Şimdi her gidişin / biten bir günün bitişidir içimde
......... Suyunu, yemini eksik etmeyip yüreğimin altın kafesinde yirmi dört saat özenerek, sakınarak, sevgiyle beslediğim kanaryam, delikanlım... Şimdi sen gidiyorsun ya kısa molalalarla dönecek olmanı bilmem bile içimdeki pınarların tükenmesine engel olmuyor...
......... Ellerim tutmaz, ayaklarım yürümez halde ve baktığım nesneler cansız, hareket eden her varlık donuk görmüyor, duymuyorum... Bindiğim her araç olduğu yerde adeta patinaj yapıyor, ineceğim yere bir türlü gelemiyorum... Ağzıma aldığım her lokma tıkıyor, nefessiz ve sensiz kıvranıyorum acılar denizinde...
YANLIZLIĞI BİLMEZDİM ESKİDEN, dediğin şiirinden, Adana sokakların da
Irgatlığı canlandırdığın UMUT filmi düştü usuma, yalnız ve çömelmiş...
Lümpen, şımarık, sosyete, varsıl rollerin olmadı hiç, hayatı oynardın çünkü
Maden işcilerinin ocakta ölüm sessizliğin de suskun çalışmalarının
Aynaya yansımasıydı dinginliğin, duruşun, gözlerinin sert ve sevecen haykırışı...
Zaman şimdi yokluğunda filmlerinsiz nasıl geçerse öyle geçmekte avare...
Ne zaman aklıma gelse yokluğun
Yaralı bir kumru yerleşir içime
Ürkek, kırılgan, kanatsız
Usulca kıvrılırım ceplerime
Ve delidir öpüşlerim bilir misin?
…………… Sanki yer yarıldı içine girdin, bense çaresiz, tükenmiş, bitmiştim ararken seni ve en acı en kötü günlerim yıllara yayılarak sürüyordu kaybolmuşluğunda… Yolu, çıkarı olmalıydı sana ulaşmamın, yitirirken hafızamı son kozlarını oynayan kumarbaz, alt kümeye düşmemek için son maçında canına dişine takan bir futbol takımının oyuncuları canhıraş mücadelelerinde yaşamla ölüm arasında ince çizgide nasıl hissederse çırpınırcasına... Öyle çırpınıyor, koşuyor, tökezleyip düşüyorum ve yeniden kalktığımda ayakta duracak, koşacak, konuşacak gücüm kalmıyor t-ü-k-e-n-i-y-o-r-u-m …
…………… Enerji toplamaya çalışırken takıldığı bütün aletlerde işlevini yitirip boşalmış dünyanın en küçük pili oluyorum, çöpe atılmaya gerek dahi duyulmayan, rastgele savrulan herhangi bir yere… Bilsem orada olduğunu, duymasam da hissetsem sadece, yere basarken birisi gelse ayak sesinin tamam diyeceğim, devam edeceğim esrik, savurgan, serseri, susmak onurları olan insan kütlelerinin içindeki yaşar gibi yaptığım yaşantısız soluklarıma… Gün içerisinde alacağım tek soluk yetecek okyanuslarca uzaklığa rağmen…
…………… Veriler topluyorum küçüklüğümden bugüne sakladığım, gençliğimde kupon biriktirip kuyruklarda rezilce bekleyerek aldığım ansiklopedilerden… Bu mevsimde susuz da kalsalar kır çiçeklerinin bu esarete birkaç gün dayanacağına, solmayacağına dair doneleri iliştiriyorum yitmek üzere olan belleğime… Ve hafta sonları yanından geçerken hep seninle ilişkilendirdiğim rengarenk çiçeklerin tezgahta kalanlarının tamamını satın alarak kutunun içerisine ellerimle yerleştiriyorum, sana ulaştığında tek yaprağı dahi zarar görmeden ilk andaki görüntüsü ile ve açarken kokusunu içine çek diye… Orda yoksun biliyorum, nerdesin bilmiyorum ama sana ulaştıracaklar, haber verecekler biliyorum… Orada olmamanın haklı gerekçelerinin olduğunu aklıma asla getirmiyorum, getiremiyorum ki… Kaç gün geçti bilemiyorum, bildiğim sadece yokluğunda senin yerine teslim alınan koli… Ne kutlama şiirlerime yanıt, nede eline geçtiğinden emin olmadığım çiçeklerden bir haber alamıyor, gecenin sessizliğine hıçkırıklarımı ekleyip yorganı ilk kez başımın üzerine çekiyorum…
(gül kokulu yağmurlarda ıslandık / yine de senin kokun gitmedi / Kadınımdan)
…………… Sağanak yağmurlarda yürüyorum günlerdir durmadan, her damlanın saçlarımdan ayaklarıma kadar süzülmesini izliyor, onlarca, yüzlerce damlacığı tek tek takip ediyorum saçak altı ve şemsiye tutan korunaklı, meraklı bakışların izleyişinde… Biliyorum insanların akıllarından neler geçirdiklerini ve ben düşünmek istemiyor ilerliyorum damla damla… Islanmayan tek zerrem kalmasın, yaşamda kirletilmemiş ne kaldı diye anımsamaya çalışırken saf, masum, temiz ve dokunduğu, gezinti yaptığı her dokumda çocukluğumun çizmelerini renklendirip, birikintili yerlere giriyorum su ile dolsun diye ayakkabılarım…
……………En çok Serpili severdim küçüklüğümde, benden deli ve her su birikintisinde adeta vals yapar gibi yürüdüğü ve çamurlu suları yüzüme atıp sonra temizlerken anne şefkati gösterdiğinden, sonra da bize gidelim üstünü kurulayayım dediği için ve ben büyümeyen asla da büyümeyecek olan utangaçlığıma hiçbir kılık giydirmeden utanır koşarak eve kaçardım… Serpilden… Yağmurdan… Utangaçlığımdan… Ve ablamın okuldan gelmesine yakın saatlerde onun havlusunu kullanırdım kızacağını ve beni birkaç mahalle kovalayacağı bildiğimden… Vazgeçmezdim büyüklerimin öfkesini, kızgınlıklarını bana aktarmalarından ve onların bu sayede sinir sistemlerini çalıştırdığımı düşünür her hangi kalp rahatsızlıkları geçirmeyerek uzun soluklu yaşayacaklarına inanırdım çocuk yüreğimle… Ve sevinirdim ölmeyeceklerine dair… Şımartılmama uygun fırsat ve insanlar olmadığından her an mahallelinin tümüne usumdan geçen geçmeyen her muzurluğu onların istemediği benim çok sevdiğim, hala tatlı tatlı gülümsediğim biçimde sunardım…
Ne zaman ayrıldık ki biz?
Sönmezken yangınları yüreğimizin
Ve her gün
Ve her gece
Kor ateşlerle alevlenir yine ve yitik
Seslerimiz çarpışıp, tümlenir ve
Dalgalarım ol benim
Kıyılarıma vur köpük köpük
Dalgalarım ol gün batımında
Ağır ve usulca yanaş kıyılarıma
Rengarenk çakıl taşları olayım
……… Sevda; görmediğimiz çöllerin ortasında kıvranan sancılı karın ağrılarıysa eşit mesafede aynı anda onu hissettiğimizdir aslolan sevgili… Ve geçmeyen sancıların devredilmesinde bize kalan uğultularıdır, onunla avunur onunla seviniriz… Kimse öğretmeden biz ürettik biz sevdik uzaklıkları gözlerimizde...
……… Ebemkuşağının turuncu renkli ucuna tutunurken sen, sarıldığım sarı renklerden papatya desteleri yapıyor, yeşil renkli yollardan sana iletiyorum, ulaştığında deli mavi bir aşkın renksiz silueti yansıyor, gülümsemelerine eklenirken… Ne çok uzakmış ve ne kadar yakınmış aslında aynı gökkuşağının farklı renklerini ayrı kentlerin örtüşen yürekleriyle çok uzaklardan aynı gözlerle izlemek… Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve mor renkleri aynı anda sevda soluklu tek nefes ve tek yüreğe dönüştürmek…
……… Vurgun yemektir aşk ve acemi dalgıcın denizin sığ kıyılarında kendisini Hint Okyanusunun gizemli derinliklerinde sanması, başını sudan çıkardığında ayaklarının yere değecek yakınlıkta olması değil, yüreğinin üzerinde hissettiği yürek yarısıdır, varlığı kıtalar ve okyanuslar arası uzakta olan aşkıdır, başarmıştır ilk deneyimi... Yakınlaşmıştır aşk farklı iklim ve soğukluktaki deniz suyunun ateşinde şimdi...
......... Sinsi ve hain geceden gün gibi içime düşen ve yayılan düşsel kırıntıların esintisinden kahroluyor ve yol arıyor, ışık bakıyorum ufacıkta olsa seni görmek, düşleri temizlemek için. Öyle kırılgan ve öyle sinsi ki, düş denilen olgu, silip atmak istiyorum...
......... Evin içinde geceden yankılanan düş seslerim adeta duvarlardan bana bakıyor, ben ise uyku ve gecenin mahmurluğuna sersemleşmemi ekliyor, balkondan savurmak istiyorum sabahın köründe taşıt bekleyen insanlara korna çalarak ilerleyen dolmuş şoförüne ve çıkardığı onca gürültüye... Sus be adam...
......... Vedalara uzanan yansımaları silmek, sifonla şehrin kirli sularına gömmek için yüzümü yıkıyor, yıkıyor ve aynada akseden yüzümün kirli sakallarına da yansıyan kır renklerin çoğalmasını izliyorum, kendimden yanak alarak... Esrik gecelerimin sabahında tanımaz ifadeyle süzdüğüm yüzüm, yarı yabancı yarı tanıdık geliyor sevgili... Neden düşlerime geldiğinde öyle hoyrat, öyle acımasız ve zalimsin? Sanki uzaklardan bir yerden Ferdi Tayfur’un yıllar önce söylediği o arabesk şarkı çalıyor: Tanrım nasıl sevdim böyle zalimi.
......... Sen bakma üşüdüğüme, şimdi ben çok uzaklarda ve ulaşamayacağım simitçi fırının susamlı, taş simidini özledim aslında ve o susam taneleridir yokluğunda içimi ısıtan. Görsem ısınmam, yemem, her nesneyi sen saymışlığım ve düşünmüşlüğümde... Yoksun ya işte... Üşüyorum...
......... En çok kaldırım kenarında küçücük ayakları şişmiş çocuklara yanarım ve okşamak istediğim al al yanaklarının soğuktan donmasına aldırmadan ve aslında canı yanmışlıktandır çığırtkanlık yaptıkları simitler... Öyle susar ki içimin çığlıkları, konuştursam nefes alacağım, konuştursam susturmayacağım ‘sen’ diye atan tınıları... Öyle sonsuz ki çığlıksızlıklarım, gıptayla izliyorum simit satan minikleri onların çığırtkan sesinde ve ayazlarda...
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!