Dinleyicilerimin bana çok sık sordukları bir soru vardır: Hangi piyanistleri tanıdınız? En çok kimleri beğenirsiniz? Pek çoklarını gayet iyi hatırlıyorum. Meselâ Busoni'yi, Padarewski'yi, Pachmann'ı. Ömrümde ilk kez, doğduğum Lodz şehrinde, bir konser dinlerken yaşımın ancak dört olmasına rağmen bu konserin bende bıraktığı izlemin hâlâ çok berraktır. Piyanist, Joseph Slivinski'ydi. Sahnedeki görünümünü, konser salonunu ve çaldığını gerçekten bugünkü gibi hatırlıyorum. Slivinski o devirde çok ünlüydü. Pek çok kişi onu Padarewski'nin bile üstünde tutarlardı. Padarewski'nin de o devirde sanatının doruğuna ulaştığını unutmamak gerekir.
O devrin piyanistleri bugünkünden büsbütün başka çalarlardı. Daha kişisel daha cesur ve özgürdü yorumları. Bugünkü gibi radyo, televizyon ve plak yapma kaygıları yoktu. Bu radyo ve plak işleri hepimizi bir yere mıhladı. Bundan artık kurtulmamız imkânsız. Bazı notaların üstünden şöyle bir geçiverip, her yaptığımız kusursuzmuş gibi davranamıyoruz. Pedal ile birçok şeyi örtbas edemiyoruz. Eski piyanistler çoğunlukla böyleydi, ama bazılarının yorumunda büyük dehâ vardı o başka.
Padarewski de bugün kariyer yapmaya kalkışsaydı pek çabuk frenlenirdi. Eleştirmenler onu en sert bir biçimde yargılarken açıkça doğru notaları çalmadığını, basları abarttığını, sırf etkilemek için müziğe bazı ölçüler ilâve ettiğini, ellerini hiç gerekmediği halde sırf dinleyiciyi etkilemek için kaldırdığını söyleyeceklerdi. Bugün artık etki adına yapılan hiçbir şey kabul edilmemektedir. Bugünkü dinleyici eski sanatçının sahnedeki görüntüsünden belki çok etkilenecekti ama radyoda bir bandını dinlediği ya da plağını aldığı vakit kuşkusuz hayal kırıklığı yaşayacaktı.
Piyanistik açıdan bakacak olursak etkisi o kadar büyük olmamakla beraber müzikal yönden büyük sanatçıydı Padarewski. Gerçekten iyi müzisyendi. Kendi bestelediği müzikte de çok zarifti ama hiçbir zaman büyük müzik olmadı. Buna rağmen Padarewski'nin müziğe karşı o derin duyarlılığı coşku ve heyecanı hiçbir zaman küçümsenemez.
Busoni'nin ise taşkın bir çalış tarzı vardı. Hepsinden sihirli idi. Gerçeken bir dâhi idi. Piyano onun elinin altında çoğu zaman bir büyücü kutusunu andırırdı. Onu dinleyen bütün genç ve yaşlı piyanistler, adeta felce uğrarlar, dilleri tutulurdu. Halk çoğunlukla sorardı bize, 'Nedir Busoni'nin büyüsü, büyüklüğünün sebebi nedir? ' Gerçekten bunun kesin cevabı yok. Muhakkak ki zamanının çok ötesindeydi. Geleceğin piyanistiydi. Bugün yaşasaydı hepimizi kırar geçirirdi.
Hiçbir devirde, bir piyanistin en zor eserleri bile bu kadar hafiflikle, zerafetle, ustalıkla çaldığını görmedim. Bazen de tuhaf huyları vardı. Meselâ Beethoven'ın 'Hammerklavier' sonatının adagiosunu hafif alaylı bir dokunuşla çalardı. Eserdeki derinlik, yeisli matem duygusu hiçbir zaman ortaya çıkmazdı. Adagio ise artık gerçekten dünyanın sonudur. Her şeyi ama her şeyi noktalar. O boş akorlar, uzun, bitmek bilmeyen cümleler, arada bir duyulan teselli sözleri bile umutsuzluktan başka bir şey değildir. Şunu demek ister besteci: 'Dünya parçalansa da minnet duygusunun ölmemesi gerekir.' Busoni'nin çalışındaki küçük alay ise, 'Çalıyorum ama inanmıyorum' anlamına gelirdi. Sonuç son derece parlaktı, o başka. Amerika'da Busoni'nin hiç başarısı olmadı. Basın da ona hiç yardım etmedi. Bach 'Goldberg çeşitlemeleri', son devir Beethoven, bütün Paganini-Liszt etüdleri, o zamanki konser programını ihtiva ediyordu. Bu da Amerikan dinleyicisine fazla geldi. Belki Liszt'in bir tek parçasını çalsaydı, başarısı çok parlak olabilir, salon alkıştan inleyebilirdi. Ama bu seviyeye Amerikalılar henüz alışamamıştı. O zaman Amerika'da en çok çalınan eser 'Ay ışığı' sonatıydı. Bazen de Chopin'in 'Cenaze marşı' sonatını çalmaya cüret edenler olurdu. Bu sonat da dinleyicilerin, yanlarındaki komşularına eğilip gözyaşlarını göstermeleri için vesile olurdu. Bu programlara olsa olsa bir de Mendelssohn'un 'Çıkrık Şarkısı' ve bir de Rachmaninoff'un ünlü 'Prelüd'ü ilave edilirdi. 1900'lerde Rachmaninoff'un 'Do minör prelüd'ü pek sevilirdi. Her iyi aile kızı bu esere şöyle bir yanaşır, sonuçta çoğunlukla başarısız olurdu.
Radyo ve plak, müzikle olan ilişkimizi bütünüyle değiştirdi. Yetmiş yıl önce Amerika'da yaşayan bir genci ele alalım. Çalgısını kimin için çalıyordu? Bir iki teyze, kızkardeş ve yeğen, onlarda piyanoyu çekilmez bir şekilde kullanırlardı. Müzik zevkleri, vaktiyle biraz konservatuvara gitmiş yaşlı bir hanımefendi tarafından biçimleniyordu. O hanımefendi vaktiyle bir diploma almış ve Birleşmiş Milletler'in küçük bir kentine yerleşmişti. Kentin bütün müzik kültürü üstünde egemenlik kurmaya hak kazandığını sanırdı. Tek müzik otoritesi oydu. Sadece o belirlerdi neyin iyi neyin kötü olduğunu. Böylece değer yargılarının küçük bir kentte nasıl oluştuğunu anlamak pek zor olmasa gerek. Hayatımda yüzlerce böyle küçük kent tanıdım, hepsinin de müzikle olan ilişkileri çok yetersizdi.
Bugün durum değişmiştir. Aynı gencin kardeşleri, arkadaşları radyoyu açmakta, plağı pikaba koymakta, Toscanini'yi, Serkin'i, Gilels'i, Casadesus'u dinlemektedirler. Beethoven'ın, Mozart'ın, Chopin'in, Schumann'ın bir konçertosunun en iyi yorumları ile karşılaşırlar. Belki falanca, filanca parça diğerlerinden daha çok sevilir ama müzik seviyesi korkulacak derecede yükselmiştir. Bu yeni seviye, eski piyano ve müzik öğretmeni hanımefendileri tümüyle kırıp geçirmiştir. Piyasadan çekmiştir. Artık hiçbir sanatçı Amerika'ya kasaba anlayışı ile gidememektedir. 'Orda hem içerim hem çalarım.' Bu artık imkansızdır. Paris'te, New York'ta, Berlin veya Rio'daki çaldığımız gibi çalmamız gerekiyor her yerde.
Vaktiyle çok iyi hatırlarım, bana şöyle bir soru sorulmuştu: 'Dünya piyasasını dolduran genç sanatçıların aşırı çekingenlikleri ürkütücü. Üstün tekniklerinin yanı sıra en değerli müzik içgüdülerini öldürmüyor mu? ' Buna tamamen katılıyorum. Ve şu şekilde bir açıklama getirebileceğimi sanıyorum. Radyo ve plaktan evvel piyanistler kendilerini şöyle bir müziğe bırakıverirlerdi. Çözülmüş kişiliklerini ve dehâlarını yansıtırlardı. Mesela Pachmann bir minyatür ressamı idi ve dinleyicilerini büyülerdi. Küçük pasajlarda pedalı inanılmaz bir biçimde kullanırdı. Mesela d'Albert'i alalım. Ne büyük kıvılcımlarla çalardı Beethoven sonatlarını. Bazen yoruma gereksiz bir gaddarlık katar, benim gibi yanlış notalara da basardı ama dehâsı ve de inandırıcılığı eşsizdi. Bugün bu çalış da artık yeterli değildir. Bundan dolayı da genç piyanistler, eserin özüne sadık kalma korkusunu fazla büyütürler, kalplerini açamaz olurlar, gerçek kabiliyetlerin ortaya çıkması, sevgi duyguları yoksunlaşır ve tabii olarak halkı da duygulandırmaz olurlar. Hep şunu düşünürler çalarken: 'Aman şu nota temiz çıksın, aman şu cümledeki vurguyu yanlış çalmayayım.' Sanki sonsuza dek bir bant kaydı yapılıyormuş gibi gelir insana bu konserler. Bu aşırı sakınma havayı öldürür, müziğin gerçek anlamını da bozar. Tekniğe, esere ve kabiliyete gösterilen saygının dışında kalpler soğuk kalır. Aynen sirk numaralarına gösterdiğimiz hayret gibi, etkilenir fakat duygulanmayız. Sırtımızı koltuklara dayayıp çukulatalarımızı yemeye devam ederiz.
Tazeliği kaybetmemek çok önemlidir. Bu dersi dostum Picasso'dan almıştım. Bir zamanlar çok sık görüşürdük. Onu Paris'teki atölyesinde ziyaret ederdim. Sohbetlerimiz eşsizdi.
Picasso aylarca tualin önünde durur, bir sherry şişesinin, bir masanın, bir gitarın yahut da balkondaki demirlerin resmini yapardı. Bu bana son derece sıkıcı gelirdi, yepyeni bir Picasso görmek isterdim karşımda. Bir gün patladım, 'Kuzum Pablo, ne oldu size, hâlâ bıkmadınız mı her gün aynı şeyi yapmaktan? ' Bana şöyle bir ters ters baktı ve iyice sinirlendi: 'Kuzum ne saçmalıyorsunuz? Ben her gün başka bir insanım. Her saat ışık değişir, ayrıca bu şişeyi her zaman başka görürüm. Her an hayat ve dünya bir başkadır.' Bir an durduktan sonra 'Hakkınız var' dedim. 'Ne kadar çok fikrimi değiştiririm ben de. Sabah yataktan kalktığım vakit bir konu üzerinde bir gün öncesinden bambaşka düşünürüm. Bu da beni ileriye götürür.'
Schumann'ın 'Carnaval'ının yeni bir plağı bana yeni bir dünya açmıştı. Kırk yıldır bildiğim müzik bana yeni bir dilmiş gibi geliyordu. Fakat biliyordum ki birkaç ay sonra artık bu kadar sevdiğim plağı dinleyemeyeceğim. Bu her zaman başıma gelen bir şeydir. Yeni bir kaydı büyük bir içtenlikle dinlerim. Nerdeyse kapıya gelen postacıyı benimle beraber dinlemesi için içeri çağırmak gelir içimden. Bütün dostlarıma para vermeye bile hazırımdır, o kadar sevdiğim bir müziği benimle beraber paylaşmaları için özellikle konuşmadan dinleyenlere. Fakat al sana, birkaç ay sonra bu plağa artık katlanamam. Artık başka bir insan olmuşumdur. Hemen sormaya başlarım kendi kendime. 'Kim Allah'ını seversen bu kaydı yapan? Ne kadar yavaş, ne kadar çabuk, ne kadar aptalca bir çalış.' O anda müzik benimle yine yepyeni bir dille konuşmaya başlamıştır.
Mozart'a bugün eskisinden çok bağlıyım. Kanaatimce en temiz müzisyen odur. Müziği bütün gereksiz öğelerden arınmıştır. Aşkın, tutkunun, esprinin, şakanın bütün iniş ve çıkışlarını anlatmak için fazla notaya gerek yoktur. Bir şeyi söylemek için bir çizgi yetmektedir.
Çocuklar da bunu duyar. İlk konserim Mozart'ın La majör Piyano Konçertosu'ydu. Berlin'de Joseph Joachim orkestrayı yönetiyordu. Şunu söylemeliyim ki Mozart'ın doğrudan doğruyalığı, sadeliği, yalınlığı bir delikanlıya göre değildir. Delikanlı ilk hissî çoşkunluklarını tatmaktadır, karmaşıktır iç dünyası. Kız arkadaşına tafra satmak ister, babasına sahtekârlık eder, kendini çok beğenir ve olduğundan fazla görünmek ister. Yaşlandığı zaman delikanlı, bunların hepsini atar, fakat artık çok geçtir. Böyle şeylerin gereğini duymaz arınır, tertemiz olur.
Bütün eski müzisyenler, adeta emekleye emekleye Mozart'a dönerler. Busoni de sonunda Mozart'ı tercih ederek Beethoven'ı bir kenara itmişti. Bana bir gün şöyle demişti: Beethoven'dan bıktım. Mozart hepsinin büyüğü.
Çocukken gerçekten Mozart'a hayranlığım büyüktü. Mozart'ın sonatlarını, konçertolarını çalmak bana büyük zevk verirdi. Arkadaşlarım hep benden Mozart çalmamı isterlerdi. Ama daha sonra benden karmaşık, zor şeyler çalmam beklendi. Hiçbir empresaryo Mozart çalmama izin vermedi. Hele Çaykovski'deki büyük coşkunluklarım, halkı etkilemem ortaya çıkınca, sonradan başarı listeme Chopin ve İspanyol müziği de girdi. Halkı başka türlü memnun etmek mümkün değildi artık.
Bizler, besteciler arasındaki gerçek kişilikleri bazen çok geç buluruz. Mesela elli yaşıma kadar Grieg bana ucuz bir operet bestecisi gibi gelirdi. O sırada Eugene Ormandy bana Philadelphia Orkestrası'yla Grieg'in piyano konçertosunu çalmamı, bir band kaydı yapılmasını teklif etti. Uzun zaman bu teklifi erteledim. Nihayet karımın ısrarı üzerine, bir deneyeyim dedim. Birden Grieg'in ne kadar yanlış anlaşıldığını, müziğinin hiç de ucuz olmadığını anlayıverdim. Grieg aslında tertemiz, masum Norveç ruhunu özümlüyordu. Ezgileri çok içtendi. Orkestrasyon işinde kabiliyeti büyüktü. Kendini çok duyarlı, fakat sıkılgan, çok çekingen bir biçimde ifade ediyordu. Birden bu müzik beni çok sardı. Yorumumun her seferinde daha sade, daha saf olmasına özen gösterdim.
Ben neysem, ne yapıyorsam, oyumdur. Buna kuvvetle inanıyorum. Çünkü insanları ve hayatı kayıtsız şartsız seviyorum. Galiba dünyada gördüğüm en mutlu insan yine benim. Bunun sebebi de sadece sağlıklı oluşum, aile hayatımın düzenli oluşu, şu sırada para sıkıntısı çekmeyişim değildir. Eskiden hemen hemen hiçbir zaman param yoktu. Sokaklarda yattığım aç kaldığım olurdu. Borç içindeydim. Gözüme uyku girmezdi. Aşk hayatındaki şanssızlıklarım da büyüktü. Çok ağır hastalıklar geçirdim. Yani hayatın çilesini çok çektim. Buna rağmen hayata olan aşkım sönmedi. Bir içeriğe sahip olma durumudur yaşamak. Dış şartlar, olanlar bitenler bu içeriği etkilemez. Mutlu bir karakterim var, bunu da kimse benden alamaz. Hiç kimse içimizde olanları bizden alamaz.
Dream Theater - 'A Change Of Seasons'
...
Dinleyicilerimin bana çok sık sordukları bir soru vardır: Hangi piyanistleri tanıdınız? En çok kimleri beğenirsiniz? Pek çoklarını gayet iyi hatırlıyorum. Meselâ Busoni'yi, Padarewski'yi, Pachmann'ı. Ömrümde ilk kez, doğduğum Lodz şehrinde, bir konser dinlerken yaşımın ancak dört olmasına rağmen bu konserin bende bıraktığı izlemin hâlâ çok berraktır. Piyanist, Joseph Slivinski'ydi. Sahnedeki görünümünü, konser salonunu ve çaldığını gerçekten bugünkü gibi hatırlıyorum. Slivinski o devirde çok ünlüydü. Pek çok kişi onu Padarewski'nin bile üstünde tutarlardı. Padarewski'nin de o devirde sanatının doruğuna ulaştığını unutmamak gerekir.
O devrin piyanistleri bugünkünden büsbütün başka çalarlardı. Daha kişisel daha cesur ve özgürdü yorumları. Bugünkü gibi radyo, televizyon ve plak yapma kaygıları yoktu. Bu radyo ve plak işleri hepimizi bir yere mıhladı. Bundan artık kurtulmamız imkânsız. Bazı notaların üstünden şöyle bir geçiverip, her yaptığımız kusursuzmuş gibi davranamıyoruz. Pedal ile birçok şeyi örtbas edemiyoruz. Eski piyanistler çoğunlukla böyleydi, ama bazılarının yorumunda büyük dehâ vardı o başka.
Padarewski de bugün kariyer yapmaya kalkışsaydı pek çabuk frenlenirdi. Eleştirmenler onu en sert bir biçimde yargılarken açıkça doğru notaları çalmadığını, basları abarttığını, sırf etkilemek için müziğe bazı ölçüler ilâve ettiğini, ellerini hiç gerekmediği halde sırf dinleyiciyi etkilemek için kaldırdığını söyleyeceklerdi. Bugün artık etki adına yapılan hiçbir şey kabul edilmemektedir. Bugünkü dinleyici eski sanatçının sahnedeki görüntüsünden belki çok etkilenecekti ama radyoda bir bandını dinlediği ya da plağını aldığı vakit kuşkusuz hayal kırıklığı yaşayacaktı.
Piyanistik açıdan bakacak olursak etkisi o kadar büyük olmamakla beraber müzikal yönden büyük sanatçıydı Padarewski. Gerçekten iyi müzisyendi. Kendi bestelediği müzikte de çok zarifti ama hiçbir zaman büyük müzik olmadı. Buna rağmen Padarewski'nin müziğe karşı o derin duyarlılığı coşku ve heyecanı hiçbir zaman küçümsenemez.
Busoni'nin ise taşkın bir çalış tarzı vardı. Hepsinden sihirli idi. Gerçeken bir dâhi idi. Piyano onun elinin altında çoğu zaman bir büyücü kutusunu andırırdı. Onu dinleyen bütün genç ve yaşlı piyanistler, adeta felce uğrarlar, dilleri tutulurdu. Halk çoğunlukla sorardı bize, 'Nedir Busoni'nin büyüsü, büyüklüğünün sebebi nedir? ' Gerçekten bunun kesin cevabı yok. Muhakkak ki zamanının çok ötesindeydi. Geleceğin piyanistiydi. Bugün yaşasaydı hepimizi kırar geçirirdi.
Hiçbir devirde, bir piyanistin en zor eserleri bile bu kadar hafiflikle, zerafetle, ustalıkla çaldığını görmedim. Bazen de tuhaf huyları vardı. Meselâ Beethoven'ın 'Hammerklavier' sonatının adagiosunu hafif alaylı bir dokunuşla çalardı. Eserdeki derinlik, yeisli matem duygusu hiçbir zaman ortaya çıkmazdı. Adagio ise artık gerçekten dünyanın sonudur. Her şeyi ama her şeyi noktalar. O boş akorlar, uzun, bitmek bilmeyen cümleler, arada bir duyulan teselli sözleri bile umutsuzluktan başka bir şey değildir. Şunu demek ister besteci: 'Dünya parçalansa da minnet duygusunun ölmemesi gerekir.' Busoni'nin çalışındaki küçük alay ise, 'Çalıyorum ama inanmıyorum' anlamına gelirdi. Sonuç son derece parlaktı, o başka. Amerika'da Busoni'nin hiç başarısı olmadı. Basın da ona hiç yardım etmedi. Bach 'Goldberg çeşitlemeleri', son devir Beethoven, bütün Paganini-Liszt etüdleri, o zamanki konser programını ihtiva ediyordu. Bu da Amerikan dinleyicisine fazla geldi. Belki Liszt'in bir tek parçasını çalsaydı, başarısı çok parlak olabilir, salon alkıştan inleyebilirdi. Ama bu seviyeye Amerikalılar henüz alışamamıştı. O zaman Amerika'da en çok çalınan eser 'Ay ışığı' sonatıydı. Bazen de Chopin'in 'Cenaze marşı' sonatını çalmaya cüret edenler olurdu. Bu sonat da dinleyicilerin, yanlarındaki komşularına eğilip gözyaşlarını göstermeleri için vesile olurdu. Bu programlara olsa olsa bir de Mendelssohn'un 'Çıkrık Şarkısı' ve bir de Rachmaninoff'un ünlü 'Prelüd'ü ilave edilirdi. 1900'lerde Rachmaninoff'un 'Do minör prelüd'ü pek sevilirdi. Her iyi aile kızı bu esere şöyle bir yanaşır, sonuçta çoğunlukla başarısız olurdu.
Radyo ve plak, müzikle olan ilişkimizi bütünüyle değiştirdi. Yetmiş yıl önce Amerika'da yaşayan bir genci ele alalım. Çalgısını kimin için çalıyordu? Bir iki teyze, kızkardeş ve yeğen, onlarda piyanoyu çekilmez bir şekilde kullanırlardı. Müzik zevkleri, vaktiyle biraz konservatuvara gitmiş yaşlı bir hanımefendi tarafından biçimleniyordu. O hanımefendi vaktiyle bir diploma almış ve Birleşmiş Milletler'in küçük bir kentine yerleşmişti. Kentin bütün müzik kültürü üstünde egemenlik kurmaya hak kazandığını sanırdı. Tek müzik otoritesi oydu. Sadece o belirlerdi neyin iyi neyin kötü olduğunu. Böylece değer yargılarının küçük bir kentte nasıl oluştuğunu anlamak pek zor olmasa gerek. Hayatımda yüzlerce böyle küçük kent tanıdım, hepsinin de müzikle olan ilişkileri çok yetersizdi.
Bugün durum değişmiştir. Aynı gencin kardeşleri, arkadaşları radyoyu açmakta, plağı pikaba koymakta, Toscanini'yi, Serkin'i, Gilels'i, Casadesus'u dinlemektedirler. Beethoven'ın, Mozart'ın, Chopin'in, Schumann'ın bir konçertosunun en iyi yorumları ile karşılaşırlar. Belki falanca, filanca parça diğerlerinden daha çok sevilir ama müzik seviyesi korkulacak derecede yükselmiştir. Bu yeni seviye, eski piyano ve müzik öğretmeni hanımefendileri tümüyle kırıp geçirmiştir. Piyasadan çekmiştir. Artık hiçbir sanatçı Amerika'ya kasaba anlayışı ile gidememektedir. 'Orda hem içerim hem çalarım.' Bu artık imkansızdır. Paris'te, New York'ta, Berlin veya Rio'daki çaldığımız gibi çalmamız gerekiyor her yerde.
Vaktiyle çok iyi hatırlarım, bana şöyle bir soru sorulmuştu: 'Dünya piyasasını dolduran genç sanatçıların aşırı çekingenlikleri ürkütücü. Üstün tekniklerinin yanı sıra en değerli müzik içgüdülerini öldürmüyor mu? ' Buna tamamen katılıyorum. Ve şu şekilde bir açıklama getirebileceğimi sanıyorum. Radyo ve plaktan evvel piyanistler kendilerini şöyle bir müziğe bırakıverirlerdi. Çözülmüş kişiliklerini ve dehâlarını yansıtırlardı. Mesela Pachmann bir minyatür ressamı idi ve dinleyicilerini büyülerdi. Küçük pasajlarda pedalı inanılmaz bir biçimde kullanırdı. Mesela d'Albert'i alalım. Ne büyük kıvılcımlarla çalardı Beethoven sonatlarını. Bazen yoruma gereksiz bir gaddarlık katar, benim gibi yanlış notalara da basardı ama dehâsı ve de inandırıcılığı eşsizdi. Bugün bu çalış da artık yeterli değildir. Bundan dolayı da genç piyanistler, eserin özüne sadık kalma korkusunu fazla büyütürler, kalplerini açamaz olurlar, gerçek kabiliyetlerin ortaya çıkması, sevgi duyguları yoksunlaşır ve tabii olarak halkı da duygulandırmaz olurlar. Hep şunu düşünürler çalarken: 'Aman şu nota temiz çıksın, aman şu cümledeki vurguyu yanlış çalmayayım.' Sanki sonsuza dek bir bant kaydı yapılıyormuş gibi gelir insana bu konserler. Bu aşırı sakınma havayı öldürür, müziğin gerçek anlamını da bozar. Tekniğe, esere ve kabiliyete gösterilen saygının dışında kalpler soğuk kalır. Aynen sirk numaralarına gösterdiğimiz hayret gibi, etkilenir fakat duygulanmayız. Sırtımızı koltuklara dayayıp çukulatalarımızı yemeye devam ederiz.
Tazeliği kaybetmemek çok önemlidir. Bu dersi dostum Picasso'dan almıştım. Bir zamanlar çok sık görüşürdük. Onu Paris'teki atölyesinde ziyaret ederdim. Sohbetlerimiz eşsizdi.
Picasso aylarca tualin önünde durur, bir sherry şişesinin, bir masanın, bir gitarın yahut da balkondaki demirlerin resmini yapardı. Bu bana son derece sıkıcı gelirdi, yepyeni bir Picasso görmek isterdim karşımda. Bir gün patladım, 'Kuzum Pablo, ne oldu size, hâlâ bıkmadınız mı her gün aynı şeyi yapmaktan? ' Bana şöyle bir ters ters baktı ve iyice sinirlendi: 'Kuzum ne saçmalıyorsunuz? Ben her gün başka bir insanım. Her saat ışık değişir, ayrıca bu şişeyi her zaman başka görürüm. Her an hayat ve dünya bir başkadır.' Bir an durduktan sonra 'Hakkınız var' dedim. 'Ne kadar çok fikrimi değiştiririm ben de. Sabah yataktan kalktığım vakit bir konu üzerinde bir gün öncesinden bambaşka düşünürüm. Bu da beni ileriye götürür.'
Schumann'ın 'Carnaval'ının yeni bir plağı bana yeni bir dünya açmıştı. Kırk yıldır bildiğim müzik bana yeni bir dilmiş gibi geliyordu. Fakat biliyordum ki birkaç ay sonra artık bu kadar sevdiğim plağı dinleyemeyeceğim. Bu her zaman başıma gelen bir şeydir. Yeni bir kaydı büyük bir içtenlikle dinlerim. Nerdeyse kapıya gelen postacıyı benimle beraber dinlemesi için içeri çağırmak gelir içimden. Bütün dostlarıma para vermeye bile hazırımdır, o kadar sevdiğim bir müziği benimle beraber paylaşmaları için özellikle konuşmadan dinleyenlere. Fakat al sana, birkaç ay sonra bu plağa artık katlanamam. Artık başka bir insan olmuşumdur. Hemen sormaya başlarım kendi kendime. 'Kim Allah'ını seversen bu kaydı yapan? Ne kadar yavaş, ne kadar çabuk, ne kadar aptalca bir çalış.' O anda müzik benimle yine yepyeni bir dille konuşmaya başlamıştır.
Mozart'a bugün eskisinden çok bağlıyım. Kanaatimce en temiz müzisyen odur. Müziği bütün gereksiz öğelerden arınmıştır. Aşkın, tutkunun, esprinin, şakanın bütün iniş ve çıkışlarını anlatmak için fazla notaya gerek yoktur. Bir şeyi söylemek için bir çizgi yetmektedir.
Çocuklar da bunu duyar. İlk konserim Mozart'ın La majör Piyano Konçertosu'ydu. Berlin'de Joseph Joachim orkestrayı yönetiyordu. Şunu söylemeliyim ki Mozart'ın doğrudan doğruyalığı, sadeliği, yalınlığı bir delikanlıya göre değildir. Delikanlı ilk hissî çoşkunluklarını tatmaktadır, karmaşıktır iç dünyası. Kız arkadaşına tafra satmak ister, babasına sahtekârlık eder, kendini çok beğenir ve olduğundan fazla görünmek ister. Yaşlandığı zaman delikanlı, bunların hepsini atar, fakat artık çok geçtir. Böyle şeylerin gereğini duymaz arınır, tertemiz olur.
Bütün eski müzisyenler, adeta emekleye emekleye Mozart'a dönerler. Busoni de sonunda Mozart'ı tercih ederek Beethoven'ı bir kenara itmişti. Bana bir gün şöyle demişti: Beethoven'dan bıktım. Mozart hepsinin büyüğü.
Çocukken gerçekten Mozart'a hayranlığım büyüktü. Mozart'ın sonatlarını, konçertolarını çalmak bana büyük zevk verirdi. Arkadaşlarım hep benden Mozart çalmamı isterlerdi. Ama daha sonra benden karmaşık, zor şeyler çalmam beklendi. Hiçbir empresaryo Mozart çalmama izin vermedi. Hele Çaykovski'deki büyük coşkunluklarım, halkı etkilemem ortaya çıkınca, sonradan başarı listeme Chopin ve İspanyol müziği de girdi. Halkı başka türlü memnun etmek mümkün değildi artık.
Bizler, besteciler arasındaki gerçek kişilikleri bazen çok geç buluruz. Mesela elli yaşıma kadar Grieg bana ucuz bir operet bestecisi gibi gelirdi. O sırada Eugene Ormandy bana Philadelphia Orkestrası'yla Grieg'in piyano konçertosunu çalmamı, bir band kaydı yapılmasını teklif etti. Uzun zaman bu teklifi erteledim. Nihayet karımın ısrarı üzerine, bir deneyeyim dedim. Birden Grieg'in ne kadar yanlış anlaşıldığını, müziğinin hiç de ucuz olmadığını anlayıverdim. Grieg aslında tertemiz, masum Norveç ruhunu özümlüyordu. Ezgileri çok içtendi. Orkestrasyon işinde kabiliyeti büyüktü. Kendini çok duyarlı, fakat sıkılgan, çok çekingen bir biçimde ifade ediyordu. Birden bu müzik beni çok sardı. Yorumumun her seferinde daha sade, daha saf olmasına özen gösterdim.
Ben neysem, ne yapıyorsam, oyumdur. Buna kuvvetle inanıyorum. Çünkü insanları ve hayatı kayıtsız şartsız seviyorum. Galiba dünyada gördüğüm en mutlu insan yine benim. Bunun sebebi de sadece sağlıklı oluşum, aile hayatımın düzenli oluşu, şu sırada para sıkıntısı çekmeyişim değildir. Eskiden hemen hemen hiçbir zaman param yoktu. Sokaklarda yattığım aç kaldığım olurdu. Borç içindeydim. Gözüme uyku girmezdi. Aşk hayatındaki şanssızlıklarım da büyüktü. Çok ağır hastalıklar geçirdim. Yani hayatın çilesini çok çektim. Buna rağmen hayata olan aşkım sönmedi. Bir içeriğe sahip olma durumudur yaşamak. Dış şartlar, olanlar bitenler bu içeriği etkilemez. Mutlu bir karakterim var, bunu da kimse benden alamaz. Hiç kimse içimizde olanları bizden alamaz.
...
The Beatles - If I Needed Someone...
Bu terimi eklerken, ben de nigah* gibi kabine degisikliginden yola cikarak hareket etmistim. Gunceldi...
Bazen de spor takimlariyla ilgili olarak kullanildigi da olur (Takimda revizyona gitmek gibi ornegin) .
Gerek kabine, gerek takimda yapilani pek ise yaramaz. Ya da ben goremedim hic. Bence onemli olan bir butun olarak sistemdir, kisiler degil...
Ama sozcuk anlami bu degil tabii... Yapilan bir isi yeniden gozden gecirme, yenileme, duzeltme gibi anlamlar icerir.
Revizyon:
Önceden yapılmış bir şeyi, daha sonra tekrar gözden geçirerek düzeltme,değiştirme, yenileme işi....
re-tekrar, vizyon-gorunum... tekrar gozden gecirmek anlamina gelir
yenileme, yeniden düzenleme.
annesini boyayıp babasına satma vaziyetleri
hemen kabine değişikliği akla geliyor.