyalektik düşünce sayesinde olanaklı hale gelebilmiştir. Doğa bilimlerindeki büyük buluşlar metafizikçilerin boş iddialarını yerle bir etmiş, diyalektiğin zafer çanlarını çalmıştır. Bilim, bütün organik doğanın, bitkilerin, hayvanların ve insanın milyonlarca yıl süren bir evrim sürecinin ürünü olduğunu kanıtlamıştır. Ve diyalektiğin önemi işte bu noktada belirginleşir. Zira diyalektik, doğanın, insan toplumunun ve düşüncenin genel hareket ve gelişme yasalarını inceleyen ve kavrayan bilimdir.
    Eskiden metafiziğe saplanmış yerbilimciler, gezegenimizin kıtasal sistemini tanrı tarafından o şekilde yaratılmış durağan bir sistem olarak kavrayıp, o şekilde kavratmaya çalışıyorlardı. Oysa modern jeoloji bilimi, kıtaların doğduklarını ve öldüklerini, kaydıklarını, yer değiştirdiklerini ispatladı. Benzer biçimde, aslında dünyanın manyetik kutupları da uzun bir süreç içinde yer değiştirmektedir. Bilimsel araştırmalar, dünyamızın manyetik kuzey kutbunun yaklaşık yedi yüz bin yıl önce şu anki coğrafi güney kutbunun civarında bir yerlerde bulunduğunu ortaya koymaktadır. Yine bu araştırmalara göre, bu tür değişimler son 65 milyon yıl içinde iki yüz kereden fazla gerçekleşmiş bulunmaktadır.
    Engels, doğanın diyalektiğin deneme tezgâhı olduğuna değinir. Modern doğa bilimleri doğanın deneme tezgâhına her gün artan malzeme sunmaktadır. Bilimsel buluşlar, doğada her şeyin metafizik değil ama diyalektik yasalara göre yürüdüğünü kanıtlamaktadır. Doğa kesintisiz bir var oluş ve yok oluş sarmalında, spiral basamaklarda ilerleyen sonsuz bir akış halindedir. Ve zaten diyalektik düşüncenin kendisi de, sonsuz hareketin doğru tarzda düşünen beyindeki yansımasından ibarettir. Hareketin sonsuzluk özelliğini kavramaya çalışan diyalektik açısından, o halde hiçbir şey kesin, mutlak ve değişmez değildir. Diyalektik yaklaşımın üstünlüğü, her şeydeki ve her şeyin içindeki geçici niteliği açıklayabilmesidir.
    Karmaşık gerçekliği kabaca basite indirgemesi nedeniyle indirgemeci düşünce diye de adlandırılan metafiziğin temel kusuru, sonsuz hareketten oluşan varlığın hareketsiz izlenimleriyle yetinmesidir. Oysa diyalektik düşünce, Troçki’nin ifadesiyle, daha derin yaklaşımlar, düzeltmeler, somutlamalar aracılığıyla kavramlara bir içerik zenginliği ve esneklik kazandırır. Onları, yaşayan olgulara bir ölçüde daha yakın kılan bir lezzete kavuşturur. Diyalektik düşüncenin indirgemeci düşünceyle ilişkisi, hareketi canlandıran bir filmin hareketsiz bir fotoğrafla ilişkisine benzemektedir.
    Metafizik ve diyalektik düşünce biçimi arasındaki ayrımın önemi, doğanın ve toplumsal yaşamın canlı akış içinde kavranmaya çalışılması noktasında belirgin hale gelir. Zira nesneleri durağan halde, cansız ve diğerlerinden yalıtık biçimde düşündüğümüzde, mevcut çelişkilerin ve hareketliliğin farkına varamayız. Örneğin bir toplu iğne ile bir mıknatısı kabaca dıştan incelediğimizde birbirine benzer ya da benzemez pek çok özellik keşfedebiliriz. Ama bu düşünce basamağında nihayetinde bir mıknatıs şu ya da bu özelliklere sahip bir mıknatıstır, toplu iğne alt tarafı bir toplu iğneden ibarettir. Bilim alanı dışında, insanların gündelik yaşamında söz konusu iki nesneyi bu şekilde kabaca algılamak ve bunların belirli işlere yarayan iki ayrı nesne olduğunu bilmek yeterli görünür. Bu açıdan bu kadarı da gerekli ve yararlı bir bilgidir. Ama bu gözlem sınırları içinde henüz olayların derinine inmiş değilizdir, incelememizi alışıldık metafizik düşünce biçimi ile yürütmekteyizdir.
    Fakat mıknatıs ve toplu iğneyi karşılıklı hareketleri (örneğin mıknatıs toplu iğneyi kendine çeker) , ilişkinin neden olduğu içsel değişim (toplu iğnenin mıknatısın etki alanına girmesiyle atomlarının dizilişinde değişim olur) vb. noktasına kadar ilerleterek düşündüğümüzde diyalektiğin alanı içine gireriz. Bu alanda çelişkilerle yüz yüze gelmek ve “çelişkiye düşmek” kaçınılmazdır. Örneğin mıknatıs tarafından çekilen toplu iğnelerin, ona dokundukları anda birbirlerini itmeye başladıklarına tanık oluruz. Çünkü mıknatısa dokunan toplu iğnelerin her biri artık sıradan bir iğne değil, birer mıknatıstırlar! Daha önce her biri mıknatıs tarafından çekilen toplu iğneler, bu değişim nedeniyle artık birbirlerini itmeye başlamışlardır.
    Diyalektik düşünce hareketin esasında bir çelişki olduğunu, fakat aynı zamanda da çelişkinin çözümünü kendinde içerdiğini kanıtlar. En basitinden mekanik yer değiştirme hareketinde bile, hareketin başlangıcı ile sonuçlanması arasındaki süreç bir çelişkinin ortaya çıkışını ve çözümünü içerir. Örneğin bir masayı odanın bir köşesinden diğer köşesine taşıdığımızda sürecin bütününü ifade etmek istersek, aynı cisim bir uzay ve zaman içinde belirli bir noktada hem var olmuş hem de olmamıştır. Ama mekanik hareketin kendisi çelişkiyi “şimdilik” çözmüş ve masaya odanın diğer köşesinde yeni bir konum kazandırmıştır.
    Basit bir mekanik yer değiştirme hareketi bile özünde bir çelişki içeriyorsa, maddenin daha yüksek hareket biçimleri, organik yaşam ve gelişim haydi haydi ve daha üst düzeyde çelişkiler içerecektir. Yaşam ve ölüm karşıtlığı hatırlanacak olursa, organik yaşam zaten her an bazı hücrelerin ölmesi ve yenilerinin doğması (yani canlının her an hem kendisi olması hem de olmaması) şeklinde ilerleyen bir süreçtir. Bu nedenle canlılığın kendisi sürekli ortaya çıkan ve ancak çatışmalarla çözülen bir çelişkidir. Zaten herhangi bir canlı varlık açısından bu çelişkinin bitmesi, canlılığı var eden yaşam-ölüm çatışmasının ölüm lehine sonuçlanması anlamına gelmektedir. Ancak unutmamalı ki, bu ölüm başka canlılar açısından yaşamın başlangıcı ya da devamı olacak, yani çelişki ve hareket mutlak anlamda asla sona ermeyecektir.
    Diyalektik çelişkinin bilimsel ifadelerini içeren alanlardan biri de matematiktir ve bu alandan da bir örnek verilebilir. Matematikle haşır neşir olmaya başladığımızda, doğal sayılar alanında işler nispeten kolay görünür. En temel aritmetik işlemlerinden toplama işlemini düşünelim. 1+1 “2” eder ve düz mantıkla bu sayı dizisini gücümüz yettiğince uzatmak mümkündür. Ne var ki, bir başka temel işleme, çıkarma işlemine başvurduğumuzda durum değişir. İlkokul çağındaki çocuklara “akılları karışmasın” diye küçük sayıdan büyük sayı çıkmaz denir. Ama aynı çocuklar birkaç yıl sonra, küçük sayıdan büyük sayının da çıkartılabileceği gerçeğini hazmetmek zorunda kalırlar. Bu çelişki, onlara yeni bir sayılar kümesi (negatif sayılar) tanıtılarak aşılır. Negatif sayıların varlığı bu tür bir çelişkiyi algılamamızı sağlar ama yepyeni çelişkilere de yol açar. Negatiflik kavramı şaşkın çocukların son şaşkınlığı olmayacaktır!
    Neticede evren tüm parça ve parçacıklarıyla birlikte bir bütün olarak kendini sonsuz bir çelişkiler süreci halinde yeniden ve yeniden yaratır. O halde idealist felsefenin ve metafiziğin konusunu oluşturan şu meşhur “yaşamı başlatan ilâhi dış kuvvet” ya da hareketi oluşturan “ilk itiş” gibi kavrayışlar tamamen dayanaksızdır. Maddenin (veya enerjinin) kendi iç çelişkilerinden kaynaklanan hareket ve bu hareketin sürekliliği ve dönüşümü dışında bir başlangıç ya da son yoktur.
    Formel (biçimsel) mantık
    Düşüncenin gelişim süreci içinde biçimsel mantık insanların gündelik yaşamlarını sürdürebilmeleri için gereken kimi bilgileri ve kıyaslama olanaklarını sağlamıştır. Biçimsel mantığın zaman içinde geliştirilmiş bazı yasaları vardır. Bu mantık yasalarının geliştirilmesinde Aristoteles’in rolü büyüktür. Fakat bu büyük bilgin yalnızca formel mantığın yasalarını ileri sürmemiş, aynı zamanda diyalektik konusuyla da ilgilenmiştir. Kıyas (mukayese) yöntemi, Aristoteles tarafından yasaları belirlenmiş olan ilk mantıksal tümdengelim sistemidir ve bir sonuç çıkarma yöntemidir. Bu mantık sistemine göre her kıyas iki öncül önerme ve bir sonuç önermesi olmak üzere üç önermeden oluşur. Bilinen bir örneği hatırlatalım. Diyelim iki öncül önerme sırasıyla şöyle olsun: 1) Bütün insanlar ölümlüdür. 2) Ali bir insandır. 3) Sonuç önermesi: “O halde Ali de ölümlüdür” şeklinde olacaktır.
    Biçimsel mantığın en önemli yasası olan özdeşlik yasasına göre bir şey kendisine eşittir ve başka bir şey olamaz. İşte bu yaklaşım, biçimsel mantıkla diyalektik mantık arasındaki büyük farkın kavranabileceği hassas noktayı oluşturur. Biçimsel mantık açısından “A” “A”ya eşitken, diyalektik mantık eşit olduğu varsayılan bu iki “A”nın farklı olabileceği üzerinde odaklaşır. Örneğin aynı ağırlıkta olduğunu sandığımız bir kilo pirinç, kuru bir ortamda tarttığımızda başka, rutubetli ortamda tarttığımızda başka bir ağırlığı ifade edecektir.
    Yaşam, biçimsel mantığın durağan kategorilerini ezip geçen karmaşık bir etkileşimler sistemidir. Bir bütünü oluşturan parçalar olarak, diyelim “A” ve “B”yi ayrı ayrı tanıma ihtiyacımız ne kadar gerçekse, bu parçaların aslında birbirleriyle sürekli ve karşılıklı ilişki içinde oldukları da o kadar gerçektir. Örneğin tıp bilimi vücudumuzdaki tüm organların tek tek yapısını, işlevini ve önemini bilmekle yetinemez. Zira bu organlar birbirleriyle etkileşim halindedirler. Hastalıkları teşhis edebilmek ve tedavi çaresi bulabilmek için bunların bütünsel bir sistem olarak nasıl çalıştıklarını, birinin bozukluğunun diğeri üzerinde nasıl bir etkide bulunduğunu bilmek gerekir. İnsan vücudu böylece parça ve bütün ilişkisinin önemini gözler önüne serer. Vücudumuzun işleyişi birbirinden yalıtık tek tek fonksiyonların basit bir toplamı değildir, diyalektik bir bütündür. Örneğin sinir sistemimizin işleyişi en gelişkin bir bilgisayarın işleyişinden çok daha karmaşıktır.
    Biçimsel mantık kurallarının yetersizliğini vurguluyorsak da bunları tamamen bir kenara fırlatıp atamayız. Marksizm biçimsel mantığın yetersizliğini gözler önüne serer, ancak onu toptan reddetmez. Çünkü somut yaşamda bu kurallara da belirli bir düzeyde ihtiyaç duyarız. Matematik biçimsel mantık kurallarına dayanır. Toplama, çıkarma, çarpma, bölme gibi temel işlemleri öğrenebilmek bu sayede mümkün olur. Ayrıca biçimsel mantık, kimya, biyoloji, mekanik bilgisinin gelişimine de temel oluşturmuş, ama bilim bu noktada durmamış ve diyalektik düşünce sayesinde inanılmaz mesafeler kat etmiştir.
    Bilimsel ilerlemenin hem biçimsel mantığın hem de diyalektiğin yasalarından yararlandığı açıktır. Biçimsel mantık, farklı kategorileri kaydetmesi ve çeşitli düzeyde sınıflandırmalar yapması bakımından yarar sağlamıştır. 18. yüzyılda biyoloji alanında bitki ve hayvan türleri için gerçekleştirilen sınıflandırma, bitki ve hayvanların sistematik incelemesini ve farklı türlerin birbirleriyle karşılaştırılmasını mümkün kılmıştır. Fakat biçimsel mantık aynı zamanda da durağan ve değişmez biçimde algılanan bir sistem yaratmıştır. Buna göre bir kuş bir kuştur, bir memeli bir memelidir. Oysa doğada bu türler arasında nice geçiş halkaları bulunur. Varlıkları ve olguları dinamik biçimde, yüzeysel değil de derinlemesine kavramaya çalıştığımızda biçimsel mantık kurallarının yetersizliği ortaya çıkacaktır. Ve bu noktada imdada yetişecek olan diyalektik mantıktan başkası olamaz. Biçimsel mantık çelişkinin varlığından rahatsız olur ve dışlamaya çalışırken, diyalektik düşünce çelişkinin tüm varlığın özünü oluşturduğu gerçeğinin bilincindedir. Hareket ve değişim, yaşam ve gelişme kaynağını çelişkide bulur.
    Düşünce üretiminde kullanılacak yöntem sorunu her zaman felsefenin önemli konusu olmuştur. Biçimsel mantık soyut düşünceyi hareket noktası olarak almış ve genelde tümdengelim yöntemine dayanmıştır. Biçimsel mantıkta soyuttan türetilen düşünce somutu açıklamak için kullanılır. Bu da bir şeyin ya da olgunun bilimsel deney ve gözlemin zenginliği içinde değil de, yalnızca soyut genellemelerden (öncüllerden) hareket ederek açıklanması demektir.
    Doğru bir sonuca varabilmek için öncüllerin doğru olması gerektiğini, kuşkusuz biçimsel mantık da genelde kabul eder. Ama adından da anlaşılacağı gibi, bu mantık sisteminde biçim yani düşünce sürecine dayatılan kurallar önemlidir. Böylece katı biçim, zengin özü ezer. Biçimsel mantığın kategorileri, gerçekliğin durağan fotoğrafından türetilen soyutlamalarla, aslında son derece zengin ve hareketli bir niteliğe sahip somut gerçekliği açıklamaya çalışmaktadır. Bu çabanın bu içeriği nedeniyle, belli bir düzeyden sonra ne denli yetersiz kalacağı aşikârdır. Doğru görünen öncüllerden hareket edilmesi ve katı kurallara uyulması sayesinde ortaya çıkacak sonuç, biçimsel mantık açısından kesinlikle geçerli görünebilir. Ancak gerçekliğin değişken yönlerini hesaba katmayan genellemelere dayanılması halinde yanlış sonuçlara çıkmak işten bile değildir. Gündelik yaşam içinde insanların çoğu yanlış genellemelerle birtakım doğru sonuçlara vardıklarını sanırlar. Örneğin işçi sınıfının örgütsüz kesiminin sürüklendiği içler acısı duruma bakıp, “bu işçilerle hiçbir şey olmaz” genellemesiyle sınıftan tamamen umut kesilmesi sıkça karşılaşılan bir durumdur.
    Kıyasçı muhakeme tarzı Ortaçağ Avrupa’sında egemen olduğu gibi, 17. yüzyıl Fransız felsefe geleneğinde de (örneğin Descartes) yaygın kabul görmüştür. Fakat biçimsel mantığın kurallarına dayanan bu tümdengelimci düşünce ekolünün yetersizlikleri, İngiltere’deki hummalı kapitalist gelişmenin gereklerine yanıt veremez hale gelmiştir. Böylece Anglo-Sakson dünyasında ampirizme (deneycilik) ve tümevarımcı muhakemeye önem verilmeye başlanmıştır. Ampirizm dine ve ortaçağ dogmatizmine karşı mücadelede olumlu bir rol oynamış, ama zamanla onun da tek yanlılığı ortaya çıkmıştır. Ampirizm, geniş kapsamlı teorik bütünlemeleri dışlayan aşırı parçacı yapısıyla materyalizmi yoksullaştıran bir özelliğe sahiptir. Materyalizm, ancak Marksizmin diyalektik yöntemiyle zenginleşmiş ve bilimsel derinliğe ulaşabilmiştir.
    Diyalektik mantık
    Evrendeki ve insanlığın evrimindeki hareket yasalarının gerçekliğe olabildiğince yaklaşan tarzda kavranabilmesi için, dinamik biçimde düşünmeye ihtiyaç olduğu son derece açıktır. Bu da ancak diyalektik mantık sayesinde mümkün olabilmektedir. Diyalektik mantık biçimsel mantığın kıyas gibi geçerli bazı kurallarını toptan yadsımasa bile, ondaki yetersiz yönleri eleştirmekte ve tamamen aşmaktadır. Böylece diyalektik, muhakeme ve inceleme sürecine arzulanan dinamizmi kazandıran etkin yöntem olarak yükseklere tırmanmaktadır.
    İnsan zihni, sonsuzluk, enerji ve maddenin dönüşümü gibi soyut kavramları kolay hazmetmez ve gündelik yaşamın yansımaları olan somut ifadelerle düşünmenin rahatlığını arar. Ne var ki, soyut görünen karmaşık formüller ve kavramlar vasıtasıyla bilinmeyene ulaşmaya çalışmak, bilimin vazgeçilmez özelliğidir. Matematik, yaşamdaki ilişkilerin düşünce dünyasında kompleks ifade ve bağıntılarını üretmek bakımından soyutlamanın en çarpıcı biçimde uygulandığı bilim dalıdır. Burada soyutlama kavramı, metafiziğin yetersizliğini sergilerken değindiğimiz anlamda somut yaşamdan kopuk “soyut” kurallar türetmeyi değil, somutun zenginliğini kavramaya çalışan bilimsel yöntemin bir unsurunu ifade eder. Latince kökeni itibarıyla soyutlama sözcüğü, bir şey-“den almak” anlamına gelir. Geometrik biçimlerle ilgili kavramların ya da sayısal ifade ve formüllerin türetimi için, somutun çeşitliliği içinden soyutlanan (çıkartılıp alınan) bir özelliğin belirtilmesi, diğer yönlerin ise ihmal edilmesi gerekir.
    Örneğin “2” sayısı iki ekmeğin sayısal ifadesi olabileceği gibi, pekâlâ iki işçiden ibaret bir çokluğa da denk düşebilir. Sayısal olarak “2” kavramı ile izah edilen niceliğin, iki ekmek mi ya da iki işçi mi olduğunun hiçbir önemi yoktur. Keza diyelim “silindir” diye adlandırılan bir geometrik biçimin bir ilaç tüpü mü yoksa bir su tankı mı olduğu da, silindir soyutlamasını yapmak ve bu şekle dair formülleri türetmek bakımından bir önem arz etmez. İşte bu örnekler birer düşünsel soyutlamadır. Ve yaşamdaki somut olgulardan elde edilen bu soyutlamalar, daha sonra yaşamın somutuna geri dönecek ve orada çok iş göreceklerdir. Nitekim toplumsal yaşamın ilerleyişi içinde insanın doğayla savaşımını ve yaşamını kolaylaştıran pek çok buluş ve icat bu sayede mümkün olabilmiş ve üretilebilmiştir.
    Çeşitli düzeylerde soyutlamalar yapmak bilimsel araştırma yönteminin zorunlu bir unsurudur. Bilim, varlıkları ve olguları karmaşık hareket ve ilişkileri içinde kavrayabilmek için onlardan parçalar almaya, onları kesitlere bölerek incelemeye, kısacası soyutlama yapmaya ihtiyaç duyar. Örneğin bir kurbağanın bütünsel anatomisi hakkında fikir sahibi olabilmek için, önce kurbağanın çeşitli parçalarını incelemeye tâbi tutmak (bu parçaları tek tek bütünden çekip çıkartarak, yani soyutlayarak mikroskop altına yatırmak gibi) gereklidir.
    İlk bakışta belki bir çelişki gibi görünebilir, ama bu soyutlamalar olmaksızın somutu zenginliği içinde kavramak olanaksızdır. Öte yandan, bütünden soyutlanmış bilgi kuşkusuz bütünün yalnızca belirli yönleri üzerinde odaklaşmış bilgidir, tek yanlıdır ve sınırlıdır. Somutun bütünlüğünün parçalanmasıyla elde edilen bu soyutlamalar sayesinde geliştirilen bilginin, daha sonra yine somuta ulaşarak bütünleştirilmesi gerekir. İşte ancak bu sayede, varlık ve olguların karmaşık iç bağıntılarıyla yaşamın ve hareketin zengin somut kavranışını elde edebiliriz. Ayrıca unutmamak gerekir ki, hakikat her zaman somuttur. Zengin, bütünsel, karmaşık olan ve daha yüksek basamaklarda yer alan soyut genellemeler değil, somut gerçekliktir.
    Diyalektik yöntem, tümdengelim (bütünden parçaya, genelden özele, somuttan soyuta) ve tümevarım (parçadan bütüne, özelden genele, soyuttan somuta) süreçlerini bütünsel bir inceleme, muhakeme ve sonuçlandırma sürecinin bileşenleri olarak kullanır. Tümdengelim sürecinde bütünden parçalar ayrıştırılır, bir başka deyişle somutun genelinden bazı özel yönler çekilip çıkartılır. Böylece incelenen varlık ya da olgu analiz edilir, parçalar hakkında ayrıntılı bilgi toplanır. Bu sayede bütünün parçaları hakkında, önceki evreye oranla çok daha fazla bilgi elde edilir. Fakat şimdi de parçalara ilişkin bu bilgileri bir araya getirmemiz, yani bütünleştirmemiz gerekir. Bu tümevarım sürecidir ve düşüncemiz bu kez soyuttan somuta ilerler. Bilimsel inceleme ve bilimsel sonuçlara varma sürecindeki bütün bu faaliyetlerin anlamı, analizin sentezle, tümdengelim yönteminin tümevarım yöntemiyle birleştirilmesidir ve zaten diyalektik yöntemin özü de budur. Lenin’in sözleriyle, canlı algıdan soyut düşünceye ve buradan pratiğe: hakikati bilmeye, nesnel gerçekliği bilmeye giden diyalektik yol işte budur. Marx kendi inceleme ve sunuş yöntemini açıklarken bu önemli husus üzerinde durmuştur.
    Devranın salt rastlantılarla mı, yoksa birtakım iç yasalarla mı dönüp durduğu hususu da felsefenin önemli bir tartışma konusu olmuştur. Aslında rastlantı ve yasa arasında da diyalektik bir ilişki vardır. Doğada ve tarihte rastlantılar kuşkusuz belirli bir rol oynarlar. Bilinen bir örnektir ama önemlidir. Ekim Devriminin başında Lenin gibi bir önder olmasaydı devrimci hareketin akışı değişebilirdi. Tarih, mutlaka Lenin gibi bir önderi çıkarmak üzere önceden kurgulanmış değildir.
    Gelişim süreçlerini, her şeyin dış etkenlere kapalı ve değişmez bir iç yasa tarafından belirlendiği kısır bir döngü şeklinde algılamak, aslında tüm sonuçların önceden kesin biçimde kurgulanmış olduğunu iddia etmek anlamına gelir. Bu, doğanın ve tarihin kaderci bir açıklama tarzı olurdu ve çeşitli faktörlerin etkisiyle değişikliğe uğrayan gerçek hareketin niteliği ile bağdaşmazdı. Diyalektik kavrayış, rastlantının rolünü yadsımaz. Onun hareketi yolundan saptırabileceğini, yani yasayı belirli derece ve düzeyde değişikliğe uğratabileceğini kabul eder. Ama diğer yandan, ilk bakışta rastlantı gibi görünen olaylar zaman içinde tekrarlayan bir nitelik kazanabilirler. Bu gibi durumlarda, hareketin daha önceki yörüngesinden saptığı ve şimdi de kendini bu şekilde ortaya koymaya başladığı anlaşılır. Böylece tekrarlayan “rastlantılar” yeni yasaları geçerli kılarlar, ama yeni rastlantılar da tekrar bu yasaların işleyişini değişikliğe uğratabilirler.
    Diyalektik gelişme, alt basamaklardan yukarı basamaklara doğru kıvrılarak ilerleyen sarmal bir nitelik taşır. Ancak hareketin biteviye aynı tempoda ve kesintisiz yukarı çıkan biçimde algılanması tamamen yanlış olacaktır. Zira diyalektik süreç, niceliğin niteliğe dönüştüğü sıçramalarla, süreklilik içinde kopuşlarla, çeşitli altüst oluşlarla, devrimlerle ilerler. Doğada ya da toplumda çeşitli eğilim ve kuvvetler çelişki ve çatışma içindedirler. Karşıt kutuplar mücadele içinde birlikte var olurlar. Diyalektik gelişme, geçmiş evreleri yadsıyarak farklı niteliğe ulaşan bir özelliğe sahiptir. Bu değindiğimiz hususlar, yani niceliğin niteliğe (ya da tersi) dönüşümü, karşıtların birliği ve mücadelesi ve yadsımanın yadsınması diyalektiğin üç temel yasasıdır. Diyalektik düşüncenin bu temel yasaları, ayrıca parça ve bütün, biçim ve içerik, sonlu ve sonsuz, çekme ve itme gibi önemli karşıtlıklar konusunu da aydınlatmakta ve bu zıt çiftlerin aralarındaki ilişkileri kavramayı mümkün kılmaktadır. Şurasını da belirtmek gerekir ki, diyalektiğin bu yasaları icat edilmemiş, doğanın ve insan toplumunun tarihinden çıkartılmışlardır.
    Niceliğin niteliğe dönüşümü yasası
    Diyalektik konusunda üzerinde durulması gereken birinci husus, hareketin ya da enerjinin dönüşümündeki yasaya ilişkindir. Enerjinin veya maddenin varoluş süreci, maddenin bir halden diğer bir hale dönüşümünü (örneğin katı halden sıvı hale veya sıvı halden gaz haline ya da bunların tersi) , yahut kimyasal enerjiden elektrik enerjisine, mekanik hareketten ısıya geçişi vb. içerir. Geçişsel süreçler nicel birikimlerin ürünü olan nitel sıçrama anlarına sahiptirler. Bir başka deyişle, evrendeki hareket her zaman tedrici (derece derece, yavaş yavaş) ve düzenli bir karakter arz etmez.
    Diyalektik açıdan evrim süreci, yalnızca tedrici bir gelişim ve barışçıl bir ilerleme süreci anlamına gelmemektedir. Doğada ve tarihte uzun süren tedrici değişim süreçleri, ani patlamalarla ve beklenmeyen olaylarla (doğadaki depremler veya toplumdaki devrimler gibi) kesintiye uğrarlar. Nicelik birikimi bir noktadan sonra niteliksel dönüşümü tetikler. Değişen nitelik ise zamanla kendi niceliğini biriktirmeye koyulur. Diyalektikte bu durum niceliğin niteliğe (ya da tersi) dönüşümü yasası olarak adlandırılır. Böylece şu ya da bu gelişim süreci, nicel olarak değerlendirilebilen tedrici değişimlerin yanı sıra nitel olarak ayırt edilebilen sıçrama anlarını da kapsamaktadır.
    Doğa bilimlerinden bir örnek vermek gerekirse, çok bilinen bir örneği hatırlayabiliriz. Suya ısı vermeye başladığımızda sıcaklığı artmaya ve buhara dönüşmekte olan miktar da artmaya başlar. Ancak bu buharlaşma henüz suya su demekten vazgeçmemizi gerektirecek bir düzeyde değildir. Kaptaki su hâlâ su olarak durmaktadır, onda belirgin bir değişiklik göremeyiz. Ancak suyun sıcaklığı 100 dereceye yaklaşmaya başladığında sudaki içsel hareket gözle görülür hale gelir, buharlaşmanın artık fark edilmemesi mümkün değildir. Ama 99 derecede henüz görmediğimiz bir şeyi 100 derecede görmeye başlarız. Su kaynamaya başlamıştır. Sıcaklıktaki bu niceliksel artış suyun niteliğinde de çok hızlı ve sıçramalı bir dönüşüme yol açmıştır. Su büyük bir hızla ve kütlesel biçimde buharlaşır. Nicel birikim sıçramalı bir şekilde niteliksel bir dönüşüme yol açmıştır, artık sıvı sudan değil gaz halindeki sudan yani buhardan bahsetmemiz gerekmektedir.
    Doğada niceliğin niteliğe dönüşümü yasasını türlerin gelişimi bağlamında da izlemek mümkündür. İnsan ile maymunların ortak bir atadan evrilerek geldiği biliniyor. Maymunlar içerisinde insana en yakın tür olarak bilimciler şempanzeleri gösteriyorlar. Canlıların içerisinde insanın evrimi hiç kuşku yok ki muazzam bir sıçramayı ve köklü bir kopuşu temsil etmektedir. Ancak en yakın akrabası olan şempanze ile arasındaki niteliksel uçuruma rağmen, genetik yapılarının yüzde 96’sı aynıdır. Bir başka deyişle, bu denli büyük bir niteliksel farklılık, yüzde 4 gibi son derece küçük bir niceliksel farklılıktan kaynaklanmaktadır. Benzer bir durumu esasında tüm canlı türleri arasında da görmekteyiz. Demek ki, son derece küçük niceliksel farklar ya da niceliksel dönüşümler, büyük niteliksel farklılıklara yol açabilmektedir.
    Doğadaki gelişim süreçlerinde niceliksel birikimler nihayetinde niteliksel değişiklikler yaratırlar. Marksizm insan toplumunun yaşamında da diyalektik sürecin yasalarının işlemekte olduğunu açıklamıştır. İnsanların yaşam koşullarını üretme tarzı da, tedrici değişim süreçlerinin yanı sıra kopuşları ve ani sıçrama dönemeçlerini içermektedir. Örneğin feodal toplumun içinde önce tedrici gelişimlerle ilerleyen burjuva üretim ilişkileri, neticede eski feodal kabukla bağdaşmamış ve köklü niteliksel değişimler burjuva devrimlerle gelmiştir.
    Toplumsal alandan diğer bir örnek Marx’ın Kapital’de değindiği elbirliği olgusunun öneminden hareketle verilebilir. Marx kapitalist üretim sürecinin özelliğini pek çok açıdan analiz ettiği gibi, söz konusu olgunun anlamını da açıklığa kavuşturmuştur. Birçok bireyin elbirliği, yani birçok gücün birleşmiş bir güç durumunda kaynaşması, kendini oluşturan güçler toplamından niteliksel olarak farklı ve üstün yeni bir güç demektir.
    Aslında insan toplumunun binlerce yıllık yaşam deneyinden süzülmüş kimi atasözleri, insanlar bunun bilincinde olmasalar bile diyalektiğin bazı yasalarını ifşa etmektedir. Hepimiz şu atasözünü biliriz: Bir elin nesi var, iki elin sesi var! İşçi sınıfı örgütlenmeye koyulduğunda, güçlerini birleştiren iki işçinin artık o tek tek işçilerden niteliksel olarak farklı yeni bir güç oluşturacağı açıktır. İşin gerçeğinde diyalektik hayatın o denli içindedir ki, ufak ufak birikimlerin büyük değişimleri doğuracağı hemen herkes tarafından doğal şekilde bilinir. Örneğin, “damlaya damlaya göl olur” atasözünün (kapitalistler bu gibi atasözlerini her zaman yalnızca paraya tahvil etmeye meraklı olsalar da) illâ geçmiş zamanların küçük kumbaralarını hatırlatması gerekmez. Doğada o su damlaları nice gölleri oluşturabileceği gibi devasa kayaların altını oymakta, yeryüzü şekillerini değiştirmektedir.
    Toplumsal yaşamın diyalektik materyalist analizi yalnızca geçmiş tarihi anlamamızı değil, gelecekte olabilecekler konusunda da bilinçli kestirimlerde bulunabilmemizi olanaklı kılmaktadır. Bilindiği üzere, işçi hareketinde duraklama ve gerileme dönemlerinin yaşanması doğaldır. Böylesi dönemlerde işçi kitleleri, bozuk düzenin aynen akıp gideceği ve hiçbir şeyin değişmeyeceği düşüncesiyle umutsuzluğa kapılırlar. Devrim fikrine pek itibar edilmez, örgütlü devrimci mücadeleden kaçış eğilimi ağır basar. Oysa yüzeydeki durgun görünümün altında bu döneme son verecek bir birikim ve mayalanma içten içe oluşur. Kapitalist düzenin yarattığı ağır sömürü, baskı, yoksulluk ve işsizlik koşulları kitleleri bir anda devrimci kılmasa da, işçilerin bilincinde izler bırakır.
    Başlangıçta küçük görünen izler büyür ve derinleşir. Zamanla devrimci propaganda ve örgütlenme çağrılarına kulak kabartan işçilerin sayısı artar. Bu adeta kimyasal bir yapı içinde enerjinin birikimi süreci gibidir ve Troçki tarafından da “devrimin moleküler süreci” olarak adlandırılmıştır. Süreç içinde oluşan birikimler kendilerini ani sıçrama ve patlamalarla ortaya koyarlar. Her şey eninde sonunda karşıtına dönüşür. Aynı şekilde, uzun bir süre boyunca kendilerinden umut kesilen işçi-emekçi kitleler de devrimci sıçramalarla durgunluk dönemlerine son verirler. Değindiğimiz süreçler kuşkusuz yalnızca nesnel faktörlerin etkisi altında biçimlenmemektedir. Her alanda nesnel ve öznel faktörler arasında karşılıklı etkileşim olması da diyalektiğin yasasıdır. Öznel faktör yani işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi, sürecin nesnelliğini etkileyen ve süreci hızlandıran ya da yavaşlatan bir etkendir.
    Karşıtların birliği ve mücadelesi
    Doğadaki varlıkların ya da toplumsal olguların dış görünüşlerindeki durağanlıkla yetinmeyip, onları dikkatli bir incelemeden geçirdiğimizde ve içsel hareket yasalarını kavramaya çalıştığımızda, hareketi var edenin karşıtlıklar olduğunu görürüz. Bir bütünün çelişkili parçalarının kavranması diyalektiğin özünü oluşturur. Yaşamı ve hareketi yaratan, karşıtlar arasındaki gerilimdir. Doğada olduğu kadar insan yaşamını ilgilendiren hemen her alanda da her şey karşıt çiftler halinde bulunur. Yoksul olmazsa zengin olmaz. Güzel, çirkin kavramıyla ifade edilene göre bir anlam taşır, iyi varsa kötü de vardır. İnsanın iç dünyası da diyalektiğin yasalarına göre biçimlenir. Benimsenen toplumsal değer yargılarına göre iyi kabul edilen yönlerle, kötü kabul edilen yönler birlikte ve mücadele halindedirler.
    Hareketin sürekliliği içinde doğada zıt kutuplar yer değiştirebilirler. Örneğin yumurtanın tavuktan ve tavuğun yumurtadan çıkması misali, neden sonuç ve sonuç neden olabilir. Doğanın diyalektik sonsuzluğu içinde, mutlak bir başlangıç ve son aramak beyhudedir. Zira aslolan, neden ve sonuçların sürekli yer değiştirmesidir; başlangıç addedilen şeylerin bir başka açıdan son, son zannedilen şeylerin ise diğer bir bakımdan başlangıç olmasıdır. Yumurta açısından tavuk başlangıçtır, tavuk olmadan yumurta olmaz. Oysa tavuk açısından yumurta başlangıçtır ve bu böyle akar gider.
    Bir molekülü oluşturan atomların yapısı da maddenin özünde çelişkinin yattığını gözler önüne serer. Atomlar kendi içlerinde artı ve eksi elektrikle yüklü parçacıkları içermekte ve bu çelişkili birliktelik gözle görülmeyen sürekli bir hareketin kaynağı olmaktadır. Doğa, karşıt eğilimlerin bir arada varolma dinamiğini sergiler. Pozitif negatifle, kuzey kutbu güney kutbuyla, itme kuvveti çekme kuvvetiyle, dişi erkekle birlikte vardır. Zaten atomun varlığı da karşıt özelliklere ve elektrik yüklerine sahip parçacıkların birliği demektir. Hatta insan bile, birbirleriyle muazzam derecede etkileşen ve böylece bütünsel bir sistem oluşturan küçük tanecikli artı ve eksi parçaların birliğidir.
    Manyetik güç ancak kuzey ve güney kutbu gibi zıt kuvvetlerin aynı sistem içinde bütünleşmesi sayesinde oluşur. Gündelik yaşamda hepimizin kullandığı basit bir pil ancak artı ve eksi kutupların varlığı ve bu karşıtlığın yarattığı gerilim sayesinde işlev görür. O halde bir çelişkinin olumlu ve olumsuz iki kutbu birbirlerine karşıt oldukları kadar ayrılmazdırlar. Toplumsal yaşamdan örnek vermek gerekirse, kapitalizmde proletaryasız burjuvazi ve burjuvazisiz proletarya olamaz. Doğadaki ve toplumsal yaşamdaki gelişme, temelde karşıtların mücadelesine dayanır. Nasıl ki vaktiyle Avrupa’da ekonomik yaşamı ilerleten temel faktör burjuvazinin feodaliteye karşı mücadelesi olmuşsa, kapitalizme karşı işçi sınıfının yürüttüğü devrimci mücadele de günümüzde toplumsal gelişmenin ilerletici gücüdür.
    Kapitalist toplum işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki karşıtlığa dayanmakta ve bu temelde yol almaktadır. Kapitalist üretim tarzı bu iki karşıt sınıfın birlikte varoluşuna dayanmaktadır. Ama bu birlikte varoluş, aslında mücadele içindeki bir birlikteliktir. Açıktır ki, kapitalist üretim tarzının yarattığı toplumsal sorunlar işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesini kaçınılmaz kılmaktadır. Sermaye birikimi ve ücretli emeğin sömürüsü arasındaki ilişki nedeniyle, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki çelişki kesinlikle uzlaşmaz (antagonistik) bir çelişkidir. Çünkü sermaye birikimi, ancak işçi sınıfının ürettiğinden çalınan artı-değer sayesinde gerçekleşmektedir. Kapitalistin daha fazla refaha ermesi, işçinin daha fazla sömürülmesi ve yoksullaşması anlamına gelmektedir. İşçi sınıfı kapitalizm altında hem maddi yaşam koşulları bakımından ve hem de kendi emeğine yabancılaşarak manen yoksullaşmaktadır.
    Marx bir başka yabancılaşma konusundan, dinden örnek vererek bu konuya değinmiştir. İnsan Tanrı’ya kendisinden ne kadar çok şey hasrederse, kendisine o kadar az şey kalmaktadır. Tıpkı bunun gibi, işçi kendisini iş sürecinde ne kadar çok harcarsa, kendisinin yarattığı nesneler dünyası karşısına o denli güçlü şekilde dikilmektedir. Böylece işçi kendi üretici faaliyetine ve bu faaliyetinin ürününe o denli yabancılaşmakta ve dolayısıyla iç yaşamında o denli yoksullaşmaktadır. İşçiyi bu durumdan kurtaracak olan, kapitalist düzene karşı yürüteceği örgütlü devrimci mücadele olabilir Diyalektik Materyalizm Üzerine /3
    Elif Çağlı
    25 Mart 2007
    Yadsımanın yadsınması yasası
    Diyalektiğin diğer bir yasası ise yadsımanın yadsınması yasası olarak adlandırılır. Ancak en başta belirtelim ki, bir şeyi diyalektik manada yadsımak o şeyi ondan birtakım miraslar almaksızın tamamen yok etmek anlamına gelmez. Yadsıma kavramı diyalektikte, bir varlık ya da toplumsal olgunun eski koşullara göre oluşmuş durumunu, değişen koşullar çerçevesinde olumsuzlayarak aşmak demektir. Zira doğada ve toplumda hareket ve gelişmenin yasası böyledir. Daha önce var olan öncüller olmadan, hiçbir şey birdenbire ortaya çıkmaz. Diğer yandan, gelişmenin seyri içinde doğada herhangi bir varlığın herhangi bir hali veya herhangi bir toplumsal ilişki düzeyi yadsınır, aşılır. Ancak daha sonra, eskiyi yadsımış olan bu hal veya düzey de aşılacak ve böylece yadsıyan da yadsınacaktır.
    Örneğin toprağa düşen bir buğday tohumu elverişli koşullara sahip olduğunda filizlenerek yeni bir buğday başağına dönüşür. Tohum, olgunlaşarak yaşlanan bitkinin yadsınmasıdır. Fakat genç bitkinin yeşermesiyle bu tohum da yadsınmış olur. Ne var ki yaşamın dönüşümü bu noktada da durmayacaktır. Bir gün bu genç bitki de yaşlanacak ve vereceği tohumların filizlenmesiyle o da aşılıp geçilecektir. Bu yasayı kavramayan ya da kabul etmeye yanaşmayan biri, bu buğday tohumunu ayağının altında ezerek onu mutlak anlamda ortadan kaldıracağını iddia edebilir. Ama doğada ve toplumda işler bu kadar basit yürümez ve diyalektiğin söz konusu yasasıyla anlatılmak istenen de zaten bu değildir. Yadsımanın yadsınması yasası, böyle ayak altında ezilip giden tohum taneleriyle ilgilenmez. Yeşermeye devam eden milyarlarca tohum tanesinin ve bunlarla devam edecek yaşamın gelişme sürecinin özelliğini anlatmaya çalışır.
    Metafizikçiler diyalektiğe saldırmak için yadsımanın anlamını, yadsınan şeyi öldürmek, onu yok etmek şeklinde saptırmak isterler. Zira çelişkiyi kabul etmeyen metafizikçi için yadsımak demek, yadsınan şeyin son bulması demektir. Oysa doğa ve yaşam bu tür bir mutlaklık temelinde ilerlememektedir. Canlı yaşamın sürekliliğinde herhangi bir yadsıma ile süreç son bulmamakta, yadsıyan da günün birinde yadsınmakta ve böylece hareket, dönüşüm ve gelişim devam etmektedir. Ayrıca, doğada ve toplumsal yaşamda süreçler kısır bir döngü içindeymiş gibi kendilerini aynen tekrarlamazlar. Gelişim süreçleri, birbiri ardı sıra gelen çelişkilerle yol alan açık uçlu spirallere benzerler. Diyalektiğin üçüncü yasası, işte gelişim süreçlerinin bu özelliğini ifade eder. Diyalektik harekette, basitten karmaşığa ve hareketin alt biçimlerinden daha üst biçimlerine yükseliş söz konusudur.
    Yukarda verdiğimiz buğday tohumu örneğinde olduğu gibi, toplumsal yaşamın ve düşüncenin gelişim süreci de yadsımanın yadsınması kuralı temelinde yol alır. Hatırlanacak olursa, geçmişin sınıfsız toplumu, onun içinden çıkan sınıflı toplumlar tarafından yadsınmıştır. Ama kapitalizme son verecek olan işçi devrimi sayesinde toplum komünizme ilerlediğinde, bu kez de sınıflı toplumlar gerçeği yadsınmış olacaktır. Böylece yadsımanın yadsınması ile, ilkel sınıfsız toplumdan gelişkin sınıfsız topluma ilerleyiş söz konusudur.
    Mülkiyetin tarih içindeki değişimi diyalektiğin bu yasasının işleyişini somutlar. Örneğin ilkel komünal toplumun çözülüşü, çeşitli Avrupa ülkelerinde kendi üretim araçlarının sahibi olan küçük üreticileri de yaratmıştı. Bu bireysel özel mülkiyet, ilkel komünal toplumdaki ortak mülkiyetin yadsınmasıydı. Fakat tarihin ilerleyişi içinde ortaya çıkan kapitalist mülk edinme biçimiyle, bu kez de, kişisel emeğe dayanan bu bireysel özel mülkiyet biçimi yadsınacaktı. Kapitalist gelişme küçük üreticileri yıkıma sürükler ve onların küçük özel mülkleri büyük kapitalist özel mülkiyet tarafından yutulur. Büyük ölçekli üretime dayanan ve sermayenin merkezileşmesinin ifadesi olan kapitalist özel mülkiyet, küçük mülk sahibinin emeğine dayanan kişisel özel mülkiyeti ortadan kaldırır. Ama tarihsel devinim bu noktada da durmaz, çünkü bu kez de kapitalist özel mülkiyet kendini yadsıyacak maddi koşulları geliştirmeye koyulur.
    Kapitalist üretim biçimi üretim araçlarını merkezileştirir, emeği toplumsallaştırır. Bunun neticesinde, üretici güçlerin gelişme düzeyi üretim araçlarının özel mülk edinilmesiyle çelişir. Kapitalist özel mülkiyet üretici güçlerin gelişimini engelleyen bir ayak bağına dönüşür. Marx’ın deyişiyle, şimdi mülksüzleştirilecek olan artık kendi hesabına çalışan küçük üretici değil, birçok işçiyi sömüren kapitalisttir. Vaktiyle küçük üreticileri mülksüzleştirerek büyük kapitalist olanların mülksüzleştirilmesinin zamanı gelmiştir. Kapitalist özel mülkiyetin ölüm çanları çalmaya başlar ve mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler. İşçi sınıfının tarihsel eylemi sayesinde üretim araçları toplum tarafından ortaklaşa mülk edinilir. Yadsımanın yadsınması ile ilerleyen bu süreç sonucunda insan toplumu yeniden ortaklaşa mülkiyet koşullarına kavuşmuş olur. Ama bu ortaklaşmacılık, ilkel komünal toplumdaki düzeyi fersah fersah aşan üstün bir tarihsel basamaktır. Kısacası incelenen örnek her ne olursa olsun, daha öncekini yadsımış olanın yadsınması başlangıç noktasına geri dönüş anlamına gelmemektedir. Gelişme süreçlerini spiral bir merdivene benzetecek olursak, bu sayede bir üst basamağa erişilmektedir.
    Yadsımanın yadsınması konusunda bir başka örnek, bizzat düşüncenin gelişimi alanından verilebilir. Engels’in Anti-Dühring’de belirttiği üzere, antik Yunan felsefesi ilkel bir materyalizme dayanmış ve düşünce ile madde arasındaki ilişkiyi açığa çıkartmakta yetersiz kalmıştır. İlerleyen zaman içinde varlıkları ve olguları daha derinden kavrama çabası, bu kez maddeden ayrı bir ruhun olduğu yolundaki idealist öğretiye can vermiştir. İdealist düşünce tarzı, ruhun ölümsüzlüğünün savunusuna ve nihayetinde de tektanrılı din anlayışının ortaya çıkmasına götürmüştür. Böylece ilkçağ materyalizmi, idealist felsefe tarafından yadsınmış, aşılmış olmaktadır. Fakat daha sonraki bilimsel buluşların sonucu olarak, bu kez de idealizm artık savunulamaz bir duruma gelmiş ve o da modern materyalizm tarafından yadsınmıştır. Örneğimizde somutlanan yadsımanın yadsınması ile biçimlenen modern materyalizm, basitçe eski materyalizme dönüş değildir. Felsefe ve doğa bilimlerinin iki bin yıllık evriminin ürünü olan birikimin kavranması ve içselleştirilmesidir. Engels’in deyişiyle, zaten bu artık bir felsefe değil ama gerçek bilimler içinde yararlılığını gösterecek ve kullanılacak yalın bir dünya görüşüdür.
    Tarihin diyalektik materyalist kavranışı
    İdealist tarih anlayışı, sınıflara bölünmüş toplumlarda tarihi biçimlendiren temel faktörün sınıf mücadeleleri olduğunu görmezden geliyordu. Bu “tarih” yazımında, savaşların nedenleri olarak farklı sınıf çıkarları arasındaki çatışmaların incelenmesini bulmak mümkün değildi. İnsan topluluklarının maddi yaşamlarını üretme tarzı ve buradan kaynaklanan ekonomik ilişkiler, idealist tarihçi ve ideologlara hep “uygarlık tarihi”nin ikincil unsurları, ihmal edilebilir faktörler olarak görünüyordu ya da onlar böyle göstermeye çalıştılar.
    Örneğin eskiden Hintliler ve Mısırlılarda üretici güçler düzeyinin belirlediği işbölümünün ilkel biçimi, devlet ve din düzeyinde bir kastlar rejiminin doğmasına neden olmuştu. Ne var ki idealist tarih anlayışı, kastlar rejiminin bu ilkel toplumsal biçimi doğuran güç olduğunu iddia etti. Gerçeklik işte böyle ters yüz edilmişti. Fakat bilimsel düşüncenin ilerleyişine paralel olarak, Marksizm tarafından geliştirilen materyalist tarih anlayışı sayesinde gerçeklik ayakları üzerine dikildi. Ve böylece idealizm son sığınağından da, tarih anlayışından da kovulmuş oldu.
    Tarihsel materyalizm, toplumsal bilinci belirleyenin toplumsal varlık koşulları olduğunu gözler önüne serer. Doğa bilimleri doğanın tarihi ile ilgilenirken, tarihsel materyalizmin konusunu insanların tarihi oluşturur. Marx’ın geliştirdiği materyalist tarih anlayışı tarihe dayatılan bir model değildir. Bu bilimsel dünya görüşü, toplumun ve toplumsal gelişmenin yasalarının dikkatli ve derinlemesine incelenmesinin eşsiz bir meyvesidir.
    Tarihsel materyalizm, idealist tarih anlayışında olduğu gibi birtakım keyfi önermeler ve dogmalardan hareket etmez. Onun hareket noktası gerçek bireyler ve onların maddi yaşam koşullarıdır. Tüm insan tarihinin ilk ve nesnel öncülü, canlı insan bireylerinin varlığıdır. Bu bireylerin kendi geçim araçlarını üretmeye başlamaları onların ilk tarihsel eylemidir. Bu tarihsel eylem, ilkel insan topluluklarının kendilerini hayvanlardan ayırt etmesini mümkün kılmıştır. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretirlerken, bunun uzantısı olarak kendi maddi yaşam tarzlarını da üretmeye başlamışlardır.
    Bununla kastedilen, bireylerin kendi fiziki varlıklarını yeniden üretmeleri değildir; bireylerin birbirleriyle karşılıklı ilişki içinde toplumsal bir yaşam tarzı üretmeleridir. Tarihte insan toplulukları yaşamlarını sürdürmek için, değişen ihtiyaç ve koşullara bağlı olarak değişik yaşam tarzları üretmişlerdir. İlkel komünal, asyatik, köleci, feodal ve kapitalist üretim tarzları şeklinde çeşitlenen bu farklı yaşam tarzları, insanların neler ürettiklerine bağlı olduğu kadar bunları nasıl ürettiklerine de bağlıdır. O halde tarih içinde insan topluluklarının varlık koşulları, üretimin maddi koşullarına bağlıdır. İnsanlık tarihi, insan nüfusunun çoğalmasına da koşut olarak bireylerin arasında gelişen ilişki ve işbölümünün tarihidir. Bu tarih veya toplumsal ilişkilerin biçimi, esasen üretim sürecinin niteliği tarafından belirlenir.
    Bir ulusun üretiminin gelişim düzeyi, diğer bazı iç ve dış faktörlerin yanı sıra, o ulusun diğer uluslarla ilişkilerini ve bizzat o ulusun kendi iç yapısını belirleyen esas etkendir. Üretimin gelişme düzeyi ise, üretici güçlerin ulaştığı gelişme düzeyinden, en açık şekilde de işbölümünün ulaştığı gelişme düzeyinden anlaşılır. Örneğin kır ile kentin ayrışma derecesi, o toplumun bir tarım toplumu mu yoksa bir kent toplumu mu ya da bir sanayi toplumu mu olduğunu gözler önüne serer. İşbölümünün gelişmesinin farklı aşamaları, farklı mülkiyet biçimlerine denk düşer. Örneğin asyatik tarım komünlerinin tarımsal üretimine dayanan despotik Doğu toplumlarında toprakta özel mülkiyet yokken, kent medeniyetine ve zengin ticari ilişkilere dayanan köleci Roma İmparatorluğu’nda özel mülkiyet gelişmiştir. Ayrıca işbölümünün her yeni evresi, üretici faaliyetin konusu, üretim araçları ve üretilen ürünlerin niteliği ile birlikte bireylerin kendi aralarındaki toplumsal ilişkileri de koşullandırır.
    Marx Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya yazdığı Önsöz’de, tarihin materyalist anlayışına dair vardığı sonucu özetler. Buna göre, insanlar varlıklarının toplumsal üretiminde kendi aralarında kendi iradelerine bağlı olmayan bazı zorunlu ilişkiler kurmaktadırlar. Üretim ilişkileri olarak adlandırılan bu ilişkiler, o insan topluluğunun maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül etmektedir. Söz konusu üretim ilişkileri, toplumun iktisadi yapısının niteliğini de belirler. Üretici güçler ve üretim ilişkilerinin bütünlüğünden oluşan üretim tarzı yani iktisadi altyapı, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapıyı biçimlendirir. Başka bir ifadeyle, bireyler arasında varolan üretim ilişkileri kendilerini zorunlu olarak siyasal ve hukuki ilişkiler olarak da ifade etmek durumundadırlar.
    Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini de koşullandırır. İnsanların toplumsal varlık koşullarını belirleyen faktör bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen toplumsal varlık koşullarıdır. Basite indirgeyerek ifade edecek olursak, hangi toplumsal koşullar içinde yaşar ve kendini öyle var edersen öyle de düşünürsün. Ancak asla unutmamak gerekir ki, Marksizm mekanik bir ekonomik determinizme indirgenemez. Altyapı ve üstyapı veya toplumsal varlık koşulları ve toplumsal bilinç unsurları arasında karşılıklı diyalektik bir ilişki vardır. Yine de son tahlilde esas belirleyici olan ekonomik temel ve nesnel toplumsal koşullardır.
    Nasıl ki doğa sürekli bir hareket halindeyse, toplumsal yaşam koşulları da durağan değildir, zamanla değişmektedir. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Vaktiyle üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, şimdi onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temelde yeni bir üretim tarzına geçişi zorlayan mayalanma ve gelişim, siyasi ve hukuki üstyapıyı da az ya da çok hızla sarsmaya ve altüst etmeye koyulur.
    Marksist tarih anlayışının açıkladığı üzere, fikirlerin, siyasi anlayışların ve bilincin üretimi, esasen insanların maddi faaliyetine ve karşılıklı maddi ilişkilerine, yani gerçek yaşamın diline bağlıdır. Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz. Ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir. Buna rağmen insan düşüncesiyle insanın varoluş koşulları arasındaki ilişki, fotoğrafçılıktaki karanlık kutudaki gibi baş aşağı görünebilir. Aslında bu durumun da yine maddi bir nedeni vardır. Örneğin göz merceğinin yapısı ve ışığın kırılması nedeniyle nesneler gözün ağ tabakasında ters görüntü oluştururlar. Bu durum nasıl ki fiziksel yaşam sürecinden kaynaklanıyorsa, insanların kendi tarihsel yaşam süreçlerini algılamalarında da böylesi kırılmalar gerçekleşmektedir. Buna bağlı olarak, toplumsal yaşamda gerçekliğin ters yüz edilmiş ideolojileri biçimlenir. İnsan beyninin yarattığı ahlâk, din ve metafizik gibi olağanüstü düşünceler, nihayetinde insanların yaşam süreçlerinin ürünü olan birtakım yüceltmelerdir. Ve bunlar neticede, şu ya da bu tarihsel dönemde yaşamış olan insanların verili maddi ve toplumsal koşullarına bağımlı olmuştur. Bu nedenle bilinç de, gerçek tarihsel gelişme çerçevesi içinde yol alır.
    İşte değinmeye çalıştığımız tüm bu hususlar tarihsel materyalizmin temel yapıtaşlarıdır. Bu tarih anlayışı, idealist tarih anlayışında olduğu gibi her bir tarihsel dönemi açıklamak için kurgusal bir kategori yaratmak zorunda değildir. Tarihin materyalist kavranışı, daima, insan topluluklarının eseri olan gerçek tarihin zeminine basar. Tarihsel materyalizm insan topluluklarının pratiğini, nereden geldiği bilinmeyen birtakım soyut fikirlere göre açıklamaz. Tersine, mevcut fikirlerin oluşumunu, insanların maddi pratiğinin düzeyine ve sınıfsal çıkarların farklılığına göre açıklar. Yine aynı şekilde tarihsel materyalizm, tarihin, dinin, felsefenin ve bütün öteki teorilerin devindirici gücünün, saf düşünceden kaynaklanan bir eleştiri olmadığını kanıtlar. Yaşam koşullarını değiştirecek ve dönüştürecek olan, örgütlü insanların mevcut düzene yönelik pratik eleştirisi yani devrimdir.
    Tarihte kişinin rolü önem taşıyor olsa da son tahlilde tarihi yapanlar “büyük adamlar” değildir, kitlelerdir. Asırlardır insanlar kendi tarihlerini kendileri yapmaktadırlar. Ortam ve koşullar insanları biçimlendirdiği kadar, insanlar da içinde yaşadıkları ortam ve koşulları biçimlendirmektedirler. Ne var ki her dönemin verili koşulları, insan topluluklarının kendi tarihlerini yapış tarzını da belirler. Her kuşağın içine doğduğu üretici güçler ve üretim ilişkileri düzeyi, kısacası üretim tarzı tarihin somut temelini oluşturur. İnsanlık tarihinde tüm büyük çatışmaların temelinde üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki yatar.
    Dünya üzerindeki insan topluluklarının kaderini birbirine bağlayan kapitalist üretim tarzı bu çelişkinin niteliğini de küreselleştirmiştir. Artık söz konusu çelişkinin bir ülkede sınıf çatışmalarına neden olması için, o ülkede aşırı ölçüde yoğunlaşmış olması gerekli değildir. Sanayileri daha çok gelişmiş ülkelerle rekabet, sanayileri daha az gelişmiş ülkelerde de bu çelişkiyi alabildiğine yoğunlaştırıp keskinleştirmektedir. Eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının uzantısı olarak, devrimci durumlara yol açan krizler az ve orta düzeyde gelişmiş kapitalist ülkelerde çok daha sık ve derin biçimlerde patlak vermektedir. Kapitalizmin tarihi bu durumu kanıtlayan pek çok örnekle doludur.
    Sınıflı toplumların tarihi incelendiğinde, toplumsal yaşamın çelişkilerle dolu olduğu görülecektir. Çeşitli uluslar arasında çatışma ve savaşlar olduğu gibi, aynı ulus içinde de çıkar çatışmaları ve sınıfsal karşıtlıklar temelinde bazen sinsi bazen açık bir iç savaş yürümektedir. Yüzeysel algılamada tam bir kaos gibi yansıyan bu karmaşık tablonun netliğe kavuşturulabilmesi için bilimsel analiz yöntemine ihtiyaç vardır. İşte diyalektik ve tarihsel materyalizm üzerinde yükselen Marksizm, bu ihtiyacı giderebilen yegâne dünya görüşünü bize sunmaktadır.
    Marx ve Engels Komünist Manifesto’da sınıflı toplumların tarihinin anlaşılmasını sağlayacak anahtarı dünya işçilerine verdiler. Sınıflı toplumların tarihi, özünde sınıf savaşımlarının tarihidir. Manifesto’da belirtildiği gibi, özgür insan ve köle, patrisyen ve pleb, efendi ve serf, lonca ustası ve kalfa, kısacası ezen ve ezilen arasında uzlaşmaz karşıtlıklar olagelmiştir. Bu nedenle bunlar arasında kimi zaman gizli, kimi zaman açık bir kavga yürümüştür. Ve bu kavga her defasında, ya bir devrim sayesinde toplumun geniş ölçüde yeniden kurulmasıyla ya da katılan sınıfların ortak yok oluşuyla sonuçlanmıştır. Feodal toplumun yıkıntılarından yeşeren modern burjuva toplum da sınıf düşmanlıklarını giderememiştir. Yalnızca eskilerin yerine yeni sınıflar, yeni baskı koşulları, yeni savaşım biçimleri koyabilmiştir. Burjuvazinin çağı sınıf düşmanlıklarını yalınlaştırmıştır. Toplum bir bütün olarak giderek daha fazla karşı karşıya gelen iki büyük düşman kampa, burjuvazi ve proletarya olarak iki büyük sınıfa bölünmüştür.
    Görüldüğü üzere, karşıtlık ve karşıtların mücadelesi yalnızca doğada yer alan süreçlerle sınırlı bulunmuyor. Diyalektiğin bu yasası, insanlığın toplumsal yaşam sürecini de biçimlendiriyor. Bu durum, içinde yer aldığımız kapitalist çağ için haydi haydi geçerlidir. Kapitalist toplum var olduğundan bu yana, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki karşıtlık ve bu karşıtların mücadelesi temelinde yol aldı. Onun sonunu getirecek olan da, diyalektiğin yasaları gereği yine bu mücadele olacaktır.
    Toplumsal yaşamın tarihsel materyalist açıklaması, idealist düşünürlerin tepetaklak ettiği neden-sonuç ilişkilerinin yerli yerine oturtulmasını ve kavranabilmesini imkân dahiline soktu. İdealist yaklaşım ya da Marksist yöntemden uzak duran küçük-burjuva ahlâkçılığı ise, toplumsal formasyonları biçimlendiren ve sırası geldiğinde değişikliğe uğratan çelişkilerin nesnelliğini yadsıyor. Onlar doğada olduğu gibi tarihte de zorunluluklar yasasının işleyişini bilince çıkarmaktan uzaklar. Küçük-burjuva ahlâkçılığın dar prizmasından dünyaya bakanlar, tarihsel olguları “iyi” ya da “kötü” gibi idealist kategorilere ayırt ederek kavramaya (yani kavramamaya) yeminliler. Oysa bu gibi yaklaşımlarla toplumsal tarihin bilimsel yorumuna ulaşabilmek asla mümkün olmadı ve de olmayacak.
    Tarihin ilerletici gücü
    Tarihsel materyalizm, insan topluluklarının yaşam koşullarının ilerleyiş ve değişiminde insan iradesinden bağımsız olarak hükmünü icra eden yasayı keşfetti. İnsanın yaşamını sürdürebilmesi için karşısına bir zorunluluk olarak dikilen ihtiyaçların karşılanması ve karşılanan ihtiyaçlarla birlikte yeni ihtiyaçların doğması tarihte ilerletici bir rol oynar. Zorunlulukların baskısı, eski dönemlerin sınıfsız toplumunu çözmüş ve sınıflı toplumları ortaya çıkartmıştır. Yani toplumun sınıflara bölünmesi birtakım hain insanların şeytanca fikirlerinin sonucu olmamıştır. Sınıflı toplumlar, insanlığın ilkel dönemindeki ortaklaşmacı yaşam koşullarına oranla, insanlar arasında eşitsiz ilişkileri, sayısız haksızlığı, baskıyı ve kötülükleri yaratmıştır. Ama beğensek de beğenmesek de tarihin tekerleği bu yolda ilerlemiştir.
    Tarihte zorunlulukların yarattığı değişimde yalnızca birtakım kötülükleri gören biri, olguları bilimsel tarzda kavrama çabasından tamamen uzak demektir. Zira insanlığın üretici güçlerinin gelişmesi yaşanan bu tarihin bir ürünüdür. Diyelim sınıflı toplumlar gerçeği olmasaydı, bugün ilkel komünal toplum koşulları içinde yaşıyor olurduk. Oysa tüm kötücül sonuçlarıyla birlikte o sınıflı toplumlar tarihidir ki, bugün işçi sınıfını geleceğin üstün sınıfsız toplumunu kurabilecek potansiyellere sahip bir toplumsal güç katına yükseltebilmiştir.
    Engels bu konuyu açıklığa kavuşturmak için eski dönemlerden bir örnek verir. Antik Yunan’da toplumun ileriye gidişi, o günün maddi koşulları nedeniyle ancak kölelik biçimi sayesinde gerçekleşmiştir. Hatta geçmiş koşullarla kıyaslandığında, bu durum köleler açısından bile bir ilerleme olmuştur. Zira köle, köle sahibi açısından korunması gereken kıymetli bir maldır ve üretici güçlerin gelişmesi kölelerin efendileri tarafından doyurulmasını, giydirilip bakılmasını sağlamıştır. Oysa daha eski dönemlerin kıtlık koşullarında, çeşitli ilkel insan toplulukları ele geçirdikleri savaş tutsaklarını masrafa neden olmasın diye rahatlıkla öldürebilmekteydiler. Avrupa’nın ekonomik, siyasal ve entelektüel evriminin kökeninde yatan da eski Yunan ve köleci Roma İmparatorluğu sayesinde bu alanlarda sağlanan ilerlemedir. Kısacası, tarihsel gerçekleri kavrayabilmek için duygusal değil bilimsel yaklaşıma ihtiyaç olduğu açıktır.
    Eskiyi yadsıyacak olan yeni ve daha yüksek düzeydeki üretim ilişkileri, bu ilişkileri var edecek maddi koşullar eski toplumun bağrında çiçek açmadan tepeden iradi kararlarla indirilemezler. İçerdiği üretici güçleri geliştirme potansiyelini tüketmeden, bir toplumsal oluşum tarih sahnesinden çekip gitmez. Fakat insanlık tarihi durduğu yerde durmaz ve er geç diyalektik dönüşüm noktalarına doğru ilerlenir. Sınıf karşıtlıkları üzerine kurulu her toplumsal formasyon, üretici güçler ve üretim ilişkileri arasında var olan ve zamanla daha da olgunlaşan çelişkiler nedeniyle ölmeye yazgılıdır. Kapitalist üretim tarzı da bu yasanın işleyişinden muaf değildir. Kapitalizm altında üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki, biz onun farkında olsak da olmasak da var olan ve varlığını sürdüren nesnel bir çelişkidir. Bilimsel komünizm işte bu gerçek çelişkinin kavranması ve devrimci çözümü üzerinde odaklaşır.
    Marksizmin anahtarı tarihte bundan önce neler olduğunu anlamamızı sağladığı gibi, tarihin güncel gelişme eğilimlerini kavrayabilmemizin kapısını da açıyor. Marksizmin kurucularının geliştirdikleri diyalektik ve materyalist tarih anlayışı, genel olarak toplumsal devrimlerin ve özelde proleter devrimin yasalarını ortaya koyuyor. Bunlara burada çok kısaca değinmek yararlı olacak.
    Tarihin incelenmesi, verili bir üretim tarzı çerçevesinde üretici güçlerin gelişmesinin mevcut üretim ilişkileriyle artık bağdaşmadığı bir aşamaya gelip dayandığını göstermektedir. Bu aşamada üretici güçler mevcut üretim ilişkileri çerçevesinde artık zararlı ve yıkıcı güçlere dönüşürler. Kapitalizmde bu durum, işçi sınıfı içinde düzene karşı devrimci bir isyan duygusunun gelişmesiyle de yansımasını bulur. Proletarya içinde komünist bir bilinç gelişir. Bilinçlenip örgütlenen işçiler, devrimci savaşımın egemen sınıfa ve onun devletine yönelmek zorunda olduğunu kavramaya başlarlar.
    Tarihte kapitalizme öngelen tüm sınıflı toplumlarda cereyan eden devrimlerde toplumsal eşitsizlik ve sınıflara bölünme koşulları devam etmiş, yalnızca bu eşitsizliğin ve sınıfların varoluşunun koşulları değişikliğe uğramıştır. Oysa işçi sınıfının tarihsel eylemi, toplumsal eşitsizlik ve sınıf ayrımı üreten koşulları temelden ortadan kaldıracaktır. Diğer yandan, sınıfsız, devletsiz ve sömürüsüz toplum özlemini yaşama geçirip koruyabilmek, ancak bilinçli kitlelerin aktif eyleminin eseri olabilir. Kitleleri bu komünist bilinç doğrultusunda dönüşüme uğratmak ise, pratik tarihsel hareket yani devrim sayesinde mümkün olacaktır. Bu nedenle Marksizm proleter devrimin sürekliliğini, yalnızca mevcut egemen sınıfı devirmenin tek yolu bu olduğu için değil, onu deviren sınıfa eski sistemin bulaştırdığı pislikler ancak bu sayede süpürülebileceği için de savunur.
    Toplumsal üretim ile kapitalist sahiplenme arasındaki çelişki, modern çağın sınıflar mücadelesini ateşleyen temel çelişkidir. Bu çelişki kendini somutta proletarya-burjuvazi karşıtlığı olarak ortaya koyuyor. Kapitalizm her düzeyde çelişkiler ve çatışkılar yaratmadan yol alamaz. Marx ve Engels’in eşsiz açıklamalarından hareketle buna çeşitli örnekler vermek mümkündür. Kapitalizm altında gerçekleşen makineli üretimin insan toplumunu üretici güçlerin gelişimi bakımından ileriye taşıdığı doğrudur. Ama makineler pek çok işçinin işini elinden çekip alır. Böylece kapitalizmde çalışma araçlarının gelişmesi, işçilerin elinden onların yaşama araçlarının çekilip alınması pahasına gerçekleşir. İşçinin öz ürünü olan makine, işçiyi köleleştiren bir alete dönüşür.
    Makineli üretimin yoğunlaşmasıyla çalışma araçlarında sağlanan tasarrufa, işgücünün en hoyrat biçimde çalıştırılması ve sömürülmesi eşlik etmektedir. İşçilerin bir bölümünün yoğun tempolarla, fazla mesailerle çalıştırılması, diğer bir bölüm işçilerin işsiz ve aç kalması anlamına gelir. Daha fazla kâr peşinde koşarken aşırı üretim bunalımlarıyla yüz yüze gelen kapitalizm çelişkilerini aşamaz. Kapitalist üretim biçiminin kalıbına sığamayan toplumsallaşmış üretici güçler, özel mülkiyete dayanan üretim ilişkilerine her büyük bunalımda başkaldırırlar. Metaların sürümünü, satışını, kısacası tüketimi artırmak için global ölçekte delicesine yeni dış pazarlar peşinde koşan kapitalist ülkeler, öte yandan yarattıkları işsiz ve aç yığınlar nedeniyle kendi iç pazarlarını felâkete sürüklerler. Sermaye birikimi kaçınılmaz olarak sefalet birikimiyle atbaşı gider. Fourier’in ünlü deyişiyle, bolluk kıtlık ve sefaletin kaynağı durumuna gelir.
    Ama kapitalizmle ilgili olarak bir de madalyonun diğer yüzüne kazılı gerçekler var. Kapitalizm üretim araçlarını bireysel küçük mülkiyetin konusu olmaktan çıkardığı gibi, üretim sürecini de bir dizi bireysel eylem durumundan bir dizi toplumsal eylem durumuna dönüştürmüştür. Böylece ortaya çıkan ürünler artık geçmiş dönemlerde olduğu gibi bireysel ürünler durumunda değildir, bunlar toplumsal ürünler niteliği kazanmıştır. Bir ceket ya da bir buzdolabı, en başlangıcından nihai ürüne dek bu metaların üretilebilmesi için üretim sürecinde yer alan pek çok işçinin ortaklaşa ürünüdür.
    Geçmiş dönemlerin bağımsız çalışan küçük üreticisini, zanaatkârını, lonca örgütlerini yok ederek ilerleyen kapitalizm, niceliğin niteliğe dönüşümü yasası gereğince ürüne toplumsal bir karakter kazandırmıştır. Eski çağlarda bireysel küçük üreticiler şu ya da bu ürünü ben ürettim diyebiliyorlardı. Oysa modern işçiler arasından birilerinin çıkıp da işte bunu başlı başına ben ürettim diyebilmesi olanaklı değildir. Kapitalizm bir yandan açlık, yoksulluk, işsizlik getirirken, öte yandan geçmiş dönemlerin küçük mülk sahiplerinin “ben”cilliğinin zeminini yok etmiştir. “Biz” diyerek kendisine karşı harekete geçebilecek mezar kazıcısını yaratmıştır kapitalizm. Burjuva toplumun gelişimi, toplumsallaşan üretici güçlerle özel mülkiyet ilişkileri arasında giderek keskinleşen çelişkiyi çözecek maddi koşulları da hazırlamıştır.
    Marksizm, işçi sınıfının devrimci eyleminin toplumu nasıl muazzam bir dönüşüme uğratabileceğine işaret ediyor. İşçi devriminin açtığı yoldan ilerlenmesi sayesinde üretim araçlarına toplum tarafından el konabilecek. Meta üretimi tamamen ortadan kalkacak ve ürünün üretici üzerindeki egemenliği son bulacak. İşçinin özemeğinin ürünü artık onun hizmetine girecek. Yeryüzünden meta ekonomisi düzeninin temizlenmesiyle birlikte, paraya ve mallara tapınma dönemi, kapitalizmin yarattığı tüketim çılgınlığı, insanın kendine ve doğaya yabancılaşması son bulacak. İşçi sınıfının tarihsel süpürgesi sınıflı ve sömürülü toplumlar olgusunu dünyamızdan ebediyen süpürüp atacak. Savaşlar son bulacak, insan insanın dostu olacak. Toplumsal üretim süreci, planlı, programlı ve insanlığın ihtiyaçlarını karşılamaya hizmet eden bir nitelik kazanacak. Bugüne dek tüm çağlara damgasını basmış olan bireysel yaşama savaşının son bulmasıyla, insanlar kendi tarihlerini artık tam bir bilinçle yapabilecekler, kendi kendilerinin efendisi olabilecekler. Diyalektik tarzda düşünecek olursak bu tarihsel eylemin anlamı, insanlığın çağlar boyunca esaretinde olduğu zorunluluk dünyasından engin bir özgürlük dünyasına sıçrayışıdır.
    İşçi sınıfının Marksizme ihtiyacı var
    İdealist felsefe yalnızca birtakım softaların kendi aralarında meleklerin cinsiyetini tartışmalarıyla sınırlı kalmış olsaydı, gündelik yaşamın hayhuyu içinde nefes almaya bile vakit bulamayan işçi sınıfını hiç de ilgilendirmezdi. Ne var ki, idealist felsefe egemen sınıfların elinde bir bilinç bulandırma aracı olarak aslında tam da o gündelik yaşamın en küçük hücresine nüfuz ediyor. Din veya “bir ilâhi yaratıcının varlığı” fikri, ezilenlerin kendilerini ezenlere başkaldırmaması ve mevcut durumlarını bir takdiri ilâhi olarak kölece kabullenmeleri için egemen sınıfın çıkarına kullanılıyor. İnsanı yaratanın bizzat üretici insanın kutsal emeği olduğu gerçeğinin kavranması, her zaman egemen sınıfların korkulu rüyasını oluşturuyor.
    Gerçeklerin içyüzünü kavramaya başlayan işçinin, kendisini var edenin patronu olmadığını, aksine patronları kendisinin var ettiğini bilince çıkartması hiç de zor olmayacaktır. O yüzden daha önceki egemen sınıflar gibi burjuvazi de, dini, gelenekleri, örf ve adetleri, işçi-emekçi kitleleri uyutacak bir silah olarak elde tutmaktadır. Bu silahı parçalayacak dünya görüşünün yani Marksizmin işçi sınıfına nüfuz etmemesi için, işçi-emekçi kitlelerin çevresini gerçek ya da düşünsel hapishane duvarlarıyla kuşatmaktadır.
    Bu koşullar nedeniyle, işçi sınıfının günümüzde Marksizmle donanmaya ve böylece harekete geçmeye, ekmeğe, suya, havaya duyduğu ihtiyaçtan bile daha fazla ihtiyacı olduğunu söylemek abartma olmayacak. Marksizmin işçi sınıfının devrimci silahına dönüştürdüğü diyalektik düşünce, örgütlü proleter gücün içerdiği nicelikten çok öte bir bileşik nitelik yarattığını kanıtlıyor. Bu gerçeklik, en basitinden daha karmaşığına doğru her düzeyde geçerlidir. Örneğin bir araya gelmiş iki işçi, bir fabrikada birbirinden yalıtılmış olarak çalışıp duran iki yalnız işçiye oranla bambaşka bir güç oluşturur. Niceliği büyütelim, yüz kişilik bir fabrikada elliyi aşkın işçinin ekonomik haklarını savunmak üzere bir araya gelip kenetlenmesi niteliksel bir sıçrama gerçekleştirir. Bu sıçrama, sendikasız bir işyerinin işçilerini sendikal düzeyde örgütlü militan işçilere dönüştürebilir.
    Ama bu kadarı da yetmez. İşçi sınıfı kapitalist sömürü düzenine son verme azmiyle devrimci siyasal örgütlenme yoluna koyulduğunda, işyerlerinin, fabrikaların, ülkelerin sınırlarını aşan ve dünyayı değiştirme kudretine sahip olan bir niteliğe yükselir. Bolşevik önder Lenin devrimci örgütün önemini vurgulayabilmek için, büyük bilim adamı Arşimet’in formüle ettiği kaldıraç yasasını toplumsal mücadele alanına uyarlamıştı. Bir düzine profesyonel devrimcinin dünyayı yerinden oynatabileceğine değinmişti. Gerçekten de proletaryanın örgütlü devrimci gücünün dünyayı yerinden oynattığı Büyük Ekim Devrimiyle kanıtlandı. Rusya’da toplumsal koşulların değişmesi ve sömürülen ezilen kitlelerin kendi kaderlerini ellerine almaları, iktisadi gelişmenin kendiliğinden sonucu olarak gerçekleşmedi. Çarlık Rusya’sını yerle bir eden muazzam değişim, iktisadi gelişmenin yoğunlaştırdığı katlanılmaz çelişkilerin örgütlü işçi sınıfının devrimci kılıç darbesiyle çözülmesi sayesinde oldu.
    Hiçbir ülkede burjuva resmi tarih gerçekleri bu şekilde yazmıyor. Kapitalist toplumda egemen sınıfın egemen ideolojisi bilimsel düşünceyi tarih alanından kesinlikle dışlamış bulunuyor. Oysa burjuvazi işine geldiği ölçüde pekâlâ bilime inanıyor. Bilimsel buluşları ve teknolojiyi üretim sürecini daha kârlı kılmak üzere kendi hizmetine koşmasını biliyor. Ne var ki burjuva ideologları toplumsal yaşam alanında kitlelere sürekli olarak idealist felsefeyi, metafiziği ve boyun eğmeyi empoze ediyorlar. Kapitalizmi aklayabilmek için, toplumun zengin ve yoksul ekseninde kutuplaşmasının suçunu “tanrı”nın üzerine atıyorlar. “Dünya böyle yaratıldı, her zaman zenginler ve yoksullar olacaktır” vaazlarıyla sömürülen kitleleri kaderlerine boyun eğmeye veya zenginleşme sevdasıyla birbirlerini ezmeye davet ediyorlar.
    Gerçekte paradan başka tanrı tanımayan burjuvazi, işçi sınıfının kurtuluşuna adanmış devrimci düşünceyi kötü bir maddiyatçılık olarak lanse etmek için yırtınıyor. Elinin altındaki her araçla Marksizme lanetler yağdırıyor. Ama burjuvazinin bu çırpınışı tarihin akışını değiştiremeyecek. Egemen güçlerin zulmü ve hileleri, devrimci işçilerin Marksizmin aydınlattığı yolu tutmasına engel olamayacak. Somut deneylerin ve tarihsel pratiğin eşliğinde kendisini sorgulayan ve geliştiren Marksist düşünce, içine girdiğimiz bu son tarihsel kesitte işçi sınıfının devrimci eylemine daha önce görülmemiş düzeyde yol gösterecek. İşçi sınıfı kendi varlığının ve devrimci potansiyelinin bilincine varıp örgütlendiği ve mücadeleye atıldığı takdirde, sömürü düzenini ve sınıfları toptan tarihin çöplüğüne süpürmek işten bile olmayacak.

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • zaza

    08.11.2007 - 19:13

    zazalar toplumda az bilinen bir ulus olarak belleklerde yer almaktadır.bunun için mücadele sağlarında kaçamamalı ve her zaman ezene karşı olmalıyız. ezilen toplumlar daima harekete geçerek kurtuluş muafikiyetine ermeleyiz bunu için amacı saptırmadan milliyetçi unsurlara kanmadan sürmelidir
    akımlar halka zarar verecek hareketler olmamalıdır bunun için içerden gelecek her türlü hata zaaflarımıza kanmamızı sağlar bu nedenle hiç bir şekilde mücadeleden kaçmamlı bu mücadeleyi haklı olarak kulllanmalıyız hakkımız meşrudur bu haktan mahrum olmak sapkınlık olur.

  • moğollar

    08.11.2007 - 15:39

    TARİHÇE
    1967'de 5 genç müzisyen çalıştıkları gruplarda yaptıkları müziğin kendi yapmak istedikleri müzik olmadığını düşünmektedirler beraber bir grup oluşturmaya karar verirler. Moğollar ismi ile çalışmaya başlarlar. İlk 45'likleri 'Eastern Love/Artık çok geç', Şubat 68'de çıkar. Bu plağın hemen ardından'Mektup/Lazy John'u yapan grup, Haziranda Altın Mikrofon yarışmasına katılır ve 'Ilgaz' ile üçüncü olur. Bu başarı ve ardından çıkan 45'lik Moğollar adının daha çok insan tarafından duyulmasını sağlar. Konserler verirler. İlginç konserlerdir bunlar; örneğin, Diskotek dergisi tarafından 3 Nisan 1968'de İstanbul Fitaş sineması'nda düzenlenen, Haramiler ve Kaygısızların da katıldığı konsere 'silindir şapkaları, uzun siyah frakları ile üç keman bir viyolonsel ve bir trompet eşliğinde' çıkar Moğollar elemanları. İlk solo konserlerini ise 19 Ekim 1968'de İstanbul Fitaş Sineması'nda verirler. Yabancı şarkıların yanı sıra kendi bestelerini de seslendiren Moğollar, konserlerinde büyük ilgi görür. Ünleri İstanbul dışına çıkar, Anadolu'ya ulaşır. Aynı tarihlerde dördüncü plaklarını çıkaran Moğollar 1968'i tanınmış bir grup olarak kapatır. Moğollar, 1969 yılını, neredeyse tüm Türkiyeyi kapsayan büyük bir turneyle geçirir. Bu turne sırasında yaşadıkları onların müziğinde önemli bir değişime neden olur. Turne öncesinde İstanbul'da verdikleri konserlerde kimi türkü düzenlemeleri ve halk müziği sazlarını kullanmaları ilgi görür, fakat bu turne Moğollar'ın Anadoluyu yakından tanımalarını sağlar, bu da onların tarzlarının daha belirginleşmesini gerçekleştirir. Ve Moğollar bu tarza bir isim verirler: Anadolu Pop. Bu adı ilk telaffuz eden Taner Öngür'dür ve Mart 1970'de Hey dergisine bu adı seçmelerinin nedenini ve amaçlarını açıklayacaktır:'...ispatlamak istediğimiz, halk müziğimizin çok sesli bir ruha sahip olması. Ayrıca folklorumuzdaki dinamizm'in pop müziğin dinamiğine yakın olması...Geri kalmış popüler müziğimizin ileri teknik ve zengin folklorumuzla birleşmesiyle bir kişilik kazanması....' Moğollar, bu açıklamayı yaptıkları tarihlerde, Anadolu Pop'un yalnızca düzenlemelerden ibaret olmadığını ve bu tarzda beste de yapılabileceğini kanıtlamak için bir 45'lik çıkarırlar 'Dağ ve çocuk/İmece' her iki parça da yerli melodi ve ritimlerden yola çıkılarak yapılmış bestelerdir, büyük ilgi görür. Böylece Moğollar, Anadolu Pop'un yaratıcıları, 'Dağ ve çocuk' ta bestelenmiş ilk Anadolu Pop hit'i olarak tarihteki yerini alır.
    Temmuz 1970'te bir eleman değişikliği daha yaşanır, Aziz Azmet gruptan ayrılıp solo çalışmaya başlar ve o sıralarda yeni isim yapmaya başlayan Üç Hürel ile bir süre çalışır. Yerine Ersen katılır. Ersenle 'Ternek'45liğini yaparlar, ancak bu birliktelik uzun sürmez. 1970 ağustos sonunda, Moğollar Ersen'den ayrılır ve Paris'e gider. Paris'te Moğollar, CBS firması ile üç yıllık bir anlaşma imzalar ve bir 45'lik 'Behind the dark/Hitchin' yaparlar, ayrıca 'Guild international du disque'isimli bir plak şirketine bir albüm yaparlar. Bu albüm 'Danses et Rythmes de la Turquie-d'Hier d'Aujourd'hui'1971 yılında 'Academie Charles Cros' büyük plak ödülünü alır. Bu arada Moğollar Paris'te o tarihlerde Belçikada yaşamakta olan Barış Manço ile karşılaşırlar ve onunla çalışmaya başlarlar. Kurdukları birlikteliğe 'Manchomongol'adını verirler. Barış Manço, bu konuda Hey dergisine şunları söyler o tarihlerde: 'Artık biz bir bütünüz. Ne ben Moğollar'ın şarkıcısıyım, ne de onlar benim grubum.Yepyeni bir grup olduk. Adımız MançoMongol. Kafaca anlaşan, aynı fikir seviyesine gelmiş olan bizler, yaptıklarımızın daha iyi olması için, sesimizi bütün dünyaya kuvvetlice duyurabilmek için, başbaşa vermenin zamanı geldiğini anladık. Ancak bu böyle olmaz. Birlikte Türkiyeye dönen Barış Manço ve Moğollar, dört ay değişik yörelerde konserler verdikten sonra ayrılır. Geriye beraber yaptıkları iki 45'lik plak kalır. Bu arada Moğollar'ın Paris'te doldurdukları albüm Mart 1971'de Academie Charles Cross ödülünü alır. Türkiyede büyük yankısı olur bu ödülün. Örneğin Hürriyet gazetesi tam sayfa olarak duyurur bu haberi 'Moğollar'ın davul ve zurna ile doldurduğu plak Akademi armağanı aldı.' Aynı tarihlerde, yine Paris'te CBS firmasından çıkan 45'lik 'Behind the dark/Hitchin' şöyle sunulur dinleyiciye: 'Pikabınızın kolunu plağın üstüne koyup dinlemeye başladığınız anda Doğu'dan gelen bir grubun varlığını anlayacaksınız. Moğollar, bir çeşit 'sitar' olan bağlama'yı pop müziğine iyi uygulamaları ile dikkati çekiyor. Öğütleyebileceğimiz tek şey, yalnızca Türklerin bildiği bu ritmin akışına, sihirine kendinizi bırakmanız.' Barış Manço'dan ayrıldıktan sonra tekrar Paris'e dönen Moğollar, bu kez Engin Yörükoğlu'nu orada bırakarak Türkiye'ye döner.Yörükoğlu ani bir kararla, 31 Temmuz 1971'de Dominique Meraud ile evlenerek Paris'e yerleşir. Bu beklenmedik ayrılık Mavi Işıklar'ın davulcusu Ayzer Danga ile telafi edilmeye çalışılır, bir sene bu format'ta gider.'Alageyik destanı/Moğol halayı' 45'liği bu dönemde yapılır. Bu arada Selda ile bir 45'lik yapar Moğollar. Daha sonra Ersen gruba yeniden katılır. Eylül 1972'de ilginç bir olay yaşanır: Cem Karaca ile çalışan Kardaşlar, Ersen ile çalışan Moğollar solistlerini değişirler. Bu görülmedik olay Moğolların tekrar gündeme gelmesini sağlar. Cem Karaca ve Moğollar güçlü bir birliktelik oluşturmuş ve uzun sürecek bir dostluğun temeli atılmış olur, çeşitli konser turneleri ve plak çalışmalarıyla geçen iki senelik bir zaman sonunda bu defa Taner Öngür ile Ayzer Danga Moğollar'dan ayrılır. Eskilerden bir tek Cahit Berkay kalmıştır. Bu arada Cem Karaca ve Moğollar'ın en önemli parçalarından biri 'Namus Belası 'çıkar piyasaya.
    Bir süre sonra Cahit Berkay Moğollar'ı dağıtıp Fransa'ya gider orada Engin Yörükoğlu ile buluşur, yanlarına katılan çeşitli müzisyenlerle Moğollar adı altında iki albüm ve bir 45'lik yaparlar. 1974 sonu ile 1976 yılları arasında Cahit Berkay ve Engin Yörükoğlunun sürdürdüğü moğollar 1976'da çalışmalarına son verir, bu dönemden kalan en önemli albüm, Fransa'da RCA firmasından çıkan 'Hitit Sun' Türkiyede 'Düm - Tek' tir bu albümde Cahit Berkay'ın enstrümental besteleri Anadolu Pop'tan jazz rock'a doğru yönelmeyi işaretlemektedir. 1976'dan sonra yalnızca bireysel çalışmalarını sürdürür 'çekirdek' Moğollar elemanları. Cahit Berkay, filim müzikleri yapar aradaki yıllarda.'90'larda, Cem Karaca ve Uğur Dikmen'le Rock kumpanyası adlı grubu kurar, birlikte iki albüm yaparlar. Engin Yörükoğlu, Fransada çeşitli jazz grupları kurar, sonraları İstanbul'da Jazz Stop isimli bir kulüp açarak orada çalmaya başlar. Taner Öngür ise Dostlar ve Cem Karaca Dervişhan'da çalışır bir süre. Daha sonra Almanya'ya yerleşir. 1992'de Türkiye'ye döner, 'Alarm' isimli ilk ve tek solo albümünü çıkartır. 1992'de bir televizyon programında dinlediği Moğollar'dan etkilenen Leman dergisi çizerlerinden Kaan Ertem, 'Moğollar tekrar bir araya gelsin' çağrısıyla bir imza kampanyası açar.4000'den fazla imza toplanır bu kampanya dahilinde.Cahit Berkay, Taner Öngür ve Engin Yörükoğlu arada bir bir araya gelip bu konuyu görüşürler, yeniden Moğollar'ı kurmak konusunda tereddütleri vardır, ancak kampanya'ya gelen mektuplar onlara cesaret verir.Yanlarına genç bir müzisyen Serhat Ersöz'ü alarak, 31 Mayıs 1993'te İstanbul Cemal Reşit Rey konser salonunda verdikleri muhteşem bir konserle geri dönerler. 1994'te 'Moğollar94', 1996'da 'Dört Renk', 1998'de '30.yıl' 2000'de ' 1968 -2000' albümlerini çıkarırlar.
    Murat Meriç.

    1967'den bu yana Basındaki Moğollar haberlerinden seçmeler

    67 müzik haberleri
    kaynak belli değil
    Selçuk Alagöz topluluğu dağıldı.
    Bas gitar Hasan Sel, Bateri Engin Yörükoğlu, Ritm gitar Cahit Berkay, maddi bir anlaşmazlık sonucu gruptan ayrıldılar.
    2. haber
    Engin Yörükoğlu, Cahit Berkay, Silüetlerden ayrılan Aziz Azmet ile birleşip Moğollar adlı yeni bir grup kurdular. Duyduğumuza göre kulüp Antuan'da çalışacaklar.

    1967 milliyet gazetesi. MOĞOLLAR Halk türkülerini Beat müziği yaptılar.
    Şimdi Moğollar orkestrasının elemanları bağlama, zurna ve tulum çalabilmek için ders almaktadırlar. Türkiyede ilk defa halk türkülerini beat müziğine aranje edebilmek için bu yolu seçen Moğolların yönetmeni bu konuda şu açıklamayı yaptı: 'Folklor müziğinden yararlanabilmek için folklor müziğinin kullandığı aletlerin orkestraya sokulması gerekmektedir. Bir halk türküsündeki sesleri batı müziği enstrümanları ile vermek mümkün değildir. Yaptığımız bu deneme ile son derece değişik ve köklü bir şey elde ettik'
    Bir plak şirketi ile anlaşan Moğollar önümüzdeki günlerde bu çalışmalarını plağa geçireceklerdir.

    Arda Uskan Diskotek dergisi 1968 Umut, 1968 istanbulunda saçı sakalına karışmış beş gencin tek dayanağı. 'Yaşama tarzımızı, düşüncelerimizi, bütün kuralların dışına çıkmak istememizi mutlaka bir gün kabul edecekler' diyor Moğollar. Kabul ettirmek istedikleri bu hayat görüşü müzikleri ile değişik ve çarpıcı. BÜTÜN KURALLARIN DIŞINDA..... Bütün kuralların dışına çıkıp topluma bir başkaldırışları varki görülmeğe değer Moğolların. 'Hiçkimse toplumu bütünüyle reddedemez, biz bile...Sadece ona sıkı bağlarla bağlı değiliz. Kısaca kölesi değiliz toplumun' diyorlar.Saçları omuzlarında hepsinin sakallarıda. Sokakta gördüğünüz zaman, hepiniz nasıl bir acaip bakıyorsunuz onlara, inanın onlarda size aynı şekilde bakıyorlar. Onların saçları niçin uzun? ...Hep sorulan bir soru bu. Ya sizinkiler niye kısa...Önce bunu bir düşünün. Kendi deyimlerine göre, 'sıra insanların temel kavramlarını' ikinci plana atmışlar. Sizin benim gibi binlerce insandan biri değil onlar. Düşünüş bakımından tamamiyle ayrılıyorlar diğerlerinden. 'Onların hayattaki amaçları para veya mevkii sahibi olmak. Biz bunlara aldırmıyoruz. Bizim için iyi insan, kültürlü insan olmak önemli. Diğerleri ile bu noktada tamamiyle ayrılıyoruz' diyorlar. Bu görüşlerini biraz Hippi'lerle, biraz Beatnik'lerle karşılaştırmak mümkün. Savaşı ve sömürücülüğü kesin olarak red ediyorlar. Bütün bunların para ve mevkii hırsından doğduğuna inanmışlar. 'Bizim kahraman dediğimize onlar düşman, bizim düşman dediğimize onlar kahraman diyorlar. Tam bir uyuşmazlık içinde olan bu kavramı red etmemiz normaldir. Bizim için düşman, kahraman yok, iyi insan, dost insan var' diyorlar.
    BEAT ÖTESİ
    Müzikleri de düşüncelerine uygun Moğolların. 'Beat Ötesi' diye adlandırdıkları bir tür üzerende çalışıyorlar. Bu türü şöyle tarif edebiliriz: 'Beat'i aşan sert bir ritim ile psikodelik arası'. 'Bu müziğe tamamen kendimizi verebiliyoruz. Anlam olarak buna Soul müzik te diyebilirsiniz. Ama Soul türü ile alakası yok. Sadece ruh olarak onunla birleşiyor. Biz de Soul müzikçileri gibi çaldığımızı yaşıyoruz. Hep kendi bestelerimizi çalmamıza gelince: Artık başkasının yaptığını çalmaktan bıktık. Bu bize yabancı geliyor. Kendi parçalarımızı çalarken müzikte kendimizi buluyoruz. Diğer bütün gruplarında aynı şeyi yapmalarını istiyor gönlümüz. Gücümüz yettiği kadarı ile bunu aşılamaya çalışıyoruz diğerlerine, Şimdilik durum çok ümitsiz. Ama bilinmez ki? Belki yarın....

    15 mart 1968 Son gazetesi
    Uzun saçlı ve sakallı yerli 'BEAT' şarkıcısı konserin sonuncu parçasında düşüp bayıldıYe-ye'ci gençlerin çılgın çığlıklarına dayanamayan ana babalar konseri yarıda terkettiler
    Son ayların en tipik yerli 'beat' grubu Moğollar, bayramın ikinci günü Fitaş sinemasını dolduran yüzlerce müzik sever genci çıldırasıya coşturdu.
    Karanlık sahnenin ortasına yerleştirilen döner trafik lambası etrafa mavi ışınlar saçarken, Moğollar'ın sert ritimli müziği duyuldu ve gençler aynı anda salonu çığlığa boğdular. Bu arada gençlerin dinlediği müziği merak edip konsere gelen anne ve babalar, uzun saçlı Ye-ye'cileri hayretle izlerken birde gürültü başlarında patlayınca, selameti salonu terketmekte buldular. Uzun saç ve bıyıklı Moğollar adlı grubun, kıyafetleride Moğollar'ınki gibi kalın, beyaz tüylü postlardandı. Topluluğun ingilizce söyleyip birde saz kullandıkları 'Karadut' adlı parça ençok ilgi göreni oldu. Sahnenin sağ köşesine yerleştirilen büyük kafeste karanlığın içinden bir kız belirdi, müziğin ritmine uygun en son dansları gösteren bu mini etekli genç kız az sonra kafesten fırlayıp dansına sahnenin önünde devam etti. Gittikçe kızışan konserde Moğollar da gittikçe coşuyordu, sundukları son parçada solistleri boynundaki gitarı attı ve elindeki mikrofon ile düşüp bayıldı

    6/10/1969.
    moğollar iki yeni plak çıkarıyor.
    Moğollar, Disco plak şirketi ile beş yıllık anlaşma yaptılar. İlk olarak dolduracakları plaklar: 'Ağlama' ve 'Dağ ve Çocuk', ikinci plakta ise isveç televizyonu için hazırlanan bir belgeselin müzikleri 'Yalnızlığın acıklı güldürüsü' ve 'Haliçte güneşin batışı'

    25/10 1969
    Moğolların konseri bu gece
    Moğollar mevsimin ilk konserini bugün Fitaş sinemasında vereceklerdir. Moğolların geçen sene yaptıkları dört bölümlük konserden sonra birçok hafif batı müziği sanatçısı aynı tarzı denemişti. Türk popüler müziğine devamlı yenilikler getirmek amacında olan Moğollar, bu yeni konserleri için şunları söylemişlerdir: 'Bu konserimiz geçen seneki konserimizin aksine Sadelik fikri üzerine kurulmuş olacaktır. Geçen seneki konserdeki gibi ilave orkestra, değişik dekorlar yok, fakat uzun zamandır üzerinde çalıştığımız, ulusal kişiliği olan pop müziğini yani 'Anadolu Pop' diye adlandırdığımız tarzı müzikseverlere tanıtacağız. Konserimizde Anadolu Pop tarzındaki bestelerimiz yer alacak.

    1/11/1969 (Yılmaz Canel) yeni gazete

    Moğolların ekolüne ramak kala
    Sezonun ilk solo konserinde, geçtiğimiz Cumartesi günü Moğolların yeni çabalarını dinledi müzikseverler. Geçen konserlerinde olduğu gibi bu defa'da bölümler halinde sundu Moğollar düşüncelerini. Anadolu Pop bölümünde blues ritimine Anadolu motiflerini uygulamayı denemişlerdi. Herşeyin dışında bu olumlu bir çabaydı. Yepyeni bir ekolün her yönü ile mükemmel olarak kurulması son derece güç. Moğolların bu güçlüğü yenmesine ise ramak kalmış gibi geldi bizlere. Konserin sonunda çaldıkları iki enstrümental melodi 'Yalnızlığın acıklı güldürüsü' ve 'Haliçte güneşin doğuşu' ise her bakımdan enfesti

    9/12/1970 Paristen dönen Arda Uskan yazıyor. Fransada Türk bayrağı açanlar
    Sessiz sedasız Türkiyeden ayrılıp Paris'e yerleşen Moğollar, şehrin banliyölerinden birinde, üç katlı bahçe içinde bir villada kalıyorlar.Pariste CBS şirketi ile anlaşan Moğolların doldurdukları 'Behind the dark ' adlı ingilizce plak piyasaya çıkmak için hazırlanmış olarak Cannes'daki ünlü nin başlamasını bekliyor. Bu ay içinde Midem festivali sırasında Cannes'daki bir gece kulübünde çalışacak olan topluluğun elemanları Fransaya gelişlerini şöyle anlatıyor.
    'Şarkıcımız Ersen bizlerle birlikte Avrupada şansını denemek istemeyince dördümüz askerlik tecillerimizi yaptırarak ayrı ayrı yurt dışına çıktık. Kendimize hedef olarak Fransa'yı seçmiştik. Pariste buluştuğumuz zaman, bize yardım edebilecek kimse yoktu...O kadar ki plak şirketlerinin adreslerini bile bilmiyorduk. Köşedeki kahveye girip telefon kabinindeki rehberden plak şirketleri numaralarının bulunduğu sayfaları yırtıp cebimize attık. Sonra 10'a yakın plak şirketinin kapısını aşındırdık. Fakat sonuç umduğumuzdanda iyi oldu.CBS ile üç yıllık bir anlaşma imzaladık, Aphrodite's Child'ın menajeri Roberto Seto menajerliğimizi yapmaya başladı, bizi yeni enstrümanlarla takviye ettiler, şimdi plağımızın piyasaya çıkmasını beklemekten başka yapacak birşey kalmadı, hergün evde uzun uzun provalar yapıp hazırlanıyoruz'.

    1971 ocak Hürriyet Paris,(Hürriyet bürosu)
    Moğollar Fransız televizyonunda. Anadolu pop müziği Pariste çok sükse yaptı.
    Cuma gecesi televizyonlarının başında milyonlarca Fransız, 'Allah, allah dediler Türklerde'de pop müziği yapan topluluk olacağını hiç aklımıza getirmezdik.' Toroslardan, Van'dan, Karadenizden, Göreme'den gelen darbuka, bağlama, ıklığ, yaylı tambur ve tahta kaşık sesleri Parislilerin gözlerini, kulaklarını okşadı. Türk folku ile pop müziği yapan Moğollar topluluğu, Fransız televizyonundaki bu ilk ve kısa programından daha ayrılmadan, 16 ocakta, bu kez yarım saatlik bir yayın için teklif aldılar. Moğollar dörtlüsünün Paris'teki faaliyeti yalnız bu televizyon programı ile kalmıyor. Avrupanın en büyük müzik ve plak kulüplerinden biri olan'Guilde İnternational du Disque'için bir Long Play doldurdular ayrıca dünyaca ünlü plak şirketi CBS bütün avrupa ülkelerini içine alan üç yıllık bir anlaşma imzaladı.

    1971 ocak
    Hürriyet Paris Gökşin Sipahioğlu'nun haberi. Moğollar Barış Manço ile birleşti. Moğolların bir soliste, Barış Manço'nun da bir gruba ihtiyacı vardı. Bir gün Paris'te bir kahvede otururken 'Neden biz beraber çalışmıyoruz' demişler. İşte bu hafta başı Barış Manço Brüksel'den geldi ve Moğollar'la anlaşma imzalandı. Bundan böyle Moğollar grubunun ismi dış piyasada 'Manchomongol' oldu Türkiyede ise Barış manço ve Moğollar ismi altında çalışacak ve plak yapacaklar. Son yılların başarılı folk ve pop müzik topluluğu hiç vakit kaybetmeden kolları sıvadı ve Barış'ın minübüsüne atlayıp Belçikaya gittiler. Barış'ın Liege şehrindeki evirde bir müddet beraber çalışıp prova yaptıktan sonra Almanya'ya geçecekler ve Köln'de bir televizyon programına katıldıktan sonra Almanyada bir turneye çıkacaklar ve tekrar Paris'e dönecekler. Moğolların Paris'te doldurdukları biri 45 diğeri 33 devirlik iki yeni plağı çıkadursun şimdi yeni sesler yeni melodiler için bir çalışma havasına girecekler. Bu birlikten her iki tarafında kazançlı çıkacağına şüphe yok...Tabii bu işe en fazla şaşıranların başında Moğolların üç yıllık kontrat imzaladıkları CBS plak şirketi idarecileri geliyor. 'Aman ne yapıyorsunuz daha plakları yeni piyasaya çıkardık. Bu hafta Paris televizyonunda programa çıkacaksınız şimdi her şeyi iptal etmek yeni baştan başlamak lazım ne yapacağız? .' diye dert yanıp durdular ama Barış'ı Moğollar'la birlikte dinleyince bütün kaygılarını unutverdiler. CBS'in sanat müdürüne göre Barış ve Moğollar öylesine birbirlerine uyuyor ve birbirlerini öylesine tamamlıyorlarki beraber yapacakları yeni melodilerin yabancıların kulaklarına hoş gelmesi muhakkak

    1971 şubat Yeni Gazete. Barış Manço Moğollar konseri.
    Geçtiğimiz hafta Fitaş sinemasında dinlediğimiz Barış Manço ve Moğolların solo konseri, gerek organizasyon gerek sanatçıların üstün başarısı yönünden son zamanların en iyi konseri idi. Sanat dünyasında aslar bir araya geldiği zaman birbirlerini harcamaya çalışırlar. Cumartesi günü gördüğümüz durum bizi oldukça şaşırttı. Çünkü konser sırasında Barış Moğollar'ı, Moğollar'da Barış'ı ön plana çıkarmak için adeta birbirleriyle yarış ediyorlardı. Dikkatimizi çeken bir husus da gerek Manço'nun, gerek Moğolların müzik yönünden çok olgunlaşmış ve zirveye çıkmış olmaları idi. Merdivenlerin üzerine kadar tıklım tıklım dolu olan konser, Barış'ın eski fakat tutulan bir parçası olan 'Kirpiklerin ok ok eyle' ile başladı. Bunu 'Derule' ve 'Suzananna' takip etti. Moğolların CBS Firması için Pariste doldurdukları plakta yer alan 'Behind the dark' gerek ritim gerek söyleniş bakımından çok iyi idi. Bundan sonra dinlediğimiz 'Ağrı dağı efsanesi' nin kısaltılmış şekli ise tek kelime ile harika idi. Pir sultan abdal'dan yapılan 'Katip arzuhalim yaz yare böyle' düzenlemesi oldukça ilginçti 'Ternek' ile ilk yarı sona erdi. İkinci yarı başlarken Barış'a bir plak şirketi tarafından 'Dağlar dağlar' ın satış rekorları kırması sebebiyle altın plak hediye edildi. Plağı veren Öztürk Serengil'in yaptığı espriler konsere neşe kattı. Ödülünü aldıktan sonra 'Dağlar dağlar'ı sunan sanatçı bu armağanı hakettiğini ispat etti. Bundan sonra topluluk yeni dolduracağı plağı lanse etti 'İşte hendek işte deve' adlı bu melodi ve 'Binboğanın kızı' gayet orijinaldi..

    2/haziran/1993 hürriyet. Moğolların Dönüşü
    Anadolu Pop tarzının unutulmaz ismi Moğollar, yaklaşık 16 yıl aradan sonra önceki akşam Cemal Reşit Rey'de verdikleri muhteşem konserle yeniden müziğe döndüler. 1967yılı sonunda Cahit Berkay, Engin Yörükoğlu, Aziz Azmet, Murat Ses ve Hasan Sel tarafından kurulan ve 1976 yılında dağılan topluluk, bu süre içinde yaptıkları 14 adet 45'lik plak 3 adet LP ile bir efsane olmuşlardı. Başlatılan 'Moğollar Müziğe dönsün' kampanyasıyla tekrar müzik dünyasına adım atan topluluğun, bu ilk konserinde izdiham yaşandı. 1000 kişilik salona sığmayan bir grup Moğollar hayranını polis, cop kullanarak dağıtmak zorunda kaldı.

    4/3/95 Yeni Yüzyıl Barbaros Devecioğlu. Çeyrek asırlık müzik yolculuğu
    Moğollar, Anadolu rock tarzını yıllardır başarıyla ve haysiyetle sürdürüyor.Biz 'Anadolu Rock' yapıyoruz diyen Moğollar, ayrıca 'biz bir ekolüz, kendimize has bir soundumuz ve müzikal bir kişiliğimiz var' diyerek oldukça iddialı konuşuyor.
    İtiraf etmek gerekirse bu görüşmeden birkaç gün sonra gerçekleşen 1. İstanbul Rock festivalinde Moğollar'ı dinleyene kadar bu sözler bana son derece iddialı gelmişti, fakat onları dinledikten sonra şapkamızı önümüze alıp onlara yüzde yüz hak verdik. Özellikle Türk Pop müziğinde yaygın bir eğilim halini alan 'Doğu-Batı' sentezi adı verilen şey, Moğolların ta kendisi. Türk halk müziği ritimlerini ve yine geleneksel çalgıları rock müziği formatında öylesine uyumlu çalıyorlardıki, şimdiye değin hep duyup ta inanmadığımız 'Doğu-Batı'sentezi Moğolların müziğinde yaşıyor.

    Nokta.11 nisan 1998 Toygar Barut.
    Moğollar yeni 'birşey' yaptı!
    1970'lerde başlayan serüven, daha sonraları bir efsaneye dönüşecekti; Moğollar efsanesine...Türkiye'de daha önce hiç bilinmeyen ve duyulmayanı gerçekleştirecek bu yeni ekol, günümüzde de aynı çizgide müziğini yapmaya devam ediyor. Rock müziğinin doğasından kaynaklanan politik karşı koyuşu yerel ezgi ve motiflerle bezemeyi başaran Moğollar; yıllar önce gönülleri fethediyordu, günümüzde de fethetmeye devam ediyor. Moğollar, yaptıkları müzikle Türkiye'de varolan müzik anlayışına yeni bir soluk getirmesiyle tanınan bir grup. 30 seneye yaklaşan müzik yaşantılarında oldukça başarılı çalışmalar yapan Moğollar, toplumsal ve politik içerikli sözleriyle müzik tarihinde özel bir yere sahipler. Yazdıkları sözler incelendiğinde, sadece genel politik görüşleri değil günceli de çok iyi etüd ettikleri görülüyor. Bir önceki albümlerinde yer alan 'Birşey yapmalı', bunun en güzel göstergesi. Şarkı, Türkiye'nin gündemini yakaladığı için adeta bir slogan haline gelmiş ve insanları derinden etkilemişti.Yeni albümde de, eskisi gibi duyarlılıklarını koruyan ve doğru olduğuna inandıkları fikirlerinçıı

    ENGLISH

    History
    It is 1967... Five young musicians decide to establish a new band called “Mogollar”. The reason is simple: the music they have been doing in their bands is actually not what they really want to do. They have been in need of something new, something that really reflects them.
    Therefore, in February 1968, they release their first single “Eastern Love (Artik Cok Gec) ” followed by another record “Lazy John (Mektup) ”. They also enter the Golden Microphone Contest (Altin Mikrofon) and become the third best with the song “Ilgaz” in June 68.
    Their success so far has already made “Mogollar” be listened to by more people than ever before. So, It is high time they started to tour and give concerts. One of these concerts is the one at “Fitas Cinema” on 3 April. Right after this concert, an appreciating comment on their performance is published in “Diskotek” magazine, which contributes to their successful breakthrough. The very same cinema called “Fitas” is also the place where Mogollar gives their first solo concert on 19 October, 1968.
    Locally already famous, the “Mogollar virus” spreads into the rest of Anatolia and their success becomes obvious. Again in 1968, their forth record comes out. The Turkish music scene without Mogollar is not thinkable anymore. So, the band decides to take the advantage of it and goes on a long tour, covering the whole Turkey.
    This tour is to change and determine their music for the future. Mogollar’s folk music, instrumentation and arrangements have aroused great interest in Istanbul concerts, but after touring all parts of Anatolia, the band members understand that their music needs an additional intimate Anatolian dimension, which will definitely make it more mature. Mogollar calls this new music genre “Anatolian Pop (Anadolu Pop) ”.
    The first to come up with this new name is Taner Ongur who explains why this name was chosen in “Hey” magazine in March 1970: “....what we want to prove is that our folk music has a soul and is multilayered. As folk music dynamism is very close to the dynamics of pop music, we would like to fuse the technical aspect of pop music with the soul and identity of our Anatolian folk and give it a new spirit without loosing its rich folklore. With such a mix, we believe we can establish a new identity in the way we want...”
    After this statement has been made, Mogollar releases a single that does not only include the original Anatolian music in pop arrangements, but also proves that the band can do their own compositions in this style.
    The compositon of “Dag ve Cocuk” and “Imece”, which are based on Turkish melodic lines and rhytmic structures altough both are clearly examples of pop music, is a great success. Thus, Mogollar becomes the first to score a hit in Anatolian pop with “Dag ve Cocuk” and the band takes its place in history as the inventors of this new and successful music-style.
    Now, then, Mogollar has become an international music band. During a trip to Paris, they sign a 3-year-contract with CBS Records and record a single called “Behind the Dark / Hitchin”. They also release the album, “Danses et Rythmes de la Turquie-d’Hier d’Aujourd’hui” for another record company, namely Guild International du Disque. This album receives the Academie Charles Cross award in 1971.
    Soon, Mogollar attracts attention by successfully fusing a sitar-like instrument called “baglama” into pop music. Here is one of the comments: “The only thing we recommend is that you get under the spell and into the rhythms that only the Turks play”.
    Mogollar disbands in 1974 due to the political conditions affecting their music. From late 1974 to 1976 Cahit Berkay and Engin Yorukoglu record two albums and one single under the name of Mogollar again, but with assisting musicians. From this period, the most important work they release is “Hitit Sun” which is released on the RCA label in France. This album is released in Turkey, too, under the title “Dum-Tek”.
    From 1976 onwards, the band members work separately and for themselves. Cahit Berkay concentrates on scoring for films, while Taner Ongur moves to Germany releasing his first and only solo album called “Alarm” on his return to Turkey in 1991.
    Years pass.. In 1992, while listening to Mogollar on a television show, Kaan Ertem –a cartoonist from “Leman” magazine- is so inspired that he starts a “Let’s get Mogollar back together” petitionand. He achives to collect more than 4000 signatures. After all these letters and the massive request, Cahit Berkay, Taner Ongur and Engin Yorukoglu, who have been getting together from time to time and talking about putting the band back together, are now all convinced that it is the right thing to do. So, they start up the band again with a new band member, Serhat Ersoz. This new quartet gives an excellent comeback concert in Istanbul Cemal Resit Rey Concert Hall on 31 May, 1993.
    Since then, they have released the following albums:
    “Mogollar94”, 1994
    “Dort Renk”, 1996
    “30.Yil”, 1998
    “1968-2000”, 2000
    “Yuruduk Durmadan”, 2004
    Mogollar...timeless..and peerless
    i kendilerine has üsluplarıyla birleştiren Moğollar 30.yıl albümü dinleyicilerini tatmin edecek özellikler taşıyor.

    [email protected]
    [email protected]
    [email protected]
    [email protected]

  • şaşkın

    06.11.2007 - 19:04

    ŞAŞKIN........! ! ! ! ! !
    şaşk şarabı içmesi hoştur şaşkın
    şarap peşinden koşmak boştur şaşkın
    bir o yana bir bu yana yatma şaşkın
    tenhalarda menhalarda bitmiş aşkın
    sana başka sözüm yok, bu alem içinde
    bir alemsin şaşkın sen alem içinde
    bir o yana bir bu yana yatma şaşkın
    tenhalarda menhalarda bitmiş aşkın
    şaşkın sana ne dedim, sen ne yaptın
    dün gece gördüm seni, ters yola saptın
    bir o yana bir bu yana yatma şaşkın
    tenhalarda menhalarda bitmiş aşkın

    Keşke gençlerin umudu olan erkin koray yolunu bozmasaydı o da galiba
    şarkısındaki gibi şaşkın oldu..................! ! ! ! ! ! ! ! ! !

    [email protected]
    [email protected]

  • hasret

    10.10.2007 - 11:56

    (HASRET GÜLTEKİN) : 1 Mayıs 1971’de, Sivas’ın İmranlı kazasına bağlı Han köyünde, Süleyman ve Hacıhanım Gültekin’in (Nazire ve Güler’den sonra) üçüncü çocuğu olarak doğdu. Altı yaşında saz çalmaya başladı. On bir yaşında sahneye çıktı. Kadıköy Anadolu Lisesi’nden ikinci sınıfta ayrıldı. 1987 yılında, ilk çalışması “Gün Olaydı” adıyla Diyar Müzik Yapım tarafından yayımlandı. İlk resitalini Kadıköy Moda Sineması’nda 1987 yılında verdi.
    1989 yılında, “Gece ile Gündüz Arasında” adlı ikinci çalışması Saltuk Müzik Yapım tarafından yayımlandı. 29 Ekim 1989 yılında Hollanda Kültür Bakanlığı’nın daveti üzerine, “Genç Türküler” festivalinde Birsel Acar’la birlikte Türkiye’yi temsil etti. 1990 yılında aynı ülkede “Türk Haftası” etkinliklerine birçok sanatçı ile birlikte katıldı. Müzik yönetmenliğini üstlendiği resmi olarak ilk defa Kürtçe müzik yasağını delen “Newroz” adlı kaset, 1990’da önce enstrümantal olarak, sonra da Nilüfer Akbal ve Rıza Akkoç’un katılımıyla gerçekleştirildi. 1990 yılında, Şivan Perwer’in (Türkiye’de, resmi olarak Kürtçe müzik yasağını kaldıran) “Krivo” adlı karma kasetinin yayınlanmasına öncülük etti ve süpervizörlüğünü yaptı. 1991 yılında, “Rüzgarın Kanatlarında” adlı üçüncü çalışması Nepa Müzik Yapım tarafından yayımlandı. 1991 yılında Yeter Fırtına ile evlendi. Türkiye’nin dört bir yanında konserler verdi. Birçok Avrupa ülkesinde festivalllere katıldı ve konserler verdi. Aydınlık Gazetesi için; Ankara, İzmir ve İstanbul’da ProsEchos Grubu ile birlikte resitaller verdi. 2 Temmuz 1993’de, Sivas’ta Madımak Oteli’nde 35 insanla birlikte katledildi. 13 Eylül 1993’de oğlu, Roni Hasret Gültekin dünyaya geldi.

    Hasret Gültekin’in müzik yönetmenliğini ve müziklerini yaptığı kasetler dizini

    1988 Abuzer Karakoç, Hüseyin Aydın, Ali Ekber Eren’in de yer aldığı “BİTMEYEN TÜRKÜLER-Dostlar Muhabbeti”.
    1990 Gani Nar’ın seslendirdiği Kürtçe “JİYAN”.
    1990 Abuzer Karakoç’un seslendirdiği ve Avrupa’da yayımlanan “Alvar Deyişleri”.
    1990 Emekçi’nin seslendirdiği “Gül’e Barut Serdin mi? ”
    1990 Nurşani’nin türkülerinden oluşan kaseti.
    1990 Lütfü Gültekin’in seslendirdiği “Karanlıkta Vurdular”.
    1991 “NEWROZ 2” isimli, Kürtçe sözlü türkülerden oluşan kaset.
    1992 Arif Sağ, Emekçi, Mehmet Koç, Emre Saltık, Talip fi ahin, İhsan Güvercin’in de yer aldığı “Türküler Yalan Söylemez” isimli kasette üç eser seslendirdi.
    1992 Ahmet Arif’in şiirlerini besteleyen sanatçılar olarak, Cem Karaca, Ahmet Kaya, Sadık Gürbüz, Esin Afşar, Rahmi Saltuk’la birlikte, Ahmed Arif’in anısına çıkan kasette yer aldı.
    Bir çok sanatçının kasetlerinde bağlama, cura ve şelpesiyle yer aldı.
    HASRET KALDIK SANA HASRET ABİ.........! ! !

    PATİ[email protected]
    SANATCEPHESİ@MSN.COM
    HARAMİ[email protected]

  • 12 eylül

    11.09.2007 - 23:00

    Darbenin bilançosu

    İstanbul Haber Servisi - TBMM kapatıldı, anayasa ortadan kaldırıldı, siyasi partilerin kapısına kilit vuruldu ve mallarına el konuldu.

    * 650 bin kişi gözaltına alındı.

    **1 milyon 683 bin kişi fişlendi.

    **Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.

    **7 bin kişi için idam cezası istendi.

    **517 kişiye idam cezası verildi.

    **Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1'i Asala militanı) .

    **İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderildi.

    **71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.

    **98 bin 404 kişi 'örgüt üyesi olmak' suçundan yargılandı.

    **388 bin kişiye pasaport verilmedi.

    **30 bin kişi 'sakıncalı' olduğu için işten atıldı.

    **14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.

    **30 bin kişi 'siyasi mülteci' olarak yurtdışına gitti.

    **300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.

    **171 kişinin 'işkenceden öldüğü' belgelendi.

    **937 film 'sakıncalı' bulunduğu için yasaklandı.

    **23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.

    **3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.

    **400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.

    **Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.

    **31 gazeteci cezaevine girdi.

    **300 gazeteci saldırıya uğradı.

    **3 gazeteci silahla öldürüldü.

    **Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.

    **13 büyük gazete için 303 dava açıldı.

    **39 ton gazete ve dergi imha edildi.

    **Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.

    **144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.

    **14 kişi açlık grevinde öldü.

    **16 kişi 'kaçarken' vuruldu.

    **95 kişi 'çatışmada' öldü.

    **73 kişiye 'doğal ölüm raporu' verildi.

    **43 kişinin 'intihar ettiği' bildirildi.

    ----------

    20. YILDÖNÜMÜ

    12 Eylül rejimi sürüyor

    * İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül, 12 Eylül darbesinin yurttaşın devlet için olduğu anlayışını yerleştirdiğini vurgularken ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, Türkiye'nin 21. yüzyıla 12 Eylül'ün gölgesinde girdiğini öne sürdü. Ercan Karakaş ise 12 Eylül'le gelen yasakların sürmesinin Türk siyasetinin ve özellikle de Türk sağının ayıbı olduğunu söyledi.

    İSTANBUL/ANKARA (Cumhuriyet) - İnsan Hakları Derneği (İHD) Genel Başkanı Hüsnü Öndül, 12 Eylül darbesinin yurttaşın devlet için olduğu anlayışını yerleştirdiğini vurgularken ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, Türkiye'nin 21. yüzyıla 12 Eylül'ün gölgesinde girdiğini öne sürdü. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Başkanı Ali Balkız, 'kara dönem' olarak nitelediği 12 Eylül'ün unutulmamasını istedi. CHP Meclisi üyesi Ercan Karakaş, 12 Eylül'le gelen yasakların sürmesinin Türk siyasetinin ve özellikle de Türk sağının ayıbı olduğunu söyledi.

    ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, yaptığı yazılı açıklamada, 12 Eylül'ün rejim üzerindeki olumsuz etkilerini anlattı. 'Rejimin şimdi onarmaya çalıştığı defoları aslında o dönemin ürünüdür' diyen Uras, 12 Eylül'ün etkilerini şöyle sıraladı: '12 Eylül ile birlikte sola karşı desteklenen Türk-İslam sentezcisi kadrolar devlet içine yerleştirildi. 12 Eylül'ün yasakçı kafası Kürt sorununu asayiş sorununa indirgedi, anadili yasak ilan etti ve onbinlerce insanın ölümüne yol açan süreci başlattı. 12 Eylül, sermaye yanlısı tutumuyla, yeni liberal ekonomi politikaları ile ülkeyi emeğiyle geçinenler açısından cehenneme çevirdi. Sendikal haklar, sosyal
    haklar tahrip edildi. 12 Eylül askeri otoriteyi, yürütmeye, yargıya ve siyasete müdahale edici, talimat verici bir konuma, sivil otoritenin üstüne yükseltti.

    RTÜK'ü medyanın başına musallat eden 12 Eylül rejimidir.' Türkiye'nin 21. yüzyıla 12 Eylül rejiminin gölgesinde girdiğini belirten Uras, '12 Eylül'ün militarist kurumlarını, zihniyetini, yasalarını ve anayasasını değiştirmeden Türkiye'nin devasa sorunlarını aşamayacağız' dedi. 12 Eylül'ün etkilerini 'kâbus' olarak nitelendiren Uras, bu kâbustan kurtulmanın yolunun da uzaktan kumandalı siyaset tarzını değiştirmekten, köklü bir anayasa ve yargı reformu yapmaktan geçtiğini kaydetti.

    İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Hüsnü Öndül, bir yazılı açıklama yaparak, derneklerinin hazırladığı insan hakları ihlalleri bilançosundan örnekler verdi. Bilançoya göre, 7 bin kişi için idam istendiği, 517 kişiye ölüm cezasının verildiği, 650 bin kişinin gözaltına alındığı, 1 milyon 683 bin kişinin fişlendiği, açılan 210 bin davada 230 bin kişinin yargılandığı, 388 bin kişiye pasaport verilmediği, 7 bin 233 devlet görevlisinin bölgelerinin dışına sürüldüğü, 300 gazetecinin saldırıya uğradığı, 49 ton gazete, dergi ve kitabın sakıncalı olduğu gerekçesiyle imha edildiği belirlendi.

    Öndül, 12 Eylül rejimi sonrası Türkiye'nin Türk-İslam sentezi anlayışı ile yeniden yapılandırıldığını, bu yeniden yapılanmada Aydınlar Ocağı'nın 1979 yılı tezlerinin sisteme damgasını vurduğunu belirtti.

    Öndül, 12 Eylül'le birlikte kutsal devlet anlayışının yerleştirildiğini belirterek bireyin, yurttaşın hakları ve özgürlüklerinin kutsal devlet anlayışına kurban edildiğini, yurttaşın devlet için var olduğu anlayışının sisteme yerleştirildiğini söyledi. Balkız ise yaptığı yazılı açıklamada, 12 Eylül'ün Türkiye demokrasisi üzerinde bıraktığı kara lekenin bugüne kadar aşılamadığını belirterek '12 Eylül'ün bıraktığı ceberrut rejim anlayışı halen egemenliğini sürdürmektedir' dedi. Balkız, Türkiye'nin, 12 Eylül'ün getirdiği anayasa, siyasi partiler yasası, YÖK ve DGM'lerle yönetilmeye devam ettiğini belirterek bir kez daha askeri müdahale
    yaşamaması için 12 Eylül'ün getirdiği olumsuzlukları unutmaması ve 12 Eylül anlayışını yaratanlarla hesaplaşması gerektiğini söyledi.

    12 Eylül darbesini ve anlayışını değerlendiren Ercan Karakaş, 12 Eylül Anayasası'nın, temel yasalarının ve YÖK gibi kurumların yerini koruduklarını belirterek o günlerde hüküm giyen 21 bin gencin siyaset yasağının sürmesinin kabul edilemeyeceğini vurguladı. Merkez sağ partilerin, darbenin sonuçlarına karşı olduklarını ve iktidar olunca bunları kaldıracaklarını açıkladıklarını anımsatan Karakaş, 'Fakat iktidar olduklarında bu konuda ciddi ve ısrarlı çaba göstermediler' dedi. Sağ uçtaki partilerin ise demokrasi gibi bir sorunlarının olmadığını savunan Karakaş, AB'ye üyelik sürecinde, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir demokrasi olmadan, Türkiye'nin sorunlarını çözemeyeceğini ifade etti.

    ÖDP olarak bugün saat 19.15'te, Kadıköy'deki Karaköy İskelesi önünde 12 Eylül'le ilgili kitlesel bir açıklama yapacaklarını söyleyen ÖDP Genel Sekreteri Sinan Tutal da Türkiye'nin hâlâ kanlı darbe anayasasıyla yönetildiğini ifade ederek 'Binlerce insanı işkenceden geçiren, tutuklayan, idam eden 12 Eylül cuntacıları hâlâ yargı önüne çıkarılmadılar' dedi.

    Tutal, darbenin üzerinden neredeyse 20 yıl geçtiğini anımsatarak yasalardaki düzenlemeye göre 20 yıllık zamanaşımı süresinin dolmak üzere olduğuna dikkat çekti. TGC Başkanı Nail Güreli ise bugün Cağaloğlu'ndaki TGC binasında 12 Eylül rejimini ve yeni yayın döneminden beklentilerini değerlendireceğini açıkladı.

    ----------

    İzleri hâlâ anayasada

    * Türkiye'de haklar ve özgürlüklerin askıya alındığı 12 Eylül darbesi döneminin izleri yıllar boyunca silinmedi. Askeri yönetimin yaptığı anayasa henüz değiştirilemedi. Hemen hemen her siyasetçi tarafından eleştirilen ve değiştirilmesi gerektiği vurgulanan anayasanın darbeciler ve onların uygulamalarını yargıdan koruyan geçici 15. maddesine ilişkin tartışmalar da sürüyor.

    ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - 12 Eylül 1980'de yapılan askeri darbe, Türk demokrasisinin hedef olduğu en ağır bunalımlardan biri olarak tarihe geçti.

    Türkiye'de haklar ve özgürlüklerin askıya alındığı darbe döneminin izleri yıllar boyunca silinmedi. Askeri yönetimin yaptığı anayasa henüz değiştirilemedi.

    Terör eylemleri ve sokak çatışmalarının yoğunlaşmasının ardından 1980'lerin başından itibaren Türkiye'de askerlerin darbe yapabileceği yolunda görüşler sık sık dillendirildi.

    Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, hükümete yaptığı uyarılarda bunun işaretini zaman zaman verdi. TSK komuta kademesi, dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk 'e gönderdiği 'muhtıra' niteliğindeki mektupta, terörün bitirilmesi uyarısında bulunarak darbe yapabileceklerine ilişkin örtülü imada bulundu.

    Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Evren, harekât gününü 11 Temmuz olarak belirledi. 3 Temmuz'da CHP hükümetinin düşürülmesi için verilen gensoru ve 10 Temmuz'da Paris'te Türkiye'nin borçlarının ertelenmesinin gündeme gelmesi, darbe tarihinin saptanmasında etkili oldu.

    11 Temmuz harekât emri, özel kuryelerle bütün Türkiye'de ordu, kolordu ve bölge komutanlıklarına dağıtıldı. Ancak 3 Temmuz günü Demirel hükümeti güvenoyu aldı. Bunun üzerine Genelkurmay Başkanı Evren, kuvvet komutanlarını toplayarak darbeden vazgeçildiğini açıkladı. Böylece darbenin tarihi ertelendi.

    11 Eylül'de Bakanlar Kurulu öğle saatlerinde toplandı. Askerler, akşam saatlerinde TRT Genel Müdürü Doğan Kasaroğlu ve yardımcılarını Genelkurmay'a çağırarak radyo ve televizyonların saat 04.00'te hazır hale getirilmesini istediler.

    Darbe Türkiye'ye duyurulduktan sonra ilk bildiri yayımlandı.

    Bildiride, siyasilerin uzlaşmaktan kaçınan tutumu ve terör, darbenin gerekçesi olarak gösterildi. Milli Güvenlik Konseyi bildirisinin altında, Konsey Başkanı ve Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, üyeler Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya, Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun 'un imzası yer aldı.

    Darbenin ardından dönemin AP lideri Süleyman Demirel ve CHP lideri Bülent Ecevit 'in de aralarında bulunduğu 2'si BTP'li, 7'si CHP'li, 7'si AP'li olmak üzere toplam 16 siyasetçi Zincirbozan'a gönderilerek tecrit edildi.

    MHP lideri Alparslan Türkeş bir süre kaçtı, ancak daha sonra teslim oldu. 12 Eylül darbesinin ardından oluşturulan Danışma Meclisi'nin hazırladığı anayasa, 1982 yılında referanduma sunuldu. Anayasayı eleştirmek yasaktı; tartışmalı bir referandum sonucu, anayasa yüzde 92'ye yakın bir oy oranıyla kabul edildi.

    Anayasanın kabulü Kenan Evren'in de devlet başkanı olması demekti. Evren, 1989 yılına kadar Türkiye'nin 7. Cumhurbaşkanı olarak görev yaptı.

    Hemen hemen her siyasetçi tarafından eleştirilen ve değiştirilmesi gerektiği vurgulanan anayasanın darbeciler ve onların uygulamalarını yargıdan koruyan geçici 15. maddesine ilişkin tartışmalar da sürüyor. Söz konusu maddenin kaldırılması, yine TBMM'de bulunan bütün partilerin vaatleri arasında yer alıyor.

    ----------

    Eskişehir Demokrasi Platformu
    'Suskunluklar sona ermeli'

    *Eskişehir Demokrasi Platformu adına dönem sözcüsü Dr. Osman Elbek, 12 Eylül'ün dayattığı yeni dünya düzeninin 'küreselleşme' ve 'özelleştirme' adı altında uygulamaya koyduğu yeni liberal politikalar için gereken istikrar ortamını sağlamayı amaçladığını vurguladı.

    İstanbul Haber Servisi - Eskişehir Demokrasi Platformu adına dönem sözcüsü Dr. Osman Elbek, düşüncenin suç olmamasını, insanların gözaltında kaybolmamalarını, yargısız infazların olmamasını, şeriatın ve ırkçılığın hüküm sürmemesini isteyenler için bugünün 'milat' olduğunu belirterek suskunlukların bitmesini istedi.

    Dr. Osman Elbek yaptığı yazılı açıklamada, 12 Eylül'ün dayattığı yeni dünya düzeninin 'küreselleşme' ve 'özelleştirme' adı altında uygulamaya koyduğu yeni liberal politikalar için gereken istikrar ortamını sağlamayı amaçladığını vurguladı.

    Artık hiçbir şeyin değiştirilemeyeceği biçiminde empoze edilen düşüncenin yıkılması gerektiğini ifade eden Elbek, 'Her şeyin değişebileceğine olan inancın ve mücadelenin yükseltilebilmesi için yıllar içinde oluşturduğumuz birikimimizle, aklı, bilimi ve toplumun çıkarlarını temel alan evrensel ilkelerin yol göstericiliğinde, özgürlükçü, barışçı, eşitlikçi, emekten ve tüm dünya halklarının dayanışmasından yana bir anlayışı yirmi birinci yüzyıla taşımalıyız' dedi.

    Elbek, Demokrasi Platformu örgütlerinin, 12 Eylül darbesinin neden olduğu 'vahşeti' ve 'insanlık suçunu' kuru kuruya kınayarak geçmeyeceğine dikkat çekti. Türkiye'de yaşayan her yurttaşın eşit, özgür, evrensel insan ilkelerine bağlı olarak hayatını sürdürmesinin doğru olduğuna inananlara seslenen Elbek, sözlerine şöyle devam etti:

    'Bu ülkede düşüncesinin suç olmamasını, insanların gözaltında kaybolmamalarını, yargısız infazların olmamasını, şeriatın ve ırkçılığın hüküm sürmemesini isteyen birileri varsa ve bu birileri bugüne kadar susmuşlarsa, bugün onlar için milat olsun. Aşsınlar suskunluklarını.'

    ----------

    Eğit-Der Genel Başkanı Mustafa Gazalcı, yaraların sarılamadığını söyledi
    İlk darbe öğretim birliğine

    12 Eylül 1980 darbesi ülkemizde birçok alanı olumsuz etkilediği gibi eğitimi, eğitim işini yapan öğretmeni ve eğitimin temeli olan öğrencileri de derinden yaraladı. Yıllar geçmesine karşın bu yaralar sarılamadı, tam tersine kangren oldu.

    12 Eylül'de ilk darbe öğretim birliğine vuruldu. Cumhuriyetin kurulmasından hemen sonra 3 Mart 1924 tarihinde temeli atılan Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasası, 12 Eylül Anayasası'nın 24. maddesi ile zorunlu din dersleri konularak delindi. Öğretim Birliği Yasası, laik cumhuriyetin temeliydi.

    İmam-hatipler arttırıldı

    12 Eylül döneminde imam-hatip liseleri, eklentileri (şubeleri) ve öğrenci sayısı arttırıldı. 1983 tarihinde imam-hatip lisesi çıkışlılara, üniversitelerin her bölümüne girme hakkı tanınmasıyla, din eğitimi almış kişiler devletin tüm kurum ve kuruluşlarında görev aldı ve yönetici oldular.

    Ezberci eğitim, dersaneler ve paralı eğitim bu dönemde yaygınlaştı.

    Üniversitede kıyım

    Üniversite harçları, eğitime katkı payları 1983 yılında yürürlüğe girdi. YÖK kurularak üniversitelerin özerkliği ve bilimsel gelişmesi, vakıf üniversiteleri de kurularak devlet üniversitelerinin gelişmesi engellendi. Birçok yurtsever öğretim üyesi üniversiteden uzaklaştırıldı.

    12 Eylül döneminde eğitime ayrılan pay azaldı. Eğitim yatırımları düştü. Örneğin devlet bütçesinden ilköğretime ayrılan yatırım ödeneği 1963'te yüzde 2.1 iken 1980'de yüzde 0.82'ye, 1981'de yüzde 0.71 olarak gerçekleşmiş, her yöntem eğitimin niteliği düşmüştür. 12 Eylül anlayışının bir darbesi de eğitim işini yapan öğretmene oldu. Birçok yurtsever öğretmen suçlu gibi görüldü. Binlercesi 1402 sayılı yasayla (Sıkıyönetim Yasası) işinden, yerinden edildi. 200 bin üyeli en büyük öğretmen örgütü TÖB-DER yöneticileri haksız yere tutuklandı, yıllarca hapis yatırıldı. Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi, 84 TÖB-DER yöneticisini 5 ile 8 yıla mahkûm ederek, derneğin mallarını hazineye devretti. Aradan 8 yıl geçtikten sonra, 24 Nisan 1989 tarihinde Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi, örgütün genel başkanının da içinde bulunduğu 19 yöneticisini akladı; buna karşın, bu hukuk skandalı bugün de düzeltilmedi, TÖB-DER malları öğretmenlere geri verilmedi. Öğretmenlerin sandığı İLKSAN tüzüğü değiştirildi. Yönetimi öğretmenlerden alınarak, sandık, yolsuzlukların batağına sürüklendi. 12 Eylül döneminde öğretmenlere çok düşük ücret verildi. İkinci iş yapan öğretmen sayısı arttı. Toplumda saygınlıkları azaldı. Öğretmenlik bir meslek olmaktan çıkarıldı.

    12 Eylül anlayışının bir darbesi de eğitimin temeli olan öğrenciye yapıldı. Öğrenci gençliği de potansiyel suçlu gibi görüldü, siyaset ve örgütlenme hakkı ellerinden alındı. İlerici, demokrat gençler okullarından atıldı. 12 Eylül yönetimi laik eğitime, yurtsever öğretmene ve ilerici öğrenciye karşıydı. Sözde Atatürkçülük yaparak, Atatürk devrimlerini ve yapıtlarını yıprattılar.

    Atatürk 'ün Halkevleri etkinliği durduruldu, yöneticileri mahkemeye verildi. TDK ve TTK devlet dairesi durumuna sokuldu. Öztürkçe sözcükler yasaklandı. Onbinlerce kitap yakıldı ve toplatıldı. Kitap, suç aracı olan silahlarla birlikte gösterildi. 12 Eylül cuntasının, özetle laik eğitimde, öğretmende, öğrencide açtığı yaralar bugün de kanıyor. 12 Eylül cuntası, hem eğitimi, hem eğitimin temel öğesi olan öğrenci ve öğretmeni suçladı, yargıladı, hapse attı. Anayasaya zorunlu din derslerini koyarak Atatürk'ün Öğretim Birliği Yasası'nı bozdu. Atatürkçülük söylemini kullanarak Atatürkçülük düşüncesine aykırı zorunlu din derslerini okullarda okuttu. Anaokullarından başlayan şeriatçı eğitim kurumlarının yaygınlaşmasını özendirdi.

    Milli Eğitim Bakanlığı ve kurumlarında Atatürkçülük dışlanarak Türk-İslam Sentezi ideolojisi, kadrolaşma ve ders kitapları yoluyla egemen kılındı. Kitabı düşman bildi, toplattı ve yaktı. Öğretmen ve öğrenciyi potansiyel bir suçlu gibi gördü. Paralı eğitimi özendirdi, vakıf üniversitelerine olanak sağlayarak devlet üniversitelerinin gelişmesini engelledi. Öğretmen ve öğrenci örgütlerini dağıttı.

    Eğitimde 12 Eylül izleri

    - Din dersleri zorunlu hale getirildi, imam- hatiplerin sayısı arttırıldı, Öğretim Birliği Yasası delindi.

    - Üniversite özerkliğine darbe vuruldu. Öğretmenlerin örgütü TÖB-DER kapatıldı, yöneticileri gözaltına alıpın sorgulandı, yüzlercesi görevlerinden uzaklaştırıldı.

    - YÖK getirildi, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu'yla çok sayıda ilerici bilim adamı üniversitelerdeki görevlerinden uzaklaştırıldı, eğitimin kalitesi düştü, bilimsel araştırmalar geriledi.

    - Milli Eğitim ve Üniversitelerde gerçekleştirilen ırkçı-şeriatçı kadrolaşmayla Türk-İslam sentezci anlayış egemen kılındı.

    - Sorgulayıcı araştırıcı eğitim modeli yerine, ezberci model dayatıldı.

    - Öğrenciye potansiyel suçlu gözüyle bakıldı, demokratik katılımı önlendi, tepki gösterenler polisle karşı karşıya bırakıldı.

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • 12 eylül

    11.09.2007 - 22:58

    İdam Sehpasında Gencecik Bir yiğit;

    Erdal Eren...

    12 Eylül cuntasının emekçi halklara gözdağı vermek için gündeme getirdiği idamlar sürecinde devrimci onuru sehpada dimdik tutan Erdal Eren’i 13 Aralık 1980 günü yitirdik. Henüz 17 yaşındayken devrim ve sosyalizm davasını hayatı pahasına savunan bu genç fidan, Türkiye devrimci hareketinin yüz akı olarak geleceğe ışık tutmaktadır.
    Erdal, 25 Eylül 1961’de Giresun’a bağlı Şebinkarahisar’da doğdu. Erdal’ın babası o tarihlerde Giresun’un bir dağ köyünde öğretmendir. Doğduğunda okulların açılması ve ulaşım güçlüğü nedeniyle nüfusa yazdırılmayan Erdal, daha sonradan kimlik çıkartıldığında ise okula erken başlaması için bir yıl büyük yazdırılır.
    Daha sonra, 1970’li yıllarda ailesiyle birlikte Ankara’ya yerleşen Erdal, Ankara Yapı Meslek Lisesi’nde okumaya başlar ve burada devrimci mücadeleyle tanışır. ANOD (Ankara Ortaöğretimliler Derneği) içerisinde ve GBK (Geleceği Birlikte Kurtaralım) içinde yer alır. Bu süreçte Erdal, ODTÜ’lü devrimci öğrenci Sinan Suner’in öldürülmesini protesto için 2 Şubat 1980 günü yapılan bir korsan gösteride yer alır. Eylem bitirilip kitle dağılmak üzereyken silah sesleri duyulmaya başlar. Herkes gibi Erdal da geri çekilir ve bir apartman bahçesine girer. O sırada gösteriyi bastırmak için gelen askeri birlikten bir er vurularak ölmüş ve yakalanan Erdal olayın faili olarak ilan edilmiştir. Ankara Merkez Komutanlığı’na götürülen Erdal işkencelerden geçirilir. Oradan Mamak Askeri Hapishanesi’ne götürülerek bir hücreye konur.13 Şubat günü duruşmaları başlar ve tüm hukuk usulleri hiçe sayılarak 45 gün içerisinde yapılan üç celsede hakkında idam kararı verilir. Ortada hiçbir kanıt olmaması bir yana Erdal’ın yaşının henüz 17 olması da bir başka engeldir. Yaş tespiti istekleri reddedilir. Ve Yargıtay’ın iki kez bozduğu karar sonunda onaylanır. Çünkü Cunta şefleri açıkça Erdal’ın kanını istemektedir. Erdal duruşmada, “Benim hakkımda peşin bir yargılama yapıldığı son derece açıktır. Nitekim benimle ilgili olayın ertesinde Genelkurmay Başkanı’nın ‘Çoktandır idam olmuyor, bazı kişilerin idam edilmesi gerek’ şeklinde demeç vermesi benimle ilgili idam kararıdır. Ve size de bu konuda ulaştırılan emirlerin açıkça dışa vurulmasıdır” der. Yine savunmasında Erdal, “Bugün devrimcileri ve onların bir parçası olan beni, aldığınız emirlere uygun olarak yargılayabilir ve ölüm cezası verebilirsiniz. Fakat bu ilelebet sürmeyecektir. Bir gün mutlaka sizin yerinizde halkımız olacak, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru kararı verecektir” demektedir.
    13 Aralık 1980 günü hücresine gelip Erdal’ı alırlar. İdam sehpasına giderken kimseden yardım istemez. Mamak’taki korkunç işkenceleri anlatır son mektubunda: “Cezaevinde yapılan (neler olduğunu ayrıntılı bir biçimde öğrenirsiniz sanırım) insanlık dışı zulüm altında inletildik. O kadar aşağılık, o kadar canice şeyler gördüm ki, bugünlerde yaşamak bir işkence haline geldi. İşte bu durumda ölüm korkulacak bir şey değil, şiddetle arzulanan bir olay, bir kurtuluş haline geldi. Böyle bir durumda insanın intihar ederek yaşamına son vermesi işten bile değildir. Ancak ben bu durumda irademi kullanarak ne pahasına olursa olsun yaşamımı sürdürdüm. Hem de ileride bir gün öldürüleceğimi bile bile.”
    Son anlarında bile Erdal neşeli ve soğukkanlıdır. Gülümseyerek avukatına bakar ve göz kırpar. Sonra, tıpkı duruşmalarda olduğu gibi yine dimdik olarak sehpaya yürür. Saat sabaha karşı üçe on kala cellat Erdal’ın boynuna ipi geçirir. Ortamın sessizliğini Erdal’ın gür sesi bozmaktadır: “Yaşasın TDKP, Faşizme Ölüm, Halka Hürriyet” diyerek ayağının altındaki sehpayı tekmeleyen Erdal, böylece Deniz’lerin onurlu kervanına katılır. Arkasında kısa ama tertemiz bir yaşamın anılarını bırakarak...


    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • 12 eylül

    11.09.2007 - 22:41

    12 Eylül ve DİSK

    Bilindiği gibi, DİSK’in tarihinde 12 Eylül 1980 askeri cuntasının çok özel bir yeri vardır. O dönem işçi sınıfının sendikal alandaki en önemli mevzisi durumunda olan DİSK, sınıf hareketini ezme kararlılığındaki 12 Eylül cuntasının öncelikli hedeflerinden biri olmuştur.

    O dönem DİSK, sınıfın özellikle mücadeleci kesimleri içinde önemli düzeyde örgütlü durumdaydı. Yığınları cuntaya karşı mücadeleye çağırma ve bu mücadeleye önderlik etme imkanları yabana atılamayacak düzeydeydi. Ancak DİSK yönetimi bu görevin altına girmekten kaçındı.

    Cuntacılar, sonradan yaptıkları kimi konuşmalarda ortaya koydukları gibi, darbeye karşı sınıf hareketi cephesinden, özellikle de DİSK’te örgütlü kesimlerden belli bir direniş olacağını düşünüyorlar, bu yüzden bir parça da temkinli davranıyorlardı. Fakat yöneticilerinin böyle bir niyet içinde olmadığını anladıktan itibaren DİSK’e dönük saldırıyı da ağırlaştırdılar. Darbeden tam iki gün sonra DİSK yöneticilerini teslim olmaya çağırdılar. DİSK yöneticilerinin ezici bir bölümü cuntanın bu çağrısına uydu, teslim olmak için sıkıyönetim komutanlığının önünde kuyruğa girdiler. Ancak bundan sonradır ki 18 Eylül’de yayınlanan 8 numaralı MGK kararıyla DİSK’in tüm malvarlığına el konuldu.

    Sıkıyönetim mahkemelerinde DİSK’i ve sınıf hareketini savunan, cuntayı teşhir eden sendikacılar da oldu. Fakat bunların tutumu, darbeye teslim olmanın yarattığı büyük kırılmayı onarabilecek çapta sonuçlar üretmedi. 12 Eylül karşısında yöneticilerin sergilediği bu teslimiyetçi tutum, sonraki dönemde DİSK’in kaderini belirledi. 10 yıldan fazla bir zaman yasaklı kalan DİSK, yeniden açıldığında 12 Eylül öncesi dönemde sergilediği mücadeleci kimlikten artık önemli ölçüde kopmuş durumdaydı.

    “30 yıl sizi çok değiştirmiş”

    Mücadeleci kimlikten uzaklaşmış, “çağdaş sendikacılığı” kendine rehber edinmiş bu yeni DİSK sermaye sözcüleri tarafından sık sık övgü konusu yapılır oldu. Örneğin 1997 yılında, en azılı işçi düşmanlarından sermayedar Refik Baydur, DİSK’in 30. kuruluş yıldönümü kutlamalarına katıldı. Kendisini can kulağıyla dinleyen DİSK yöneticilerine, “30 yıl sizi çok değiştirmiş” diye seslendi.

    Sistemli örgütsüzleştirme saldırılarının sendikaları hızla erittiği son 10 yıllık dönemde, DİSK de dahil konfederasyon yönetimlerinin işbirlikçi, ihanetçi pratikleri sermayenin işini daha da kolaylaştırdı. Sendikalar belli istisnalar dışında işçi sınıfının çıkarlarını savunan örgütler olmaktan çıktılar, sermaye adına işçileri denetim altında tutmanın birer aracı haline geldiler.

    Öte yandan DİSK işçi sınıfı içinde yeniden örgütlenmeye çalışıyordu. Eski DİSK’ten kalan mücadele mirası sayesinde işçi sınıfının küçümsenemeyecek bir kesimi çağrılara yanıt verdi, yeniden DİSK’e bağlı sendikalarda örgütlendi. Fakat süreç içinde işçilerin DİSK’e bağlı umutları giderek zayıfladı. Çünkü yaşananlar, DİSK’in diğer konfederasyonlardan hemen hiçbir farkının kalmadığını ortaya koyuyordu. Özellikle ‘90’lı yılların ikinci yarısından itibaren işçi sınıfının sendikalara güveni giderek azaldı. Hem sermayenin saldırıları hem de sendika yönetimlerinin güven vermeyen duruşları yüzünden sendikaların üye sayıları son yıllarda iyiden iyiye azaldı. Birçok sendika bitme noktasına geldi.

    İşçiler, uzlaşmacı ve ihanetçi tutumlar
    nedeniyle DİSK bürokratlarına güvenini yitirdi

    Hem bugüne kadarki kötü gidişin sorumlusu yöneticiler, hem de DİSK içinde olup da sınıf hareketi adına sorumluluk duyanlar, DİSK’in içinde bulunduğu durumdan rahatsızlar. Sınıf hareketine karşı sorumluluk duygusuyla konuya yaklaşanlar, iyi niyetli bir tutumla, DİSK’in kötüye gidişinin sebebinin mücadeleci geleneğin terkedilmesinden kaynaklandığını, bu duruma son vermek için de eski DİSK’in canlandırılması gerektiğini düşünüyorlar. Eski DİSK’in canlandırılması fikri son genel kurullarda görüldüğü gibi tabanda giderek yayılan bir görüş durumunda.

    Yıllardır DİSK’in başında olan ve bu başaşağı gidişin temel sorumlusu olan Süleyman Çelebi ve ekibi, son genel kurulda tabandaki mücadele isteğinin öne çıkardığı sendika yönetimleriyle ortak bir yönetim oluşturdu ve bu sayede yönetimde kalmayı başardı. Şimdi de, tabandaki eski mücadeleci çizgiye duyulan özlemi, kendi konumunu korumanın bir imkanına çevirmek için kolları sıvamış bulunuyor. Son zamanlarda gündeme getirilen “Emekçileri saran 12 Eylül zincirleri kırılacak” kampanyası da bu amaca hizmet ediyor.

    DİSK’in yeniden açılmasının üzerinden 14 yıl geçti. 12 Eylül’ün ancak şimdi bir “hesaplaşma” konusu yapılmasının gerçek nedeni ise Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine dönük beklentiler. DİSK yönetimi, böyle bir kampanyaya soyunurken Avrupa Birliği’ne güveniyor. Sermayenin AB’ye giriş adına yasalarda bir takım rötuşlar yapması bu bürokratlara, 12 Eylül’e birkaç laf söylemek için ihtiyaç duydukları cesareti veriyor.

    Ama bütün yaptıkları ve yapacakları da zaten bu; birkaç laf söylemek. 12 Eylül’e karşı esaslı bir mücadele bu bayların gündeminde bulunmuyor. Dediğimiz gibi onların asıl derdi, tabandaki eski mücadeleci DİSK’e olan özlemin ve 12 Eylül’e dönük tepkinin meyvelerini toplamak, bu sayede koltuklarını korumak.

    Kampanyanın şu andaki gidişatı da bu söylediklerimizi doğrulayacak nitelikte. 21 Temmuz tarihli Başkanlar Kurulu toplantısından sonra kampanya resmen başlatıldı. Ve şu ana kadar bir dizi bölgede temsilciler kurulu toplantıları yapıldı, Süleyman Çelebi bütün toplantılara katıldı ve ateşli konuşmalar yaptı. İşçileri tekrar tekrar mücadeleye çağırdı. Ancak işçiler Süleyman Çelebi’nin sözlerine değil de gözlerine bakmış olmalı ki, bu mücadele çağrıları pek yanıt bulmadı. Eylül ayına kadar giderek güçlendirileceği söylenen kampanya tabandaki işçiler tarafından en azından şimdilik sahiplenilmedi.

    Son yıllarda yaşanan bunca ihanet ve hayal kırıklığından sonra tabanın daha farklı bir davranış içine girmesi de beklenemezdi. İşçiler, yıllardır ortaya koyduğu uzlaşmacı, sınıf işbirlikçisi ve ihanetçi tutumlar nedeniyle DİSK yönetimine güvenini büyük ölçüde yitirdi. Kampanyanın sahiplenişinde ortaya konan zayıflık esas olarak buradan kaynaklanıyor

    Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz!

    DİSK yönetimi işçilerin güvenini yitirmek için son yıllarda ne gerekiyorsa fazlasıyla yaptı. Diğer konfederasyonlar satış sözleşmesine imza atıyorsa DİSK de attı. Diğer konfederasyonlar sorunları çözmek için patronla, hükümetle utanç verici pazarlıklar içine giriyorsa DİSK de aynısını yaptı. Çıkarlarını korumak için DİSK çatısı altında örgütlenmeye çalışan işçiler çoğu durumda DİSK’in ihanetiyle karşılaştılar.

    Bunun son somut örneği Castleblair’de yaşandı. Süleyman Çelebi ve DİSK-Tekstil yöneticileri Castleblair’de DİSK tarihine utanç verici bir sayfa daha eklediler. Burada da satış sözleşmesine imza atmakla kalmadılar, fabrikada sendikal örgütlenmeyi sağlayan öncü işçilerin tasfiyesine çanak tuttular. Dahası onların haklarını ve örgütlülüklerini korumak için yürüttüğü direnişe karşı pervasızca bir karalama kampanyasına girişmekte sakınca görmediler. Açıkça işçi düşmanlığına soyundular.

    Bütün bunlar işçi sınıfının gözleri önünde yapıldı. Castleblair işçileri ısrarla sendikal örgütlenmelerine sahip çıkmalarına ve yöneticileri göreve çağırmalarına rağmen, Süleyman Çelebi ve avanesi sözüm ona 12 Eylül’e karşı mücadeleyi örgütlemek için toplantıdan toplantıya koşmakla meşguldü.

    Zincirin halkaları olanlar onu parçalayamaz

    12 Eylül, o dönemki mevcut sınıf hareketini önemli ölçüde ezdi. 12 Eylül’den sonra birçok bakımdan farklı bir sınıf hareketi ve yeni koşullara uygun bir sendikacılık hareketi oluştu. Bu yeni sendikacılık hareketi, 12 Eylül’e karşı mücadele içinde değil, tam tersine ona alkış tutarak ya da ondan icazet dilenerek, onun kalıplarına kendini uydurarak oluştu. Bugün DİSK içinde eski DİSK’in geleneklerine dair özlemler ne denli güçlü olursa olsun, gerçek şudur ki ‘91’den sonra faaliyetine izin verilen DİSK, 12 Eylül sisteminin yarattığı sendikacılığın kendine özgü bir parçasıdır. İçinde ilericilerin, devrimcilerin olması gelecek için umut kaynağı olabilir, ama bu DİSK’in son 14 yıldır sınıf mücadelesinde oynadığı olumsuz rolü ortadan kaldırmaz.

    Sermaye sendikaları sınıfı denetim altına almanın bir aracı olarak kullanmak istemiştir, 12 Eylül’le bunun yolunu düzlemiştir. 12 Eylül’e karşı direnmeyen DİSK, diğerleriyle aynı ölçüde olmasa da kendini sermayeye kullandırmıştır. DİSK’teki bu yönetim ve sendikacılık anlayışı, çoktandır sınıf hareketinin engellerinden biri haline gelmiştir. Yani DİSK’e hakim sendikal çizginin kendisi, Süleyman Çelebi’nin toplantılarda “kıracağız, parçalayacağız” dediği zincirin belki de en sağlam halkalarından birisidir.

    Halkanın zincire başkaldırdığı, onu parçaladığı görülmemiştir. Ancak bu, işçi ve emekçileri kuşatan sermaye gericiliğinin ve 12 Eylül düzeninin oluşturduğu zincirin hiç kırılamayacağı anlamına da gelmez. Bu zinciri kıracak iradenin ilk filizlerini görmek isteyenler mücadelenin kalbinin attığı grev ve direniş yerlerine gitmelidir. Saldırılara ve ihanete inat direnişlerini sürdüren Castleblair işçilerinin gözlerine bakanlar bu iradeyi göreceklerdir.


    ----------

    ‘80 öncesi DİSK ve ‘80 sonrası
    sol sendika bürokrasisi

    İşçi sınıfının iktisadi çıkarları ve bu çıkarlarla bağlantılı kısmi demokratik istemleri için mücadele yürütmek -eski DİSK’in işçi sınıfı hareketi tarihi içinde oynadığı rol sanıyoruz en iyi böyle özetlenebilir. Hızlı kapitalist gelişmenin sosyo-politik sonuçlarının kendini her alanda göstermeye başladığı ‘60’lı yıllar, aynı zamanda, işçi sınıfının aşırı sömürüye ve kötü çalışma koşullarına karşı kısmi demokratik haklar için mücadeleye atıldığı yıllar oldu. Grev ve toplusözleşme haklarının kazanıldığı bir dönemde Türk-İş sınıfın bu alandaki potansiyeline barikat oluşturunca, buna ilerici bir tepki olarak DİSK doğdu.

    Adındaki “devrimci” ibaresine rağmen DİSK hiçbir zaman sol reformist bir çizgiyi aşamadı, fakat sınıfın iktisadi mücadelesine ve dar demokratik istemlerine belli sınırlar içinde hep karşılık verdi. Zaman zaman kendisine egemen olan politik eğilimlerdeki tüm değişme ve oynamalara rağmen, nispeten bilinçli dinamik bir tabana sahip olmanın da avantajıyla DİSK, tüm ‘80 öncesi tarihi boyunca bu sınırlar içindeki bir mücadeleci kimlikle özdeşleşti. DİSK’in sendikal cephede ve iktisadi mücadele alanındaki nispi üstünlüğünü ve ilerici rolünü açıklamak gereksizdir. Bu sınıf hareketi tarihine malolmuş basit bir gerçektir. Kısmi demokratik istemlere dayalı siyasal mücadelesine ise, görkemli 1 Mayıs gösterilerinden DGM direnişlerine kadar bir dizi demokratik anti-faşist eylemi ve etkinliği örnek olarak sıralamak mümk&ul; n.

    Fakat buna rağmen dönemin tüm devrimci akımları DİSK’e egemen politikayı reformist-sınıf işbirlikçisi olarak nitelemekteydileler ve kuşkusuz bunda haklılardı da. Zira DİSK, kendisine egemen revizyonist-reformist akımlar nedeniyle, sınıfın kısmi talepleri uğruna mücadelesini genel devrimci iktidar mücadelesine bağlayan bir politik konumdan yoksun olduğu gibi, bu devrimci perspektife karşı revizyonist-reformist odakların elinde bir kalkandı da. Reformist-sınıf işbirlikçisi ithamı, DİSK’in sendikal tutumundan çok politik konumuna yöneltilmişti.

    Konumuz DİSK olmadığı için sözü kısa kesmek zorundayız. Şuraya gelmek istiyoruz. 12 Eylül, revizyonist-reformist politikaların egemenliğinde içten içe çürüyen ve kan kaybeden DİSK’e öldürücü bir darbe vurdu, eski DİSK’i tarihe gömdü. DİSK’in bu akıbete uğradığı yıllar, aynı zamanda, işçi sınıfının ağır bir sömürüye tabi tutulduğu ve zaten yasal planda çok sınırlı olan bir dizi demokratik hakkının da gaspedildiği yıllar oldu. Bunun işçi sınıfında biriktirdiği hoşnutsuzluk ve hoşnutsuzluğun kendisini ‘80’li yılların ikinci yarısından itibaren ortaya koyması, sınıf hareketindeki gelişme, ‘89 Baharı ve ‘90 yılının direnişleri, tüm bunlar bilinmektedir.

    Bu gelişmede en dikkate değer olgulardan biri, hareketin tümüyle tabandan gelmesi, taban dinamizminin sınıf hareketine yol açmasıdır. Bu gelişme, 12 Eylül dönemini kaba bir ihanet içinde geçirmiş, sermayenin sınıfa yönelttiği saldırıya seyirci kalmış, bunun da ötesinde, cunta hükümetlerinde yer alarak bizzat desteklemiş Türk-İş bürokrasisinde de, elbette yankı bulacaktı. Bürokratlar işçi sınıfının bazı ekonomik ve demokratik istemlerini seslendirmek, işçi sınıfının bu doğrultuda gösterdiği eylemliliği gönülsüzce ve ikiyüzlüce sahiplenmek zorunda kaldılar. Doğal olarak bu etki, tabana daha yakın olan ve yönetici olmanın ayrıcalıklarından daha az yararlanan sendika alt kademelerinde daha büyük oldu. Sendika kongrelerinde bu yönetimler bir ölçüde değişti, sınıfın hak istemlerine karşı daha duyarlı olan ya da oml; yle görünen unsurlar yer yer yönetimlere geldiler.

    Sendika şube platformları sınıf hareketindeki bu gelişmenin “yan ürünleri” oldular. Onlar sınıf hareketindeki gelişmenin kendisinden doğmadılar. Yalnızca, sınıf tabanındaki büyük hoşnutsuzluk ve mücadele isteği karşısında, alt kademe sendika bürokratlarının kendine çeki düzen vermek ihtiyacının ifadesi oldular. Sınıf hareketinin önünde değillerdi, arkasından geldiler. Onun ekonomik ve kısmi demokratik hak taleplerinin sözcüsü olmaya, bunu kendileri için bir sendikal politika platformu yapmaya çalıştılar. Dolayısıyla onlarınki sınıf hareketine önderlik değil, deyim uygunsa bu hareketin üzerine oturmaktı. DİSK’in ‘70’li yıllardaki yükseliş süreci içindeki konumu da buydu. Ne var ki DİSK aktifti, lafta kalan eylem çağrıları yapmakla kalmıyor, bunu bizzat örgütlüyor ve yürütüyordu. Örneğin DGM saldırı gündeme geldiğinde kendi etkinliğindeki sınıf kitlesini harekete geçiriyordu. 16 Mart öğrenci katliamı gerçekleştiğinde, genel greve gidiyordu. Kitlesini anti-faşist gösterilere katıyor, bu doğrultuda çaba harcıyordu. Bir kısım demokratik siyasal istemi sınıf kitlelerine maletmek ve toplumun gündemine sokmak için aktif çaba harcıyordu, vb.

    Ya şimdiki sendika şubeler platformu bürokratları ne yaptılar ve ne yapıyorlar? Bunlar Türk-İş merkezindeki hainleri aşan hangi pratik adımı atmışlardır? Hangi eylemi onlara rağmen gündeme getirmiş ve gerçekleştirmişlerdi? Yıllardır varlar, pratik olarak ne yapmıştır bu platformlar? Hangi ciddi politik ve eylemsel çıkışı göstermişlerdir? Kürt halkı katliamdan geçiriliyor, toplum her türlü demokratik haktan yoksun bırakılmak isteniyor, işkence, cinayet, zulüm kol geziyor, yüzbinlerce işçi sokağa atılıyor, İMF reçeteleri uygulanıyor, işçi sınıfı açlığa ve işsizliğe terkediliyor vb., vb... İstanbul, İzmir, Ankara, Eskişehir gibi temel sanayi kentlerindeki, demek oluyor ki toplumun nabzının attığı sanayi merkezlerindeki sınıf tabanı üzerine oturan bu platformlar, tüm bunlara karşı ne yapmışlardır? Aradan tam bir yıl geçmiştir, bu bürokratlar İstanbul gibi bir kentt26 Eylül ‘93 toplantısından beri bir yeni işçi temsilcileri toplantısını neden gerekli görmemişlerdir? 5 Nisan’dan sonra, 1 Mayıs’tan önce, 20 Temmuz’dan önce ve sonra, böyle toplantılar kesin bir zaruret değil midir? Bu tür toplantılar neden yapılmamıştır ve yapılmıyor? Bu tür toplantılar neden kurumlaştırılmıyor? Genel grev üzerine bunca laf ediliyor da, neden tabanda, fabrika ve işyerlerinde işçi komiteleri, genel grev komteeri oluşturulmuyor?

    Bu sorular çoğaltılabilir. Fakat sendika şube platformlarının gerçekte ne oldukları, ne ifade ettiklerini anlamak, ortaya çıkarmak için bu türden birkaç sorunun sorulması bile yeterlidir. Sonuç bu platformların pasif ve bürokratik bir reformizmi temsil ettikleridir. Bu halleriyle, sınıf hareketinin önüne örülmüş daha incelikli yeni bir barikattan başka bir şey olmadıklarıdır. Bu platformda yer alan ve platformun “sol” kanadını oluşturan bir kısım sözde “sosyalist” şube başkanının 27 Mart seçimlerinde 2. cumhuriyet programını açık açık savunan SHP adayı Zülfü Livaneli için kamuoyuna yönelik açık destek çağrısı yaptığını hatırlatmak, belki de çok şey söylemekten daha açıklayıcıdır.

    Fakat liberal kuyrukçularımızda liberal yanılsamaları yaratan Türkiye’nin bugünkü kendine özgü koşullarıdır. Sermaye düzeninin çözümsüz sorunları ve yaşamakta olduğu yapısal kriz ortamında, mevcut merkezi sendika bürokrasisi sınıfın iktisadi ve kısmi demokratik istemlerine bile sahip çıkamamaktadır. Böyle olunca, bu dar ve sınırlı istemlere belli bir biçimde sahip çıkanlar, böyle bir mücadeleden yana olanlar ya da öyle görünenler, liberal kuyrukçular için “namuslu ve dürüst”, “dinamik ve mücadeleci”, “sınıftan yana ve sınıf kaygusu güden” sendikacılar payelerini rahatlıkla kazanabiliyorlar. Oysa böyle bir mücadele platformu, her yerde ve her zaman burjuva reformist sendikacılığın ve onun politik alandaki izdüşümü olan liberal işçi politikacılığının gerçek zeminidir. Bu formist platform hain sendika merkezleri karşısında işçi sınıfının seçeneği olmak bir yana, sınıf hareketinin devrimci gelişmesi önünde yeni bir engeldir. Böyle bir platformu desteklemek, sarı sendikacılık karşısında pembe sendikacılığı, burjuva gericiliği karşısında burjuva reformizmini desteklemektir.

    Fakat hemen ekleyelim ki, alt kademe sendika bürokratlarına bu payeleri bu kadar kolay verenlerin tutumu basit bir liberal yanılsama değildir. Bu gerçekte böylelerinin son yıllarda ulaştığı yeni konumun sınıf hareketine yaklaşımda ortaya çıkan doğal bir yansımasıdır. ‘80 öncesinde devrimci-demokrattılar. Şimdi devrimcilik aşınıp eridi, geriye yalnızca demokratlık, yani o kaba burjuva demokratik ufuk kaldı. Burjuva ya da küçük-burjuva demokratizminin sınıf hareketi alanındaki yansıması ise her zaman ekonomizm, kendiliğindenciliğin kutsanması, liberal bir işçi politikacılığı olmuştur.

    İşçi sınıfı hareketinin kendini az çok göstermeye başladığı her burjuva toplumda, sınıfın dar iktisadi istemleri ve bunlarla bağlantılı demokratik siyasal istemleri üzerine oturan burjuva liberal bir işçi politikası için uygun bir zemin var demektir. Bu temele dayalı bir mücadele genellikle işçi sınıfının kendiliğinden gelişimi ile oluşur ve Lenin’in trade-unionculuk olarak ifade ettiği bir sendikalizmde ifade bulur. Trade-unionculuk burjuva anlamda politikleşmiş bir işçi hareketini anlatır. “Sendikacılık (trade-unionizm) , kimilerinin sandığı gibi, ‘siyaseti’ tümüyle dışlamaz. Sendikalar her zaman bazı siyasal (ama sosyal-demokrat olmayan) ajitasyon ve mücadele yürütmüşlerdir” (Lenin, Ne Yapmalı?) . Çoğu kere sınıf hareketinin ilk politizasyonu böyle gerçekleşmiştir. Türkiye işçi sınıfı hareketi tarihinde DİSK’in oynadı&curen; ı olumlu rol de budur.

    İlk ifadesini reformist bir sendikalizmde bulsa da, bu, bu politik zeminin salt sendikalar tarafından tutulduğu anlamına gelmez. Tersine bu zemin üzerine politika yapan burjuva ya da küçük-burjuva politik akımlar her ülkenin kendine özgü tarihsel koşulları içinde ve kendine özgü bir biçimde oluşur ve bunlar zaman içinde reformist sendikacılık akımı ile buluşurlar. Bu reformizm ile reformist sendikacılıkta ifade bulan bir sınıf hareketinin buluşup birleşmesidir. Reformist politik partiler bu buluşmanın temsilcisi ve taşıyıcısıdırlar. Reformist politik akım ya da parti, kendiliğinden gelişmenin sınıf hareketinde yarattığı sınırlı ufku bir program haline getirir, bunun üzerine oturur ve sınıf hareketini bu çerçevenin içinde kötürümleştirir. İşçi sınıfı, burjuva politik akımların dümen suyunda, kendi bağımsız devrimci sınıf kimliğinden ve tutumundan yoksun kal.

    İngiltere’de İşçi Partisi sendikalizmden doğdu. Birçok Avrupa ülkesinde başlangıçta sosyalist bir çizgiyi temsil eden partiler sonradan yozlaşarak ya da ondaki geriliğe boyun eğerek burjuva reformist işçi partileri haline geldiler. Sonradan benzer bir evrimi revizyonist çizgiye kayan komünist partileri yaşadı. Bütün bu partilerin politik çizgisinin özü ve esası, sınıfın düzen içi kısmi çıkarları ile burjuva düzenin genel çıkarlarını bağdaştırmaktan oluşmaktadır. Bunun artık olanaksızlaştığı koşullar (emperyalist savaş, kapitalizmin krizi, faşizm, vb.) bu parti ve akımların çöküntüsünü de beraberinde getirmiştir genellikle.

    Sınıf hareketi böylesi süreçleri Türkiye’de yaşamıştır. ‘60’lı yıllarda, liberal bir işçi politikası izleyen TİP’in burjuva sendikacılık hareketinden (Türk-İş) doğması, sonra bir başka çizgide DİSK’le buluşması yaşandı. ‘70’li yıllarda DİSK (başta TKP) revizyonist akımların sosyal-reformizmiyle içiçe geçti. Ardından ikisi birden burjuva reformist CHP’nin eklentisi haline geldiler.

    Bu bizi tartışmamız bakımından canalıcı olan soruna getiriyor. 12 Eylül’den itibaren eski DİSK artık yoktur. Kısmi istemler uğruna mücadele üzerine oturan eski sosyal-reformist akımlar iflas etti ve ‘80’li yıllarda çöktü. Oysa ‘80’li yılların ikinci yarısından itibaren işçi sınıfının ekonomik ve kısmi demokratik istemlere dayalı bir kendiliğinden hareketi oluştu ve dalgalı bir seyir içinde sürekli gelişti. Tam da bu koşullarda, DİSK’in ve liberal bir işçi politikası izleyen sosyal-reformist akımların yokluğu, liberal işçi politikacılığı alanında temelli bir boşluk demektir. Doğa gibi toplumun da boşluğu uzun süreli kaldıramadığı herkesçe bilindiğine göre, soru şudur: Bu boşluk ‘80’li yılların ikinci yarısından itibaren ve bugün, sendikal planda ve politik planda, nasıl ve kimler tarafından doldurulmaktadır ya da doldurulmaya &cceil; alışılmaktadır? (...)

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • ahmet kaya

    30.08.2007 - 19:53

    Ahmet Kaya'nın Kısa Hayat Öyküsü
    Ahmet Kaya’nın 1957 sonbaharında doğduğu şartlar düşünüldüğünde, ömrünün çoğunu sonbaharlarla geçireceğini tahmin etmek pek de güç değildi aslında. Ne kumaş fabrikasında işçi olarak çalışan babasının dünyayı değiştirmek gibi bir iddiası vardı ne de doğduğu şehir Malatya’nın ve ailenin kırk metrekarelik evinin dünyanın güzelliklerini rahatça görebilecekleri bir penceresi. Belki doğanın her türlü nimetiyle onurlandırdığı topraklardı doğduğu topraklar; ama dünyanın o yöresinde görülebilecek pek bir güzellik yoktu o yıllarda. İkinci Dünya Savaşı’nın iyiden iyiye yoksullaştırdığı Türkiye, küçük Ahmet’in doğumundan üç yıl sonra cumhuriyetin ilk büyük askerî darbesine şahit olacak, idam sehpalarında başbakanlarını, bakanlarını görecekti. Otuz dört yıllık genç cumhuriyet, çok büyük acılara gebeydi. Binlerce yıldır din uğruna, altın uğruna ve hatta bazen bir kadın uğruna onlarca ırktan milyonlarca insanın kanının döküldüğü Anadolu topraklarının acısı dinmeyecekti kim bilir kaç yıl daha.
    Beşinci ve son çocuktu Ahmet. Babası Adıyaman’dan Malatya’ya iş bulmak uğruna göç etmiş bir Kürt, annesi çocuklarını namuslu ve iyi yetiştirmeye çalışan bir Türk’tü. Türkiye’nin o yıllardaki özeti gibiydiler yani biraz. Ahmet’in otoriteyle uyuşmazlığı daha dört-beş yaşlarında iken sokakla tanışmasıyla başladı. Sakin ve kendi halinde yaşayan ailenin dünyayla çatışan, dışa dönük ve disipline edilemez bireyiydi o. Sinemaya gidebilmek için dedesinin ayvalarını manava satıyordu bazen, bazen mahallenin başıboş eşeğine binip zamanın en ünlü gazetesinde günlük bant olarak yayımlanan çizgi roman kahramanı Kara Murat olup kötüleri kılıçtan geçiriyordu.
    Müziğe olan ilgisini keşfeden babası, Ahmet henüz altı yaşındayken nerdeyse boyu kadar bir bağlamayı doğum günü hediyesi olarak eve getirdi. Ailenin yemek parasından artırılıp alınan bu bağlamanın engellenemez bir fırtınanın ilk esintisi olduğunun kimse farkında değildi elbette.
    Sanki bir uzvu eksik doğmuştu da Ahmet, o bağlama eve gelince tamamlandı vücudu.
    Birkaç ay içinde bağlamadan çıkardığı seslerle tüm aileyi bıktırdı. Oysa ona göre artık sahneye çıkmanın zamanıydı belki de. İnsanlar dinlemiyorsa o, dinleyecek birilerini mutlaka bulacak kadar inatçıydı. İlk konserini, bahçedeki kümeste tavuklara verdi. Tavuklar mutlu oluyor muydu bilinmez; ama Ahmet bu parasız konserleri uzunca bir süre devam ettirdi. İlk gerçek sahnesi içinse dokuz yaşına kadar beklemek durumundaydı. Dokuz yaşına geldiğinde babasının çalıştığı fabrikanın işçilerinin düzenlediği işçi bayramı gecesinde kendini sahnede buldu. İşçiler Ahmet’i dinlemeyi, Ahmet kendini dinleyen işçileri çok sevmişti o gün… Yüz binlerce insanın, işçinin hayatlarının yeniden darmadağın olacağı ikinci darbeye üç yıl vardı. O gece ne oradaki işçiler ne de Ahmet, çok yakın bir gelecekte işçi bayramını kutlamak şöyle dursun, işçi kelimesini bile kullanamayacaklarını bilmiyorlardı.
    Türkiye on binlerce üniversite öğrencisini, işçisini hapishanelerde çürümeye yollarken 1971 darbesine damgasını vuran olay, Amerikan emperyalizmine karşı duran henüz yirmili yaşlarının ortasındaki üç sosyalist gencin, hiç kimseyi öldürmedikleri ve yaralamadıkları halde, hızla yapılan bir yargılamanın ardından idam edilmeleri oldu. Ahmet on beş yaşındaydı. Anadolu toprakları, verdiği nimetlerin karşılığını almaya devam ediyordu. Bu toplumsal ve siyasal atmosfer eşliğinde bir kuşak daha büyüyor ve onların bilinci şekilleniyordu. Bu kuşağın tanıklık edeceği ilk haksızlık da bu olmayacaktı.
    Ahmet okula gidiyor ve geri kalan zamanlarında bir aile dostlarının kaset, plak satan müzik dükkânında çalışıyordu. Bu dükkânda çalıştığı sıralarda, çok çeşitli müzik türlerini tanıma imkânı buldu. Özellikle dükkâna gelen, Ruhi Su kasetleri alan ve bol paçalı pantolon giyen uzun saçlı gençler dikkatini çekmekteydi. Yıllar sonra kendi hayatını anlatan bir belgeselde onlara o zamanlar “Sucular” dediğini söyleyecekti. Ahmet’in Sucular dediği gençler, toplumsal duyarlılığı olan ve bütün dünyada 68 kuşağı olarak anılan kuşağın Türkiye’deki yansımasından başka bir şey değildi. Ahmet’in yazdığını hatırladığı ilk beste de o gençlerden biri olan, Volkswagen marka bir minibüsle dolmuşçuluk yapan ve bir süre yanında muavin olarak çalıştığı, çok sevdiği Başar Ağabey’i için yazılmıştır. Bir gün sokak ortasında aniden polis tarafından tutuklanıp götürülen Başar’ın durumuna çok üzülen Ahmet, “Bir Volkswagen alacağım, adını Başar koyacağım.” diye başlayan bestesiyle yüzlerce şarkılık bir repertuvarın ilk adımlarını attığını bilmemektedir elbette. çııÖÖçşAile, babanın emekli olması ve alınan emekli maaşının geçinmeye yetemeyecek kadar az olması nedeniyle Malatya’yı terk edip yeni bir iş ve çocuklar için daha iyi bir gelecek umutlarıyla İstanbul’a göç etme kararı alır. Dönem, tüm Türkiye’de göç dönemidir. Yüzlerce otobüs ve kamyon doğudan, batıdaki şehirlere ve özellikle de İstanbul’a her gün umut taşımaktadır. Her gün binlerce küçük çocuk, tıpkı Ahmet’in o zaman hissettiği büyük şehrin içlerine saldığı korkuyu ve bunun üzerlerine tüm ihtişamıyla çöküşünün ezilmişliğini yaşamaktadır. Ahmet, ilk kez gördüğü denizi kocaman bir dere sanmış, eşyalarının bulunduğu kolilerin üzerinde yazan “Malatya” yazısından dolayı küçümsendikleri bir şehre geldiklerini daha ilk gün anlamış ve yine daha ilk gün aynı dili konuştukları halde kendi konuşmasındaki aksan yüzünden “öteki” olduğunu fark etmiştir. Bu “fark”lılık, emeklerinden başka kaybedecek şeyleri olmayanları giderek yalnızlaştırmakta ve bu da çaresiz bir öfke mecrasına doğru birikmektedir.
    Türkiye’nin batısı nüfus olarak kabardıkça toplum katmanları arasındaki uçurum büyümekte, siyasî kutuplaşmalar uçlara gitmekte, ülke her yeni gün en batısından en doğusuna daha fazla gerilmektedir. Üniversitelerden her gün yeni ölüm haberleri gelmekte, gün be gün kötüye giden ekonomi ve işsizlik, sokaklara taşan kalabalıklar yaratmaktadır. Ahmet, okulu bırakıp aile ekonomisine katkıda bulunmak için çalışmak zorundadır artık. Sokağı artık başka bir gözle tanımaya ve başka türlü algılamaya başlamıştır. Kızlı erkekli gezen İstanbul gençliğine çok özenir; ama onlar gibi giyinmenin kendisine yakışmadığını hissedip çok üzülür. Ne doğduğu ve bildiği kültürü tamamen bırakabilir ne de İstanbul’u Malatya yapabilir. Birçok vasıfsız işe girer çıkar o yıllarda. Kısa süreli de olsa işportacılık, çeşitli iş yerlerinde çıraklık yapar; ama asla bağlamasını bırakmaz. Müzikle yatıp müzikle kalkmaktadır. Ve tabii ki ülkenin içinde bulunduğu durum, ruh hâlini nasıl etkiliyorsa müziğini de etkilemektedir.
    Çalışmaya başlayıp okulu bırakması, Ahmet’e sokağı daha fazla tanıma şansı vermiş; ama içinde bir yara daha açılmasına neden olmuştur. Konservatuvar okumak istemektedir; ama artık bu çok olası görünmez. Umudunu diri tutabilmek için liseyi dışardan bitirmeye karar verir. Ahmet’in iç depreminin en sarsıcı yıllarıdır bunlar. 70’li yılların ikinci yarısına doğru gelişen toplumsal muhalefet, kanalize olacak hiçbir alan bulamamakta, bu belirsiz iklim içinde en çok üşüyenlerden biri de tüm bunların farkında olarak hayata o yaşın heyecanıyla bakan Ahmet olmaktadır. Ne olacağını bilememenin ötesinde, yıllar sonra kendisinin de anlatacağı gibi besteler yapmakta; var olma, biraz para kazanabilme çabasıyla umutsuzca sokaklarda gezmektedir. O günlerde, tamamen mutsuzlaştığı ve umutsuzlaştığı bir gün yanından geçtiği ve hiç tanımadığı insanların bulunduğu bir düğün salonuna girip kendini düğünde dans edenlerin arasına atarak delirmişçesine ve ağlayarak dans ettiğini yıllarca hiç unutmayacak ve birçok sohbette anlatacaktır.
    Öteki olmanın, ayrıksı durmanın, çaresizliğin ve tutunamamanın birleştirdiği gençler, tüm idealizmleri ve hayatı değiştirme iddialarıyla her alanda örgütlenmeye başlamışlardır. Tüm devrimci arkadaşları gibi Halk Bilimleri Derneği’ne gidip gelmeye ve oradaki kültürel çalışmalara katılmaya başlar. Elbette orada da bağlaması elinden hiç eksik olmamaktadır. Daha ilk günlerden garipsenir Ahmet’in bağlama çalışındaki fark. Kendi başına öğrendiği için herhangi bir metoda ya da öğretiye uymamaktadır Ahmet’in çalış biçimi. O dönem, hayranı olduğu Ruhi Su’nun Boğaziçi Üniversitesi’ndeki bir dinletisine gider ve dinletiden sonra bir yolunu bulup “Usta”nın yanına ulaşmayı başarır. “Ruhi Su besteleri”ni kendisinin nasıl yorumladığını göstermek istemektedir Ruhi Usta’ya. Ruhi Usta’nın en bilinen eserlerinden “Mahsus Mahal” isimli şarkıyı çalar. Usta, şarkıyı yarıda kesip bağlamayı Ahmet’in elinden alır ve kızarak “Öyle at teper gibi bağlama çalınmaz, kavga edilmez bağlamayla, bağlama ile meşk edilir.” der. Ahmet, şaşkınlıkla oradan uzaklaşır; ama tabii ki bildiğini yapmaya devam edecektir. Ustanın sözleri Ahmet’i daha da biler, o güne kadar pek denenmemiş şeylerin peşindedir hep. Besteleri de bilinen hiçbir tarzın içine girmediğinden garipsenmektedir.
    Halk Bilimleri Derneği’ndeki arkadaşlarıyla müzik dinletileri ve halk oyunları gösterileri sunmak amacıyla Türkiye’nin çeşitli yerlerine giderler. Bir yandan çeşitli dernek ve sendikaların ya da öğrenci kuruluşlarının düzenlediği bu ‘Devrimci Geceler’de, dönemin âşıkları ve sanatçıları ile birlikte sahneye çıkan Ahmet, bağlamasını öfkeyle çalıp devrimci marşlar ve türküler söylemekte, diğer yandan tüm toplumsal duyarlılığı ile halkın içinde, onların somut ve yaşamsal taleplerine yanıt olabilmek amacıyla onlarla dayanışmaktadır. Van Depremi sonrası kamyonlarla eşyalar toplayıp depremzedelerin yanına giden devrimci gençlerin içinde de, bir gecekondu mahallesi oluşumundaki dayanışmada da Ahmet vardır.
    1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı’ndaki işçi bayramı kutlamalarında, çevre binalardan bugün bile hâlâ kimler tarafından açıldığı bilinmeyen otomatik silah ateşi altında yanı başındaki arkadaşlarını yitirir Ahmet. Ayakkabısının kalan tekiyle oradan sağ salim kurtulsa da arkadaş ölümlerine tanıklık etmenin ilk acısını, masum içerikli bir afişi asarken gözaltına alınarak ‘içerde’ olmanın nasıl bir duygu olduğunu yaşamıştır artık.
    Muhalif ve öfkeli kalabalıklar, kendilerine bir ‘yarın’ kurabilme telaşı ve hazırlığı içindeyken liseyi dışarıdan bitirip Eğitim Enstitüsü’nün Keman bölümüne girdiği sıralarda, Halk Bilimleri Derneği’nde Emine isimli bir kızla tanışır; çok geçmeden yakınlaşan ve kendilerini aynı saflarda hisseden iki genç, evlenmeye karar verirler. Nişanlanırlar; ancak bu ülkede her erkeğin hayata atılmadan önce yapması gereken bir görev vardır: Askerlik. 1978 yılında, Ahmet yirmi bir yaşındayken keman eğitimini yarıda, nişanlısını ardında bırakarak on sekiz ay sonra dönmek üzere askere gider.
    Askerliği Gelibolu’ya çıkar. Kısa sürede müziğe ilgisini ve kabiliyetini keşfeden komutanları onu orduevinin orkestrasında görmek isterler. Askerliğinin tamamını orkestranın joker elemanı olarak geçirir. Birçok müzik aletiyle kurduğu bağını burada geliştirir. Bağlamayla yaptığı müziğe kafasında kemanla kattığı Batı motifleri, askerdeyken çello gibi daha klasik aletleri mecburiyetten çalmasıyla daha da gelişir.
    Askerlik dönüşü daha saçları bile uzamadan hem Ahmet’in hayatının hem de Türkiye’nin üçüncü ve en büyük darbesi geliverir. 12 Eylül sabahı Türkiye, askerî marşlarla uyanır. Tüm kabine tutuklanarak hapse atılır ve sokaklarda bir sürek avı başlar. Ahmet’in birçok arkadaşı yakalanarak kimsenin bilmediği yerlere götürülür, gidenlerden haber alınamamaktadır. Askerlik öncesinde birkaç kez gözaltına alınması ve Halk Bilimleri Derneği ile olan bağlantısı yüzünden kendisini de aynı akıbetin beklediğini düşünüp gergin günler yaşamaya başlar. Türkiye’nin üzerinden tank paletleri geçmektedir. Bugünkü tahminlere göre 600.000 kişi çeşitli nedenlerle tutuklanır, binlerce kişi işkencelerde hayatını yitirir, binlerce kişi kaçak yollardan yurtdışına kaçıp çeşitli ülkelere sığınır. Türkiye, kötü yönetilmenin cezasını, gencecik ömürleri tüketerek ödemektedir.
    Ahmet tutuklanmaz; ama yapayalnız kalmıştır. Tüm arkadaşları, neredeyse tanıdığı herkes hapishanelerde ya da bilinmeyen bir yerlerdedir. 1981 yılı Ahmet’e bir başka büyük acıyı daha getirir. Nisan ayında hayatta en değer verdiği, o güne dek Ahmet’in müziğine gerçekten inanan tek insan olan babasını o yıl sonsuzluğa uğurlarlar. Ahmet kimseye görünmeden, babasının ona aldığı ilk bağlamayı eline alıp günlerce sokaklarda ağlar.
    Emine ile Ahmet evlenmiş, aylar geçtikçe darbenin içinde yaşamayı öğrenmişlerdir. Ahmet müzik yapıp içindekileri anlatmak, hapishanelerdeki dostlarına sesini ulaştırmak istemektedir; ama artık geçindirmek zorunda olduğu bir de evi vardır. Zira çok geçmeden 1982 yılı Ağustosu’nda çiftin bir kızları olur. Çiğdem koyarlar adını. Ahmet alır bağlamasını eline ve bir şarkı yazar; Çiğdem’e doğduğu dünyanın kötülüğüne ağlamamasını, geleceğe ilişkin umutları taze tutmak gerektiğini söyler şarkısında: “Ağlama bebeğim, ağlama sen de, umut sende, yarın sende… Çok uzakta öyle bir yer var; o yerlerde mutluluklar, paylaşılmaya hazır bir hayat var...”
    Kısa bir süre sonra Ahmet’in albüm yapmak peşinde olması, evi geçindirecek parayı kazanamaması, Emine’yi gelecek kaygısına sürükler. Bir gün hiç haber vermeden, o sıralarda birkaç aylık olan bebek Çiğdem’i de alarak evi terk eder Emine ve boşanırlar. Bir kez daha, bağlaması ve Ahmet yapayalnızdırlar.
    1984’e gelindiğinde Ahmet ısrarla şarkıları cebinde, müzik şirketlerinin kapısını aşındırmaktadır. Şarkılar da, Ahmet de yorulmuştur artık. Bilinen hiçbir türe benzememesi ve toplumsal içeriği yüzünden korkulması nedeniyle hiçbir firma yanaşmaz Ahmet’in albümünü yapmaya; ancak dipten derinden Ahmet’in adı ve şarkıları dillerde dolanmaya başlamıştır. Birkaç arkadaşının yardımıyla Hodri Meydan Kültür Merkezi ve Bilsak’ta dinleti düzenler ve afişlerinde de Ruhi Usta’nın kendine söylediği cümleye gönderme yapar: “Bağlama Böyle de Çalınır! ”
    Bu dinletinin umulanın çok üzerinde ilgi görmesi üzerine, elde kalan küçük bir para, arkadaşlarının ve annesinin de küçük katkılarıyla Ahmet yine Beyoğlu’nda, Sezer Bağcan’ın Değişim Stüdyosu’nda alır soluğu. Albümünü kendi yapacaktır. Sezer Bağcan, değişik şarkıları olan bu istekli genci çok sever ve başlarlar albüme. Şarkıları o dönem için çok tehlikelidir. Öyle şarkıları yayımlamayı bırakın, dinlemek bile suç olabilecek, hapishane kaçınılmaz son olacaktır; ama Ahmet şöyle der: “İş yok, sokaklarda aç geziyoruz, terk edildim, bebeğim bana gösterilmiyor, tüm arkadaşlarım da zaten içerde. Şarkılarımı söyler, arkadaşlarımın yanına giderim…” Ancak Ahmet ileride kendisinin de itiraf edeceği gibi hapse girmek istemekte; ama orda çok durmak istememektedir. Albümdeki onca eleştirel şarkının içine bir de Türk ordusunun Kurtuluş savaşındaki kahramanlığını anlatan bir şarkı koyar… Kafalar karışacaktır! çııÖÖçşAlbüm kısa sürede ve zor şartlarda biter. Bitmiş bir albüm satmasa da fazla ticarî bir risk getirmeyeceğinden bir firma bulması zor olmaz Ahmet’in. Çiğdem’e yazdığı şarkının adı olan “Ağlama Bebeğim” adıyla yayımlanır albüm 1985 yılının Nisan ayında. Hemen ardından İstanbul’un o günlerdeki en prestijli salonlarından biri olan Şan Tiyatrosu’nda da tek başına bir konser verir ve salon hiç beklenmedik şekilde tıka basa dolar.
    “Ağlama Bebeğim” albümü yayımlanır yayımlanmaz toplatılır ve Ahmet gözaltına alınır. İlk mahkemede hâkim, Ahmet’in “Ağlama Bebeğim” şarkısındaki “Çok uzakta öyle bir yer var, o yerlerde mutluluklar” sözlerine takılmıştır. O güzel yerlerin nereler olduğunu sorarlar Ahmet’e! Yargılama kısa sürer, belki de o kahramanlık şarkısının kafa karıştırmasıyla ve Danıştay kararıyla albüm serbest bırakılır. Firma ve Ahmet, albümün satışının serbest bırakıldığını gazeteye ilan vererek duyurur. “Ahmet Kaya’nın yasaklanan “Ağlama Bebeğim” isimli albümü mahkeme kararıyla serbest bırakılmıştır.” içeriğiyle çıkan ilan, albüme olan ilgiyi artırır. Hiç beklenmedik bir şekilde albüm önce hapishanelerde, sonra sokakta inanılmaz bir ilgi görmeye başlar. Ahmet, albümüyle yüz binlerce siyasî tutsağın ve onların ailelerinin sesi olmuştur.
    Hapse 1980’de girenlerin bir kısmı yavaş yavaş hapisten çıkmaya başlamıştır. İkinci albüm için yeniden Değişim Stüdyosu’na girilir. Değişim Stüdyosu’nun sahibi Sezer Bağcan, ünlü sanatçı Selda Bağcan’ın ağabeyidir ve Selda da darbeden sonra çok kısa bir süre Metris Askerî Cezaevi’nde yatmıştır. Selda hapisteyken oradaki kızlardan biri ile çok yakın bir arkadaşlık kurar. İşte o kız; Gülten Hayaloğlu, dört yıl yatıp hapisten çıkınca dostu Selda Bağcan’ın ısrarı üzerine Değişim Stüdyosu’nda çalışmaya başlar. Ahmet’in ikinci albümünün kayıtları sırasında Gülten ve Ahmet stüdyoda uzun süre sohbet etme imkânı bulurlar, dünyaya karşı aynı duygularla dolu iki gencin uzun sohbetleri kısa sürede su sızmaz bir arkadaşlığa dönüşür. Gülten, Ahmet’in ilk albümünü onunla tanışmadan dinlemiş ve çok beğenmiştir zaten; ama birçok kişi gibi o da Ahmet’in yüzünü bilmiyordur tanışana kadar. Çok geçmeden ikinci albüm “Acılara Tutunmak” yayımlanır ve o sıralarda da Gülten’le aralarındaki dostluk aşka dönüşür. İkinci albüm de hiç reklâm yapılmadan dilden dile dolaşarak inanılmaz satış rakamlarına ulaşır. Bu mutluluğu, sevdiği kadınla yaşayacaktır Ahmet.
    Albümler satmakta; ama para kazanılamamaktadır. Birçok yerde konser vermeye başlar Ahmet tek başına, bağlamasıyla. Birçok konserde gözaltına alınır, tutuklanır. Bu sırada Gülten’le evlenmişlerdir. O günlerde Gülten hapishanede tanıdığı bir idam mahkûmunun, Nevzat Çelik’in annesine yazdığı şiiri Ahmet’in önüne koyar: “Şafak Türküsü”. 1986 yılıdır ve hâlâ yüz binler hapishanelerde, haklarında karar bile alınamamış, yıllardır mahkemelerinin bitmesini beklemektedir. Hapishane önleri ağlayan anneler ve babalarla doludur. Üçüncü albüm, Ahmet’in bestelediği “Şafak Türküsü” adıyla çıkar. Ahmet bir kez daha toplumun kanayan yarasını anlatmış, bir kez daha sistemin yaramaz çocuğu olmuştur. Gözaltılar ve sorgular hiç bitmez; ama Ahmet artık iyiden iyiye tanınan ve çok tartışılan bir isimdir. 1986 Şafak Türküsü’nün yılı olurken 1987, Gülten-Ahmet çiftinin kızları Melis’in dünyaya gelmesiyle Ahmet’in ikinci babalığının da yılı olur. Ahmet, asıl Melis’te yaşayacağı baba olma duygusunun heyecanıyla inanılmaz üretkendir ve yepyeni bestelere peş peşe imza atmaya başlar.
    1987’de, gazetelerde “çok satanlar” listeleri de moda olmaya başlamıştır. Ahmet’in o yıl çıkan “An Gelir” albümü liste başına oturunca gerçek satışlar ve Ahmet’in ne kadar çok dinlendiği resmî olarak da ispatlanmış olur. O güne dek herhangi bir kategoriye sokulamayan Ahmet’in müziği belki de gazetelerin tür saptama gereği duymasından, yeni bir tür adı yaratır: Özgün Müzik. Ahmet, kendi kulvarını açmış ve onun müziğinin adı konulmuştur artık.
    Gülten’in şair bir ağabeyi vardır: Yusuf Hayaloğlu. Yusuf, Şişli’deki küçük atölyesinde tasarım, yontu ve grafik işleri yapmaktadır. Ağabeyinin şiirlerini ve üretkenliğini bilen Gülten, bu şiirlerle Ahmet’in müziğinin buluşmasından iyi bir sonuç çıkacağına inanmakta, şarkı sözü yazmayı hiç düşünmeyen Yusuf’la Ahmet’i ortak üretimde buluşturmayı çok istemektedir. Bir gün Tarabya sırtlarında hep birlikte yemekteyken bu konuda sürekli direnen Yusuf, Ahmet’in önüne ilk şarkı sözü denemesini koyuverir: “Hani Benim Gençliğim”. Yıllarca dillerden düşmeyecek, Türkiye’de bir fenomen olacak ve ellerinden tüm sevdiği şeyler alınmış bir gençliği anlatan bu sözleri okur okumaz Ahmet ağlamaya başlar. Gece eve döner dönmez bir çırpıda besteler sözleri. Takip eden günlerde yine Yusuf’un birkaç şarkı sözünü de besteleyip kendi şarkılarının yanına koyan Ahmet, 1987 yılının Kasım ayında “Yorgun Demokrat” adlı albümünü yapar. Albüm yine defalarca yargılanır; ama yine liste başlarından inmez ve Ahmet’in başarısının, sistemle uyuşmazlığının, muhalifliğinin geçici olmadığı kanıtlanır.
    Ahmet üretmeye devam ederken işçilere, öğrencilere, Türkiye’nin her yerinde hak ettikleri yaşam için mücadele ettiğine inandığı mağdurlara şarkılarıyla destek olmaya gider; bir yandan konserler veriyorken öte yandan ardı ardına albümler yapmaya da devam eder. 1988’in Ağustosu’nda “Başkaldırıyorum” ve 1989 Nisanı’nda tek bağlamayla verdiği konser kayıtlarından oluşan “Resitaller” albümünü piyasaya çıkarır. Her iki albüm de bir kez daha dönemin en çok satan albümleri olurken özellikle “Resitaller”in tek enstrüman ve iki mikrofonla kaydedilmiş bir albüm olarak listelerin başına yerleşip uzun süre inmemesi de bir ilk olarak tarihe yazılacaktır.çııÖÖçş1990 yılında ilk kez çok geniş bir alanda konser verme şansı bulan Ahmet’in Gülhane Parkı’ndaki konserine 70.000 biletli, tahmini 150.000 kişi gelir. Konserde büyük olaylar çıkar, polis havaya ateş açar ve seyircilerden çok sayıda yaralanan olur. Ahmet, bir kez daha, bir seyircinin sahneye atlayıp boynuna doladığı fuların sarı-kırmızı-yeşil renklerinin Kürt simgesi olması gerekçesi ile yargılanır.
    Profesyonel anlamda müziğe başladığı yıllarda Ahmet’in bu kadar geniş kitleye ulaşabilmiş olmasının diğer ilginç tarafı da o dönemde Türkiye’de hiçbir özel televizyonun bulunmayışı, sadece devlet televizyonu ve radyosunun bulunmasıdır aslında. Yani Ahmet Kaya yasaklı olduğu için işitsel ve görsel hiçbir medya organında duyulmuyor, görülmüyor, şarkıları çalınmıyor, adı bile anılmıyordur. Konserlere ağırlık vermeye devam eder Ahmet. Onu sadece bir resim olarak tanıyan hayranları da gittiği her yerde konser salonlarını tıka basa doldurur.
    Ahmet’i o yılların gazete kupürlerinde genellikle ya yargılanırken, ya konserlerinde çıkan olaylar nedeniyle, ya üniversitelerdeki antidemokratik uygulamaları protesto eden öğrencilerin eylemlerine destek olmak için açlık grevlerinde, ya grev yapan işçilerin yanında ya da mahkûm yakınlarına yaptığı yardımlar sırasında görebiliyoruz.
    80’lerin sonuna doğru Türkiye birkaç yıl önce askerî izinler ve yönlendirmelerle kurulan meclisiyle çok partili demokrasiye geri dönmüş olsa da hâlâ hapishaneler 12 Eylül 1980 darbesiyle hapse girenlerle doludur ve ülke gerçek demokrasiden çok uzaktır.
    1982 yılında yapılan ve darbe anayasası olarak anılan anayasa yürürlüğe girse de akademisyenler, uygulayıcılar, siyasal partiler, dernekler, sendikalar, basın-yayın organları tarafından şiddetle eleştirilmektedir.
    Eylül’ün o ağır koşullarında başlayan ve hâlâ süren davalarda, mahkemeler idam cezaları, müebbetler veriyor; sesleri kısılmaya çalışılan tüm bir kuşak karalanıyor, kötüleniyor, iyi ve güzel olan her şeyden soyutlanmaya çalışılıyordu. Kendisini yeniden hayatın içine sürmeye çalışan gençliğin, hayatı değiştirme ütopyası sürse de, onlar cezaevlerindeki direnişleriyle umutlarını ayakta tutmaya çalışsalar da daha uzun yıllar boyunca paylarına sadece acı düşecekti. Bu ülkeyi ve bu halkı kendimizden daha çok sevdik diyen bu gençler düşlerinin cezasını çekiyorken Türkiye’nin ilk özel televizyonları da o yıllarda kurulup yurtdışından Türkiye’ye yayın yapmaya başlarlar. Bundan sonra Ahmet Kaya ilk kez televizyonlarda boy gösterecek ve halkla daha yakından tanışacaktır. Onun muhalif dilini, haksızlıklar karşısında hiç korkmadan ağzına geleni söylemesini daha yakından tanıma fırsatı bulan sevenleri ona daha fazla bağlansa da sistem, bu gidişata engellerini doz arttırarak koymaya devam edecektir; çünkü düşsüz bırakılmış bir kuşağın sesi olmuştur artık Ahmet. Tarihsel ve gündelik kaygıları bir arada yaşayarak üreten Ahmet’in üretimi ne kadar yok sayılırsa onu benimseyenler o kadar çoğalır. Albümleri birçok ilde toplatılır, konserleri yasaklanır, hakkında onlarca yıl istenen davalar açılır.
    Özel televizyonların çoğalması Ahmet Kaya’ya kendini ilk ağızdan anlatma fırsatını doğurduğu gibi, onun içindeki görsel sanat merakını da ortaya çıkarır. Eski şarkıları da dâhil birçok şarkısına kendi yönetmenliğinde video klipler çeker. Ahmet artık Türkiye’nin en çok konuşulan, en popüler ve en çok satan birkaç sanatçısından biri durumuna gelmiştir. Bir muhalif olarak bu durumu doğru değerlendirme gerekliliğinin farkındadır Ahmet. Her adımında medya tarafından takip edilirken reytinginin yüksekliği nedeniyle birçok televizyon programına sıkça çağrıldığında, her fırsatta toplumsal mesajlarını verir. Doğru bildiklerini kendine has üslubuyla söylemeden duramaz. Medya için çok istek alınan bir malzeme olmakla beraber, ağır eleştirileri ve muhalif üslubuyla da yine medya tarafından hem çekinilen hem çok eleştirilen bir adam olur.
    Bu yıllarda yurtdışı ve yurtiçi konserleriyle birlikte peş peşe, her biri satış rekorları kıran albümler yapar. Sırasıyla: İyimser Bir Gül (Kasım 1989) , Resitaller 2 (Mayıs 1990) , Sevgi Duvarı (Ekim1990) , Başım Belada (Ağustos 1991) , Dokunma Yanarsın (Temmuz 1992) , Tedirgin (Nisan 1993) albümlerini piyasaya çıkarır. Her bir albüm, listelerde en üst sıraya yerleşirken Ahmet Kaya çeşitli kurumlar ve gazetelerden onlarca ödül alır. Aynı yıllarda, her siyasî görüşten Ahmet Kaya taklitleri piyasaya çıkmaya başlar. Piyasayı saran birçok albümün kapağında Ahmet Kaya gibi giyinmiş, Ahmet Kaya gibi sakalı olan, Ahmet Kaya gibi duran sanatçılar vardır ve bunlar, Ahmet Kaya müziğine benzetilmeye çalışılan şarkılar söylemektedirler. Öyle ki bunların çoğunluğunda Ahmet Kaya’nın şivesinden kaynaklanan bazı kelimelerin farklı vurgusu bile aynen Ahmet Kaya gibi söylenmiştir.çııÖÖçşAhmet’in dünya üzerinde en çok merak ettiği ülkelerden biri Küba’dır. 1993 yılında eşi Gülten, kızları Melis ve bir grup arkadaşıyla Küba’ya, 1 Mayıs kutlamalarına giderler. Küba’da birçok sanatçıyla ve hükümet görevlisiyle tanışır Ahmet. Dönüşte Küba’nın ünlü Tropicana grubunun bir kısmını Türkiye’ye davet eder. Davet üzerine Türkiye’ye gelen Tropicana’dan dokuz kişilik bir ekibi kendi evinde de misafir eder Ahmet ve gelirinin tamamı Kübalı çocuklara kalmak üzere on altı konserlik bir turne yaparlar.
    Bu dönemde Ahmet Kaya, Bosnalı çocuklar için, Danimarkalı işçiler için yapılan konserlere katılır. Avrupa’nın hemen her ülkesinde çeşitli yardım konserleri verir.
    90’lar, Anadolu topraklarındaki bitmeyen kavgaların bir yenisinin iyiden iyiye alevlenmesiyle başlar Türkiye’de: Kürt sorunu. Türkiye’nin doğu ve güneydoğu illerinde PKK ile Türk ordusunun mücadelesi kısa zamanda etkisini tüm Türkiye’de gösteren bir iç savaşa dönüşür. Türkiye’nin dört bir yanında her gün olaylı, gösterili cenazeler kaldırılır. Anneler oğullarına ağlarken doğuda Kürt nüfusun çoğunlukta olduğu bölgelerden de neredeyse her aileden birkaç kişi dağlara çıkıp savaşmaya başlamakta, yas hiç bitmemektedir. “Kürt diye bir şey yok, Kürtçe diye bir dil yok.” denildikçe Kürt kökenli vatandaşlar PKK saflarına geçmekte; PKK tarafından gelen saldırılar çoğaldıkça devlet, önlemlerini sertleştirmektedir. Savaş ortamının gergin günleri ve sert önlemler sırasında medya, Kürt sözcüğünü korkulacak bir sözcük haline getirir. Artık Kürt demek, PKK demekle neredeyse özdeşleştirilir. Milyonlarca Kürt ve Türk binlerce yıldır dost olarak yaşadıkları bu coğrafyada, birer yabancıdırlar artık. PKK saflarında hiç bulunmadan, PKK ile hiçbir ilişkide olmadan Kürt dilinin ve kültürünün kabul edilmesi ve buna saygı gösterilmesi gerektiğini söyleyen birçok insan da vatan haini ilan edilmeye başlar. Bunlardan biri de Ahmet Kaya’dır.
    Medya’nın uzattığı hemen her mikrofonda, her konserinde, her televizyon programında bu sorunu dile getirir Ahmet Kaya. Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmesini değil, daha da birleşmesini istediğini ve tam demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti’nde her ırktan insanla kardeşçe yaşamak istediğini anlatmaktadır her seferinde; ancak devletin bu ülkede Kürtlerin de yaşadığını kabul etmesi, Kürt dilini ve kültürünü tanıması, doğudaki Kürt nüfusun yoğun olduğu yerlere daha iyi eğitim ve yaşam koşulları getirilmesinin gerektiğini vurgular hep. Hiçbir zaman, hiçbir örgütü desteklemediğini, sanatın örgütler üzeri olduğunu ve örgütlü sanat yapılamayacağını, sadece kendi doğrularını söyleyip şarkılaştırdığını, en doğusundan en batısına kadar Türkiye’yi çok sevdiğini, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü savunduğunu, ancak “Kürt diye bir şey yok.” demenin sorunu hiçbir şekilde çözmeyeceğini söyler durur. Ahmet “Kürt” dedikçe basında çıkan Ahmet Kaya haberleri sertleşir.
    1994’te çıkardığı “Şarkılarım Dağlara” albümü yayımlanır yayımlanmaz çok açık arayla listelerin başına oturur. Albümden üç parçaya aralıklarla çekilen klipler tüm televizyonlarda en çok istenen klipler olurlar (Saza Niye Gelmedin, Kum Gibi, Ağladıkça) . Bu albümde hâlâ dillerden düşmemiş şarkılardan “Ağladıkça”nın söz yazarı ise eşi Gülten Kaya’dır.
    Şarkılarım Dağlara, bugüne kadar resmî 2 milyon 800 bin satışla, kırılması çok zor bir rekora ulaşmıştır. Türkiye’de bandrolsüz, yasadışı kaset ve CD üretiminin bandrollü satıştan çok yüksek olduğu gerçeğinden yola çıkılırsa bu satışın aslında birkaç kat daha fazla olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
    Albümün hemen ardından Kanal D ile bir program anlaşması yapar Ahmet Kaya. Gülten Kaya ve Yusuf Hayaloğlu ile hazırladığı programın adı “Ahmet Abi’nin Vapuru”dur. Bu programda konuk ettiği sanatçılarla şarkılar söyler ve ülke gündemini konuşur. Programdaki kürsüsünü de sıklıkla barış, kardeşlik ve demokrasi çağrıları yapmak için kullanır. Ülkenin dört bir yanından konuk ettiği sanatçılarla Türkiye’nin çok kültürlülüğündeki zenginliği vurgular. On üç hafta süren bu programların her birinde, ağırlıkla Yusuf Hayaloğlu’nun yazdığı ve kendisinin yönetip oynadığı şiir klipleri çeker.
    1995 yılında Türkiye, her cumartesi günü Beyoğlu’nda Galatasaray Lisesi’nin önünde bir araya gelen ve kayıp çocuklarını aradıklarını söyleyen annelerle tanışır. Çok geçmeden “Cumartesi Anneleri” adını alacak bu sivil inisiyatif, annelerin engellenmesi ve gözaltına alınmalarıyla gündeme oturacaktır. Cumartesi Anneleri, çeşitli siyasî gerekçelerle polis tarafından sorguya alınmış ve kendisinden bir daha haber alınamamış çocuklarını arayan annelerden oluşmaktadır. Birçok şarkısında zaten anne kavramını kutsamış olan Ahmet Kaya, Cumartesi Anneleri’nin safında yer alır ve o yıl, yani 95’te çıkardığı albüme ismini veren parçayı da Cumartesi Anneleri için yazar: “Beni Bul (Anne) ”.
    Bu başkaldıran sert adam ifadesinin altında hiçbir zaman asık bir surat taşımamıştır Ahmet Kaya. Onu tüm tanıyanların çok eğlenceli, esprili, ilginç, hazır cevap ve çok zeki olduğunu söylediklerini rahatlıkla ifade edebiliriz. O, aslında hep mahallenin başıboş eşeğinin üzerinde düşmanları kovalayan çocuk olarak kalmıştır bir tarafıyla. Konserlerden ve müzik çalışmalarından fırsat buldukça ailesi ve dostlarıyla geniş sofralarda yemekler yemek, onlara yemek yapmak, sabaha kadar sohbet etmek, çeşitli şakalar hazırlayıp onları tuzağa düşürmek en büyük keyiflerindendir. Kızı Melis’le vakit geçirmeye, elektronik aletler alıp onların içini açarak incelemeye, kamerasıyla kurguladığı sahneleri çekmeye bayılır. Para mefhumu pek gelişmemiştir.
    Kızı ve eşinin geleceğini garantilemek dışında neredeyse hiçbir elle tutulur yatırım yapmaz. Birçok turneden beş parasız döner. Organizatör parayı ödemez; ama onu bekleyen insanların bir suçu olmadığı düşüncesiyle yine de çıkar konsere, ihtiyacı olduğunu düşündüğü birilerine cebindeki tüm parayı verir, bazı konser gelirlerinin tamamını kendisine eşlik eden müzisyenlere dağıtır. Bu tavrını da “Ben istediğim zaman zaten para kazanırım.” diye açıklar.
    ’96 yılında ilk üç albümünden seçme şarkıları yeniden düzenleyerek ve albüme iki de yeni parça koyarak hazırladığı “Yıldızlar ve Yakamoz” albümü, yine en çok satan albüm koltuğuna oturur. Albümdeki yeni şarkılardan “Yakamoz” ve onun klibi bir kez daha döneme damgasını vuracaktır.
    Her yaptığı albüm olay olduğu gibi her söylediği de olay haline getirilir Ahmet Kaya’nın. Kürt dili ve Kürt kültürüne yaptığı vurgular nedeniyle iyiden iyiye basının hedefi haline gelen Ahmet, artık herhangi bir konuda söylediği herhangi bir cümle ile de boy hedefi haline getirilmektedir. Türkiye’de eskiden köylerde berberlerin diş çekmesi, sünnet yapması gibi alışkanlıklar olduğundan söylenegelen bir deyimi Ahmet Kaya söyleyince basının yönlendirmesiyle Berberler Federasyonu ayaklanır. Bir programda bir konuğun Tokatlı olduğunu söylemesi üzerine gülerek “Bak, Tokatlılar tehlikeli adamlardır.” diye espri yapmasına Tokatlılar ayaklanır. Aynı dönemlerde fazla milliyetçi bulduğu çeşitli sanatçılara da kendi üslubunca, nüktedan göndermeler yapar.
    Türkiye’de radikal İslam ve radikal sol görüş baştan beri zıt kutuplardır ve asla adları bir arada anılmaz. Birbirlerine yaptıkları sert eleştiriler, birçok kez gündem olmuştur ülkede. ’97 yılında İstanbul Belediye Başkanı, şu anda Başbakan olan Tayyip Erdoğan’dır ve bir mitingde okuduğu şiir yüzünden yargılanarak 9 ay hapse mahkûm edilir. Bu mahkûmiyet üzerine İslamcıların yoğun protestosu sürerken sol kesimden kimse sesini çıkartmaz. Ahmet Kaya’ya mikrofon uzatılır ve Ahmet Kaya “Demokrasi hepimiz içindir. Düşünce özgürlüğünün benim için ne kadar var olması gerekiyorsa Tayyip Bey için de o kadar olması gerekir. Kimse, okuduğu bir şiir yüzünden özgürlüğünden alıkonulmamalıdır! ” deyince Ahmet Kaya bu kez sol kesimin yoğun tepkisiyle karşı karşıya kalır. Aynı zamanlarda üniversitelere başörtüleriyle girmek isteyen ve alınmayan İslamcı öğrencilerin eylemlerine de aynı demokrasi tanımıyla “Ben takım elbise giyebiliyorsam o da başörtüsü takabilmelidir.” diyerek destek olunca gazetelerin köşe yazılarında demokrasi ve özgürlük kavramlarıyla ilgili derin bir tartışma başlar. Bunun üzerine Ahmet Kaya “Beni sağcılar sevmez, beni solcular sevmez, beni İslamcılar sevmez. Peki kardeşim kim bu benim albümlerimi alan milyonlarca insan, kim bu konserlerime gelen on binler? ” diyerek halktan kopuk siyaset üreten köşe yazarlarını ve sanatçıları eleştirir.
    Gülten ve Ahmet çifti, Ahmet’in çalışmalarını daha özgür ve rahat yapabilmesi ve yeni yetişen genç, kabiliyetli müzisyenlere albümler yapabilmek için bir stüdyo ve bir yapım firması açmaya karar verirler. GAK (Gülten Ahmet Kaya) ismini verdikleri bir müzik yapım firması ve aynı isimle bir de stüdyo kurarlar. Bu stüdyoda yıllardır Ahmet Kaya’nın asistanlığını yapmakta olan Çetin Oraner’e ve beş konservatuvar öğrencisinden kurulu Kent Ozanları adlı gruba albümler yapılır, onların klipleri Ahmet Kaya yönetmenliğinde çekilirken Ahmet Kaya da ’98 Martı’nda ilk kez kendi stüdyosunda kayıtlarını yaptığı “Dosta Düşmana Karşı” albümünü bitirir.
    “Dosta Düşmana Karşı” da en çok satan albümler sıralamalarında birinciliği çok geçmeden alır. Albümden “Giderim” ve “Korkarım” isimli parçalara çekilen klipler o yıl uzunca bir süre en çok istenen ve yayımlanan klipler olur. Ahmet, birçok şarkısını tamamladığı son bir albümden sonra birkaç yıl için müzik çalışmalarını ağırlaştırıp artık kafasında yıllardır kurduğu ve senaryosunu yazmaya çalıştığı “Mülteci” isimli filmi çekmek istemektedir. Hatta sinema ve tiyatro sanatçısı dostlarıyla bir araya geldikçe rol paylaştırmaya bile başlamış, filmi için uygun mekânlar aramaktadır.
    Ahmet Kaya’nın sanat hayatı boyunca aldığı ödülün kesin sayısını bilemiyoruz; ancak birçok kez çeşitli kurumlar, televizyonlar, gazeteler, dergiler tarafından halk oylamalarıyla yılın sanatçısı seçildi. Birçok yardım kuruluşu ve demokratik kitle örgütlerinden onur ödülleri aldı. Neredeyse her albüm sonrası olduğu gibi ’98 yılında da bu kez Magazin Gazetecileri Derneği’nin halk oylarıyla belirlediği “Yılın Sanatçısı”, Ahmet Kaya olmuştu.
    10 Şubat 1999 gecesi Türkiye’nin en ünlü sanatçılarının ve simalarının bulunduğu bir salonda yapılıyordu ödül töreni ve Show TV’den canlı yayımlanıyordu tüm Türkiye’ye. Herkes sırasıyla çıkıp ödülünü alıyordu sahnede. Sıra Ahmet Kaya’ya geldi, yılın sanatçısıydı Ahmet Kaya. Bir kez daha sahneye alkışlarla çıktı, ödülünü aldı ve “Giderim” isimli şarkısını söylemek için mikrofonu eline alıp şu konuşmayı yaptı:
    “Ben bu ödül için İnsan Hakları Derneği’ne, Cumartesi Anneleri’ne, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var: Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir KÜRTÇE şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayımlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayımlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum.”
    Salonda derin bir sessizlik oldu…
    10 Şubat gecesi, o açıklamadan hemen sonra başladı daha önce hiç rastlanmamış ve hiçbir sanatçının yaşamaması gereken senaryo. Yaptığı konuşmaya karşı çeşitli protesto sesleri yükselirken Ahmet Kaya, elinde ödülü, her zamanki tavrıyla, gülümseyerek şarkısını söyledi. Şarkısını bitirince mikrofonu bırakıp yerine doğru yönlenmesiyle bazı sanatçıların(!) , gazetecilerin, magazin dünyasının bilinen isimlerinin masalarından önce yuhalamalar yükseldi ve hemen ardından sağdan soldan Ahmet’e çatal bıçak fırlatmaya başladılar. Ahmet, en dipte eşi Gülten ve birkaç arkadaşının oturduğu masaya güçlükle varabildi. Ortalık fena halde karışmıştı. Tüm Türkiye’nin gözleri önünde, canlı yayında kameraların ve ayaklanmış insanların arasından Ahmet’in acı gülümsemesi görünüyordu. Birkaç garson ve sanatçı Ahmet ve Gülten’e atılan çatalların, yemek artıklarının arasında durmaya çalıştılar. Tam bir arbede yaşanıyordu. Ahmet “Kürtçe” demişti çünkü.
    Sunucular durumu toparlamak için alelacele sıradaki şarkıcıyı sahneye çağırdılar. Bu şarkıcının, bu hassasiyetin üzerine son derece provokatif davranarak, şarkısının sözlerini değiştirerek (“Bu devirde kimse sultan değil, hükümdar değil, padişah değil / Atatürk yolunda tüm Türkiye / bu vatan bizim / ellerin değil”) gibi bir kahramanlık marşı haline getirerek okuması, arkasından da bir eğlence gecesinde 10. Yıl Marşı’nı okumasının hemen ardından Türkiye’nin en ünlü anchormanlerinden biri sahneye atlayıp salonda bulunan tüm sanatçıları marş söylemeye çağırdı. O sırada Ahmet, güvenlik ve kamera çemberi içinde salonu terk ediyordu. Salon, hain(!) bir adam ve eşinden temizlendikten sonra gece, olanca coşkusuyla(!) devam etti.
    Kaya çifti uzun yıllardır yargılamalara ve gözaltına alınmaya alışıktılar; ama 11 Şubat sabahı hiç yaşanmamış bir yargılamayla baş başa kalmışlardı. Ülkenin birçok gazetesi olayı baş sayfadan vermiş, tüm ana haber bültenleri dakikalarca bu haberi geçmiş ve Ahmet’i vatan haini ilan etmişti.
    Daha bitmemişti ama… 14 Şubat günü ülkenin en yüksek tirajlı gazetesi Hürriyet, en büyük puntolarıyla baş sayfasına “Ayıp Ettin Gözüm” başlığı attı. Mahkemeye asla sunulmayan, 1993 yılında Berlin’de çekildiği iddia edilen ve sahne arkasında Türkiye topraklarının bir kısmını Kürdistan olarak gösteren Ahmet Kaya konseri fotoğrafı yayımlandı. İlk sorgudan sonra tutuklanıp cezaevine gönderilen Ahmet Kaya, aynı gün avukatlarının yaptığı itirazla serbest bırakıldı. Ahmet serbestti şimdilik; ama basın tarafından ablukaya alınmış evlerinde Gülten, Ahmet ve Melis yapayalnız kalmışlardı. Çok yakın birkaç dostları dışında çevrelerini sarmış olan onlarca kişiden, her gün defalarca arayan ve birlikte şarkılar söylediği sanatçılardan hiçbiri çaldırmadı telefonlarını. Televizyonlar ilk haber olarak hain Ahmet’i anlatıyorlardı haber bültenlerinde. Melis on bir yaşındaydı, bir yanı başındaki babasına, bir televizyondaki ‘vatan hainine’(!) bakıp anlam vermeye çalışıyordu olanlara.
    Kocaman bir yalnızlığa sürüklenen aile, posta kutularına bırakılan isimsiz mektuplar ve telefonlarla ölüm tehditleri alıyorlar, kızlarını okula büyük bir kaygı ile gönderiyorlardı. Ahmet sokağa çıkmayı bir kez denediğinde marşlarla ve tükürüklerle karşılandı.
    Devam eden duruşmalarda, pasaport kayıtlarıyla 1993’te Ahmet’in Almanya’ya hiç gitmediği kanıtlansa da, basında çıkan o fotoğraf tüm yazışmalara rağmen Hürriyet gazetesi tarafından mahkemeye sunulmasa da, Ahmet resmin fotomontaj olduğunu ve olmasa dahi özellikle yurtdışında bir konserde sahne dizaynından sanatçının sorumlu tutulamayacağını ne kadar söylese de, hiçbir gazete bunları yazmadı. Kimse Hürriyet gazetesine ’93 yılında hainliğini tespit ettiği bu adama ’94 yılında neden “Yılın Sanatçısı” ödülü verdiğini sormadı ve kimse savcının iddianamesinin sadece televizyonlardaki yorumcuların cümlelerinden ibaret olduğunu fark etmedi, etmek istemedi.
    Yapayalnız geçti sonraki günler. Ahmet, stüdyosundan çıkmıyor ve geleceği göremediği için alelacele yeni albümdeki şarkıları kaydetmeye çalışıyordu. Çok aşırı kilo almaya başlamış ve cildinde problemler oluşmuştu. Dostlarının bir telefon açmamasına, bir merhaba dememelerine çok içerlemişti. Hayatı boyunca bir film yapmak istemişti Ahmet; ama başkalarının yazdığı bu senaryoda başrol oynamayı hiç benimseyemedi.
    İlk mahkemede Savcı, “Vatana İhanet” suçlamasıyla 13 buçuk yıl hapsini istedi; Ahmet de on iki sayfalık bir savunma yaptı. Savunmasında, kendisini hiçbir yere ait görmeyecek kadar dünyalı, duygularını hiçbir biçimde daraltmayacak kadar evrensel yaşayan bir müzik adamı olduğunu, dünyanın bütün dillerini, dinlerini, uluslarını ve onların kültürlerini, inançlarını, şarkılarını sevecek ve onlara hoşgörüyle bakacak kadar büyük bir yüreğin sahibi olduğunu söyledi. “Başka bir dilden, örneğin İtalyanca, Arapça ya da İngilizce şarkı söyleyeceğimi açıklasaydım, yine vatan haini ilan edilir miydim? Her an yanı başımızda duyduğumuz ve konuşulan bu dili ben bilmediğim halde, bilen ve konuşan milyonlarca insanla aynı topraklarda yaşıyor olmam gibi nesnel bir gerçekten yola çıkarak bu dilden bir tek şarkı söyleme isteğim, bütün bir Türkiye halkı ve çocuklarımın önünde ‘Vatan Haini’ olarak suçlanmamı mı gerektiriyor sizce? ” diye sordu mahkemeye.
    Mahkeme, delillerin toplanması için ileri bir tarihe ertelendi.
    Mahkemeden sonraki gün gazeteler on iki sayfalık savunmanın tek kelimesini yayımlamadılar. Sanık Ahmet Kaya gazetelerin baş sayfalarında “Yavşak”, “Soysuz”, “Şerefsiz”, “Alçak”, “Fikirsiz fikir suçlusu” diye anılırken kimse Ahmet’in okuma yazma bilen iki kızının olduğunu umursamadı.
    Ahmet’in imzaladığı bir Avrupa turnesi anlaşması vardı. Yurtdışına çıkma yasağı konulmuştu. Mahkemeye tekrar başvuruldu ve mahkeme, yasağı kaldırdı.
    1999 Haziranı’nda Kürtçe şarkıyı stüdyosunda söyleyip kaydettiği gecenin ertesinde, sabah 4’te yağmurlu bir İstanbul’a kırgın, yorgun ve bir dost uğurlaması olmaksızın veda etti.
    Ve Paris… Ahmet Kaya, Avrupa’da konserlerini veriyor ve Türk basını Ahmet’i izliyordu. Basın, Ahmet’in her söylediğinden anlamlar çıkarıp üzerine geldikçe Ahmet hırçınlaşıyor, yalnızlaşıyordu. Her cümlesi manipüle ediliyor, her konser haberi çarpıtılıyor, yazılı basın ve TV’lerin ana haber bültenleri onun en birleştirici cümlelerini en kıyıcı cümleler haline getirerek yayımlıyorlardı. Tüm bunlar yeni dava konuları oluşturuyordu.
    Bir konserinde “…Birkaç şerefsizin yüzünden bana yaşatılanları, ülkemden bu kadar uzakta kalmayı ve içine düşürüldüğüm bu durumu içime sindiremiyorum. Kürt realitesinin kabul edilmesini istiyorum. Türkiyeli Kürt Ahmet olarak yaşamak istiyorum.” diyor, bu cümle ertesi günün gazete manşetlerinde “Vay Şerefsiz” üst başlığı ve “Ahmet Kaya 64 milyona hakaret etti.” cümleleriyle yer alıyordu. O, cevap hakkını kullanmak istiyor ve/fakat yaptığı açıklamalar hiçbir gazetede ya da televizyonda yer almıyordu.
    İçeriğinde “Benim hesabım Türk halkıyla ya da Türkiye Cumhuriyeti’yle değil, benim sorunum kendim gibi ağlayan Kürt halkıyladır.” cümleleri yer alan haber, “PKK militanı gibi” bir başlıkla sunuluyordu.
    “Bir Boşnak ‘Ben Boşnağım.’, bir Ermeni, ‘Ben Ermeniyim.’ vs. diyebiliyor. Neden bizim milletimiz ‘Ben Kürdüm.’ diyemiyor? 70 yıldır Yunanistan ile savaşan Türkiye onunla barışabiliyor da neden 1500 yıldır birlikte yaşadığı Kürtlerle barışamıyor? ” şeklindeki konuşmasına yer veren gazete bu haberi, ‘Kaya yine kin ve küfür kustu.” başlığı ile verme gereği duyuyor.
    Bu başlıkların her biri yeni bir dava konusu oluşturuyor ve Ahmet’in ülkesine dönme isteği fiilen ve hukuken imkânsızlaşmaya başlıyordu.
    Ahmet, hayatının hiçbir evresinde kendi toprakları dışında yaşamayı planlamamış olsa da ülkesinin en önemli ulusal gazetelerinden biri, büyük bir pervasızlıkla ve hiçbir belge ya da kanıta dayandırmadan, Ahmet Kaya’nın Fransa’dan oturma izni aldığını başlıktan vererek aylardır yürütülen bu bilinçli anti-kampanyayı başka bir boyuta taşıyordu.
    Ahmet bir yandan tüm bu olup bitenleri algılamaya çalışıyor, diğer yandan da içindeki her şeyi, her zamanki içtenliği ve açık sözlülüğü ile dillendirip kendisiyle Paris’te röportaj yapan bir başka gazeteciye şunları söylüyordu: “Bak gözüm, ülkemin insanlarına selam götür ve söyle onlara: Bir kere de benim için baksınlar pencereden gökyüzüne; ama ne olur, unutma da söyle, bir kerecik de olsa benim gözlerimle baksınlar, tıpkı Mecnun’un Leyla’ya bakışı gibi…”
    Gülten bir yandan neredeyse her hafta Paris’teki sürgün evine, Ahmet’e moral olmaya gidiyor; bir yandan buradaki süreci tek başına taşıyor, çocuklarla ve işlerle ilgileniyor; diğer yandan her ay DGM’lerin yolunu tutup Ahmet’in duruşmalarına giriyor ve tüm bu yalnız günler onu paramparça ediyordu.
    Girdikleri her duruşmada avukatları gazete başlıklarına dikkat çekerek bunların kamuoyunu olumsuz etkilediğini ve müvekkilleri hakkında bir linç ortamı oluşturduğunu söyleyerek konuya dikkat çekseler de bu linç kampanyası hızını artırarak sürüyordu.
    Aleyhinde açılan ilk dava Ahmet Avrupa’dayken sonuçlanıyor, mahkeme Ahmet Kaya’ya 3 yıl 9 ay ceza veriyordu.
    Tutuklama kararı ve yakalama emri verildiği için dönmedi Ahmet. Paris’te, kendini anlatabilmenin yollarını aramaya karar verdi. Bir basın toplantısı düzenledi, başına gelenleri anlattı. Tüm Türk basınından temsilciler vardı toplantıda. Ertesi gün hiçbir gazete yine tek bir kelime yazmadı Ahmet’in anlattıklarından.
    Aylar geçti. Her konuşmasında kendisine yapılan haksızlığı anlatmaya çalıştı. Her konuşmasında kızlarını, eşini, annesini, ülkesini, halkını ve sevenlerini nasıl özlediğini, onu bir kez aramayan dostlarına nasıl üzüldüğünü anlattı:
    “Ben Türkiye’nin ceza yasalarından hiçbirini ihlal ettiğimi düşünmüyorum. Adam öldürmedim, kimseyi dolandırmadım, hiçbir yeri soymadım, vergi kaçırmadım, namussuzluk yapmadım, uyuşturucu satmadım… Sadece düşündüklerimi söyledim. Şu anda Paris’in orta yerinde olmaktansa İstanbul’daki evimde, bir ayağı kırık mangalımın başında olmayı; isimlerini bilmediğim şarapları içmek yerine, kokusunu ve lezzetini hiç unutmadığım bir kadeh rakı içmek isterdim ya da Boğaz’a inerek köfte-ekmek yemeyi… Ve ardından, cila yerine geçecek bir bardak bira içmeyi... Devamında da eve, her zaman olduğu gibi, sokaklardaki polislerle şakalaşarak gitmeyi isterdim. Farkındaysanız, ‘Ahmet Kaya Özel Linç Programı’ bir ritüel halinde devam ediyor. Beni ülkemden gönderdiğinizi düşünüyor ve sonra da geri dönüp dönmeyeceğimi merak ediyorsunuz. Oysa ben zaten ordayım ve kolay kolay da başka bir yere gitmeye niyetim yok.” dedi.
    Gülten ve Melis sürekli ona gidiyorlardı; ama aile dağılmıştı neredeyse. Melis’in okulu, yarım kalan üretim ve yalnız kalan şarkılar, İstanbul’da kurgulanmış bir hayat…
    Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Yine bir Paris ziyareti yapıp Ahmet’le küçük bir tatil yaptılar. Gülten, Ahmet’in çok yorgun ve çökmüş olmasından endişe ediyordu; ülkesinden uzak bırakılmak, içindeki yalnızlık duygusu ve haksızlıkla mücadele etmek Ahmet’i iyiden iyiye sarsmıştı.
    Hayatında belki de ilk kez bu kadar derin bir umutsuzluğa kapılmıştı, ne olursa olsun dönmek istiyordu artık, vatanını özlüyordu… Ablasını, yeğenini ve Gülten’in büyük ağabeyini (Ahmet’in çok sevgili dostunu) kaybetmişlerdi ve Ahmet ülkesine dönememişti. Yaşlı ve acılı annesi ile ablası bir kez gidebildi yanına.
    Tuhaf, adını koyamadıkları bir ‘ayakta olma hali’ sürmekteydi Paris’te. Ne tam göç etmişti oraya ne tam olarak yurdu belliydi Ahmet’in. Paris’in ortasında ülkesini yaşamakta, büyük bir dikkatle gelişmeleri izlemekteydi. Hiç sevmediği yalnızlık, üstelik de hiç tanımadığı yerlerde koynuna almıştı onu. Başlangıçta çok kısa süreli olacağını ümit ettikleri geçici yerleşme durumu, artan belirsizliğe rağmen bir türlü kalıcılığa dönüştürülemiyor, Ahmet Paris’teki sürgün evinde her an İstanbul’daki evine dönecekmiş gibi yaşamaya çalışıyordu.
    Okuyor, Kürtçe ve Fransızca dersler alıyor, konserlere gidiyordu. Tüm parçalarını ülkesinde bırakmış, yepyeni projeler için heyecanla kurduğu ses kayıt stüdyosu, Gülten’in de bin parçaya bölünmesiyle neredeyse kaderine terk edilmiş, o stüdyonun bahçesinde her akşam sevdikleriyle bir araya geldiği mangallı sofralar bitmiş, gece yarıları bahçeye çıkıp oynadığı kangal köpekleri yapayalnız kalmıştı.
    Melis, âşık olduğu babasının korunaklı koynundan uzakta, okuluna gidiyor ve dış dünyada olup biteni kendi başına ve gücünün yettiğince göğüslemeye çalışıyorken annesi paramparça durumda DGM’ler, ailenin tüm gidişatı, çocuklar, iş, genel durum ve en önemlisi Ahmet’i sırtlamış olarak, onun moralini yüksek tutmaya çalışıyordu.
    Neredeyse her hafta Paris’e gitmesine rağmen bu gidişler Ahmet’e yetmiyor; ama bir başka ülkede yerleşik hayata geçmeyi de planlayamıyorlardı.
    Gülten’le Paris sokaklarında uzun yürüyüşlere çıkıyor, akşamları evde haber başında ülkesini takip ediyor ve neler olup bittiğini Gülten’in yorumlarıyla da anlamaya çalışıyordu. Ne olmuştu da altını çizdiği yaşamsal gerçek, patlamaya hazır bir bomba gibi hayatının ortasına düşerek tüm hayatını ve üretimini havaya uçurmuş ve onu böyle vurmuştu?
    Kendisine o kadar çok soru soruyordu ki…
    Peki, başka türlü nasıl yaşanırdı? Rahatsız olmaz mıydı insan zaten yok sayılan bir gerçeğe kendi gözünü de kapattığında? Peki, o zaman sanatın işlevi olabilir miydi? Kendisini, üretimini, varlık koşulunu başka türlü nasıl anlamlı kılabilirdi bir insan? Bu bir ‘karar’ değildi ki… Bu bir hissedişti, bu içsel bir durumdu ve asla planlayarak ve karar alarak olmazdı zaten. Onu rahatsız eden bir tarih vardı, yalancı bir tarih ve o bunun üzerindeki örtüyü aşağıya indiriyordu sözleriyle. Olması gereken bu değil miydi zaten? Herkesin yapması gereken, özellikle sanata düşen bu değil miydi? Dünya sanat tarihinde bunun onlarca örneği yok muydu? Peki, o halde neden sadece kendi sesini duymuştu ve hâlâ neden sadece kendi sesini duymaktaydı?
    Fransa, bir muhalif portre olarak Sartre’ı ne güzel kucaklamıştı ve bu tarihsel tavrı Fransa’yı dünya demokrasi tarihinde nasıl da onurlu bir ayrıcalığa oturtmuştu.
    Bitmek bilmeyen sorgulamalardı bunlar ve tüm bunların bir gün kendi ülkesinde de tolore edileceğinin umudu içindeydi hep… Kendisi göremeyecek olsa bile… Öngörüsünden uzağa düşmeden, bunun bedelini de sırtına alarak yaşamaktı onunki.
    Küçük keyiflerle avunmaya çalışıyor, evde çiğ köfte yapmayı deniyor, ya kıymayı ya maydanozu beğenmiyor, yanlış yere park ettiği otomobili çekilince sinirleniyor ve dilini bilmediği bu ülkede, bu detayların her biri ona ülkesini özletiyordu.
    Akşamları, Türkiye’deki televizyonlardan bir siyasî tartışma programını izlerken İstanbul’daki Gülten’i arıyor, telefonu saatlerce açık tutarak programı onunla birlikte izliyor ve karşılıklı yorumlar yapıyorlardı birliktelermiş gibi. Sabaha karşı yeniden arıyor ve Melis’in uykusundaki soluğunu duymak istiyordu. Her defasında karar alıyordu, gidecekti… Herkesin, Ahmet Kaya’nın tüm gemileri yaktığını sandığı bir aşamada, mecazî anlamda, bir kenarda bağlı tuttuğu umutla yüklü küçük sandala binecek ve karanlık sularda ülkesine doğru yol alacaktı.
    Yeni şarkılar yapıyor; ama bilinmez bir içgüdüyle ve kendisi için kurduğu stüdyoda özgürce çalışamamanın tepkisiyle hiçbirini kaydetmiyordu… Sinema yapma kararı giderek öne çıkıyor, kurguladığı hikâyelerle ilgili ön araştırmalar yapıyor, teknik ekibi oluşturuyor, mekânlar bakmaya çıkıyordu. Fransa’da, İspanya’da, İtalya’da ülkesine benzer yerler arıyordu durmadan.
    Tüm bunların yanı sıra, biten davasını temyiz etmeye karar vermişlerdi avukatlarıyla.
    Birilerinin bilinçli iradeleriyle giderek açılıyordu ülkesiyle arasındaki mesafe ve giderek uzaklaştırılıyordu ‘dönüş’ umudundan. Hiç değilse içinde Kürtçe şarkının yer aldığı son albümünü çıkarmak istiyordu. Sürgün öncesi moralsizliğiyle yaptığı okumalardan hoşnut olmuyor, Gülten’in GAK adlı stüdyolarında yaptırdığı mix denemelerini dikkatle dinliyor ve/fakat içine sindiremiyordu bu ‘uzak’ çalışmayı. Her gidişinde farklı bir mix denemesi götürüyordu Gülten Ahmet’e. Sonunda, Hamburg’ta bir ses kayıt stüdyosu ile konuşup Aralık ayında tüm okumaları ve mixi yeniden yapıp ne pahasına olursa olsun albümü çıkarmaya karar veriyorlardı.
    28 Ekim’de, doğum gününde, Paris’te bir kez daha bir araya geliyordu Kaya çifti.
    Ahmet sıkıntılı, tipik bir sürgün hastalığı olan ve ağırlıkla stresin ürettiği ülserinden şikâyetçiydi. Çok sık ağrılar yaşıyordu ve onu böyle görmek Gülten’i kahrediyordu. Paris’teki dostlarıyla, bir Ermeni lokantasında kutluyorlardı doğum gününü… Ve karar veriyordu Gülten: Kasım ayında, Melis’in bir haftalık okul tatilinde Ahmet’in yanına gittiklerinde onu kendisi doktora götürecek ve gözüyle görerek muayene ettirecekti. Bu kararını oradaki dostlarına iletiyor ve şimdiden randevu alınmasını istiyordu.
    Nihayet, 11 Kasım’da Melis’i, Ahmet’in deyimiyle ‘en gerekli ilacı’ yanına alarak bir haftalığına Paris’e gidiyordu. 17 Kasım için randevu alınmıştı bile. İstanbul basınından gelen tüm röportaj taleplerini reddeden Gülten, Kanal 7 için yapılması düşünülen söyleşiyi, o sıralar ana haber bülteni sunucusu olan Ahmet Hakan’la konuşarak kabul ediyor ve onlara 16 Kasım günü için Paris’te randevu veriyordu.
    15 Kasım günü, oradaki sevgili dostları Deniz’in tercümanlık refakatiyle doktora gidiliyor, gerekli ön ilaçlar alınarak 17 Kasım’daki hastane randevusuna hazırlanılıyordu.
    Son kez ve son derece keyifli bir akşam yaşadılar…
    Gülten ve Melis, 16 Kasım 2000 sabahı Paris’teki evde bir gürültüyle uyandılar. Koridorda boylu boyunca uzanmış duruyordu Ahmet. Çok çabaladılar; ama Ahmet’in yorgun ve kırgın kalbi yeniden çalışmayı reddetti.
    Ardında, biri henüz yayımlanmamış 18 albüm, 200 kadar şarkı, tüm Türkiye halkının hafızasında en az bir mısra bırakıp gitti ozan. Kırk üç yaşındaydı kalbi, içindeki hüznü taşıyamayıp durduğu sabah. Ertesi gün onu uğurlamaya Türkiye’den ve Avrupa’nın her yerinden 30.000’in üzerinde seveni geldi Paris’e. Hep bir ağızdan şarkılarını söyleyerek aşkın ve tarihin mezarlığı Peré Lachaise’e teslim ettiler Ahmet’i.
    Aynı günün gazeteleri, onun bu yolculuğunu; “Yorgun Demokrat Öldü.”, “Kürtçe Kaseti Çıkaramadı.”, “Kalpten Öldü.”, “Ahmet Kaya Kalbine Yenildi.”, “Sürgünde Öldü.”, “Memleketine Küs Gitti.”, “Yorgun Demokrat, Kalbine Yenildi.”, “Yılmaz Güney’in Yanında Yatacak.”, “An Gelir Biter Muhabbet”, “Yüreğimizdesin.” gibi başlıklarla verdiler.
    Ahmet, Türkiye’de Kürtçe şarkıların serbest(!) bırakıldığını; sonsuzluğa gittiği yıl Diyarbakır Demokrasi Platformunun ona “Barış Ödülü” verdiğini; Gülten’in, onun isteği üzerine GültenAhmetMelis (GAM) ismiyle bir yapım ve yayın firması kurarak 2001’de çıkardığı “Hoşçakalın Gözüm” adı verilen 18. albümünü ve onda yer alan Kürtçe şarkıya Gülten’in arşiv görüntülerinden montajlayarak yaptığı ve CD’lerin de içine koyarak neredeyse her eve ulaştırdığı video klibini; 2002’de Türkiye’nin çok tanınmış yirmi sanatçısının ona, onun şarkılarını söyleyerek çok ihtiyacı olan o selamı “Dinle Sevgili Ülkem” albümüyle gönderdiklerini; 2003’te daha önce hiç yayımlanmamış on bir şarkısının “Biraz da Sen Ağla” adıyla GAM Müzik tarafından yayımlandığını; hayranlarının öldüğüne inanmamasına saygıyla, albümün kapağında 2003 yılında İstanbul’da bir tramvay durağında oturup yokluğunda yapılan albüme bakarken resmedildiğini; bu şarkıların bazılarına artık sadece arşiv görüntüleriyle video klipler yapıldığını; yüzlerce şarkısı için peş peşe çıkarılan NOTA KİTAPLIĞI SERİSİ’ni; BAŞIM BELADA ismiyle yazılan ve Kürtçe’ye de çevrilen kitabı; kendisi için yazılan şiirleri, bestelenen şarkıları; adına kurulan Web sitesinde 115 bine yakın seveninin buluştuğunu; tomurcuğunun (Melis’inin) ortaokul ve lise diploması aldığını, bunları kutlamak için yıllar öncesinden aldığı değerli viskinin Gülten ve Melis tarafından hâlâ saklandığını; Çiğdem’in bir üniversiteli olduğunu ve daha birçok şeyi göremedi…
    Onu yapayalnız bırakan dostlarının şimdi meydanlarda Kürtçe şarkılar söylediğini; halkın, Ahmet Kaya adını bayrak gibi taşıdığını göremedi. Ve en önemlisi, Ahmet kendisini hain ilan eden gazetelerin köşe yazarlarının birer birer ona yapılan haksızlığı yazmaya başladıklarını, onu yalnız bıraktıkları için duydukları pişmanlığı anlattıklarını, hatta onu ölümsüz ilan ettiklerini, Ahmetsiz bir Türkiye’nin çok renksiz kaldığını söylediklerini, onun şarkılarından vazgeçemediklerini, tıpkı onun son bir yılında ısrarla söylediği gibi “bir şarkıyla bir ülkenin bölünmeyeceğini” anladıklarını göremedi…
    Önemli köşe yazarlarının, onun arkasından yazdıkları yazılara, “Penceresiz kalmak”, “Ve… Son…”, “Ölürsem Beni Topraklarıma Gömün”, “Arkadaşım Ahmet ve Kadere İsyan”, “Artık Seninle Duramam…”, “Ben Buyum İşte”, “Ölmek Ne Garip Şey Anne”, “Aynı Daldaydık”, “Yeterince Acı”, “Ahmet Kaya Öldü, Vatan Bölünmekten Kurtuldu”, “Onu Yalnızlık Öldürdü”, “Sazın Teli Koptu” gibi başlıklar attıklarını göremedi...
    Dinleyicilerinin, halkının sevgisinin dünyanın her yerinde varlığını inatla sürdürdüğünü, giderek büyüdüklerini-çoğaldıklarını, doğan çocuklara kendisinin ve Gülten’in isminin verildiğini göremedi…
    Belki bugün hâlâ yüz binlerce insanın onun şarkılarını dinleyip onu özlediğini, ömrünün sonunda özgürce dolaşamadığı sokaklarda şarkılarının her gün binlerce kez çalındığını, Peré Lachaise’de dünyanın her yerinden birçok değerli muhalifle paylaştığı ebedî mekânına, özlemiyle öldüğü toprakların bağrından çıkmış ve üzerinde onun Türkiye’sinin motifleriyle (Ege’den nazar boncuğu, Orta Anadolu’dan gözyaşı şişesi, Kastamonu yazmalarından sonsuzluk sembolü servi ağacı, Osmanlı İstanbulu’ndan lale, Mezopotamya uygarlığının savaşçı giysilerini süsleyen Güneş tasviri, Hitit Güneşi’nden bir parça, Kütahya çinilerini süsleyen karanfil, mey, zurna, erbane, vazgeçilmez bağlaması, onun evrensel müzik anlayışını simgeleyen piyano, doğduğu coğrafya ve onun genel siluetini temsilen Mardin evleri, yaşadığı ve üretimini gerçekleştirdiği ve terk etmek zorunda bırakıldığı şehri İstanbul’un siluetinden Galata Kulesi ve Galata evleri, sadece Anadolu topraklarında, kayalıklarda ve yüksek yerlerde varolan, karın kalktığı sıralarda baharın habercisi olarak açan ve onun en sevdiği çiçek olan kardelenlerle) süslenmiş bir yapıyla anıtlaştırıldığını görebilseydi, ona o hepimizin yakından tanıdığı gülümsemesini iade etmiş olabilirdik. Ve belki dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir sanatçı, hiçbir insan, bir daha anadilinde bir şarkı söylemek uğruna linç edilmezse ona yaşatılanlara bir daha asla üzülmeyecektir şimdi bulunduğu yerde…
    Onu artık yorganının üzerindeki Mezopotamya Güneşi ısıtacak. Şarkıları elbette hiç susmayacak.
    Bir daha asla, hiç kimsenin kendi kimliğinden vurulmayacağı bir ülke özlemiyle;
    Ahmet Kaya’yı hayatın ve tarihin haklı adaletine teslim etmenin huzuruyla...
    “Tarifi imkânsız acılar içindeyim
    Gurbette akşam oldu, yine rüzgâr peşindeyim
    Yurdumdan uzak yağmurlar içindeyim
    Akşam olduU

    PATİ[email protected]

    HARAMİ[email protected]

    [email protected]

  • charles darwin

    28.08.2007 - 20:19

    Türlerin Kökenine Yolculuk

    Darwin ve kuramı, 'Türlerin Kökeni'nin yazıldığı tarihten 140 yıl sonra bile tartışılıyor.

    [Sadece Kayitli Üyeler Linkleri Görebilir. Kayit Olmak Için Tiklayin]
    'Binyılın en büyük bilimsel gelişmesi hangisidir' sorusuna, olasılıkla farklı yanıtlar gelecektir: Bir ihtimalle Büyük Patlama, izafiyet, belki de kuvantum kuramı. Ancak, herkes Darwin'in 'evrim kuramı'nı bilir... Charles Darwin, getirdiği yeni bilimsel yaklaşımlar nedeniyle, evrim biliminin babası olarak nitelendiriliyor. Hatta, evrim sözcüğü çoğunlukla Darwin'le eşanlamlı kullanılıyor ve bu yüzden de darwincilik diye anılıyor. Darwin ve ona ait terimler, 'Türlerin Köke'ni' adlı kitabının yayımından bugüne geçen 140 yılı aşkın bir süreden beri, dünyanın en uzun bilimsel tartışmasını oluşturuyor.
    Charles Robert Darwin, 12 Şubat 1809'da, İngiltere'nin Shrewsburg kentinde dünyaya geldi. Çocukluk yıllarında, zamanının büyük bölümünü böcek, bitki, kuş yumurtası ve çakıltaşı toplamakla geçirdi. Bilime meraklıydı, babası doktor olmasını istediğinden, onu Edinburg Üniversitesi'ne gönderdi. Ancak, doktorluk Darwin'e göre bir meslek değildi. Bu sefer de, teoloji öğrenimi yapması için Cambridge Üniversitesi'ne yollandı. Okulu yeterli bir dereceyle tamamladı.
    İlginç bir biçimde, Darwin'i 'Türlerin Kökeni' adlı kitabı yazmaya yönlendiren kişi bir papazdı. Cambridge Üniversitesi botanik profesörü John Stevens Henslow'un bilimsel çalışmaları, Darwin'in zooloji ve botaniğe merak salmasına öncülük etti. Zamanının çoğunu, Henslow'la birlikte araziye çıkıp kınkanatlı böcekleri toplamakla geçiriyordu.
    Bu arada, İngiliz gemisi HMS Beagle, bilimsel araştırmalar yapmak üzere, Güney Amerika'yı yakından tanıyan kaptan Robert Fitzroy'un yönetiminde, dünya turu yapmak için sefere hazırlanıyordu. Başta, yolculuğun iki yıl süreceği düşünülüyordu; ama, beş yılda tamamlandı. Kaptan, yanında jeolojik yapıyı gözlemesi için iyi yetişmiş bir doğabilimcisini de götürmek istiyordu. Darwin, babasının itirazına karşın, Henslow'un çabalarıyla bu geziye çıkmayı kabul etti. 27 Aralık 1831'de, 22 yaşındaki Darwin, Devenport limanından denize açıldı.
    Yanına pek çok kitap almıştı. Bunlardan biri de, Henslow'un salık verdiği, İskoç bilim adamı Charles Lyell'in yazdığı 'Jeolojinin İlkeleri' (Principles of Geology) başlıklı kitabın birinci cildiydi. Kitapta, dünya yüzünün devamlı değişme fikri işleniyordu ve Darwin bundan büyük ölçüde etkilendi. Lyell'in kitabı ona, gününün dünyası ile geçmiş arasında ilişki kurulabileceğini gösterdi. Dahası, dünyanın geçmişi çok eskilere uzanıyordu. İşte bu kavramlar, Darwin'in evrim kuramının kaynağını oluşturdu.
    Güney Amerika'daki yolculuğu, bilim adamına birtakım anahtar göstergeler de sundu. Kıyılarda yol alırken, türlerin çevre etkisiyle nasıl değişikliğe uğradığını saptadı. Patagonya'da, Arjantin pampalarındaki büyük devekuşlarının, yerini daha küçük olanlara bıraktığına tanık oldu. O zaman, bu kuşların ortak bir atadan geldiğini ve coğrafi ayrılmalara bağlı olarak birbirinden farklılaştığını varsaydı. Galapagos Adaları'na ulaştığında, ilk bakışta çok ıssız görünen bu adalarda, evrimsel uyuma çok iyi bir örnek oluşturan birçok canlı buldu. Bu hayvanlar, Güney Amerika’dakilere benziyordu, ancak onlardan belirli derecelerde farklılaşmışlardı.
    Her adada, diğer adalara uçarak ulaşamayan, bir çeşit ispinoz kuşu yaşıyordu. Her kuş, bulunduğu adaya uyum sağlamıştı. Bu, 'uyumsal açılım' adı verilen evrimsel kurala en iyi örneklerden biri. Yine dev kaplumbağaları, iguanaları inceleyerek, her türün birinden diğerine evrimle farklılaştığını kaleme aldı.
    1836 yılında İngiltere'ye döndüğünde, elindeki malzemeler bir kitap yazmak için yeterli değildi. Ancak yine de, türlerin standart görünümlerine ilişkin birtakım soruları sormaya başladı. Güvercin yetiştiricilerini ziyaret ederek, onların ayıklanma (seçilim) yoluyla nasıl yeni özellikler elde ettiklerini öğrendi. Örneğin, yapay ayıklanma yöntemiyle birkaç döl sonra büyük kuyruklu güvercinler elde ediliyordu.
    [Sadece Kayitli Üyeler Linkleri Görebilir. Kayit Olmak Için Tiklayin] Charles Robert Darwin Darwin, evrimle ilgili açıklayamadığı bir işleyişi, Thomas Malthus'un 1798 yılında yazdığı 'Nüfusun Kuralları Üzerine bir Deneme' (An Essay on the Principles of Population) adlı makalesini okurken çözdü. Makale, türlerin sayısını sabit tutacak düzeyden çok, daha fazla üreyebilme yeteneğini savunuyordu ve kavramı insana uygulamıştı. Darwin, bundan hareketle türlerin gerekenden fazla ürediklerini, aralarında başarılı olan varyasyonların uyum sağlayarak ayakta kaldıklarını açıkladı. Bunlar, gelecek için seçeneklerin doğmasını sağlıyordu.
    1858'de, doğabilimci Alfred Russel Wallace'tan bir yayın taslağı aldı. Bu kısa makalede de, Darwin'in uzun yıllar sonra ulaştığı sonuç, yani canlıların yavaş yavaş değişme kavramı açıklanıyordu. Sonraları çok sıkı dost olan iki bilim adamı, araştırmalarını yayımlatmaya karar verdiler. 24 Kasım 1859'da, 'Doğal Ayıklanma ile Türlerin Kökeni' ya da kısa adıyla 'Türlerin Kökeni' (Origin of Species) adlı kitap 1.250 adet basıldı. Bu kitapta, tüm organizmaların gereğinden fazla yavru meydana getirme yeteneğine sahip olduğunu; ancak, elenenlerle nüfusta denge sağlandığını belirtti. İkinci olarak, bir türün içerisindeki bireylerin, kalıtsal özellikler bakımından farklı olduğu gerçeğini anlattı. Bu gerçeklerden hareketle, yavruların hayatta kalması için yaşam kavgası vermek zorunda olduğunu, çevreye uyum sağlayan türlerin yaşamına devam ettiğini, veremeyenlerinse ortadan kalktığını, istenen özelliklerin de kalıtsal olarak gelecek döllere aktarıldığını ve türlerin özelliklerinin seçiminin her bölge ve koşulda farklı olması gerektiğini varsaydı.
    Bilimsel çevrelerde büyük yankı uyandıran kitap, saldırılarla da karşılaştı. Aslında kitabında Tanrısal bir yaratılış fikrini benimsediğini belirtmişti. Ona göre, tanrı tarafından ruh verilmiş bir ya da pek az basit formdan, dünyada var olan fiziki güçlerle çeşitlenmeler ortaya çıkmış ve çok sayıda mükemmel, güzel yaratıklar oluşmuştu.
    Darwin, tüm tepkilere rağmen araştırmalarını sürdürdü ve insan evrimi konusundaki görüşlerini saklamanın gereksiz olduğuna karar vererek, 1867' de, 'İnsan Soyunun Türemesi ve Cinsiyetine Bağlı Ayıklanma' (The Descent of Man and Selection in Relation to ***) kitabını yayımladı. Burada, insanın diğer memelilerden morfolojik, fizyolojik ve psikolojik bakımdan farklı olmadığını savunuyordu. Çünkü insan da evrim yasalarına bağlıydı. Bu kitapta aynı zamanda eşeysel ayıklanma kavramı da açıklanıyordu.
    Biyolojideki yeni gelişmeler, genetik bilimi, özellikle kalıtım konusundaki bilgi birikimi, Darwin'in varsayımını özü itibariyle destekliyor. 19 Nisan 1882'de hayata gözlerini yuman Darwin'in 'Türlerin Kökeni' adlı eseri, bilim tarihinin en önemli eserlerinden. Darwin'in mezarı, tarihe adını yazdırmış kişilerin gömüldüğü Westminister Manastırı'nda bulunuyor.

    [Sadece Kayitli Üyeler Linkleri Görebilir. Kayit Olmak Için Tiklayin] Darwin, Galapagos Adaları'ndaki kaplumbağaların hızını ölçüyor Evrim kuramı, son zamanlarda ciddi eleştirilere hedef oluyor. Hatta bazılarına göre, binyılın en önemli yapıtlarından biri olan 'Türlerin Kökeni' çökmek üzere. Bu saldırılara geçmeden önce, ilk basımı 1859 tarihinde yapılan bu bilimsel eserin ana tezlerini bir kez daha hızlı bir biçimde anımsayalım.
    Bu eserinde, Darwin'in en büyük fikri, 'doğal ayıklanma' kavramıydı. Evrim kuramında 'doğal ayıklanma', türlerin değişimini yönlendiren tek değilse bile, temel etkendi. Darwin, bu görüşe bir çıkarsamadan ve bir gözlemden yola çıkarak ulaşmıştı. Çıkarsamasının temelinde, dönemin havası egemendi. 19. yüzyıl başlarında insanlık 'ilerleme' hareketinin peşine düşmüştü. İşte Darwin, pozitivistlerin öncüsü olduğu bu 'ilerleme' kavramını, toplumsal ve ekonomik boyuttan alıp doğaya taşımıştı. Ona göre türler, içinde yaşadıkları ortamdan her zaman daha iyi bir ortama uyum sağlama eğilimi içindeydiler.
    Darwin'in gözlemi ise, doğadaki olağanüstü çeşitlilikti. O, bunu Beagle adlı tekneyle yaptığı dünya turunda, özellikle de Galapagos Adaları'ndaki ispinoz kuşları üstündeki çalışmalarında edinmişti. Nitekim bu kuşlar, günümüzde Darwin ispinozları olarak adlandırılıyor. Darwin'in dikkatini, bu kuşlardaki beslenme ihtiyacından kaynaklanan çok farklı gaga yapıları çekmişti. Bu arada, çeşitli ihtiyaçlar için yetiştiricilerin geliştirdiği 'yapay ayıklanma' ürünü güvercin türlerini de gözlemleyen Darwin, onlardan farklı olarak 'doğal ayıklanma' hipotezini geliştirdi: Bu ayıklanma, yetiştiricilerin fantezilerinden değil, ortama uyum sağlama gereksinmesinden kaynaklanıyordu.

    [Sadece Kayitli Üyeler Linkleri Görebilir. Kayit Olmak Için Tiklayin] Darwin'in yola çıktığı 'HMS Beagle' gemisi Peki bu mekanizma nasıl çalışıyordu? Türler arasındaki mücadele ve fizik koşullar, uygun değişikliklerin korunmasını, ötekilerin de yok olmasını getiriyordu. Başka bir deyişle, ortama en iyi uyum gösteren ayakta kalıyordu. Tabii bu noktada hemen şu sorular gündeme geliyordu: Doğal ayıklanmanın gerçekleştiği değişimlerin doğası neydi? Bunlar nasıl ortaya çıkıyordu ve nasıl aktarılıyordu? Darwin, bu konuda çağdaşları gibi çok açık fikirlere sahip değildi. Hemen hatırlatalım ki, Mendel ünlü yasalarını, 'Türlerin Kökeni'nin yayımlanmasından 6 yıl sonra formülleştirmiş; ama çalışmaları, ne yazık ki 1900 yılına kadar tamamen göz ardı edilmişti.
    Darwin, bu değişimlerin esas olarak kendiliğinden ve rastlantısal olduğunu düşünüyordu. Ama bu arada, çevrenin kendisinin de yeni uyumları gerektiren değişimleri zorlayabileceğini ve bunların, kullanım ilkesine bağlı olduğunu da kabul ediyordu. Ona göre bir organ, eğer gerekliyse, artan derecede güçlenip gelişecek, ama bir şeye yaramadığı zaman da yok oluncaya kadar da gerileyecekti. Bu konuda, Fransız doğabilimci Lamarck'ın 'zürafanın boynu' örneğini esas alıyordu. Bu hayvanın boynu, akasya ağacının yüksek dallarındaki yaprakları yemek için evrim geçirerek bugünkü uzun konumunu almıştı. Her kuşakta kazanılan değişimler, bir sonraki kuşağa iletiliyordu. Bu mekanizmaya Lamarck 'kazanılan karakterlerin kalıtımı' adı vermişti. Kalıtım kuramında Darwin, kesin bir biçimde Lamarck'ı izliyordu.
    Ne var ki, Darwin’in çağdaş izleyicileri yenidarwinciler, Lamarck’ın 'kazanılmış karakterlerin kalıtımı' kuramını kabul etmiyorlar. Onlara göre, Darwin'de değişiklikler kendiliğinden ya da rastlantısaldı; ama, bunların ayıklanmasında ana belirleyici 'doğal ayıklanma' kavramıydı. Ancak 80'li yıllarda yapılan bazı deneyler, tamamen olumsuz bir ortamın, çevrenin etkisiyle, normalin üstünde, daha yüksek bir oranda mutasyonlara yol açabileceğini gösterdi. Bunun en somut kanıtı, 'Escherichia coli' adlı bakteriydi. Normalde enerji kaynağı olarak süt şekerini (laktoz) kullanamayan bu bakteri, sadece laktoz sağlayan bir ortamda büyümeyi ve çoğalmayı başarabiliyordu. Yine bazı genlerin, anne ve babadan miras kaldığından farklı olduğunu, bugün bilim kanıtlamış durumda. Yani doğada, Lamarck'ın iddia ettiği gibi bir 'kazanılmış karakterlerin kalıtımı' söz konusu. Aslında, yenidarwinciler, bu kavrama tümden karşı çıkmıyorlar; ama, olayın yalnız kültürel kalıtımla sınırlı olduğunu söylüyorlar. Ve bunun, sadece 'ileri' primatlarda ve insanda görüldüğünü vurguluyorlar.
    Son yıllarda Darwin'e yöneltilen eleştirilerden biri de 'evrimin ritmi' konusunda. Bu akımın başını, 1972 yılında bir dizi omurgasız fosilini inceleyen ve 'amaca yönelik dengeler' (ponctual denge) kuramını geliştiren, iki Amerikalı bilim adamı, Niles Eldredge ile Stephen Jay Gould çekiyor. Darwin'e göre, türlerin dönüşümü aşamalı bir biçimde, küçük dönüşümlerin birikimiyle gerçekleşiyordu. Bu mantıktan hareket edince, belli bir zaman aralığının ayırdığı aynı fosil çizgisindeki iki tür arasında, kaçınılmaz olarak ara serilerin varlığı gerekiyordu. Aktarımın devamlılığı için bu şarttı. Yine Darwincilere göre, eğer bugün bu ara türlerin fosilleri yoksa, nedeni ya fosilleşmemiş olmaları ya da henüz keşfedilmemeleriydi. Yani, zincirin halkalarında boşluklar vardı. Kuşkusuz bu halkalardaki boşlukların en önemlisi, büyük maymunlarla insan arasında kalan türlere ilişkin örneklerdi.
    Amerikalı Eldregde ve Gould'a göre 'halka boşlukları' diye bir şey söz konusu değil... Onlar için, evrim sürecinde açık bir biçimde var olan bu boşluklar, aslında çok uzun denge dönemlerinden başka bir şey değil. Bu uzun denge dö-nemlerinde, söz konusu olan bir grup tür, anlamlıdeğişiklikler göstermiyor ve yeni türlerin oluşumuna yol açmıyor. Bu uzun denge dönemleri içinde, amaca yönelik, yoğun türleşme dönemleri bulunuyor. Yoğun türleşme döneminin uzunluğu, 5 ile 50 bin yıl arasında değişirken, uzun denge dönemleri birkaç milyon yıla yayılıyor.
    Amaca yönelik dengeler kuramı, darwinciliğe 'yok oluş kuramı' alanında da bir darbe indiriyor. Eldredge ve Gould'a göre, yok oluş dönemleri de tıpkı tür-leşme dönemleri gibi ani, hızlı ve yoğun bir özellik gösteriyor. Tıpkı dinozorların yok olması gibi... Yenidarwincilere göre ise, yok oluşu belirleyen, türler arasındaki rekabet... En zor uyum gösteren elenirken, iyi uyum sağlayan varlı-ğını koruyor. Chicago Üniversitesi öğretim üyelerinden David Raup, yok oluş ile 'doğal ayıklanma' arasında hiçbir ilişki bulunmadığını savunuyor. Ona göre, bazı türler yanlış zamanda yanlış yerde oldukları için, o güne kadar çevrelerine mükemmel bir uyum gösterseler de yok oluyorlar. Ne var ki, bu konuda Darwin'i aşırı eleştirmemek gerekiyor. Çünkü, bir asteroit düşmesinin ya da yanardağ patlamasının Darwin'in kuramıyla tamamen çatıştığı söylenemez. Çünkü, bu olaylar son kertede çevrenin fizik kurallarını etkiliyor ve yeni oluşan koşullar, türlerin bazıları için duruma uyumu olanaksız kılıyor.
    Dengeci ponktüalistlerin eleştirisi, bugüne kadar Darwin'e yapılan saldırıların en sert olanı. Onlara göre, 'Türlerin Kökeni', sadece, ama sadece türlerin çevrelerine uyumunu açıklayan bir eser. Yeni türlerin yaratılışı ve yok oluşu konusunda kesinlikle yetersiz. Amerika'daki Santa Fe Enstitüsü'nden kuramsal biyoloji profesörü Stuart Kaufmann ise, eleştiriyi bir başka noktaya taşıyor ve Darwin'in, 'doğal ayıklanma, türlerin çevreye uyumunun sürekli bir biçimde ileri gitmesini garanti eder' çıkarmasının doğru olmadığını ileri sürüyor. Özellikle enformatik modeller, günümüzde durumun her zaman böyle gerçekleşmediğini gösteriyor.

    [Sadece Kayitli Üyeler Linkleri Görebilir. Kayit Olmak Için Tiklayin]
    'İnsan maymundan geliyor'... Darwin'in bu sözleri, o yıllarda büyük bir skandal yaratmıştı. Bugün, çok az sayıda insan bunun tersini düşünüyor. Ancak mesele bütünüyle açıklığa kavuşmuş değil. Özellikle bir soru hâlâ yanıtını arıyor: Maymundan insana geçiş nasıl gerçekleşti? Bu soruyu şöyle de sorabiliriz: İnsanın evrimi aşamalı bir biçimde mi, yoksa bir anda, aniden mi gerçekleşti? Ya da insan sürekli bir biçimde, çevresindeki değişikliklerin etkisiyle aşamalı bir biçimde mi ayağa kalktı, yoksa bir tramplenden atlar gibi, embriyon gelişimini etkileyen çok ani dönüşümlerin sonucu her şey bir anda mı gerçekleşti?
    Gelişme aşamalarıyla (fazlarıyla) ilgili uzunluk ve hız değişmelerinin, yeni türlerin doğmasında çok önemli bir etken olduğu tezi, 70'li yıllarda Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould tarafından yeniden gündeme getirilmişti. Son günlerde bir başka araştırmacı, Paris'teki Doğal Tarih Ulusal Müzesi paleontologlarından Anne Dambricourt Malasse, insan evriminin mekaniğinin geometrik bir modelini oluşturarak, bu kurama yeni bir soluk kazandırdı. Bazı uzmanlar, Malasse'ın çalışmalarının Yaratılış Kuramına temel oluşturduğunu ileri sürerken, bir başka grup, tamamen bilimsel bir özelliği olduğunu savunuyorlar.
    [Sadece Kayitli Üyeler Linkleri Görebilir. Kayit Olmak Için Tiklayin]
    Malasse çalışmalarını, çocuklardaki yüz ve altçene büyüme anormallikleri inceleyen ünlü ağızbilimci (stomatolog) Marie Josephe Deshayes'ın araştırma sonuçlarına dayandırıyor. Yüz ve ağız ortopedisi uzmanları, bu bölgelerin gelişiminde sık sık anormallikler saptıyorlar. Boynu yüze bağlayan altkafatasındaki büyüme sorunlarından kaynaklanan bu anormallikler iki büyük kategoriye ayrılıyor: Altçene gerilediği için, omuriliğin içinden geçtiği artkafa boşluğu yukarıda kalıyor ya da altçene çok öne çıktığı için, boyun ve boğaz çok fazla ön tarafta bir konum alıyor. Birincisinde, yüzün dikey ve yatay büyümesinde yetersizlik söz konusuyken, ikincisinde yüz, çok dikey bir biçimde büyüyor.
    Peki ama, embriyon ya da çocuk büyümesiyle insan evrimi arasındaki ilişki ne? Geçen yüzyılda geliştirilen bir ilkeye göre, ontojeni (bireyoluş; embriyonun ve çocuğun yetişkinlik dönemine kadar olan gelişimi) ile filojeni (soyoluş; türler arasındaki akrabalık ilişkileri) arasında bir paralellik var. İşte bu ilkeden hareket eden Malasse, çocuklar üstünde gerçekleştirilen gözlemleri, 1952'de paleontolog Robert Gudin tarafından geliştirilen geometri öğelerini kullanarak, primatlardaki kafatası temelinin evrimine uyarladı. Gudin, profilden görülen kafatası örneğinde, kafatasının tabanıyla yanlarını birer çizgiyle birbirine bağlamıştı. Böylece 'pantograf' adı verilen bir geometrik şekil elde etmişti. Embriyonun gelişimi boyunca bu pantograf, kafatası ve yüz kemiklerinin kasılıp açılması sonucu dönüşüme uğruyor ve sonunda, Homo sapiens türüne özgü bir denge durumuna geliyordu. Bu denge durumu, gerçek anlamda bir ontojenik bellekti ve insan, insan olduğundan, yani tam 120.000 yıldan beri bütün insanlarda tekrarlanıyordu. Evrimimiz boyunca sıralanan her tür, kendi karakteristik denge durumuna (pantografına) sahipti.

    [Sadece Kayitli Üyeler Linkleri Görebilir. Kayit Olmak Için Tiklayin]
    Malassea göre, çocuklardaki güncel dengesizlikler, söz konusu dengenin şimdiye kadar gözlenen korelasyonlarının kopma noktasına geldiğini gösteriyor. Öte yandan diş ve çene ortopedisi, normal bir gelişimin, dengesizliğe girip farklı bir yönde evrim gösterebileceği dönemlerin varlığını kabul ediyor. Malasse bunlara 'dinamik pencereler' (dynamic windows) adını veriyor ve evrimimiz sırasında da böyle 'dinamik pencereler'in var olabileceğini söylüyor. Sonuçlar, kafatası ve yüz kemiklerindeki 5 kasılıp açılmanın, bizi ilk primatlardan ayırdığını gösteriyor. Kafatası gelişimindeki değişikliklerden her biri, bütün embriyojenezi tamamen yeniden yapılandırabiliyor. Örneğin, bipedi rahatsızlığı, bu kasılmaların bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Oysa bu kasılmalar, kesinlikle yeni bir çevreye uyumun ürünü değil.
    İnsan çizgisinin çeşitli türleri arasındaki zincir o denli fazla alt üst olmuş değil. Homo habilis, ergaster, rudolfensis, erectus; hatta neardertaller, aynı pantografa ve denge durumuna sahipler. Bütün bunlar, aslında bir grup oluşturuyor ve Malasse, bunlara 'ilkel insanlar' adını veriyor. Sadece modern insan, 'sapiens' türünün sahip olduğu pantografın aynısına sahip. İşte bu nedenle, insanın var oluşunu sapiens türü ile özdeşleştiriyor.
    Peki bütün bu açıklamalarda Darwin nerede? Malasse, 'Kesinlikle uyum mantığı üzerine kurulu bir kuramı kabul edemeyiz' diyor. Ona göre tesadüf ve doğal ayıklanma, kuşkusuz bir rol oynuyor; ama, kesinlikle bir maymunu Homo australopithecus yapmıyor. Hemen şu soruyu ekliyor: 'Her türün kendisine özgü olan embriyon belleği nereye kayıtlı? DNA'ya mı, hücrelere mi, yoksa hücreler arasındaki interaktif ilişkilere mi? ' Bunun yanıtını henüz bilmediğimizi söylüyor. Ama ona göre bir tek şey kesin: Günümüzde evrim mekanizmalarına ilişkin söylenenlerin hemen tümü büyük bir dönüşüm sürecinde... Eğer yukarıdaki sorunun yanıtı bulunursa, darwinciliğin günleri sayılı demektir.

    [Sadece Kayitli Üyeler Linkleri Görebilir. Kayit Olmak Için Tiklayin] 'Doğal Ayıklanma', Hitler'in elinde öldürücü bir silaha dönüştü. Darwin kuramı, 1859 yılında yayımlandığı tarihten hemen sonra, bir anda birbirine tamamen zıt ideolojilerin çekim merkezi haline dönüştü. Aslında buna o kadar da şaşmamak gerekir. Toplumsal ve ekonomik eylemin temeli olarak mücadele, o günlerde çok yaygındı. Nitekim Karl Marx ve Friderich Engels, 'Türlerin Kökeni' eserinin satır aralarında, toplumların tarihsel değişiminin ipuçlarını yakaladıklarını düşünüyorlardı. Onlar, sadece doğadaki var olma mücadelesini sınıf mücadelesine dönüştürmekle yetindiler.
    Darwin'in düşünceleri, marksizmden tamamen uzak bir başka ideoloji için de çok elverişli zemin hazırlamıştı. Üstün ırk hayali peşinde koşanların elinde, artık ciddi bir silah vardı. Bu konuda ilk adımı, Darwin'in kuzeni İngiliz antropolog Francis Galton (1822-1911) attı. Darwin'in eserinde yakaladığı İngilizce 'eugenics' kelimesinden hareket ederek, öjenizm (soyarıtımcılık) akımını başlattı. Ona göre, öjenizm iki ana biyolojik kuram çevresinde biçimleniyordu: Evrim ve kalıtım kuramları... Evrim konusunda Darwin'in 'doğal ayıklanma' kavramını benimsemişlerdi. Bireyler ve topluluklar arasındaki rekabet, ayakta kalacak olanı belirleyecekti. Ne var ki, evrim kuramının yorumunda 'soyarıtımcılar' ikiye ayrılmışlardı. İngiliz doğabilimci ve sosyalist Alfred Wallace ile Alman biyoloji uzmanı Ernst Haeckel 'pasif' bir ırkçılığın sözcülüğünü yapıyorlardı. Onlara göre, 'doğal ayıklanma' insanı, özellikle de beyinsel ve etik yeteneklerini etkiliyordu. Bu duruma kesinlikle müdahale etmeye gerek yoktu. İlerlemeye olan genel eğilim ve toplumların yetkinleşmesi, kaçınılmaz biçimde 'ilkel' olanları eleyecek, 'ileri' unsurların varlığını koruyacaktı. Bu süreç, yine kaçınılmaz olarak 'beyaz ırkın' üstünlüğüyle sonuçlanacaktı.

    [Sadece Kayitli Üyeler Linkleri Görebilir. Kayit Olmak Için Tiklayin] Antropometre, insan vücudunu bir çizgilere indirgiyor ve bu çizgilerle ırkları ayrıştırıyor Bu pasif ırkçılığı önerenlere, Francis Galton ve gazeteci William Greg 'aktif ırkçılık' ile karşılık veriyorlardı. Onlara göre, 'doğal ayıklanma'nın toplumlardaki en 'ilkel' unsurları eleyip, 'ileri' unsurları korumasını beklemek yeterli değildi. Bu anlamda, 'evrim kuramı'na, gelişmiş toplumlarda fazla güvenilemezdi. Çünkü gelişmiş toplumlar, özellikle tıp bilimindeki kazanımlar ve insanlarda artan iyilik yapma duygusu nedeniyle yozlaşma içindeydiler. 1868 yılında İngiliz gazeteci William Greg, gelişmiş İngiliz toplumunda soyluların yozlaştığını, fakirleşip yoksullaştığını, buna karşın, daha üretken ve daha ileri bir güç olan orta sınıfın çok az çocuk yaptığını yazıyordu. Bu durumda, 'doğal ayıklanma' sürecine dışarıdan müdahale gerekiyordu. Tabii 'ilkel' olanları bir biçimde safdışı ederek...
    Öjenizmin bir ayağını Darwin kuramı, ikincisini ise Mendel'in genetik kuramı oluşturuyordu. Mendel'e göre genetik miras, kuşaktan kuşağa sadece cinsel hücreler aracılığıyla aktarılıyordu. Kazanılmış karakterlerin mirasını reddeden bu köktenci yaklaşım, ırkçılığın elinde hastalıkları, özellikle de beyinsel hastalıkları, toplumsal handikapları ve suçluluğu açıklayan bir araca dönüşmüştü.
    Peki ama bütün bu suçlamalar karşısında Darwin kendisini nasıl savundu? Önceleri yapacağı bir şey yoktu. Çünkü, 'Türlerin Kökeni' eserinde Darwin insandan hiç söz etmemişti. Ancak 1871 yılında yayımladığı 'İnsan Soyunun Türemesi' başlıklı yapıtında, öjenizme bilimsel ve ahlaki açıdan karşı olduğunu açık bir biçimde ifade etti. Yoksul sınıfların hızla artan nüfusunun bir tehlike oluşturmadığını söyledi. Çünkü, bu sınıf içinde ölüm oranı da yüksekti. Bu noktadan yola çıkan Darwin, herhangi bir biçimde doğumların kontrolünü öngören toplumsal programlara da karşı çıktı. Ve son olarak sempati ve merhamet gibi kavramların 'doğal ayıklanma'nın sonuçları olduğunu, toplumsallaşmanın temelini oluşturdukları için de gerekli olduğunu söyledi. Kuşkusuz bütün bunlar, öjenizmin temellerini Darwin kuramının üstüne inşa ettiği gerçeğini değiştirmedi.

    Aşırılarda dolaşmak
    Öjenizm, süreç içinde çok değişik biçimler kazandı. Alfred Wallace, yaşamının sonlarına doğru, 'cinsel ayıklanma' tezini geliştirdi. Aslında bu kavram Darwin'de de vardı. Eserinde 'doğal ayıklanma' ile uyuşmayan bazı karakteristiklerin 'cinsel ayıklanma'dan kaynaklandığını belirtmişti. Wallace ise, 'cinsel ayıklanma' sürecinde, insan topluluklarının kalıtımsal özelliklerini iyileştirici bir nitelik görüyordu. Bu noktadan hareketle şu tezi ileri sürüyordu: 'Eşitlikçi bir toplumda, kadınlar bundan böyle kocalarını paraları için değil, fizik, entelektüel ve moral nitelikleri için seçeceklerdi.' İşte bu düşünce, daha sonra doğmakta olan feminizm hareketi tarafından açık bir biçimde benimsendi. Öyle ki, feministler 'cinsel ayıklanma'yı, öjenizmin kabul edilebilir tek biçimi olarak aldılar.
    Öjenizmin, tam bir asır önce 'Türlerin Kökeni' eserinde dile getirilen kuramlarla uzaktan yakından ilgisi yok. Günümüzde, artık sadece 'bireysel öjenizm' söz konusu. Yani, ailelerin normal çocuklar doğurma kaygısını ifade ediyor. Bu konu da Darwin'i hiç ilgilendirmeyen, bambaşka bir sorun...

    [Sadece Kayitli Üyeler Linkleri Görebilir. Kayit Olmak Için Tiklayin] Prof. Dr. Ali Demirsoy Prof. Dr. Ali Demirsoy'un yorumuyla Darwin ve evrim:

    'Darwin'in, temel ilkeler olarak kabul edilen hiçbir bulgusu, bugüne kadar aşındırılmış ya da tersi kanıtlanmış değildir. Örneğin, Darwin'in kurmuş olduğu 'Doğal Ayıklanma Yasası', kesinlikle güncelliğini ve bilimselliğini yitirmedi. Darwin'in ayrıca bir söylediği de şuydu, 'Fakir toplumlar istedikleri kadar çocuk yapsınlar, bunun çok büyük zararı olmaz; çünkü burada zaten ölüm oranı çok yüksek olacaktır ve ayıklanma fazladır.' Bence doğru da söylemiştir. Ama Darwin antibiyotiğin bulunacağını bilemezdi. Yani, bu kadar ilacın ve tıbbi gelişmenin, insan soyuna yapılacak müdahalelerin geleceğini bilemezdi. Dolayısıyla, bugün fazla çocuk yapan ailelerin çocukları da yaşamış oluyor. Böylece denge bozulmuş ve doğal ayıklanma önlenmiş oluyor. Tabii bir sürü hastalıklı, rahatsız ve zayıf olan birey, kalıtsal materyallerini gen havuzuna sokmuş oluyor. Darwin'in bu anlamdaki sözleri doğrudur ve sonradan yapay yollardan yapılan müdahaleler, ilke olarak doğaya terstir. Darwin doğal olayları işlemiştir; doğal olmayan olayları herhangi bir şekilde göz önüne almamıştır. Örneğin bir meteorun dünyaya çarpması, dünyada önemli bir deprem olayının gerçekleşmesi, yanardağların patlaması ya da insanın ürettiği doğadışı verilerle Darwin arasında ilişki kurulmaya çalışılması, Darwinizm'e körü körüne saldırıdan başka bir sonuç doğurmaz.
    Darwin'in en çok tartışılan sözlerinden biri de, gelişmemiş ırkların, eninde sonunda gelişmiş ırkların egemenliğine gireceğidir. Bu çok doğrudur ve bugün de geçerlidir. Nitekim Türkiye'nin, şu anda kendisinin koymadığı, zorlama bir sürü kuralı kabul etmesi, herkesin cebinde dolarların bulunması ve dolarla konuşmamız bile, uygarlık bakımından bizden ileride olan ülkelerin, Darwin anlamında egemenliğine girdiğimizin kanıtıdır.
    Darwin hatalar yapmış olabilir. Çünkü, dinler tarihine baktığımızda bile bir dolu yanlış ve eksiklikler görebiliyoruz. Bunların hepsi bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor ve bu Darwin için de geçerlidir. Ancak bu eksiklikler kuramın doğru ve geçerliliğini etkilemez.
    Yukarıda söylediklerimizin dışında, Darwin'in yaşadığı dönemde kıtaların kayması bilinmiyordu, mutasyonlar bilinmiyordu, kromozomlar bilinmiyordu, mayoz bölünme bilinmiyordu, sperm bilinmiyordu, yumurta bilinmiyordu, eşeysel üremenin kuralları bilinmiyordu, neredeyse hiçbir şey bilinmiyordu. Yalnız Darwin, doğayı gözlediği zaman, üstün olan ve uyum yapan bireylerin ayıklanmış olacağını gözledi. Biyolojide bu hiç değişmedi. Darwin'in belki açıklama tarzında bir eksiklik bulunabilir; ama, bu da dediğimiz gibi, bilgi eksikliğinden kaynaklanıyordu. Bugün biz bu kuramın ayrıntısına girdiğimizde şunu anlıyoruz; gerçekten de bireyler, olması gerektiğinden fazla sayıda yavru ya da kombinasyon meydana getiriyor. Örneğin bir insan, kuramsal olarak, yaşamı boyunca 70 trilyon çocuk meydana getirme şansına sahip. Üstelik bir kadınla bir erkek, hiçbir baz ya da nükleotik değişiklik ve mutasyon olmazsa, ancak 70 trilyon çocuk meydana getirdiğinde birbirinin aynısı olabiliyor.
    Bu sayı, aşağı organizasyonlu canlılarda çok daha fazla ve nedeni de, kuşkusuz 70 trilyon yaşasın diye değil. Bunlar arasında, gelecek kombinasyonlardan hangisi yeni ortama uyum sağlarsa, o ayıklansın diye... Canlıların ayakta kalmasının nedeni bu. Darwin bunu bilmeden, gözlem ve sezinleme yoluyla ortaya koymuştu. Modern biyoloji de Darwin'in bütün söylediklerini moleküler düzeyde kanıtlıyor.
    Biyolojinin dışında Darwin'in kuramı, toplumsal olaylarda da geçerli. Bugünkü bilgilerimize göre, dünya tarihinde kaybolmuş yüzlerce toplum ve kültürün bir zamanlar var olduğunu biliyoruz. Bunların temel çöküş nedeni, sosyal evrimlerini oluşturamamalarında yatıyor. Bilimsel atılımını yapmış olan, doğanın mekaniğini değiştirmeye kalkan toplumlar, giderek daha bir güçlenip ayakta kaldı ve diğerlerine egemen oldular.
    1950'den sonra DNA üzerinde yapılan çalışmalar, 2000 yılına geldiğimizde evrimi adım adım kanıtlamış durumda... Çünkü biz DNA'yı, yani temel harfleri bulduğumuzda, artık sorunu daha rahat olarak çö-zebiliyoruz. Örneğin, DNA'nın üzerindeki çeşitlenmelerin neden meydana geldiğini sorduğumuzda, Darwin'in Doğal Ayıklanma Yasası ile karşı karşıya gelmiş oluyoruz. Bir başka deyişle, DNA üzerinde çeşitlilik, Doğal Ayıklanma'ya tam ve gerçek bir temel oluşturuyor. Örneğin, siz herhangi bir solunum enzimini aldığınızda, aynı toplumda çok çeşitli farklılıkların olduğunu görüyorsunuz. İşte bu farklılığın olması, temelde evrimsel sürece bir taban hazırlıyor. Bunu doğanın bilinçli olarak getirmesi de mümkün değil. Çünkü bilinçli olsa, fazladan malzeme oluşturmasına gerek yok. Doğa 70 trilyon örneğinde olduğu gibi, niçin çok sayıda işe yaramayan bireyler üretsin?
    Gerçekte ise, doğanın mekaniğinde, tamamen rasgele ve yeni durumlara uyum yapabilecek çeşitli varyasyonlar meydana geliyor. Yani, önceden gideceği yeri öngörmüyor; daha temel bir anlatımla amaçlı değil. Ancak onların içerisinde hangisi yeterliyse, hangisi uyumluysa, hangisi başarılıysa, o doğal olarak ayıklanıyor. Bu nedenle, bir alabalık her defasında 1 milyon yumurta yapıyor, ancak bunların arasından 10 tanesi uyum yapmayı başarıp yaşayabiliyor. Bu geri kalan büyük miktarın varlığı, temelde doğa için bir savurganlık gibi görünüyor. Yani, siz bu işleyişi planlayan bir doğaüstü güce inanırsanız, düşünün ki, ancak binde birinin kullanıldığı bir düzenin kurulmuş olduğuna inanmanız gerekiyor. Böyle bir mekanizma kolayca anlaşılacağı gibi verimli değil, ama doğanın mekanizması, yani Darwinizm açısından son derece düzgün bir mekanizma. Çünkü zayıf çoğunluk elenecek, uyum sağlayabilen hayatta kalacak. İşte temel çelişki burada yatmaktadır. Biyolojinin kendi içerisinde, düşünebilen bir mantığı yoktur, ama işle-yebilir bir mantığı vardır. Dolayısıyla, bizim geri kafalı dediğimiz tutucu kesim, biyolojik işleyişe bir doğaüstü mantık ve akılcı bir amaç sokmaya çalışır, ama öyle değildir. Mekanizmanın kendi içerisinde bir işleyiş mantığı vardır ve bu da düzensizlikler içerisinde kurulu bir düzen şeklinde işlemektedir. Kuşkusuz biyolojinin temeli de budur.
    2000 yılı bizim için çok önemli bir yıl. Bugüne kadar doğal evrime bıraktığımız canlı soyunu, bundan böyle insan soyu giderek yapay bir evrimle yönlendirmeye çalışacak. Bunun sakıncalı tarafları da var, verimli olacağı yanları da olacaktır. Üzerinde düşünülmesi gerekiyor... Şimdi yediğimiz domateslerden sebzelerden tutunuz da, adı yeni yeni duyulan meyvelere kadar, bunların hepsi yapay evrim ya da müdahalelerle ortaya çıkmış ırklar, türler ya da alttürlerdir. Bugün sadece yabani lahanadan, ayrı ayrı yenilebilir ve tür düzeyinde, 8 çeşit yeni ve görünüşleri farklı bitkiyi yapay yollarla oluşturabilmişiz. Bunların doğada ayrı yabani formları yok ve hepsi insanın bizzat ürettiği sebzeler. Örneğin brokkoli, marul, kara lahana, lahana gibi... Bunların doğal yollardan oluşması da mümkün, ama doğada bunlar uzun sürede meydana gelebilirler. Oysa, insan evrime müdahale edince, yeni ortaya çıkışlar kısa sürede, ama doğrudan insanın etkisiyle gerçekleşiyor.
    Biz artık yaşamımızı doğanın inisiyatifine ve uzun süren etkileşimine bırakamıyoruz. Bunun nedeni, eğer geçmişte insan soyu diğer canlıların bağlı olduğu kurallara uysaydı, yani 10 çocuk meydana getirip de, biri yaşasaydı, yapay evrime yönlenmemiş olacaktık. Ama doğanın işleyişine karşı çıkan bir sosyal yapıyı gerçekleştirdik.
    Bunun ortaya çıkmasıyla da, ister istemez çevremizi de aynı biçimde yapay olarak yönlendirmeye başladık. Bunun getireceği kazanımların yanında bir dolu sorunlar da olacaktır. Ancak bir kez başlamışız ve bırakabilmemiz mümkün değil. Önümüzdeki yıllarda insan soyunun bugüne kadar tahmin edemeyeceği son derece ilginç bir yol izlenecektir ve biyolojide yeni yeni canlı türleri ve yapay sistemler ortaya çıkacaktır. Bu kaçınılmazdır ve eğer insanlar gerçekten doğal yaşamak istiyorlarsa, en azından ilaç kullanmamaları gerekiyor. Örneğin hastalıklarda ilaç kullanmak, doğaya doğrudan doğruya bir müdahaledir. Çünkü doğanın kendisinde olmayan bir nesneyi sisteme sokmuş oluyorsunuz. Sonuçta gerçekçi olmak zorundayız ve Darwinizm'i eğer iyi öğretirsek, okullarımızda iyi k*****ırsak, 2000 yılından sonra olabilecekleri de insanlara çok iyi k*****mış olacağız. Yoksa, diğer gelişmiş toplumların zorunlu olarak gerisinde kalacağız. Darwinizm'e karşı olmak, gericilik, tutuculuk, Osmanlı Devleti örneğindeki gibi tarihte elenmiş bir sürü toplumun başına gelen yok oluşun, sizin başınıza da gelmesi anlamındadır. Nitekim ABD'deki Yüksek Mahkeme'nin orta eğitimde mecburen evrim öğretisinin verilmesi kararının arkasında, 1957 yılından itibaren Amerika'nın bilimsel olarak gerilemesinin etkisi çok büyüktür. Anlaşılmıştır ki, Amerika'da Darwinizm okutulmadığı için, bilimsel gelişim kendini sürdüremiyor. Dolayısıyla, Darwinizm'in içeriğinden küçük küçük parçalar alıp da, Darwin'in o çağda henüz bilmediği konulardan ona hücum edip, öğretiyi sözüm ona yıkma gibi bir saflığa düşmemek gerekiyor. Aksine onun mantığını kavrayıp, onu bütün sosyal gelişmelere de uygulamak gerekiyor.'YAŞASIN DARWİNİZİM DARVİNİST OLMAYAN HİÇ BİR İNSAN BİLİM ADAMI OLAMAZ! ! ! ! ! ! !

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]
    [email protected]

Toplam 336 mesaj bulundu