Olmazsa yanında bir dostun
Kemiğe yapışırsa postun
Kurtuluşun, ölümdür dostum...
TUTAK nedir bundaki kastın
Şiirle, bir roman mı yazdın?
HAKKINI HELAL EYLE...
(şehitlerin ardından)
Anam sen Mehmet’ ine hakkını helal eyle..
Bir gün, şehitlik haberim de gelirse eğer
Duanı esirgeme... Hakkını helal eyle..
DENEME
HÜZÜNLE BESLENEN SEVDALAR...
Önceki gün olacak. Evet, evet önceki gün... Vedalaşmadan gittiğin gece. Yalnız dünyama beni terk edip, veda bile etmediğin o gece... Saat kaçtı biliyor musun? Hatırlıyor musun o saati? Tamı tamamına 00.20 idi. Evet, gecenin ikinci yarısı ve saatin zaman ibresi 00.20’yi gösteriyordu... Sen... Sen. Sense, veda bile etmedin giderken. Bekledim... Bekledim. Seslendim ardından defalarca... Ama, yoktun. Duyuramıyordum sana sesimi... Bir ölüm sessizliği kaplamıştı geceyi. Umutların bittiği andı... Sevdalımın ise, terk ettiği an... Bir veda etmeden. Hoşça kal bile demeden... Acı geldi bana bu ayrılış... Çok ama çok acı geldi. Sana öyle alışmıştım ki artık.. Veda etmeden ayrılman bile, o anımı zehir etmeye yetiyordu.
O an; sanki gözlerim dolu dolu oldu. Akacak sandım yanaklarıma... Ama akmadı. Akamadı... Çünkü, kendini tutuyordu. Bu sevdaya güvenemiyordu... Çok acı vermişlerdi ömründe. Yeniden bir acı çekmeyi kaldıramazdı, zayıf yüreği... Ondandı akmayışı. Fakat... Fakat sen, dönüp gitmiştin aniden. Ardına bile bakmadan... Bir veda bile etmeden.
Kalktım monitörün başından. Boynumu büktüm. Fişini söktüm bilgisayarın.. Evet... Yalnız dünyamda, yalnız odama, yalnız ve soğuk yatağıma dönecektim. Başka çare mi bıraktın bana..? ! Hayır.. Bırakmadın. Canın sağ olsun güzelim. Sen, sağ ol... Ben alışkınım, bu tür yalnızlıklara. Buna benzer acılara... üzülme sen. Hiç üzülme... Buna da katlanırım nasılsa... Yüreğim, eski acılarına yeniden döner. Tekrar yaşarız, o özlem dolu saatleri... Üzülme sen. Sen üzülme sevdalım. Haaa, bir sorayım bakalım. Fena alıştım ben bu “Sevdalım” kelimesine... Sana “ Sevdalım” diyebilir miyim? Bu duygulara ne ad vereceğimi bilemiyorum da... Hani sana sorup, bir izin alayım dedim. Ne de olsa bizimkisi, aşk değil... Onulmaz yara... Olması mümkün olmayan bir iş... Bir umutsuzluk şarkısı..
DENEME 07. 12. 2007
Suat TUTAK
KARAKIŞIN ORTASINDA BAHAR...
(KARDELEN ÇİÇEĞİ)
Yüce Türk Milletinin Kitlesel Karşı Koyma Refleksini Göstermek
Ak pak, pamuk olmuş saçlarıyla
Şu köşede bir adam gördüm
Yaş altmışı geçmiş
Yetmişe merdiven dayamış
İki gözü, iki çeşme ağlıyor
Ağlıyor o adam.
Nice binbir kağnı sesiyle geldim sana
Sevgilerim kucak dolusu anam Anadolu'm
Fatih benim, Yavuz benim, Alpaslan benim
Dirildim cana geldim, sana geldim Anadolu'm,
Beyler beyim, Kılıç Aslan'ım, Barbaros'um
Aradan fazla bir zaman geçmedi. Bundan birkaç ay önce Sayın Sağlık Bakanı olsun, Sayın Başbakan olsunlar TV ekranlarında, halkın karşısına geçip; “ Bundan böyle vatandaşımızın hasta hanelerde rehin kalmayacağını, hastanedeki tedavi masraflarının, tedavi olduğu hasta hanelerce karşılanacağını, (Benim insanım tedavi için tek kuruş ödemeyecek) sözleriyle dile getirip, tüm dünya basını ve TV. lerinin önünde söyleyip, söz vermiş hatta bir nevi müjde şeklinde duyurmuştu…”
İnsanlarımız bu müjdeye gerçekten çok sevinmişler, şahsına kendilerinin gıyabında, hayır dualar etmişlerdi. Çünkü; yiyecek ekmek parası bulamayan bir çok vatandaş, bu konuda hasta hanelerde zor durumlara düşüyor, gerçekten yıllardır mağdur oluyordu… Hastane masraflarını karşılayamıyor, kimisi hasta hane kapısından içeriye alınmıyor, kimisi tedavi bitmeden hastaneden atılıyordu. Kimisi de hastası rehin alınıp, hasta yakınları tedavi masrafı için varını, yoğunu satıyor tedavi masrafını karşılamaya çalışıyor, kimileri bazı TV programlarına müracaat edip, halktan bağış, yardım istiyor, Ulus’ça duygusal sömürüye alet oluyor ve de yabancı TV. lere malzeme üretiyor, kimi hastalar veya sahipleri çaresiz-likten, umudunun kalmamasından ve de gururu incindiği için intihar edip, yaşamlarına son veriyorlardı. Bunlar masal değil… Hikâye de değil, yaşamın taa kendisi.
Bu saydıklarımı son yıllarda, hep beraber görüp, şahit olduk, birlikte yaşadık ve hala da yaşamaya devam ediyoruz… Öyle değil mi? Amma; bakın görün ki, sayın hükümet yetkilileri sözlerini hala yerine getiremiyorlar. Zaten o beyanatlarının üzerinden bir ay geçmeden birçok özel hasta haneler, vakıf hasta haneleri o müjdeye, karara karşı çıktılar… Tüzük ve yönetmeliklerinin buna müsait olmadığına işaretle, görüşlerini olumsuz olarak ilan ettiler. Sanki Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndan, ya da B.M.M. alacağı kararla, yeni yapacağı yasadan üstünmüş o tüzük ve yönetmelikler de, değiştirilemezmiş gibi… Sanırım işlerine gelmediği için, bugüne kadar Anayasaların bile kaçıncı kez delindiğini, değiştirildiğini, unutmuş görünüyorlar. 1924 Anayasası’ndan buyana bu yasalarımız kaçıncı kez değişti, değiştirildi acaba? Onu bilseler de hatırlamazlar… Çünkü burada yoksul vatandaşın yararı veya menfaati var.
Onların isyan ettikleri tarihlerde de ben bu konuda makaleler yazmıştım. Bu işin başarılamaya-cağını savunmuştum. Bu savunmamın yanında da, eğer böyle bir yasa düzenlemesi yapılıp uygulanırsa, çok yoksul insanın mutlu olacağını, büyük bir sıkıntıdan kurtarılmış olacağını ancak; böyle uyarlanmış bir yasanın uygulanmasının zor hatta imkânsız olduğunu yazmıştım. Evet, bu sözü hiçbir zaman söylemek istemiyorum amma, zaman beni yine haklı çıkardı. Keşke yanılsaydım, haklı çıkmasaydım da, vatandaşım mutlu olsaydı hastanede yaşadığı yürekler acısı durumlardan kurtulmuş olsaydı… İşte size gazeten alıntı yaparak sunacağım ispatı. Haber başlığını aynen sunuyorum: “ BAĞ-KUR’ u AİHM’ e ŞİKÂYET EDECEK…” haberin içeriği de özetle şöyle diyor: “Sakarya’da yaşayan Bağ-Kur emeklisi K.Çalışkan, 2002 yılında siroz hastalığına yakalanmış. Hastalığı ilerleyince, özel bir hasta hanede Karaciğer nakli yaptırmış. On iki saat süren bir ameliyattan sonra başarılı bir operasyon sonucu sağlığına kavuşmuş, iyileşmiş. Ancak; hastane karşısına 115 bin Ytl. Ameliyat faturası ile çıkmış. Bu fatura karşısında tedavi masrafları için Bağ-Kur’ a başvurmuş. Bağ – Kur’ dan bu faturaya karşılık 10 bin Ytl tutarında ödeme yağılmıştır.
Zor durumda kalan hasta masrafının tamamının karşılanması için Bağ – Kur ‘ u mahkemeye vermiş, hakkında dava açmış, fakat mahkeme Bağ – Kur lehine karar vermiştir. Hukuk yollarının tıkandığını gören ve zor durumda kalan hasta çaresiz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurmak zorunda kalıp, hastane masraflarının tamamının Bağ – Kur’ca ödenmesini talep etmek zorunda bırakılmıştır…”
Bakınız sevgili okuyucularım. Bu da insan haklarıyla ilgili önemli bir konu. Maalesef uygarlık yolunda her şeyiyle savaş veren Türkiye’de, 21. yy.Türkiye’sinde böyle konular hala gündemde. Ve de insanlık ayıbı olarak çözüleceği günü bekliyor…
Sürekli güncelliği olan bir konu olduğu için, haberle ilgili yorumlarımı sizlerle paylaşmak istiyorum. 09 Mayıs 2008 tarihli TAKVİM Gazetesi’nin birinci sayfasından bir sür manşet bir haber verilmişti… Haberin başlığı şöyle: “ GENÇLİĞİM EYVAH “
Gazete haberinin verdiği bilgiye göre BM’ nin “TÜRKİYE’ de GENÇLİK RAPORU” da; “ 12 milyon gencin 5 milyonu ne iş sahibi, ne de öğrenci olmadığı, bir milyonunun iş aradığı, 300 bini işten umudunu kesmiş durumda olduğunu belirtmiş,” tespit etmiştir.
Raporun da, “ Avrupa’nın en genç nüfusuna sahip Türkiye’nin durumunun, içler acısı olduğunu ” kaydetmiştir. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı çerçeve-sinde; “ Türkiye’de Gençlik “araştırması yapan B.M. sonucu “ FACİA “ olarak duyurmuştur.
Bu raporun verilerine göre; 15 – 24 yaş arası 12 milyon gençten 5 milyonu hem okula gitmiyor, hem de bir mesleği olmayan grup, umutsuzca ortada dolaşan genç kesim, Bir milyon gencin ise 300 bininde iş bulma umudu çoktan yok olmuş durumda… daha da acı tespit ise; 2 milyon yarışmacının sırada beklemekte olması.
Bu tespite göre; okumayan ve hiç çalışmayan 2.2 milyon genç kadın var olduğu, 22 bin çocuk ve gencin bir kısmının cezaevine girmiş birer hükümlü olduğu, gençlerin kolay yoldan para kazanmak istediği, bunu için TV yarışma programlarına başvurdukları, bu şekilde kolay para kazanmak isteyen 2 milyon genç, “ZENGİN OLMAK İÇİN” sıra beklediği bildiriliyor.
Türkiye’deki avare gençlikle ilgili Birleşmiş Milletler Raporunda madde madde şöyle diyor;
Ömrümce sığınma evim oldu yazılarım. Acımasız dünyanın beni yaraladığı zamanlar, göz pınarlarımda yaşlar oluşup biriktiği zamanlar, yüreğimde volkanlar patladığı zamanlar, yaşamın acıları bu volkanın acımasız lavları gibi her yerimi yakıp, yıkıp hayattan eser bırakmamaya karar verdiği zamanlar, ya da öyle bir duyguyu sez-
gilerim algıladığı zamanlar ben, hep oraya sığınırım. Yazılarıma… O yazılarımın sığınma evine.
Hani şu ormancıların, uçsuz bucaksız ormanlar içinde gözetleme kuleleri olur ya… Oraya çıktığınız zaman kendinizi yerle gök arasında, boşlukta, bambaşka bir alemde hissedersiniz… Çünkü o kuleler, yerden çok yükseklerde yapılır. Çok ağaçlardan yüksek olur. Olduğu yerden önü açıktır. Ufku, ormanın muhtelif yerlerini iyi görür. Gözetlemek ve yangınları görmek için yapılırlar da ondan öyledirler. Görevli ormancılar, günün belirli saatlerinde o gözetleme kulübelerine çıkıp, belirli sürelerle oradan ormanı gözetleyip yangın başlangıcı olup olmadığına bakarlar. Yangın gözetlerler… Bir yangın çıkması hemen yetkililere, hem de söndürme ekiplerine telsiz veya telefonla bildirirler. Yangın başlamadan önlemeye çalışırlar. Çoğu zaman doğal koşullar sebebiyle bu pek bir işe de yaramaz. Yüzlerce, binlerce hektar, dekar ormanlık alan her yıl heba olur, gider. Yanıp kül olur… Yurdumuz trilyonlarca lira zarar eder ve binlerce yaban orman hayvanı, canlıları yanıp yok olurlar. Fakat her şeye rağmen, o gözetlemeler sürekli devam eder, gider. Bu ilk adımdır… Gereklidir. Olmazsa, olmaz şartlardandır. Ve bu işten binlerce görevli, belki yurt çapında milyonlarca aile geçinmekte, ekmek yemektedir.
Burada, bizim üzerinde durmak istediğimiz husus, bu yönü değildir. Ormanın manevi yönüdür. Verdiği iç huzur, mutluluk, dinlendirici özelliğidir. Yeryüzüne yağmur bulutlarını çekip bereket kaynağı yağmur yağdırması da değildir. Ormanın humuslu, doğal gübreli topraklarında oluşan canlılar için hayat kaynağı, mineral zenginliği de değildir… Pekiyi, ya nedir? Ormanların insanlar için sağlık, huzur, mutluluk veren, ruhsal dinlendirici yönüdür. Romantik yüzündeki dinlendirici özelliğidir. Çünkü orman, bilinmeyen yönleriyle tehlike kaynağı ve ürkütücü olsa da, gerçekten yaşam kaynağıdır. Şimdi de birazcık ormanın o özelliğinden söz edelim.
Ormanlarda ki yangın gözetleme kulübelerinin yanında bir de, görevlilerin ihtiyaçlarını karşılamak, barınmak ve görevli olmadığı zamanlarda korunup dinlenmesi içinde, ORMAN DİNLENME EVLERİ vardır. Odun kesim dönemlerinde, kesilen yaşlı ve kuru ağaçlar bu dinlenme evlerinin çevresindeki geniş, ağaçsız alanlara istif (Üst üste koyup düzenlice yığmak) edilirler. Kimileri odunluk olarak, kimileri kereste sanayinde değerlendirilmek üzere üst üste yığılır, tomruklar halinde istiflerde bekletilirler. Ormandan kesilen ağaçlar, orada tomruk haline getirilir, dalı, budağı temizlenir, belirli ölçülerde tomruklar haline getirilir, bu tomruklar istif edildiği merkezlerde de kalabalık orman işçileri görev yaparlar… İşçilerin kimileri yakın orman köylerinden araçlarla getirilip, günü birlik işçiler olarak çalıştırılırlar, servis araçlarıyla akşamları tekrar köylerine götürülürler. Bunların içinde kadrolu işçi ve memurlar da vardır. Onlar da; belli bir görev ve nöbet süresince, o tomrukların istif merkezlerinde ağaçtan yapılmış, çakma evlerde, orman evlerinde o ağaçtan barakalar içinde yaz kış kalırlar, korunup barınarak görevlerini sürdürürler.
Nasıl ki; turizm gibi bazı iş kollarının yoğun faaliyet gösterdiği dönemleri varsa, orman işçilerinin de yoğun çalışmalar yaptığı bir dönem, iş sezonu vardır. O sezon boyu işçi sayısı çoğalır, sezon sonuna kadar çalıştırılır, sezon bitince fazlalık olan sezonluk işçiler, yeni sezona kadar işten çıkarılıp, bekletilirler. Buralarda çalıştırılan kadrolu devlet memuru ve işçiler yaz-kış her mevsim orada bulunur, çalışır, çeşitli orman bölgelerinde görev yaparlar.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!