Fatma Doğan Şiirleri - Şair Fatma Doğan

Fatma Doğan

FATMA DOĞAN
ŞİFA IRMAĞI ve GÖZYAŞI TAŞI
Yıllar yılların peşini bir hıza kovalamaya başlamadan önce, günlerin şimdiki gibi sular gibi akıp gitmediği, güneşin keyfince güneşlendiği, ayın ellerini ensesine koyup sırtüstü yatarak sessiz, sakin, gürültüsüz gecelerde, yıldızları seyre daldığı geçmiş günlerde, dünyanın her yeri yemyeşil ulu ulu ormanlarla kaplı, denizlerin dibindeki çakıl taşları görünecek kadar berrak, gökyüzü ise masmavi ve bembeyaz bulutlara döşek imiş. Bazı yerlerde bulutlar, yalçın dağların tepesinde birer taç gibi dururlarmış. İnsanlar ,buraları görseler devler ülkesi zannederlermiş. Ağaçlar gökyüzüne dek dimdik uzanır, dağlara tırmanılmaya kalkılsa bir ömür yetmezmiş. Bu ülkede garip garip büyük, hayvanlar yaşarmış. Kuşların kanatları neredeyse ufku kaplar, kaplumbağalar bir adım atsa, insanı varacağı yere götürecek sanılırmış. Bu ülkede ki tüm hayvanlar, toprağından mıdır suyundan mıdır nedir devasa boyutlularmış. Burası dünyanın bir köşesinde unutulmuş kimsenin bilmediği, görmediği, duymadığı bir saklı cennetmiş sanki.
Bu ülkeden çıkan bir ırmağın suları iki ülkeye daha uğrar bereketli sularıyla vadileri kıvrıla kıvrıla besleyip geçer, tüm bu topraklara can suyu olurmuş. Bu ırmağın ulaştığı çok uzak diyarlarda başka bir ülke tüm olanlardan habersiz, kendi hallerinde yaşayan insanlar varmış. Bu ülkede neredeyse insanlar hiç hasta olmazlar sadece ecelleri gelince ölürlermiş. Hastalık nedir hiç bilmezlermiş. Ancak hastalık nedir bilmedikleri ve görmedikleri için onlara bu çok normal gelirmiş. Bunun sebebi ise ülkelerinden çıkan su, içtikleri şifa ormanının suyu olduğundan habersiz yaşar giderlermiş. Şifa ırmağı ise aslında bu ülkeye devler ormanından dolanıp gelirmiş. Oradaki büyük ormanlardan tertemiz denizlerden berrak, gökyüzünden beslenir. Kilometrelerce yol kat edip şifa ülkesine ulaşırmış. Şifa ülkesindekiler kendilerine Allah’ın verdiği bu nimetten habersiz sağlıcakla yaşar giderlermiş.
Bir de dünyanın öbür ucunda şifa ırmağının ulaştığı son noktada yarımada ülkesinde çok küçük cüce şeklinde insanlar yaşarmış, bu ülkeye ırmak en son ulaştığı için ırmakta şifa suyu daha az kaldığından buradaki insanlar hem kısa boylu. Olurlar hem de hastalanırlarmış. Ancak içlerinden bilge ninelerve bilge dedeler, birçok hastalığa hazırladıkları doğal bitkisel karışımlar ile tedavi ederlermiş. Günler günleri kovalamış. Gökte bir güneş gülmüş, bir ay gülmüş, baharlar yaza, yazlar sonbahara dönmüş. Ancak cüceler ülkesine sonbahardan sonra tek bir yağmur damlası dahi düşmemiş bir umutla kışı beklemişler. Ancak kış mevsime gelip dayanmasına rağmen heybesinde ne kar, ne de yağmur getirmemiş, ancak kup kuru bir soğukla çıkagelmiş. Cüceler ülkesini üzüntü ve umutsuzluk sarmış. Anca , kara kara düşünüyorlarmış. Giderek şifa ırmağının suyu da kuruyormuş. Ülkenin ileri gelenleri birbirlerine, eğer yaza kadar hiç yağmur yağmazsa bu sene, su kıtlığı çekeriz demişler. Onlar böyle kıtlığı düşünürken birden ülkede garip bir hastalık peyda olmaya başlamış, hiçbir türlü anlam vermiyorlarmış. Giderek kiminin eli, kiminin ayağı, kiminin burnu büyümeye başlamış. Hem çok korkmuşlar hem de ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Bazılarının giderek boyu bile uzamaya başlamış.
Onlar kendileriyle uğraşa dursunlar, diğer ülkede yaşayan normal boyutlu insanlarda da garip haller belirlemeye başlamış. Hiç hasta olmayan ülkedeki insanlar öksürmeye, karınları ağrımaya başlamış. Durum dev hayvanlar ülkesinde de farklı değilmiş. Orada da dev cüsseli kuşların bir kanatları küçülmeye, uçanlar uçamamaya, koşanlar yürümeye, yürüyenler de yerinden kıpırdayamaz hale gelmeye başlamışlar. Devler ülkesindeki hayvanlar, insanlar ülkesindeki insanlar ve cüceler ülkesindeki cücelerin bilge ve güngörmüş olanları hemen bir meclis oluşturmuşlar. Her biri kendi ülkelerinde ki problem ve sıkıntının kaynağın dair çıkan sonuç, hepsinin ortak kullandıkları tek şeyin içtikleri su olduğuna ve olsa olsa bu bunun sebebinin suyla ilgili olduğuna karar vermişler. Her bir ülkedekiler gidip suyun gözesini araştırmaya ve suyun neden azaldığını anlamaya karar vermişler. Vermişler vermesine ancak kim gidecekmiş, içlerinden cesur biri çıkacak mıymış acaba? Çünkü, her ülkede büyüklerden dinledikleri bir masal varmış. O suyun başında, Dev bir canavar suyun başına oturur oraya geleni gideni yutar, kimsede bir daha ondan haber alamaz derlermiş. Ancak hiç kimse o yaratığı görmemiş, kimi kulakları uzun, kimi burnu kocaman, kimi ağzı tüm bizim ülkemizi yutacak kadar büyük dermiş, ama kimse gidip de onu canlı canlı görmemiş. İnsanlar ve cüceler ülkesinde olanlar ,olsa olsa o büyüklerimizin anlatageldiği canavar bu suyu içti bitirdi demişler. Anlaşılan o ki, gidilip ırmağın kaynağının kontrol edilmesi gerekiyormuş. Hiç kimse gitmeye gönüllü olmayınca, hem insanlar ülkesinde, hem de cüceler ülkesinde zorlu yolculuğa dayanabilecek güçlü, kuvvetli ve akıllı olanlar arasında adaletsizlik olmasın diye kura çekmişler. Cüceler ülkesinde kura o ülkenin en küçük yiğidi olan, Erminik’e çıkmış. Erminik, küçük cüssesine rağmen çok kıvrak bir zekaya ve iş bitirici bir karaktere sahipmiş. Ancak onun tek başına yalnız gitmesine gönlü razı olmayan abisi Serbüyük’ te ortaya atılmış. Biz kardeşimle gider, suyun başında ne olup bitiyor anlarız demiş. Tüm cüceler ülkesi bu iki yiğit kardeşi görev için göndermişler.

Devamını Oku
Fatma Doğan

FATMA DOĞAN
VARLIK ve YOKLUK ÜLKESİ
Bir varmış bir yokmuş.
Zümrüdü, Anka’nın Göklerde ve zamanda hükümran olduğu masallar diyarında aynı ülkenin toprakları üzerinde iki devirde iki ülke ve kralları hüküm sürmüş.
Çok çok eski devirlerde yaşayan, Varlık ülkesinin kralı ile, çok çok ileri çağlarda yaşayan yokluk ülkesinin kralı varmış. Bu iki kralda ülkesini seven ve ülkesinin iyiliğini isteyen iki babacan kralmış.
Eski devirlerde yaşayan Varlık ülkesi, sulak mı sulak olduğundan Ağaçları neredeyse güneşe değecek kadar büyürlermiş. Bulutlarsa sanki pamuktan yumak gibi yumuşacık, Üstüne yatılacak bir döşek kadar güzelmiş. Bu ülkede insanlar çok mutlu, hayvanlarsa insanlardan daha da mutluymuş. Koyunlar, kuzula, seke seke gezer. Kuşlar türlü türlü şarkıları hep bir ağızdan cıvıldar dururlarmış. Bahçeler bağlar bereketli ve yemyeşil coştukça coşar,meyveler sebzeler dolaplardan taşarmış.Her ailede en az, beşer onar çocuk yaşarmış .Evlerden tıngır mıngır beşik sesleri gelirken, Bir sürü, çoluk çocuk da dışarda ordan oraya koşturur dururlarmış. Yani varlık ülkesinde her şey tıkırında ve yolundaymış. Tıkırında demişken, bu ülkedeki saatlerde tıkır tıkır sekmeden işlermiş, vakitler öyle bereketli öyle bereketliymiş ki herkes her işini yapar,daha da bir sürü vakitleri arta kalırmış. Tüccarlar, adamlar, kadınlar ,herkesin kim olursa olsun beline taktığı kadife keselerinden, hep şıngır mıngır altın sesleri gelirmiş ama dedikya herşey bol bol olduğundan kimse kimsenin malına yan gözle dahi bakmazmış. Varlık ülkesinin krallığındaki bu nimetler için kral ,yüksek bir tepeye çıkar her gün Allaha şükreder ve secde edermiş. Yüce Allah’ta bu nimetleri şükrettikleri o ülkeden hiç esirgemezmiş

Devamını Oku
Fatma Doğan

FATMA DOĞAN
OĞUZ VE YAĞIZ OBASINDA BİR VAKİTLER
Bundan çok yıllar önce ,yerle göğün çok yüksek dağlarda kucaklaşıp kavuştuğu,günün geceyi ,ayın yıldızları, bağrına bastığı mis gibi yayla havasının ciğerleri doldurduğu,güneşin sabahları gerine gerine gülücükler saçarak uyandığı, geceleri yıldızlara elini uzatsan dokunduğun hem gerçek ve hem bir o kadar masallar ülkesine benzeyen bir Oğuz Obası varmış. Oğuz obası o kadar güzel, Zengin ve bereketli imiş ki onu gören hayran olur, yiğitlerine, kızlarına ibretle bakar, diğer obalar onlardan kız alıp verme konusunda yarışıp dururlar armış. Bu obanın kendine ait töresi, gelenekleri görenekleri varmış. Koca koca bilgeleri güngörmüş geçirmiş neleri on parmağında on marifet dedeleri, gözü sürmeli, saçı sırma gelinleri, yiğitleri, erleri, güzeller güzeli bebeleri daha neler neler ,say say bitmezmiş, yüce Allah vermiş de vermiş. Aslında bu obada dışarıdan pek kız alınıp verilmezmiş ama öyle katı çok katı kuralları yokmuş. Oğuz obasında asıl anlatılması gereken Oğuz bey’miş. Oğuz Bey aklı, feraseti, bilgeliği, adaleti, merhameti ile obayı öyle bir çekip çevirmiş ki sormayın gitsin namı, şanı almış yürümüş. Tabii ki doğal olarak erler eri beyin, kendisi gibi yiğit ikiz oğulları da, giderek büyüyüp serpilmeye obadaki yaşıtlarından hem heybet,hem de akıl olarak giderek ayrılmaya başlamışlar. Aynı babaları gibi yiğitliğin kitabını satır satır yazıyorlarmış. Bu yiğitlerin üzerinde hem babaları Oğuz bey’in hem de Kiraz Hatun’un emeği çok büyükmüş .Oğuzbey oğullarına tüm savaş sanatının binbir çeşit inceliklerini öğretirken, aynı zamanda, ok ,yay, kılıç kullanmayı ,ata eğersiz binmeyi ,güreşi ,ciriti her türlü eğitimi birebir kendisi veriyormuş. Kıvrak zekası ile onlara örnek oluyormuş. Anneleri Kiraz hatun ise gecesini gündüzüne katıp merhameti, sevgiyi, saygıyı, hürmeti, ahlakı kalplerine nakış işler gibi işliyormuş. Bu iki yiğit’in adlarının birinin adı Vakit, diğerinin adı ise Nakit’miş. Oba halkının anlamadığı, akıllarının almadığı, Oğuz bey’in neden oğullarına bu ismi koyduğu imiş.Oba halkı bunu anlamaya çalışa dursun, biz diyelim ki varmıştır, Oğuz bey’in bir bildiği. Zamanla, Vakit ve Nakit isimli genç yiğitler de oba halkı gibi kendilerini sorgulamaya başlamışlar. Isimlerini önceleri pek önemsemeseler de giderek isimlerini yadırgamaya ve sürekli babalarına ve analarına kendilerine niye bu ismi koyduğunu sormaya başlamışlar. Oğuz Bey’ de oğullarına daha vakti var deyip ketum cevaplar veriyormuş her defasında. İkiz olan kardeşler giderek ergenliğe geçip Yiğit birer aslan olup çıkmışlar. Oyunları güreşe, kavgaları dövüşe, dönüşse de ne Vakit,Nakit’i ne de Nakit, Vakit’in sırtını yere getirip alt edemiyormuş. Ancak babası hallerinden anlıyormuş ki kanlarının deli akmasından sebep hep birbirlerini yenme telaşındalarmış. Bunu gören oğuz bey’in canı sıkılırmış bu duruma istermiş ki birbirlerini yenmelerini değil birbirlerine sırt olmalarını istermiş. Akıl onda, feraset onda, adalet onda çok sürmemiş vermiş kararını. Tamam demiş, içinden geçirip vakit geldi. Zaten Oğuz bey onlara bu isimleri geçici olarak vermiş. Çünkü zaten Obanın adetlerinde çocuğa geçici bir isim verilir. Çocuk ne zaman ki bir yiğitlik mertlik gösterir o zaman gerçek hak ettiği adı alırmış. Hemen tez oğullarına haber uçurmuş,Oğuz bey ama bir türlü obanın ulakları onları bulamamış. Bizim iki kafadar yiğit atlarına binmiş bir tepenin başında Oğuz obasını seyre durmuşlar, ikisi de içlerinden aslan babamız nasılda buralara sahip çıktı, koruyup kolladı. Biz de onun bize olan güvenini boşa çıkarmayalım diye anlaşmışlar. Ve yine yarışa tutuşmuşlar atlarına binip, onlar atlarını alabildiğine sürmüşler. Dağ bayır ne varsa aşmışlar. Önlerindeki uçsuz bucaksız çayırlardan geçmişler. O kadar ki zamanın geçtiğinin farkına bile varmamışlar. Gide gide obalarının sınırındaki pınarın başına varıp atlarını oradaki en ulu çınara bağlamışlar. Pınar’ın tertemiz berrak olan suyundan kana kana içmişler, yorgunluktan öylece sızıp uyuya kalmışlar. Gece olmuş güneş doğmuş bizimkiler ulu çınar’ın güneşin ışıkları ve sıcağı geçirmeyen dallarının altında belki de en güzel rüyalarını görüyorlarmış ki bir çığlıkla uyanışlar. ikisi de ne oluyor diye birbirlerine şaşkın şaşkın bakarak sesin olduğu yöne yönelmişler. Bir de bakmışlar ki suyun başında iki kız birinin bacağına upuzun bir yılan sarılmış, diğeri de onu kurtarmaya çalışırken bir anda yılan onu da sokmuş. Bu pınar başı iki obayı birbirinden ayırıyormuş. bir taraf, Oğuzobanın, bir taraf Yağızobanınmış. Bizimkiler biraz tereddütlü olsalar da. Can bu deyip yardım etmeden olmaz diyerek riski göze alıp geçmişler karşı obanın sınırlarını hemen ellerindeki hançerle kolları kalınlığındaki yılanı öldürmüşler. Yılanı öldürmüşler öldürmesine ancak, kızların ikisi de yaralanmış. Karşı ovaya götürseler başlarına iş alacaklar. Hemen ilk yardımı yapıp yaralı kızları atlarına bindirmişler ve hızlıca vakit kaybetmeden Kendi obalarına doğru sürmüşler atların bir hıza varıp dayanmışlar Obaya. Obada onları gören herkes kızları kaçırıp geldiler zannedip eyvah başımıza iş aldık. Şimdi yağız babası bizi düşman bilir diye üzülmüşler. İki yiğit Vakit ve Nakit korkmayın, Bu kızları kaçırmadık,onların ikisinide yılan soktu, hemen otacıları çağırın ,bilge hekime haber salın demişler. Oğuzbey ve Kiraz hatun , içinden nerede kaldı yiğitlerim diye akşamdan beri merak içindeyken ikisini de sağ salim karşılarında görünce Şükür etmişler. Otacı kadın ve bilgi hekimi gerekli tedavileri yapıp kızları kiraz hatunun çadırındaki yere yatak serip yatırmışlar. Kızlar akşama doğru az da olsa kendilerine gelmişler. Kiraz hatun bakmış ki şimdiye dek böyle güzel kızları obasında da civar obalarda da hiç görmemiş. Analık yüreği hemen onları gelinleri olarak düşlemiş bile. Nasıl da yakışırmış oğullarına ama obalarının geleneğine karşı da gelmezmiş tabi ki. Hemen silkelenip bu fikirleri kafasından atmış. Oğuz bey yanlış anlaşılma olmasın diye hemen Yağız obaya haber uçurmuş durumu anlatmış. Yağız obanın. Bey ile. Yağız obanın beyi Yağız beyle kızların annesini obaya getirttirmiş. Meğer o iki kızda ikiz değiller miymiş? Kızın anasıyla babası da içlerinden kızlarını ulu bey’in oğullarına yakıştırmasınlar mı?ne de olsa kızlarının canlarını bu yiğitlere borçlularmış.Onlardan daha cesurunu yiğidini arasalar bulamazlarmış. Masallarda hep oğlanlar, kızları sever,ister ama, analar, babalar istemez imiş ama bu masal biraz farklıymış diğerlerinden. İki kız belini doğrultup da, azıcık dermanlarını toplayınca gözlerinden ateş saçmaya başlamışlar. Nerede o iki er diyerek bağırmaya başlamışlar. Sesi dışarıdan duyan Vakit ile Nakit, Ne oluyor diye meraklanıp ana ve babalarıyla beraber içeri girmiş.İki kız birden, yılan bizi sizin yüzünüzden soktu. Siz eğer pınarın başında uyumasaydınız. Biz suyun içine girmek zorunda kalmayacaktık. Sizi uyandırmamak için ırmağın aşağısındaki suyun temiz yerinden su doldurmak zorunda kaldık. Pınar başından başka uyuyacak yer mi bulamadınız diye iki Yiğit yürekli cevval kız, iki Yiğit oğlana verip veriştirmişler. bizim iki deli oğlan durur mu? Onlar da bizim deli kızlara diklenmişler. Neredeyse bıraksalar aralarında harb çıkacakmış. İki tarafın da anne babası biri oğullarını tutuyormuş, diğerleri de kızlarını. Her iki taraf da Vakit, nakit durun. Ne yapıyorsunuz deyip duruyormuş. Hay Allah kızların adları da Vakit ile Nakit değil miymiş? Yok artık. Bu kadarı da fazlaymış. Herkes durup afallamış kızın ana babası bizim deli kızların hakkından, Ancak bu yiğitler gelir. Oğuz beyle kiraz hatunda bizim deli oğlanların hakkından da anca böyle Yiğit cevap kızlar gelir. Babasının suyunu sınırını koruyan her şeyini korur demiş. Oğuz bey ,Yağız obanın beyi ile hanımı ve kızlarını birkaç gün daha iyileşene dek misafir etmiş, aralarında dostluk bile oluşmuş. Her ikisi de ferasetli Yiğit Beylermiş. Hepsi de çocuklarının en iyi akıllı obalarını çekip çevirecek eşlerle evlenmelerini istiyorlarmış ve artlarından obalarını gönül rahatlığıyla teslim edecekleri oğullar ve damatlar bırakmak istiyorlarmış. Ana babalarının gönülleri bu işe yatsa da bizim , keçi inatlı Vakitler ve Nakitler nasıl ikna edilecekmiş? İki ulu çınar, oğuz obası beyi ve yağız obası beyi ferasetleri ile oğullarına ve kızlarına hem bir görev ve ders verip hem onların birbirlerini tanımalarını hem de o babalarını onlardan sonra kendileri gibi adalet ve merhametle yönetebilmeleri için sorumluluk vermeye karar vermişler. Ikisi bir plan yapıp,Oğuz bey ve Yağız bey bir iş için obadan ayrılacaklarını, bu süre içinde oğuz obayı vakit ve nakit oğlanlar idare edecek. Yağız obayı da vakit ve nakit kızlar idare edecek diye karar almışlar. Eğer bir sıkıntı olursa birbirlerinden yardım Isteyeceklermiş. Beybabaları onları bunun için tembihlemiş. Vakit ve nakit yiğitler ile vakit ve nakit adlı yiğit güzeller aman ha onlardan yardım isteyeceğimize gider tekrar yılana sarılırız demişler. Yiğit oğlanlarda dünyada bir tek siz ikiniz kalsanız elinizden bir tas su içmeyiz demişler. Onlar böyle iddialaşa dursunlar, günler günleri kovalamış aradan bir mevsim geçmiş yaz son bahara dönmüş iki oba beyi. Buluşup konuşmuşlar, Oğuz bey ve Yağız bey kış gelmeden bu çocuklarımıza birbirlerinin gerçek yüzlerini tanıtalım. Akıllı uslu konuşup anlaşsınlar. Yaza düğün yaparız demişler. Obalardan Oğuz obası biraz yüksekte kaldığı için hayvancılıkla yağız ovası da daha ovaya yakın olduğu için Tarımcılık ile geçiniyormuş. Ve bu iki oba kendinde olmayan ihtiyacını birbirinden değiş tokuş yaparak karşılıyormuş anlayacağınız yağız obasının nakiti, sebze meyve, Oğuz obasının nakiti de koyunlar, keçiler inekler, tavuklar varmış. Her iki obanın beyinden Oğuz bey, kendi oğullarını tembihlemiş. Ey oğullarım! ben uzun süre başınızda olamayacağım. Hayvanlarımızı en kısa sürede en semiz hale getirin. Kuzularımız bahara, sizin gibi çifter çifter doğsunlar. Buzağılarımız çayır çimen yiye yiye oynaşsın. Tavuklarımız çift sarılı yumurtalar, yumurtlasın. Bizim hayvanlarımız yazınki değiş tokuş a kadar bire ona katlansın. Azımız çok olsun,vaktimiz nakit olsun ben gelene kadar demiş. Aynı tembihi delikanlı kızlarına yağız obanın beyi Yağız bey de yapmış varın gidin evlatlarım evinize artık bize yol, size iş gerek bu yolda herkese de mangal gibi yürek deyip iki Bey yola koyulmuşlar. İki yağız delikanlı Vakit ile Nakit, Oğuz obaya iki güzel delikanlı kız Vakit ile Nakit de yağız obaya dönüp, obalarını idare etmeye koyulmuşlar. Babaları her iki tarafı da tembihleyip durmuştu ancak bizim inatçı keçi Vakitler ve Nakİtlerin hiç birbirlerinden yardım istemeye niyetleri yokmuş. Sonbaharda Eylül ayı gelmiş geçmiş ,yapraklar hazanın rüzgarıyla birbir savrulup dökülmeye başlamış. Oğuz obada otlar, çimenler bitmiş hayvanlara verilecek, ne sap kalmış ne de saman. Giderek hayvanlar semizlenip gelişeceklerine, cılız iskeletlere dönmeye başlamışlar. Aynı şekilde yağız obada da ekim ayıyla beraber buğdayların ekilmesi, tarlaların sürülmesi gerekliymiş ancak, sürecek ne öküz varmış, ortada ne yetecek kadar at.İki taraf da başlamış kara kara düşünmeye, elleri başlarında ne yapsak ne yapsak diye? Sonra her biri demiş ki şimdi gurur yapmanın sırası değil, varıp gidelim diğer obaya yardım isteyelim aynı anda Yağız Obanın kızlarıda binmişler atlarına. Yiğit oğlanlar dağdan aşağıya inmiş, kızlarda bayır yukarı çıkmış bir bakmışlar ki, dördü de ulu çınarın altında pınarın başında birbirlerine denk gelmişler yine. Bu kez hırsları ve sinirleri geçtiğinden akılları başlarında duruyor. Yürekleri de yerlerinde atıyormuş, ilk kez göz göze gelmişler. Yiğit Vakit, Nakit kıza, Nakit oğlanda Vakit dilbere bir görüşte aşık olmasın mı? Ayaklarının dibinden pınar şırıl şırıl aka dursun. Bizim inatçı keçilerin de gözlerinden gönüllerine doğru ılık ılık sevda akmaya başlamış. Aşkın gözü kördür demişler ya, galiba aşkın dili de yokmuş bir türlü birbirlerine ne diyeceklerini Söyleyemiyorlarmış. Ne diyecekleri akıllarına bile gelmemiş, akıllarına gelse de de dilleri tutulmuş, diyememişler, kem küm edip durmuşlar. En sonunda kardeşler birbirlerini çimdikleyerek masal aleminden gerçek aleme dönmüşler. Pınarın başında oturup birbirlerine dertlerini anlatmışlar. Ortak olmaktan ve birbirlerine destek olmaktan başka çareleri yokmuş zaten. Oğuz obası ,Yağız obaya ekim için öküz ,at verecek .Yiyecek et , tavuk, yumurta, süt sağlayacak. Yağız oba da onlara saman, un, sebze, meyve, turşu reçel, bulgur, mercimek, nohut, sebze çeşitlerinden verecekmiş. Herkes anlaşıp obasına dönmüş. Dönmüşler ama hepsinin yüreği ulu çınarın altındaki pınarın başında kalmış. Bir daha birbirlerini görmek için yanıp tutuşuyorlarmış. Her fırsatta birbirlerini görmek için fırsat kollamışlar. Bizim kahramanlarımız bu sefer de işin dozunu kaçırmışlar, birbirlerini göreceğiz diye habire buluşuyorlarmış. Öyle olmuş ki Oğuz obada inekler, Koyunlar semizlikten üçüz doğurmaya başlamış. Yağız obada ise sürülmedik, tohum ekilmedik bir karış yer dahi kalmamış. Her iki obanın beyi çocukların durumuna uzaklardan haber alıyor. Uzaktan bilgi sahibi oluyorlarmış ama herhalde abartılıyor diyerek düşünüyorlarmış. Baharın sonlarına doğru geri dönen beyler ne görsünler adım attıkları yerde buğdaylar ,envai çeşit Sebzeler, adım başı Oynaşan her bir koyunun başında 3 kuzu ineklerle semizlikten kendi sütlerini taşıyamayacak hale gelmişler. İki bey ellerini birbirlerinin omzuna atıp evlatlarıyla gurur duymuşlar. Bu kadar kısa bir vakitte emeklerini nakite Berekete çevirmişler. Işte vakit nakittir sözünü galiba atalarımız bu olay üzerine söylemişler. Oğuz ve Yağız beyler birbirlerine bakıp evlatlarının böyle bir kahramanlık yaptıklarından dolayı,biz de isimlerini kahramanlıklarından dolayı gidip değiştirelim demişler. Oğuz bey obasına dönünce oğulları koşarak yanına gelmişler. Daha babamız hoş geldin demeden baba bizi eversene demişler. Oğuz bey de onların bu hallerine içinden kıs kıs gülmüş. Aynı şekilde Yağız bey de obasına varınca kızları boynuna sarılmışlar. Hoş geldin baba bile demeden babacığım bize çeyizlik ne aldın? Demişler. Yağız bey de, içinden kıs kıs gülmüş. Eeee yaz da gelmiş zaten ,düğün dernek kurmanın tam vaktiymiş. Ancak önce Oğuz ve Yağız beyler çocuklarını karşılarına alıp sizler çok büyük bir kahramanlık gösterdiniz. Birlikte el ele sırt sırta verip Obalarımızı kalkındırdınız. Vaktin ve nakdin kıymetini öğrendiniz demişler. Artık adlarınızı değiştirebilirsiniz. Onlar da hepsi babalarına. Babacığım biz isimlerimiz den memnunuz. Vakit Naktini ,Nakitte Vaktini buldu demişler. O zaman ne beklersin? Bir obadan bir obaya gelin alayı kurulmuş , yola dizilmiş. Davullar, zurnalar yeri göğü inletmiş. Şimdiye dek böyle bir düğün oralarda ne duyulmuş, ne görülmüş. Kazanlar kurulmuş, ateşler yakılmış, keşkeler pişmiş. Kızlar, kızanlar,yediden yetmişe tüm obalar bu düğünde buluşmuş. Bu masalda burada bitmiş gökten Şıngır mıngır paralar ,tik tak sesli Kolçaklı saatler yağmış, parayı seven parayı ,zaman isteyen de zaman saatini kapmış. Hangisi kapılırsa kapılsın vakit ve nakit her kişinin en büyük servetiymiş. Bu masalda burada bitmiş.
(FATMA DOĞAN 1 ARALIK 2024/TURHAL

Devamını Oku
Fatma Doğan

FATMA DOĞAN
BULUTLARIN SAVAŞI
Yıllar yıllar önce, çayırlarda yemyeşil çimenlerin, yoncaların dans ettiği, bahçelerinde bin bir çeşit çiçeklerin, yediveren güllerin bittiği, yiğitlerin kavakların boyunu geçtiği, güzellerin sırma sırma saçlarını belik belik ettiği, çocukların sokaklarda gönüllerince eğleştiği, içinde güzel huylu ademlerin yaşadığı ulu volkanik Ala Dağların eteğinde bir Bademler diyarı varmış.
Bu diyarda badem gözlüler makbul olup, badem şekerleri avuç avuç yenir, bakkallarda külah külah badem şekeri satılırmış. Analar çocuklarına badem kurabiyesi yapar, pilava kaşık sallayanın kaşığına pilavın en bademlisi gelirmiş. Kısaca ,bu ülkedeki ademlerin rızkı bademdenmiş.
Bademler diyarına bahar hele bir ayak bassın her yerde badem ağaçları çiçeğe durur,yere göğe toprağa düşen cemrelerin keyfine diyecek olmazmış. Bademler diyarındaki insanların kalpleri su gibi berrak elleri ise toprağı sevip okşamaktan çatlamış olsa da, aynen o toprak gibi bereketli ve çok cömertmiş. Herkes, güneş doğunca güneşin aydınlık yüzüne gülümser avuçlarını göğe kaldırır. Allaha yağmur damlaları adedince şükürler yağdırmış. Bunu gören bulutlar,sevinçten nereye gideceklerini şaşırır. Bir oyana bir bu yana kelebekler misali koşturup dururlarmış. Hatta bu bulutların içerisinde adı Akbulut olan ve tombul yumuşacık bir bulut ahalisi de insanların bu neşeli cömert ve mutlu hallerini gördükçe gökyüzünün hiç kararmasını istemezmiş? Koskoca bembeyaz pamuk gibi gövdeleri ile Bademler ülkesinin üzerine çökmeye çalışan kara bulutlara gövdelerini siper eder dururlarmış. Ancak bu kara elbiseli bulutların hepsi kötü değilmiş. Bazısı tertemiz yeni yıkanmış elbiselerini giyerek. Akbulut ailesinden izin alıp gelirmiş Bademler ülkesinin göğüne. Nazikçe Akbulut ahalisinden izin istermiş. O vakit Akbulut ahalisi onlara müsaade eder, kenara çekilir tertemiz siyah giyinmiş yağmur yüklü bulutlar dünyaya bereketli yağmurları sepeleye sepeleye yağdırırmış. Görevlerini başarmanın sevinciyle, Gökyüzüne, gökkuşağından kocaman rengarenk bir gülücük kondurup yavaşça giderlermiş.
Ancak kara pelerinli ve kara yürekli bir grup bulut kılık değiştirip gerçek yüzlerini gizleyerek bu bereketli yağmur bulutlarının yerine geçmeyi akıllarına koymuşlar. Onlar aydınlıktan ve huzur içinde yaşayan ademden nefret eden bulutlarmış . Bu nedenle ne adem adını duymaya nede onların yaşadıkları bereketli Badem diyarına tahammülleri kalmamış onlara göre Ademler ve Bademler diyarı bu dünyada durdukça gökyüzü hep aydınlık olacak karanlığın gözleri yarasalar ve drakulalar gibi hep bu parlak ışık ile kamaşıp duracakmış.

Devamını Oku
Fatma Doğan

Fatma doğan
MERAKLI PRENSES VE ABİSİ
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde. Çok eski günlerde içinde yeşil bir ırmağın aktığı yolların kenarlarında sıra sıra kavakların salındığı sonbaharla beraber her köşesinin cümbüşe döndüğü Turkale adlı bir ülke varmış. Bu ülkede sonbaharda yapraklar öyle bir mutlulukla yere dökülürmüş ki, neredeyse yerler yapraktan görünmezmiş. Bu ülkede çok yüksek bir tepede bir kale ve kaledeki sarayda Merve adında meraklı mı meraklı bir prenses yaşarmış. Her gün sarayın kulesi’nden etrafına bakar,ortasından yeşil bir ırmağın aktığı rengarenk görünen ormanlara bakıp bakıp dalarmış. Ah o da oralara bir gidebilse, orada yaşayabilse yaşayanlarla bir tanışabilse ne kadar da güzel olurmuş. Ama bu kuleden nasıl inecek? Kral ve kraliçeden anne ve babasından nasıl habersiz gidecekmiş ki? Anne ve babası onuna çıkmasına hayatta izin vermezmiş. Bizim prenses Merve meraklı olduğu kadar akıllıymış da hemen başlamış, kendince bir çözüm bulmaya o gün akşama kadar kulenin penceresinde düşünmüş kuşları izlemiş bulutları izlemiş, hepsi istedikleri yere bir çırpıda gidiyorlarmış. Peki neden kendisi gidemiyormuş? Bir işe yaramadıktan sonra akıllı ve meraklı olması niye yararmış ki? O böyle kafasında binbir soru ile düşüne dursun. Oda ya abisi Prens Kerim gelmiş. Kerim, Merve’nin böyle Odada dört döndüğünü görünce ona sormuş, hayırdır Merve bu halin ne? Abi ben dışarıyı çok merak ediyorum. Acaba oralarda neler var, kimler var biz hep sarayda yaşıyoruz. Etrafımızı görebildiğimiz tek yer bu kule buradan da merak ettiğim şeyler bana o kadar uzak ki demiş. Böylece Prenses Merve abisi Kerim’in aklına da düşürmesin mi? Bu kez ikisi beraber merak etmeye başlamışlar. Bir oyana bu bir bu yana gitmişler, gelmişler. Şimdi artık ikisi beraber plan yapmaya başlamışlar. Böyle düşünürken? Prens kerimin aklına da. Prenses mervenin aklına da aynı anda aynı fikir düşmüş. Her gün bu kaleye saraya taze yiyecek getiren bir kafile geliyormuş. O kafile de ana babaların yanında çocuklar da gelip giderlermiş at arabalarıyla. İkisi hemen bir plan yapmışlar. Bu ihtiyaç kafilesinin yolunu gözlemişler muhafızları atlatıp üzerlerine buldukları eski kıyafetleri geçirmişler. Hava zaten sonbahar olduğundan birkaç kalın kıyafet ve şapkalarıyla kendilerini gizlemeleri hiç de zor olmamış. Ikisinin de neredeyse heyecandan kalpleri yerinden fırlayacakmış. Büyük olmadıkları için hiç kimse onların tehlikeli olduklarını düşünmemiş. Kafiledeki herkes onların Orada bulunan birilerinin çocuğu olduğunu sanmışlar. Bizim iki kafadar önce saraydan sonra da kaleden Turkale şehrine doğru yola çıkmışlar. Geri dönüp baktıklarında kaldıkları sarayın gitgide nasıl gözden kaybolduğunu izlemişler? At arabasında giderlerken kafiledeki konuşmalar, gülüşmeler her ikisi için de yepyeni bir dünyanın kapılarını aralamış onlara şimdiden. Halbuki sarayın içinde herkes nasıldı somurtkandı? Herkes hep bir hazır ol halinde karşılarında bekliyorlardı. Neredeyse şimdiye kadar gülen birini görmedik deseler abartmış olmazlarmış. Kafile Kaleden Gelip Turkale şehrinin tam da ortasında yeşil akan nehrin kenarında durmuş. Bizim meraklı kafadarların ilk bu dikkatini çeken şey bu olmuş. Acaba bu su neden yeşil akıyor demişler ama cevabını nasıl bulacaklarmış ki? Onlar böyle bakarken arkalarından önlerine doğru bir gölge düşmüş. Çekinerek ve korkarak arkalarını dönmüşler ki? Elinde asasıyla Baba Yiğit bir genç duruyor. Onlara hayırdır ırmağın neden yeşil aktığını mı merak ettiniz demiş. Bizim prenses Merve ve Prens kerim başlarını evet der gibi sallamışlar. Asalı genç adam bu ırmaktan akan su sihirlidir demiş. Bu sudan içen, bu suya dokunan ya da bu ırmakta yıkanan birisi,Eğer yalan söylemişse herkesin önünde ben yalan söyledim. Hırsızlık yapmışsa ben aslında hırsızım. Sahtekarsa ben aslında sahte karım, evden kaçmışsa ben evden kaçtım dermiş.Bir anda suçluluk duyan ve suçları açığa çıkacak diye korkan iki kafadar kardeş birbirlerine bakıp hemen ırmağın yanından uzaklaşmışlar. Bir köşeye gidip iyi ki ırmağın suyuna dokunmadık demişler. Yoksa Allah korusun yaptığımız her şeyi birilerine söylerdik demişler. Iyi ki o asalı adam bize bunu söyledi. O gün akşama kadar ırmağa yaklaşmadan şehirde gönüllerince dolaşmışlar, gezmişler sonbahar yaprakların üzerine yatmışlar, yuvarlanmış lar. Bu kadar gezip tozduktan sonra? Karınları acıkmaya başlamış. Bakmışlar ki yemek yok, sarayda olsalar daha kendileri istemeden bin bir çeşit yemek önlerinde belirmiş. Şimdi ikisi de ne yapacaklarını şaşkın şaşkın düşünürlerken yine a asalı genç adam yine yakınlarında belirivermiş. Karnınız mı acıktı, ne yiyeceğiz diye mi düşünüyorsunuz demiş. Onlar da evet demişler. Asalı adam demiş ki, şu ileride yaşlı bir teyzemiz var, ona yardım edenlere kendine pişirdiği yemekten karşılıksız veriyor ama o kimseden yardım beklemez şu işimi yapın. Bu işimi yapın demez siz gidip kendi gönlünüzce yaparsanız başka demiş. Bir bakın bakalım ne yapabilirsiniz? Ikisi koşarak oraya gitmişler. Bakmışlar ki bahçede masaların kanepelerin üzeri hep yaprak kaplamış. Önceki günkü rüzgardan eşyalar devrilmiş, hemen ikisi kendilerine oyun haline getirip neşe içinde bahçeyi düzenlemişler. Eşyaları da yerlerine yerleştirmişler. Yaşlı teyze pencereden bakınca onların çalışıp kendisine yardım etmelerinden dolayı ocakta pişirdiği yemekten onlara da ikram etmiş bizim iki kafadar kardeş verilen yemeği afiyetle yemişler, ilk defa yaptıkları bir işin verdikleri emeğin karşılığında yedikleri bu yemeğin tadı öyle lezzetli ve güzel gelmiş ki, önceki yediklerini hiçbirine benzemiyormuş. Teyzeye teşekkür edip vedalaşmışlar .Bakmışlar ki hava kararmak üzere yine Turkale şehrin içine doğru gitmeye başlamışlar ama ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Yine orada öyle kararsız, kararsız dururken o asalı genç adam yine yakınlarında belirmiş. Kendi kendine konuşuyormuş gibi yapıp Nedense bu kafile saraya her zaman sabahları giderdi. Bugün akşam gideceklermiş demiş. Bunu duyan iki kafadar kardeş o anda o kadar mutlu olmuşlar ki çünkü anne babası fark etmeden, geceyi de dışarıda geçirmek zorunda kalmadan Eve döneceklermiş hemen koşup kafileyi bulup katılmışlar. Yola çıkan kafile, yeşil akan ırmağın önünde geçerken. Köprünün başında. Bir anda atlar ürküp durmuş. İnip bakmışlar ki köprünün üzerinde taşlarda göçükler oluşmuş. Bundan dolayı atlar geçmek istemeyip ürkmüşler. Kafile başkanı herkese at arabalarından inmesini söylemiş. Atları ben kendim karşıya geçireceğim. Herkes kendisi ırmaktan geçsin. Karşıda tekrar arabalara bineriz demiş. Bizim iki kafadar prenses Merve ve Prens kerim yine birbirlerine bakmaya başlamışlar şimdi ne yapacaklarmış ki. Irmaktan geçip ıslanırlarsa kendi ağızlarıyla saraydan kaçtıklarını söyleyeceklermiş. hep zor anlarında yanlarına gelen Asalı adam bu kez niye yokmuş ki? Suya girseler saraydan kaçtıkları belli olacak. O yüzden ne yapacak yapsak ne yapsak diye. Düşünmeye başlamışlar. Akıllarına, ağızlarını bir bezle bağlamak gelmiş ama o zaman da komik görünürlermiş. En iyisi birimizin kini bağlayalım. Şimdilik konuşmamız gerekirse, birimiz konuşuruz. Eğer her şeyi söylemeye başlarsa o anda bezle diğerimiz onun ağzını bağlar deyip anlaşmışlar. Önce prenses Merve sudan ağzını bağlayıp geçmiş karşı kıyıya. Bakmış hiç konuşmuyor. Hiç ben evden kaçtım diye söylemiyor, peşine Prens kerim de geçmiş yeşil akan ırmaktan karşıya ama onda da hiçbir konuşma belirtisi yokmuş. O da hiç evden kaçtıklarını söylememiş. Bir de bakmışlar ki o anda asalı genç adam yine yanlarında belirmiş, ikisi beraber ona hani bu ırmaktan ıslanan evden kaçanları ben evden kaçtım diye herkese söyletiyordu diye sormuşlar. Asalı genç adam, evet söyletiyor. Bizim Prens bizim prenses Merve ve Prens Kerim’de hayır söyletmiyor diye tartışmaya başlamışlar. O anda kafiledekiler bu tartışmayı duyunca yanlarına gelmişler. Ne oluyor, ne oluyor demişler. Bizim iki kafadar kafiledekilere bu adam bize bu ırmakta ıslananlar yalan söylerse ben yalan söyledim herkese diye söyler, evden kaçanlarda biz evden kaçtık diye herkese kendi ağızlarıyla söylermiş dedi. Hani biz evden kaçtık hiç kimseye de söylemedik deyivermişler. Eyvah!!. O anda ne dediklerinin farkına varmışlar şaşkın şaşkın birbirilerine ve etraflarına baka kalmışlar. Evet, tam da genç adamın dediği gibi kendileri herkesin önünde hem de bağıra bağıra evden kaçtıklarını kendi ağızlarıyla söylemişler. O asalı adam gülerek onlara demiş ki. Bakın, söylediniz işte. Hem de herkesin önünde kendi ağzınızla. Bizim iki kafadar kaçak çok üzülmüşler. O sırada asalı adam tamam, üzülmeyin artık demiş. Gülerek anneniz ile babanız sizin saraydan kaçtığınızı zaten biliyordu. Ama sizin bu macerayı tehlikesiz bir şekilde yaşamanız ve ders almanız için beni peşinize takıp sizleri koruyup kollamamı başınız sıkışırsa müdahalede bulunmamı istediler. Şimdi artık eve dönelim, İnşallah merakınızı gidermiş ve dersinizi almışsınızdır. Bir daha anne babanızdan izinsiz kaçmak yok, başınızda güvenilir bir kişi ile dolaşabilirsiniz, merak ettiğiniz yerleri görebilirsiniz. Yalan mutlaka bir gün ortaya çıkar demiş. Asla yalan söylemeyin. Gökten 3 elma düşmüş ikisini Prens Kerim ve prenses Merve elma şekeri yapıp yemişler. Bir tanesinde biz masalı okuyanlar kapmış. Onlarda dilim dilim edip paylaşmışlar.(FATMA DOĞAN 17 EKİM 2024/TURHAL)

Devamını Oku
Fatma Doğan

KALKANTEPE ORMANI VE YARIMDEV
Evvel evvel içinde evvel zaman içinde, zaman kalbur içinde, kalbur da saman içinde olduğu, atların dağ bayır koştuğu, kuşların sürü sürü uçtuğu, yiğitlerin kılıç kalkan kuşandığı zamanların birinde tepelerin dağların sıra sıra sıralandığı, çooook uzak diyarlarda bulutlara başını yaslayan bir dağ ve o dağın eteklerine serilmiş zümrüt yeşili ağaçların kol kola olduğu şırıl şırıl ırmakların mutlulukla çağladığı içinde neşeli birçok hayvanın kardeşçe yaşadığı bir orman varmış. Çevrede yaşayan köylerdekiler buraya kendilerini düşmandan koruduğuna inandıkları için Kalkan Tepe Ormanı derlermiş. Gerçekten de bu dağı görenler o dağın heybetinden yanına bile yaklaşamazlarmış. Bu yüzden oranın ahalisi mutlu mesut yaşayıp giderlermiş.
Günlerden bir gün, hava o kadar güzelmiş ki tüm hayvanlar oynamaya durmuş kuşlar cıvıldıyor, tavşanlar sincaplar bir oraya bir buraya koşuyorlarmış kuzular inekler neşe içinde otlanıyor, Baykuş Bey gece uyumayıp etrafı kolaçan ettiği için evinde kestiriyormuş. Ormanın en bilge ve yaşlısı Kaplumbağa Dede uzaktan mutluluk ve huzur içinde ormanını seyrediyormuş. Tam öğle vakti olduğu için hayvanların çoğu Kalkan tepenin yamacında ki ırmağa su içmek için toplanmışlar. Oraya sadece yaşlı olduğu için Kaplumbağa Dede gidemiyormuş. Ona da Koca Fil hortumuyla su taşıyormuş. Aralarına sadece tilki katılmazmış. Orman halkı onu aralarına almadığından değil, HİN tilki mutlu olanları görmeye dayanamaz onları kıskandığı için de yanlarına gitmezmiş. Gitmediği içinde toplantılardan alınan karalardan haberi olmaz sonra kendi kendine bana hiçbir şey sormuyorlar diye homurdanır dururmuş. Kimsenin bundan haberi olmadan için için kinlenirmiş. Kısaca tilki dağa küsmüş ama dağın haberi olmamış. Her şey böyle güzel ve sakin ve huzurlu devam ederken bir anda yer büyük gürültü ile sarsılmaya başlamış. Tüm hayvanlar ne yapacaklarını bilemeden oradan oraya panik içinde kaçışmaya başlamışlar. Nihayet sarsıntı bitmiş. Hepsi korku içinde yine ırmak kenarında toplanmışlar. Hadi hemen toplanıp Kaplumbağa dedenin yanına gidelim diyerekten karar almışlar. Hin tilki uzaktan beni de çağırırlar diye beklemiş ama o panikte kimsenin aklına zaten o gelmemiş bile. Kendi de gitmemiş ancak içten içe orman halkına karşı nefreti artıyormuş. Kendisi hep kötü niyetli ve kurnazlık peşinde olduğundan herkesi de kendi gibi sanıyormuş. Halbuki herkes ne kadar iyiniyetliymiş bir görebilseymiş. Orman ahalisi tam toplanıp gidiyorlarken bir anda ırmağın içinde bir sepet içerisinde kıpırdayan bir şey görüp hemen sepeti çekip çıkardıklarında şimdiye kadar hiç görmedikleri insan deseler insan değil hayvan deseler hayvan değil, bir garip mahlukatla karşılaşmışlar. Korkudan kuşlar uçarak kaçışmış, kimisi de panikle yuvarlanmış, kimisi de far görmüş tavşan gibi donup kalmış. Kimi de meraklı sincap gibi şaşkın gözlerle bakakalmış. Hepsi de korku ve panikle ne yapacaklarını bilmez bir halde koşarak Kalkan tepe ormanının en yaşlısı Kaplumbağa dede ve en bilgesi olan komşusu baykuş bey’in yanına gitmişler. Gördükleri durumu onlara da anlatmışlar. Ancak hepsi bir ağızdan konuştukları için her şey biranda arap saçına dönmüş. Kimi demiş ki kulağı yok kimi demiş gözü yok, kimisi de demiş, eli yok, ayağı yok. Kaplumbağa dede ve baykuş bey bu işe oldukça şaşırıp bir anlam verememişler. Gidip bir bakalım demişler ancak Kaplumbağa Dedenin oraya gitmesi akşamı bulurmuş zaten çok yaşlı olduğu için zar zor yürüyormuş. Bu nedenle hep beraber baykuş Bey’in uçarak gitmesi ve kendi gözleriyle görmesine ve gelip kaplumbağa dedeye anlatmasına karar vermişler. En hızlı uçan kuşlar ve en hızlı koşan hayvanlar hep birlikte geri dönmüşler. Baykuş bey bakmış ki gerçekten bir garip mahlukat öylece sepetin içinde yatıyor insana benziyor ama insan değil, tek gözü var, diğeri yok, tek kulağı var, öbürü yok, elinin biri var diğeri yok aynı şekilde bir ayağı var diğeri yok. Gördükleri yaratık sanki bir insanın ortadan ikiye elma gibi ayrılmış hali. Onlar şaşkınlıkla bakarken birden bu garip görünümlü mahlukat ağlamaya başlamış ama öyle acıklı ağlıyormuş ki hiçbirisi kıyamamış galiba acıktı diyerek herkes en sevdiği yiyeceği hemen bulup getirmiş. Kimisi balık getirmiş. Kimisi bir tutam ot, kimisi bir parça et, yumurta bile getirmişler, susması için her yolu denemişler. Ancak bir çözüm olmamış. Tam bu sırada garip yaratık bir anda tek olan elinin parmaklarını emmeye başlamış. Baykuş Bey zekasıyla. Onun süt emen bir yaratık olduğunu anlamış. Koşarak koyundan biraz süt, attan biraz süt, aslandan bir az süt, inekten biraz süt istemişler. Hepsini önüne koyunca bizim küçük yaratık inek sütünden ve koyunun sütünden içmiş, diğerlerine hiç dokunmamış. Kendinden bir zarar gelmeyeceğini anlayan orman ahalisi toplanıp bir karar vermişler. Bu zararsız yaratığa bakacaklarmış. Görev dağılımı ile beslenmesini, korunmasını, barınmasını sağlayacaklarına, kendi aralarında söz vermişler. Aslanı kaplanı kurdu da tembihleyip ona zarar vermeme konusunda uyarmışlar. Ancak o gün orada olmayıp kendisine sonradan hiç danışılmayan Hin tilki içten içe buna çok içerlemiş ve kızmış. Zaten orman ahalisine devam eden bir kızgınlığı varmış. Gel zaman git zaman yapraklar dallarından düşmüş yağmurlar bereketiyle toprağı sulamış. Hava soğudukça soğumuş ormanı, beyaz örtü gibi kar bürümüş. Hayvanlar bu yaratığın kimin evinde kalacağı konusunda karar verememişler. Konuşulanları uzaktan izleyen ve dinleyen, Içindeki kini ve kızgınlığı kendisine danışılmadan kararlar alındığı için bir türlü geçmeyen HİN tilki, bunu fırsat bilip kafasında planladığı intikam planını hayata geçirmek için öne atılmış. Hemen benim evimde kalabilir diyerek en sevimli halini takınmış. Orman ahalisi de Hin tilki ne kadar da iyi niyetli yardımsever diyerek yaratığı ona güvenip emanet etmişler. Artık tek elli tek ayaklı tek kulaklı ve tek gözlü yaratık, Hin tilki’nin evinde imiş. Hin tilkinin ilk işi ona bir isim vermek olmuş. Tilki ona Yarımdev ismini vermiş. Gel zaman git zaman karlar erimiş bahar gülen yüzünü göstermiş ağaçlar önce çiçeğe, sonra güneşin sıcacık ışıkları ile çeşit çeşit meyveye durmuş. Meraklı orman ahalisi gelip tilkiye Yarım Devin nasıl olduğunu soruyorlarmış. Ancak Hin Tilki her seferinde bir bahane bulup onlara göstermekten kaçınıyormuş. Çünkü içindeki nefret ve kin ateşi bir türlü sönmüyormuş. Içindeki iyilik ve kötülük sürekli bir savaş halinde kavga ediyormuş. Neymiş neden beni de çağırmadılar, neden benim fikrimi almadılar diye kendi kendinin içinde kocaman bir kin ağacını büyüttüğü gibi yarım dev de büyümüş zamanla Tilki’nin evine sığmamaya başlamış. Bir de o kadar meraklıymış ki sürekli sorular soruyormuş. Tilki bu soruları cevaplamaktan aciz kalıyormuş. Ama amacı bu yarım devi orman ahalisine düşman edip onlara hayatı çekilmez ve dayanılmaz yapmakmış. Yavaştan yavaştan yarım devi orman ahalisine karşı doldurmaya başlamış. Ona onların hiçbiri seni istemedi. Seni bir köşeye attılar, gittiler kimse seni arayıp sormadı ben seni buldum baktım demiş tabi ki yarım devde başkasına inanacak değil ya kendini büyütüp besleyen tilkiye inanmış artık tilki ne derse onu yapıyormuş. Bu da tilkinin işine geliyormuş. Karnı acıksa git kümesteki tavuklardan al getir diyormuş. Ancak yarım dev tek ayağı tek eli tek gözüyle o kadar zorlanıyormuş ki ama vefalı olduğu için de sesini çıkaramıyormuş. Yarım dev büyümesine rağmen hâlâ süt içiyormuş. Tilki tavukları pişirip yedikçe. Onun da ağzı sulanıyormuş. Ama onun yenip yenemeyeceğini bilmiyormuş? Bir gün iyice merakla anmış. Tilki anne, ben de tavuk yiyebilir miyim? Çok güzel kokuyor demiş. Kurnaz olan tilki demiş ki tavuk yersen tavuk gibi olursun. Gıdaklar durursun. Bunun bunu duyan Yarım dev bu fikrinden vazgeçmiş. Tilkinin canı yine bir gün tavşan çekmiş, Yarım devden tavşan yakalayıp getirmesini istemiş. Yarım dev hemen yakalayıp getirmiş. Onu da pişirip afiyetle yerken yarım dev kokusuna dayanamayıp tekrar tilki anne, ben de tavşan yiyebilir miyim diye sormuş. Kurnaz tilki Yarım Devi bu fikrinden vazgeçirmek için tavşan yersen onun gibi uzun kulaklı olursun. Zıp zıp zıplarsın demiş. Yarım dev yine bu fikrinden vazgeçmiş. Hin tilkinin canı başka bir gün de kuş istemiş. Yarım dev onun için kuş yakalamış. Tilki kuşu yerken. Yarım devin yine canı istemiş. Ancak tilki bu kez de, kuş yersen kuş gibi ötersin, kanatların çıkar diyerek Yarım devi vazgeçirmiş. Tilkinin isteklerini harfiyen uyan yarım dev her seferinde ormandan bir hayvanı alıp geldiği için orman ahalisi yarım deve düşman olmaya başlamışlar. Çünkü Kurnaz tilki ormandaki hayvanları kendinin değil Yarım devin yediğini söylüyormuş. Bunun üzerine. Orman ahalisi toplanıp tilkinin evine gelmeye karar vermişler ve ondan yarım devi ormandan kovulmasını istemişler hatta yalvarmışlar. Tilki de böylece kendini karar alırken çağırmayanların şimdi ondan yardım istemek için nasıl ayağına kadar gelip yalvardıklarını görünce böbürlenmiş aklınca hem intikamını almış hem de Yarım Devden faydalanmış. Hin tilki yarım devi bir gün kenara çekip, orman halkı artık seni burada istemiyor sen başının çaresine bak demiş zaten artık tilkinin evine de sığmıyormuş. Yarım dev ise ağlamaklı ve üzgün bir halde topallaya topalla ya değneği ile ormanda yürürken bir anda bir çeşmenin başında ateş yakmış oturan 2 kişi görmüş. Bunları sanki biraz kendine benzetmiş ama onlarda her şeyden iki tane varmış. Onların iki ayakları iki elleri, iki gözleri ve iki kulakları varmış. Yarım dev tek kulağını açıp konuştuklarını dinlemeye koyulmuş. Aralarındaki konuşmada artık annelerinin ve babalarının yaşlandığını, gözlerinin iyi görmediğini, kulaklarının iyi duymadığını, güç bela yürüdüklerini yemek yerken ellerini tutmadığından bahsediyorlarmış. Artık annemizin, babamızın eli ayağı gözü kulağı biz olmalıyız demişler. Bunu duyan Yarım Devin aklına tilki annenin söyledikleri gelmiş. Tavuk yersen gıdaklarsın, tavuk gibi olursun, kuş yersen, kanatların olur uçarsın. Tavşan yersen kulakların olur, zıplarsın. Dediğini hatırlamış. Düşünmüş, düşünmüş. O zaman bende insan yersem benim de iki elim, iki ayağım, iki kulağım, iki gözüm olur diye aklına gelmiş. Ben en iyisi bu iki kardeşi takip edeyim demiş. Onlara gizlice takip edip evlerine kadar gitmiş. Maksadı onlardan birisini yemekmiş ki eksik kalan eli kolu gözü ve kulağı tamamlansın. Yarım dev tavan arasına saklanıp iki kardeşin anne ve babasına nasıl baktıklarını izlemiş. Anne ve babaları yürüyemediklerinde onlara dayanıp yürütmüşler. Yemek yiyemediklerinde kaşığı tutmalarına yardım etmişler. Göremediklerinde onların yerine okumuşlar. Tüm bunlar yarım devi çok şaşırtmış. O zannediyormuş ki bu iki kişi anne ve babasına eli kolu gözü olan birini pişirip yedirecekler. Böylece onların elleri kolları kulakları ve gözleri olacak. Halbuki onlar kendileri anne ve babalarına el kol, göz ve kulak olmuşlar. Yarım Dev onların tavuk yediklerini gördüğünde, tavuk gibi gıdaklamadıklarını, balık yediklerinde yüzgeçleri ve kuyruklarının çıkmadığını, tavşan yediklerinde kulaklarının çıkmadığını ve zıplamadıklarını görünce HinTilki’nin kendisini kandırdığını anlamış. Ama artık nafile iş işten geçmiş. Bu insanların iyi insanlar olduğunu gördükçe, onlarla tanışmak istemiş, anne babasına yardım edenler bana da yardım ederler diye düşünmüş. Onlar bir gün yine çeşme başına geldiklerinde. Yarım devi orada ağlamaklı ve üzgün halde görmüşler. Önce ondan ürkmüşler ancak duydukları bir haber onlarda acaba? Kalkan tepedeki Dev ailesinin kayıp çocuğu olabilir mi diye akıllarına gelmiş. O kasabanın üzerine bir kalkan gibi yaslanan dağın tepesindeki mağarada Iyi kalpli bir dev ailesi yaşarmış. Bir gün bu dev ailesinin ikiz yavruları olmuş Ve bunlar doğdukları anda çok büyük bir deprem meydana gelmiş. O sarsıntı ile anne dev kaçarken yavrularından birini sepetiyle birlikte elinden kalkan tepe den aşağıya düşürmüş. Tüm aramalarına rağmen bulamamışlar. Nihayet umutları tükenmiş ve aramaktan vazgeçmişler. O dev ailesinin öbür çocuğu da tek gözlü tek kulaklı, tek el ve tek ayaklıymış. Hemen bu iki kardeşten biri Yarım Devi oyalarken diğeri de koşarak dev ailesine haber uçurmuş. Koşarak gelen dev ailesi karşılarında öldü sandıkları yavrularını görünce çok sevinmişler. Yarım dev de karşısında diğer kardeşi yarım devi görünce sarıldıkları anda ikisi bir bütün olmuşlar. Anne ve baba dev ile yarım dev ler ailelerinin tamamlanmasından dolayı kavuşmanın sevinciyle iki kardeşe durmadan teşekkür etmişler. Devler, bu iki kardeşe yardımlarından dolayı yanlarında getirdikleri şifa otlarını, kartalların kendilerine getirip bıraktığı çeşit çeşit mücevherleri kendi el emekleriyle dokudukları çok güzel bir halıyı hediye etmişler. Bu halının öyle bir özelliği varmış ki üzerine kışın oturursan ısıtır. Yazın oturursan serinletirmiş. Üzerinde yatarsan seni istediğin yerlere götürmüş. Böylece hiçbir iyiliğin karşılıksız kalmayacağını anlayan masal kahramanlarımız hep beraber halının üzerine yatıp ilk anda ırmakta sepetin içinde yarım devi bulup besleyen orman ahalisini ziyarete gitmişler. Birbirleri ile tanışmışlar Tilkinin gerçek yüzünü onlara göstermişler, orman hayvanlarını kendisinin değil, tilkinin yediğini anlatmış. Yarım dev Orman halkını Tilkinin kurnazlıklarına karşı uyarmış. Bir yardıma ihtiyaçları olduğunda çekinmeden yardım istemelerini söylemiş. Tüm bunları uzaktan izleyen tilki, Orman halkının kendini kovacağını düşünerek, onlar kendini kovmadan ormandan sessizce uzaklaşmış. Orman halkı eski mutlu huzurlu hayatlarına tekrardan kavuşmuşlar. Dev ailesi Kalkan Tepedeki mağaralarına geri dönmüşler. Dev ailesi her baharda Kalkan tepeden aşağıya üç elma atarmış bunlardan biri ormana biri iki kardeşin evine biride biz masal severlerin eline düşermiş. Ormana düşen elma toprakta filizlenir yepyeni elma ağaçları olurmuş. iki kardeşin evine düşen elma. Ellerine geçtiği anda altın bir elmaya dönüşürmüş. Biz masal severlerin eline düşen elmayı ısıranlar ise kendini yepyeni masalların ve yepyeni maceraların içinde bulurmuş. (FATMA DOĞAN 24 EYLÜL2024 TURHAL)

Devamını Oku
Fatma Doğan

Fatma Doğan
Masal 2
PALETLER KÖYÜ ve RENKLİ TOP AİLESİ
Evvel zaman içinde, zamanın akmadığı, baharın bitmediği, güneşin batmadığı, renklerin hiç solmadığı güneşin her renge girebildiği bir ülke varmış.
Rengarenk bu ülkede Palet adlı bir köyde, Küçük büyük bir sürü palet ailesi yaşarmış. Paletlerin yaşadığı bu köyde, aileler renklerinin isimleriyle anılırmış. Çünkü ailede ki herkesin rengi aynı olurmuş. Bir aile beyaz ailesi bir aile yeşil ailesi bir aile kırmızı böyle uzayıp gidermiş çocuklar parkta oynasa anne babaları onları karıştırmaz ,okula gitseler öğretmenler hemen kimin çocuğu olduğunu anlarmış. Renkler ülkesinde her şey çok renkliymiş ancak bu ülkenin bir sorunu varmış. Her şey çek çok renkli olmasına karşın hayat çok sıkıcıymış. Örneğin siyah ailesindeki herkes çok karamsar Kırmızı ailesindeki herkese çok sinirli. Her şeye kızarmış ve sürekli oflayıp puflarmış. Mavi ailesinin fertleri de evlerinde mahzun mahzun oturuyorlarmış. Sarı ailesi, sakin ve tembel, Yeşil ailesi ise her şeyden şikayet edermiş. Hepsi bunun farkında aymış. Hayatın çok sıkıcı olduğunun. Ama bir türlü bunun neden olduğunu bilmez izlermiş. Günler böylece gelmiş geçmiş. Mevsimler mevsimleri kovalamış. Kuşlar. Başka diyarlara göçüp gelmiş. Renkler ülkesinde birkaç yıl böyle üst üste çok sıkıcı olarak geçmiş. Palet köyünde çocuklar birbirlerine bizim hayatımız neden bu kadar sıkıcı diye sormaya başlamışlar. Gidip büyüklerine danışmışlar. Annelerine sormuşlar, cevap alamamışlar babalarına sormuşlar,cevap alamamışlar. Ağabeylerine, ablalarına sormuşlar, cevap alamamışlar. Öğretmenlerine sormuşlar. Cevap alamamışlar. Her gittikleri yerden, Ya sorularına kayıtsız kalınmış siyah ailesi gibi. Ya sinirle kovalanmışlar kırmızı ailesinden. Ya da, dalga geçilmiş yeşil ailesi gibi. Çocuklar da pes edip vazgeçmişler. Bu sorularına cevap aramaktan. Paletler Köyünde bir gün herkes evli evinde köylü köyünde iken, Kocaman renkli ışıklı yanıp sönen ve sesler çıkaran bir top yuvarlana yuvarlana köyün meydanına kadar gelmiş. Herkes ne oluyor ne bu gürültü diyerek dışarı koşmuşlar, bakmışlar ki ortalıkta bir top neşe içinde hoplayıp zıplayıp duruyor bilmedikleri sesler çıkarıyor. Hepsi şaşkınlıktan dona kalmışlar. Köyün ileri gelenleri hemen renkli topun yanına varıp sormuşlar kimsin necisin in misin cin misin demişler. Topta cevap vermiş ben ailemle yaşıyorum biz gülmeyi ve gezmeyi çok seven bir aileyiz renkler ülkesinin her yerini gezdik eğlendik ancak çocuklar büyüdü ve okula gitmeleri gerek bunun içinde bizim bir yere yerleşmemiz gerek demiş. Paletler köyünün büyükleri içlerinden bunun iyi bir fikir olmayacağını düşünmüşler önce sonra konuşmuşlar ve bu toplantı sonucunda da kararları değişmemiş. Renkli top köyümüzün içinde kalamazsın biz dışardan pek yabancı kabul etmiyoruz köyümüze demişler. Ancak renkli top ama benim çocuklarımın okuması gerek bu yakınlarda başka okula gidecekleri yerde yok demiş. Palet köyünün büyükleri o zaman renkli topa demişler ki köyün içinde kalamazsın ancak ormana doğru okulun hemen yakınında boş bir kulübe var orda yaşayın ancak köyümüze gerekmedikçe gelmeyin ihtiyacınız olursa gelirsiniz demişler Renkli topta kabul etmiş bu öneriyi. Hemen biraz ötede siz burada bekleye durun ben sorup geleyim diye bıraktığı ailesini alıp gelmiş ve kulübeye yerleştirmiş. Renkli top ve ailesi o gece yorgunluktan sızıp uyuya kalmışlar. Sabahın ilk ışıkları ile renkli top ailesi uyanmış ama ne uyanış onlarla birlikte tüm köyde uyanmış evlerinden neşeli kahkahalar birbirleri ile tatlı sohbetlerle bir birde mis gibi yemek kokuları yükseliyormuş. Herkes evinden uzakta da olsalar şaşkınlıkla onları izliyormuş. Günler böyle geçerken okullar açılmış renkli top ailesinin neşeli çocukları GÖK (mavi) ile AL (kırmızı) ve AK da okula başlamışlar. İlk başlarda bu üç kardeş kendi aralarında neşeli neşeli oynuyorlar oradan oraya yuvarlanıyorlar mutlu mutlu zıplıyorlarmış. Diğer palet çocuklar kenardan sessizce onlara bakıyorlarmış daha önce kendilerine sorup cevabını bulamadıkları soru akıllarına tekrardan gelmiş bizim neden canımız sıkılıyor neden hayatımız bu kadar sıkıcı diye. Artık palet köyünün çocuklarının gözleri hep bu üç kardeşin üzerinde imiş. Ne yapsak ta bizde onlarla oynayabilsek ama hepsi ailelerinden çekiniyormuş. Palet köyündeki öğretmende renkli top ailesinin çocuklarının daha çalışkan olduğunu fark etmiş oda kendini sorgulamaya başlamış ama oda bunu diğer köydeki ailelere söylemeye çekinmiş. Herkes bu aileye gıpta ile bakıyormuş imreniyormuş içten içe ama gizliden. Palet ailelerinin çocuklarının dikkatini çeken Al, Ak ve Gök ne zaman anne babalarına bir şey sorsalar yere çömelip onların ellerinden tutup gözlerinin içine bakarak sorularını cevaplıyorlarmış hiçbir sorularını cevapsız bırakmıyorlarmış. Sonrada ya başlarını okşuyorlarmış ya da yanaklarını. Onların hiçbiri bu hareketi kendi anne babalarından görmemişler. Şimdi daha bir mahzunlaşmış hepsi. Artık hayallerinde dualarında hep bu istek varmış. Yataklarına yattıklarında artık Allahım bizimde canımız hiç sıkılmasın anne babalarımız bize daha yakın davransınlar bizim sorularımıza cevap versinler bizi azarlamasınlar diye dua etmeye başlamışlar günlerce. Allah bu çocukların duasını hiç duymaz mı duymuş tabi ki. Çocuklarda ki bu huzursuzluk ailelerin de dikkatini çekmiş ne oluyor bunlara diye sormaya başlamışlar. Hatta bazı çocuklar üzüntüden hastalanmaya başlamış. Palet köyünü almış mı bir telaş. Köyde ne yazık doktorda yokmuş. Ne yapacaklarını şaşırmışlar herkes birbirine soruyormuş. Al, Ak ve Gök durumu ailesine haber vermişler. Renkli top ailesi çekinerek te olsa köylülerin yanına gitmiş. Size bir yardımımız dokunur mu ben ve eşim birimiz doktor birimiz öğretmeniz demişler Aileler buna ilk çekinseler de aslında çok sevinmişler çocukların tedavisine başlanmış. Renkli top ailesi çocukların esas problemlerinin sevgisizlik ilgisizlik ve iletişimsizlik olduğunu anlamışlar. Ama bunu ailelere nasıl anlatacaklarmış bilememişler. Sonra akıllarına bir fikir gelmiş çocuklarınızın iyileşmesini istiyor musunuz demişler onlarda tabi ki demişler. Ne yapmaları gerektiğini sormuşlar. Renkli palet ailesi onlara üç gün çocukları ile ilgilenmelerini beraber vakit geçirmelerini oyun oynamalarını ne sorarlarsa sıkılmadan cevaplamalarını söylemiş. Onlarda kabul etmiş. Sonra ki üç günde siz çocuk olacaksınız sorular soracaksınız oyun oynamak isteyeceksiniz onlarla demiş onu da kabul etmişler. Üç gün herkes çocuğuyla ilgilenmiş eğlenmişler çocuklarını omuzlarına almışlar, gölge oyunu oynamışlar resim çizmişler beraberce bu duygunun ne olduğunun farkına varmışlar meğer ne güzel bir duyguymuş çocukla çocuk olmak, çocukluğunu yaşamak, çocuklarının gözlerinin içine bakmak. Sonrada üç gün çocuklar büyük gibi davranmışlar anne babalarının sorularına hiç cevap vermemişler. Bu oyunu oynarken hem kıkır kıkır gülmüşler hem de yaptıkları hatayı anlamışlar Palet ailelerinin evlerinden de giderek şen kahkahalar yükselmeye başlamış çocuklar kısa sürede iyileşmiş onlarla birlikte ailelerin ruhları da iyileşmiş. Çocuklar hasta iken uzun süre okula da gidememişler bu sırada okulun öğretmeni de başka bir yere gitmiş. Palet köyünün okulu da öğretmensiz kalmış. Artık renkli top ailesine alışan köy halkı çoluk çocuk toplanmış palet ailesinin evine gitmişler onları birde evlerindeki halleri ile görmüşler hem onlara bir teklif getirmişler köyün okulunda öğretmenlik ve köyde doktorluk yapmalarını istemişler ,sonrada onlarla birlikte hep beraber köyde yaşamalarını istemişler. Artık onlara köyün en güzel yerinde bir ev yapmışlar. Hepsi beraber Palet köyünde mutlu mesut yaşamamışlar. Ha birde renkli topa nasıl bu kadar renkli ve neşeli oluyorsunuz diye sormuşlar bu sırrı masalın en sonuna sakladım. Demişler ki renkli top ailesi önemli olan dışımızın renkli olması ,renkler ülkesinde yaşaması değil insanın kendi içindeki renkleri keşfetmesi ile olur demiş bu nedenle çocuklarınızın her sorusuna cevap verelim ki kendi içlerindeki renkleri bulsunlar ellerine boya kalem kağıt verelim ki içlerindeki renkleri dışarıya döksünler işin sırrı bu demiş böylece renkli top havaya mutlulukla bir zıplamış taaa göklere kadar değmiş böylece göklerdeki bütün renkler tüm palet köyünün üstüne yağmış artık tüm palet aileleri tek renk değil rengarenk olmuş. Masal da burada bitmiş. Gökten üç top düşmüş biri AL, biri Ak, biri de Gök kim bu toplarla oynarsa Al top ile oynayanın kalbi güzelleşirmiş, Ak top ile oynayan çok akıllı olurmuş, Gök topla oynayanın gözü çok iyi görürmüş. Onlar ermiş mutluluğa biz çıkalım bir başka masal diyarında yolculuğa.
(Fatma Doğan 1Ekim 2024 /TURHAL)

Devamını Oku
Fatma Doğan

KAR KUŞU ve KUMSAL’IN MASAL ÜLKESİ
#fatma doğan
Bir varmış bir yokmuş çok eski zamanlarda develer tellal, pireler berber iken, bizler bebeklerin beşiklerini tıngır mıngır sallar iken, aksakallı dedeler ve pamuk yüzlü nineler, hava kapkaranlık olduğunda, bastonlarını ellerine alır, ortada yanan ateşin etrafına köyün küçük ,büyük ne kadar çocuğu varsa toplar, onlar mışıl mışıl uyumadan önce, anlattıkları bin bir çeşit macera dolu masalla, hepsini masallar alemine götürür, kar kuşunun kanatlarında tüm dünyayı dolaştırırlarmış. Gidemedikleri diyarlara ise, bazen bir balkabağı arabasıyla yahut da şişeden çıkan bir cin yardımıyla gider, denizleri, okyanusları Sinbad’ın gemisi ile geçer, korsanları atlatırlarmış. Yeryüzünün en gizemli dağı olan Kaf Dağına tırmanır, orada tek gözlü devi yenerler, tutsak prensesleri kurtarırlarmış.
Aradan çok uzun zamanlar geçmiş, yıllar yılları kovalamış, bulutlar mevsimleri kovalamış. Kışlar yaza, yazlar sonbahara dönmüş. Çocuklar büyümüş kimi nine, kimi de dede olmuş. Olmuşlar olmasına ama Artık etrafta ne yakılan ateşler ne de etrafında toplanan çocuklar kalmamış. Masal ülkesi ıssız, cinler şişede hapis ,devler kış uykusuna yatmış, prenseslerse kulelerde tutsak kalakalmış. Artık ne dedeler ne de nineler masal anlatır olmuş.
İşte bu ninelerden birisi de Pamuk Nine imiş. Pamuk Nine, ninesinden o kadar çok masal dinlemiş ki içinde biriken masalları dökse nerdeyse bir su kuyusunu doldururmuş. Ancak anlatacak kimsesi yoksa bir kuyu dolusu masal bilse ne yazarmış. Birine masal anlatmaya kalksa, hemen kendisine gülerler alaya alırlar, hep bir ağızdan;
-Pamuk Nine boşu boşuna anlatma, artık kimse masal dinlemiyor şimdiki çocuklar hele çok akıllı, onlar böyle uydurma masallarla değil, bilgisayar oyunları ile cep telefonları ile vakit geçiriyorlar diyorlarmış. Tabi ki Pamuk nine ne yapsın, onlar bilmiyorlarmış ki aslında anlatılan masallar gerçeğin ta kendisiymiş, ama ne çare, elinde bastonu ile boynunu büküp üzülüp yanlarından uzaklaşıyormuş. Çook uzun zamandır hiç kimseye hiçbir çocuğa masal anlatamaz olmuş.

Devamını Oku
Fatma Doğan

#fatma doğan
SIRLI DAĞ’ ın SİHİRLİ MASALI VE 4/A DÜDÜKLÜ TAKIM YILDIZI
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, sarı samanlar samanlıkta, samanlıksa koskoca bir çiftlikte ,bu çiftlik ise büyülü bir masal ülkesindeki Sırlı Dağ’da bulunurmuş.
Bu çiftlikte tavuklar cücük cücük, kuzular küçük küçük, sıpalar güdük, ağaçların dalları meyveden yere kadar eğik, dallarında bir dolu ham erik, üzümleri hep koruk, her hayvanın boynunda da bir düdük sallanırmış.
Bu çiftliğin olduğu masal ülkesinde bundan bin bir masal gecesi evvelinde bu çiftlik varmış, bin bir masal gece sonrası da bu çiftlik burada duracakmış, Nedenine gelince, bu çiftliğin her yeri taştanmış, bu yüzden depremlerde sarsılmaz, yıkılmaz, yangınlarda tutuşup yanmaz, fırtınada çatısı uçmazmış. Zaten seller de bu dağ başına erişemezmiş. Bu yüzden bu çiftlik binlerce yıldır yıkılmadan ayakta kalmış ve Allah izin verdiği müddetçe de kalacakmış,
Bu masalı okuyanların aklına hemen şu soru gelirmiş. Eeee iyide bu kadar anlattığınız çiftliğin Sihirli ve sırlı dağla ne ilgisi var? Çok ilgisi var çünkü bu çiftlik çok büyük bir dağın üzerine kurulu ve çiftliğin etrafı kale gibi taşlarla örülüymüş bu yüzden oraya hiç kimse ne girebilir ne de yaklaşabilirmiş.

Devamını Oku
Fatma Doğan

FATMA DOĞAN
ANALAR DİYARI
Ah emektar Anadolu’nun ak yaşmaklı
gözü kara ,dumanlı dağları,
bunca yıldır yamaçlarında kurulu terör kazanlarında
Fokur fokur anaların yürekleri kaynar durur.

Devamını Oku