Hiç halimden anlamadın sen benim
Dostlarıma, yarenlere sor beni
İçimde bir dünyam vardı; bilmedin
Mihman olup girenlere sor beni
Derinlerde yaram vardır; kim bilir
Uzaklara gittin, geri dönmedin
Yoruldum ben sora sora vallahi!
Onmaz yaralarla doldu şu sinem
Hasret ile vura vura vallahi!
Her gün bir ümitle doğuyor güneş
Sen her gün biraz daha kadındın
Adı, sevdayı çağrıştıran
Ben her gün biraz daha aşık
Ay ninnileriyle geçip gittin içimden
Bir şiir ırmağı gibi
Omuzlarını okşamaz sanırdım
Saçlarin yalancı çıkardı beni
Yüzünü parçalı bulutlu düşlerdim
Gülümsemelerin utandırdı
Soyutlanır atmosferden /bir başka gezegen kurulur / bir başka iklimi yaşar / Erzurum kendi havasını solur.
Minarelerle selamlaşır insanlar / beş vakitte tam bir huzur / semaverlerde Tabak-hane suyundan sabır kaynar / yüreklerde demlenir şükür.
Bir bilge er kişidir Erzurum /şarklı ve yaşlı/ insanına ruhundan üfler / biraz Selçukludur biraz Osmanlı biraz Cumhuriyet / tespihinin her tanesinde binbir hatim binbir dua/binbir destan binbir masal binbir efsane / Kadı Darir'den bu yana hitam bulmadı Siyer / kapanmadı rahleler
Ey sevgili! Her gün sana koşmak ne güzel
Her gün yeniden aşkına düşmek ne güzel
Günlerce uzaklarda kalıp demlenerek
Tekrar geri dönmek ve kavuşmak ne güzel
- -. /. - -. /. - -. /. -
Yahya Kemal, Balkan şehirlerinde geçen çocukluk günlerinin her anında alev gibi yakıcı bir hasret duyduğunu söyler:
Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum
Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.
Şairin ifade ettiği hasret, daha çok mazinin ihtişamlı günlerine duyulan bir hasrettir. Hatta sadece geçmişe duyulan bir özlem değil, aynı zamanda İmparatorluğun sembolü olan İstanbul’a bir özlem, bir yöneliş, bir özenmedir. Bu hasreti, sonraki yıllarda İstanbul’da dindirecektir.
Balkan Türklüğü, İmparatorluğun en halis evlatları olmakla birlikte içinde sürekli bir gurbet hissi taşıdı, bir İstanbul özlemi büyüttü. Ve bu özlemle yaşadığı coğrafyayı, özellikle Üsküp, Manastır, Ohri. Prizren, Saraybosna, Mostar, Tiran, Kruya, Elbasan, Selanik ve Sofya vb. gibi bazı şehir merkezlerini İstanbullaştırdı. Bu özlemi yalnız Türkler değil, kardeş Müslüman kavimler de içlerinde derinden derine hissettiler. Hatta müslüman olmayanlar da... Hepsinin içinde İstanbul vardı.
Dağlık bir coğrafyada Osmanlıya yürekten bağlı Arnavut Beyleri, Has Osmanlı Boşnak Paşaları konaklarını İstanbul saray ve konaklarına benzeterek yaşadılar. Paşalar ve Beyler, Hünkâr duruşlu olmayı seviyorlardı. Bir ellerinde tuttukları adalet terazisinin, diğer ellerrindeki kılıcın hakimi ve amiri olduğunun idraki içindeydiler. Attıkları adım Sofya’da, Üsküp’te, Manastır’da, Prizren’de, Tiran’da, Kruya’da, Saraybosna’da da olsa İstanbul ahengindeydi.
----------------------Yeğenim Taha'ya
Gözlerin dünyayı daha görmeden
Baban kanatlandı Uçmak'a Taha
Kaderin cilvesi, neylersin balam
Boynumuz kıldan incedir Allah'a
Kapan Han’ın önünde, büyük kolları destekli Çınar’ın altındayım. Bana göre sıcak yaz günlerinin en serinleten, en ferahlık veren mekanı burası. Sakin bir Mayıs akşamına doğru Şadırvan’la sessiz bir söyleşi içindeyiz. Su dili ile insan dili, sanıldığı kadar ayrı değil. Aslında herkes kendi dilince söyleşir ama bizim kültürümüzde dört unsurla akraba olduğumuz yok mu? Şarkın “klasik varlık anlayışı” hava, ateş, su ve toprağa dayanmıyor mu? Biz biraz su, biraz ateş, biraz hava, biraz toprak değil miyiz? İşte Şadırvan’la da söyleşiyoruz; biraz lisan-ı hâl, biraz lisan-ı kaal...*
Şadırvan’ın dört yanını çevreleyen masalara durmadan birileri oturup bir şeyler yiyor, içiyor, sonra da kalkıyor. Sohbet edenlerin sesleri suyun sesine karışıyor. Böylece suyun sesi diğer seslerle zenginleşiyor. Şadırvan bir senfoniyi icra ediyor sanki.
Burada hergün görülen bu tablo beni hep aynı sorgulamalara götürür ve sonra da benzer analizlere yönlendirir. Burası bir kültür yumağı; ipi ebruli... Bu yumakta tanıdık renkler o kadar çok ki...
Bu saatte kendi durumumu sorgulayıp duruyorum. Türkiye’nin taa Doğusunda, Erzurum’da hayata gözlerini açmış biri olarak iki bin kilometre uzaklıktaki bu şehirde, bu Çınar’ın dibinde canlı-cansız herşeyle nasıl bu kadar içiçeyim? Nasıl oluyor da, yarım asrı bulan hayatıma sanki burada başlamış, burada yaşamış; kendimi çevremdeki herşeyle “akrabalık” kurmuş gibi hissediyordum? Ve neden hâlâ içimdeki gurbet, üzerinde yaşadığım bu topraklarla ilgiliydi?
...
Yandaki masaya uzakdoğulu biri geldi. Muhtemelen Japon’du. Birşeyler yemek-içmek istiyor olmalı. Garson Hamza, ne istediğini anlamak için çırpınıp duruyor. Batı dillerinden sadece Almanca ve İtalyanca biliyormuş. Epice bir uğraştan sonra siparişlerini verebildi sanırım.
Üç Masal
benim üç masalım var
her biri dünya değer.
üçüne de aşığım
her biri bir şâheser.




Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!