ALTIN DAMLALI TERİYLE GELDİ KUTLU MİSAFİR, BAHAR VE ÇOCUKLUĞUMA
#fatma doğan
Bir kadri kıymetli yadigar gün çıkageldi kozmik seferinden, çaldı kapımızı bugün.
Kanatlı kapının eşiğinde belirdi, azametli duruşuyla Şehr-i Ramazan
İlahi aşk sızıyordu silüetinden, şavkıyordu akik gözlerinden af ve mağfiret
Ben geldim der gibiydi ,alnında altın damlalı teriyle, kutlu misafir
YOL YORGUNUYUM GÖZLERİNDE SEFERE ÇIKMAKTAN ANABELL!
Anabell!
kan ve bal diyarlarının tekamül vakti şimdi,
tarihi adımlıyorum, son demlerinde
alnı nişaneli,
ayağı sekili atlarımla düştüm yollarına
FATMA DOĞAN
KÜÇÜK YİĞİT ZALİM KRAL’A KARŞI
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde Barış Ülkesinde ağaçlar, hayvanlar, çiçekler ,böcekler, kocaman yeşil bir orman içinde neşe içinde yaşarlarmış. O zamana kadar o ülkeyi hep iyi krallar yönetmiş. Bu kralların hepsi iyiliksever,ahlaklı, merhametli ve halkını koruyup gözeten doğaya saygılı krallarmış Bu kralların yerine geçen çocukları da hep böyle olmuşlar. Ancak son kral başa geldiğinde nedense bu kralın hiç çocuğu olmamış. Gel zaman git zaman Kral iyice yaşlanmış yerine kimi geçireyim diye düşüne dursun, bu ülkenin yemyeşil ormanları, tertemiz ırmakları, geniş arazileri olduğunu duyan başka bir ülkenin Zalim Kralı bu ülkeyi kendi krallığına katmayı kafaya koymuş. Fırsat bu fırsat deyip yeşil orman ülkesine ordularıyla saldırmaya karar vermiş. Ordusunu hazırlamaya başlamış.Ülkesinde ne kadar zalim asker varsa ordusuna toplamış,katmış. Tabii ki bu haber yeşil orman ülkesine de ulaşmış. Yaşlı Kral kara kara ne yapacağını düşünmeye başlamış. Hem hasta hem de yerine savaşa girecek bir oğlu bile yokmuş. Ülkede çok uzun zamandır mutlu bir şekilde barış içinde yaşandığından dolayı kuvvetli orduları da yokmuş. Ne yapmalı ne etmeli diye vezirlerini yardımcılarını toplamış hepsine akıl danışmış ama görünen sonuç o ki asla onlara kuvvet yönünden karşı koyacak güçte değillermiş. içlerinden birisi krala kralım; bilek gücünü yenebilecek tek şey akıl gücüdür demiş Eğer ülkedeki tüm zeki olanları bulur getirirsek belki bir çıkış yolu bulabiliriz diye söylemiş. Böylece hemen haber salınmış ülkenin dört bir yanına. duyan duymayana anlatmış, zeki olan kim varsa hemen koşup gelmiş ancak bakmışlar ki bu sayı iki elin parmakları kadar ancaymış. Onlar fikirlerini sunmuşlar ancak onların fikirleri de ülkeyi kurtarmaya yetecek gibi değilmiş. İçlerinden birisi tekrar demiş ki cesaret ve akıl sadece büyüklerde bulunmaz. Çocuklar da da bulunur bu yüzden Okullardaki Çocuklara bir gidip bakalım birbir çağıralım soralım demiş.Tüm çocukları çağırıp sormuşlar; siz olsanız ne yapardınız çocuklar? Sizin bir fikriniz var mı ?diye . Tüm çocuklar iyi kötü bir şeyler söylemişler. Ama bu yeterli olmamış. İçlerinden adı gibi Yiğit olan yürekli bir çocuk benim bir fikrim var demiş herkes merakla ne diyecek diye beklemiş bu ülke ne sadece kralımızın ne ordularımızın ne çok zeki ve zenginlerin ülkesi değildir. Bu ülke hepimizin ülkesidir. Kendimizi böyle bölersek hem gücümüz azalır hem de bütün yükü birilerinin omuzuna yıkmış oluruz O nedenle bizler sadece insanlar olarak değil, bu zalim krala karşı ormanda ki ağaçlar, hayvanlar, kurt kuş böcek sinek hep birlikte karşı savunmalıyız demiş. O nasıl olacak ki demişler. Küçük yiğit onlara hemen yeşil ormana gitmemiz gerek demiş. Kral ve yiğit önde hep beraber ormana giderlerken Tüm hayvanları ağaçları kuşları böcekleri bu durumdan haberdar etmeliyiz demiş küçük Yiğit. Hepsi akılları karışık halde ormana doğru yol almışlar hepsinin aklında iyi hoş da biz ormandaki hayvanlarla nasıl anlaşıp da onlara bunu anlatacağız diye soruyorlarmış içten içe. Ormana vardıklarında küçük Yiğit hemen bir ıslık çalmış ve bakmışlar ki koşarak yanına bir kuş bir köpek bir de kedi gelmiş. Küçük Yiğit bunlara elleriyle ve değişik sesler çıkartarak bir şeyler anlatıyor gibi yapmış meğer bu kuş köpek ve kediyi Yiğit yaralı halde yavru iken bulmuş onlara bakmış karınlarını doyurmuş iyileştirmiş bu arada aralarında da sadece kendilerinin bildiği bir dostluk dili oluşmuş.Yiğitin anlatmak istediği herşeyi anlıyorlarmış.Köpeğinin adı Karabaş, kedisinin adı Tekir ,kuşunun adı da AK Kanatmış. Üçü de Yiğit'in bu anlattıklarını dinledikten sonra koşarak yeşil Ormandaki tüm hayvanlara anlatmaya gitmişler. Hatta onlar zaten önceden duymuşlar ki bu zalim kral, kral olduğu ülkelerin ilk önce ormanlarını yakıyormuş ağaçlarını kesiyormuş çünkü yüksek bir yere oturunca Onun gözünün gördüğü her yeri hiçbir ağaç ve orman engellememeli, uçsuz bucaksız topraklarını bir bakışta görmeliymiş.Bunu duyan yeşil orman ahalisi işin ciddiyetini daha da iyi anlamışlar. Artık hem insanlar olarak hem de orman halkı olarak büyük bir Ordu olmak zorundalarmış, zalim krala karşı. Herkes vazifesini anlayıp hazırda beklemeye başlamış. Orman ordularının başına küçük Yiğit geçmiş, Çünkü ormanın ve hayvanların dilinden sadece o anlıyormuş. onlarla dostluk diliyle konuşuyormuş. Aradan günler geçmiş kralın bu ülkeye saldırı zamanı gelmiş ve ordularıyla hücuma geçmiş. Yeşil orman ordusunun başındaki küçük Yiğit, köpeği Karabaş, kedisi Tekir ve kuşu Akkanat ön saflara dizilmişler. Akkanat uçarak düşmanı gözlüyor ,Tekir kedi orman halkı ile şehri ve kralı koruyan askerler arasında yazılan mektupları getirip götürerek haber ulaklığı yapıyormuş. Kara baş ise koku yeteneğiyle açıktan saldırmayıp gizlice sızmaya çalışan düşman askerlerini tesbit ediyor havlayarak haber veriyor, güvenlikten sorumlu bekçilik yapıyormuş. Yeşil Ormanın üzerinden uzakları gözleyen Akkanat uzaktan zalim kralın ordularının geldiğini görünce uçarak Yiğit'e ve yaşlı Kralı haberdar etmiş hemen herkes ormandakiler yavru ve yaşlı hayvanları, insanlar da çocuklarını ve yaşlılarını güvenli yerlere saklamışlar ve herkes vazifeli olduğu işin başına ve cepheye durmuş. Küçük Yiğitin aklı ve orman ahalisinin ortak planını uygulamaya başlamışlar. Ağaçlar dalları ve yapraklarıyla ülkelerini koruyacak savaşçıları saklamışlar, onların görünmelerini engellemişler. Düşmanın geçeceği yollardaki dikenler ve çalılar se düşmanın ayağına dolanmaya başlamış onların ilerlemelerini o kadar zorlaştırmışlar ki ağaçların üzerindeki Sincaplar topladıkları fındık ve cevizleri düşmanın kafalarına kafalarına fırlatmışlar ve onları şaşırtmışlar. Öylece şaşıran ve Ormanın içinde ne olduğunu anlamadan ilerlemeye çalışan düşman ordusu bir anda arıların ve sivrisineklerin saldırısına uğrayarak elleri gözleri yüzleri her yerlerinden sokulmuşlar. Her yerleri balon gibi şişmiş. iyice şaşıran ve ne yapacaklarını bilmez halde sağa sola koşturan düşman askerlerine birçok kurt köpek havlayarak ve uluyarak daha da korkutmuşlar ormanda aslanların kaplanların olduğunu düşünüp birçoğu ardına bakmadan kaçmaya başlamışlar. Bu kadar yeter mi tabi ki yetmez ırmaktan hortumları ile su getiren filler gördükleri askerlerin üzerine su püskürtmüşler. iyice ürken askerler daha da bir panikleyerek sudan çıkmış balığa dönmüş halde kaçmaya çalışırlarken askerlere son darbeyi kralın askerleri kılıçlarıyla vurmuş Düşman çok büyük bir zayiatla geri korkarak kaçmışlar. Zalim kral askerlerini o halde görünce ne yapacağını bilememiş kendisi de onlarla birlikte dönüp kaçmış. Bunu gören küçük Yiğit, yeşil Orman ahalisi ve askerler doğruca şehre koyulmuş yavru ve yaşlı hayvanlar ve insanlar saklandıkları yerlerden alınmışlar ve hep beraber yaşlı ve hasta kralın yanına gitmişler. Ülkede kim varsa sevinç içinde bunu kutlamışlar. Herkes ülkelerini ve ormanı korumak için çaba sarfettiklerinden ülkelerini daha da bir sahiplenmişler.Artık konuşulan tek konu küçücük bir çocuğun nasıl olur da öylesine çok büyük bir orduyu ve zalim kralı aklıyla ve cesareti ile yendiğidir. Bu olay dilden dile dolaşır olmuş methi O kadar uzak diyarlara ulaşmış ki artık tüm dünyadaki Zalim krallar bir yere saldıracakları zaman 40 defa düşünür olmuşlar ve bu olay zayıf olan ve güçsüz olan birçok kişiye ilham olmuş gücün sadece bilekte değil akılda ve yürekte de olabileceğini göstermiş. Küçücük bir çocuk olan Yiğitin dağlar kadar büyük bir yüreği varmış. Aklı ve yüreği ile ve yeşil orman ahalisinin yardımı ile zalim kralı bir güzel yenmiş. Kral düşünmüş taşınmış yerine Yiğit'ten daha iyi bir kralın geçemeyeceğine karar vermiş ve tüm üst düzey vezirlerine büyüdüğü zaman kendisinin yerine Yiğit'in geçmesini emretmiş ve yeşil orman ahalisi ve yeşil orman Ülkesi çok uzun yıllar Yiğit'in adaletle yönettiği bir ülke olmuş. Bu masalı okuyanda dinleyende kendi hissesine 3 pay çıkarmış .akıl ve yürek her zaman büyüklerde olmayabilir. çocuklarda isterlerse çok güzel işler başarabilirler.Bir diğer payımıza düşen hisse ise küçük dediğimiz güçlerimizi birleştirirsek koskoca zorlukların üzerinden elbirliğiyle gelebiliriz .gökten dört elma düşmüş biri bu masalı yazana biri okuyana biri YİĞİT Kralın tacına daha çok fetihler yapsın diye kırmızı elma ülküsü olarak konmuş. Diğer bir düşen kurtlu ve çürük elma ise gitmiş pat diye zalim kralın kafasına düşmüş.
(FATMA DOĞAN 16 EKİM 2024/ TURHAL)
KAÇAK KÜHEYLAN ve KÜSKÜN TAY AKTAY
#fatma doğan
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal, pireler berber iken ben bebeğimin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, çok eski zamanlarda yağız atların boylu boyuna bozkırlarda koştuğu, rüzgarlarda yelelerini savurduğu, çeşit çeşit, renk renk atların yaşadığı bir Özgür atlar ormanı varmış. Bu orman, İnsanların yaşadığı yere uzak desek uzak değil, yakın desek yakın değilmiş. Ancak bu atlar, Şehirdeki çiftlikteki atlar gibi boyunduruk altına girmeyi sevmez Özgür özgür dolaşmayı ve gönüllerince yaşamayı severlermiş. Şehirdeki atlar onların bu halini görüp içten içe kıskanırlarmış. Çiftlikteki atların aralarında konuşulan mevzu hep bu imiş küçük küheylan büyüklerden dinlediği bu özgürlük masalları ile yatar kalkar olmuş. Şehir bebesi tay küheylan büyümeye başladıkça içinde hep bir ormanlara bozkırlara kaçma tutkusu da içinde kendisi gibi büyümeye başlamış. Kendisi de sahipleri tarafından bir işe koşulmadan buralardan kaçıp gitse ne güzel olurmuş. Anne ve babasının yaptığı tek şey yük taşımak ve gördükleri tek yer ise sadece gidip geldikleri yer güzergahındaki yollarmış. Küçük küheylan anne babasını ne kadar çok sevse de bütün hayatını bu şehirde ki çiftlikte geçirmek istemiyormuş. Yeni yerler keşfetmek, canı istediğinde özgürce koşmak, canı istediğinde uyumak, dinlenmek onun hayallerini süslüyormuş. Hava şimdi kışmış, hele bir bahar gelsin kaçacağım bu çiftlikten özgürlüğe diyerek, güzel rüyalara dalıp mışıl mışıl uyuyakalmış.
Bizim küçük küheylan uyuyadursun, özgür atlar ormanında büyüyen taylar hepsi birbirinden güzel ve alımlı, hepsinin yeleleri düz, siyah, parlak ve gürmüş. İçlerinde sadece Aktay’ın yeleleri diğerlerinden farklı kısa, kıvırcık ve kar beyazmış. Anne babası onu ne kadar çok sevse de Aktay diğer taylardan farklı olduğunu gördükçe üzülüyor, kendi üzüntüsü yetmiyor gibi bir de bazı tayların alay etmelerine maruz kalıyormuş. Aktay tüm bu olanlar neticesinde giderek içine kapanmış, sürüde ki atlardan uzaklaşmış, ara sıra kendi keşfettiği gizli yerine çekilip orda vakit geçirir olmuş. Anne babasının nasihatleri de artık kar etmemeye başlamış. O da şehirde ki Küheylan gibi oralardan gitme planları yaparak uykuya dalmış. Bakalım bu iki kahramanımızı kader nerelere sürükleyecek diye beklerken bizlerde merak içinde uykuya dalmışız. Tabi ki zaman durduğu yerde durur mu? Günler günleri kovalamış, geceler geceleri, haftalar ayları. Karlar erimiş gitmiş, kışın soğuğu bitmiş, leylekler göçtükleri yerden dönmüş toprak kımıldanmaya, ağaçlar uykudan uyanıp esnemeye, gökyüzü mavileşmeye, güneşte sıcacık kendini hissettirmeye başlamış. Yatanlar yataklarındandoğrulmuş oturanlar kalkmış, duranlar yürümüş, yürüyenler koşmaya başlamış. Hem şehirdeki çiftlikte hem de Özgür Atlar Ormanında bahar iyiden iyiye neşeli yüzünü göstermiş. Bizim delibaş tayların da kanları kaynadıkça kaynamış, akıllarında haylaz fikirler doluştukça doluşmuş. Her ikisi de evden kaçmanın yolunu arar olmuş.
Dışarının tehlikelerinden hiç haberi olmayan bu iki genç tay biri özgürlüğü tatmak için bir yolunu bulup çiftlikten kaçmış, diğeri de kendisi gibi beyaz atlar diyarı varsa onu bulmak için bir sabah vakti düşmüşler yollara. Küheylan özgürlüğün verdiği mutlulukla koşmuş koşmuş, koşmuş. An gelmiş bulutlarla yarışmış, an gelmiş kendi gölgesiyle yarışmış, yemyeşil ovalar ayaklarının atından kayıp gitmiş. Böyle özgürlük ve mutlulukla koşarken bambaşka bir çiftliğin yakınlarında açılan kireç dolu bir çukurun içine bir anda düşüvermiş. Çıkmak için debelendikçe simsiyah rengi beyaza bulanmış, bir türlü çıkmayı başaramamış, hava karardıkça giderek umutları da o oranda sönmüş. Yorgunluktan debelenmeyi bırakmış. Aynı gün beyaz atlar ülkesini bulmak için yola çıkan Aktay da ormandan uzaklaştıkça uzaklaşmış ve gide gide bir ırmak kenarında su içip soluklanmak istemiş, kana kana suyunu içip biraz otladıktan sonra bir ağacın altına uzanmış yorgunluktan uyuya kalmış. Sabah burnuna ve üzerine konan sineklerin kendisini uyandırması ile ayıkmış, günün ilk ışıkları bembeyaz tüylerinin üzerinde ne de güzel parlıyormuş, neden sanki sürüde kendi renginde olan hiç kimse yokmuş ki neden hep yaşıtları kendisiyle alay ediyormuş ki? Aklına böyle sorular üşüşmüşken üzerine de bir sürü at sineği üşüşmüş. Kuyruğu ile hepsini savuşturmak için bir o tarafa bir bu tarafa sallayıp durmuş, sineklerin canını acıtmasına iyice sinirlenip kişnemeye başlamış. Kireç çukurunda debelenmekten iyice güçten düşen küheylana bu kişneme sesi çaresizliğine umut olmuş. Küheylan da başlamış kişnemeye sesini duyurmak için. Aktay hemen sese kulak kabartmış, bu sesin at dilinde yardım istemek olduğunu hemen anlamış ve koşarak sesin geldiği yöne doğru gitmiş. Bakmış ki birde ne görsün kendisi gibi bembeyaz bit tay çukurun içinde öylece duruyor. Nasıl sevinmiş nasıl sevinmiş beyaz atlar ülkesini buldum diye. Hemen büyük bir dalı bulup ağzı ile sürükleyerek bir ucunu aşağı çukura sarkıtmış. Bir de sarmaşık dalları. Küheylan, bunlara tutunarak rahatça çıkmış. Karşısında beyaz tay görmenin sevinci ile Aktay, kurtulmanın sevinci ile de Küheylan hemencecik birbirlerine ısınıp arkadaş olmuşlar. Küheylanın üzerine bulaşan kireç kurudukça hiç çıkmamış. İkisi beraber uçsuz bucaksız özgür atlar ormanında günlerce vakit geçirmişler arkadaşlıkları giderek dostluğa dönmüş ,ancak zamanla küheylanın üzerindeki beyaz kireç dökülmeye kendi tüylerinin rengi ise ortaya çıkmaya başlamış. Aktayı yine bir üzüntüdür almış gitmiş, morali bozulmuş. Küheylan buna bir anlam verememiş. Aktay’a;
-Aktay, Neden bu kadar üzgünsün ne oldu sana demiş?
ALTIN TOPLU TOMBUL TEYZE
Bir varmış, bir yokmuş, Göbeklitepe adında bozkırın boylu boyuna uzandığı yaylaların ortasında adeta göbek gibi duran bir köyde, göbeğinin büyüklüğüyle dalga geçilen Tombul bir Teyze yaşarmış. Tombul Teyze’nin göbeği o kadar büyükmüş ki, köyün çocukları bile Tombul Teyze, göbeğinde ne var ne taşıyorsun?” köyümüz senin yüzünden mi göbekli Tepe oldu diye takılırlarmış. Tombul Teyze ise bir üzülmüş ,iki üzülmüş denilenlere alınmış, kırılmış, üzülmüş, ama nafile, köyün çocuklarını kendiyle alay etmekten bir türlü vazgeçirememiş. Kendi ile barışık biri olduğundan zamanla, kendince bunu aşmanın yollarını bulmuş, zaten neşeli bir yapısı varmış ,oda bu kendine takılmaları eğlenceye çevirmeye başlamış, her seferinde göz kırpar, “Karnımda altın bir top var!” dermiş.
Onun böyle deyişi çocuklarında merakını iyice cezbetmiş, Artık dalga geçmeyi bırakmışlar ama bu kez de merakları katlandıkça katlanmış,hergün gelip, Tombul teyze ne olur bize altın topunu göster. Biz top oynamak istiyoruz ,bizde altın topumuz olsun istiyoruz demişler.
Çocuklar, altın topunuzun olabilmesi için ilk önce altın gibi bir kalbinizin olması gerekir demiş. Altın kalpli olamayanlar asla altın topun sahibi olamazlar ve altın topu göremezler. Başlamış çocuklarda bir altın kalpli olma yarışı .Soluğu alan Tombul Teyzenin yanına koşuyormuş.
-Hadi söyle Tombul Teyze ne yapmamız gerek?
Tombul Teyze demiş ki iyilik ve güzellik biriktirmek gerek.
MUTLULUĞU ARAYAN ÇÖP KUTUSU ve KAHRAMAN MERT (değerler eğitimi)
Bir varmış bir yokmuş evvellerin evvelinde, çooook eski zamanların birinde dünya yemyeşil ve masmavi bir küre iken tüm insanlar hayvanlar ve bitkiler o kadar mutluymuş ki, ağaçlar ılık esen rüzgarlarla kol kola sallanır şarkı söylerler, yağan yağmurlarla bir güzel ıslanıp duş alırlar ellerini ,yüzlerini yıkar, mis gibi olurlarmış. Denizlerin dalgaları sahillerin tozunu kirini alır götürür, Irmaklar neşe işinde çağlar, içinde yüzen balıkları bir güzel temizleyip paklarmış. Irmağa su içmeye gelen hayvanlar kendisinin tertemiz berrak sularına dayanamaz hooop diye kendilerini suyun içinde yıkanırken bulurlarmış. Rüzgar öyle bir güzel esermiş ki onun nefesinin önünde hiçbir çerçöp kalamaz ormanlar, yaylalar, dağlar, tepeler, yollar rüzgarın nefesi ile bir çırpıda süprülürmüş. Çiçekler en güzel kokularını doğaya salar her yer bir renk ve koku cümbüşüne dönermiş. Dünyanın bu tertemiz pırıl pırıl mis kokan hali efsanelere masallara konu olmuş. Bu efsaneler, gel zaman git zaman günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları, yıllar yüzyılları, yüzyıllar binyılları kovalaya kovalaya bugüne değin gelmiş ve dilden dile anlatılır olmuş, hikayelerde masallarda yazılır olmuş. Dünya, öyle bir zamana gelmiş ki insanlar dünyayı kirlettikçe içleri kirlenmiş, içleri kirlendikçe de dünyayı kirletmişler. Dünya pislikten yaşanmaz bir hale dönmüş her yerlere büyük büyük çöp tenekeleri ve boy boy çöp kovaları koymaya başlamışlar. Ama insanlar zahmet edip onu bile çöp kutusuna değil yere atıyorlarmış. Büyük yaşlı çöp tenekeleri habire dünyanın eski halini anlatan efsanelerden bahseder, masallar anlatırlarmış. İçlerinde birde bu masallarla büyümüş küçük bir çöp kovası varmış. Bu masallarla büyüdüğü içinde aklını hayalini hep o masallar süsler, dünyayı tekrar o hale getirmenin hayallerini kurarmış. Ama, ne yapacağını bilmediğinden elinden bir şeyde gelmiyormuş. Yanında yöresindeki tüm çöp kutularına ne yapabiliriz elimizden bir şey gelmez mi diye sorduğunda tüm çöp kutuları boşveeer dünyayı senmi kurtarıp kahraman olacaksın diyerek dalga geçiyorlarmış, Aslında onlarda bu durumdan hiç memnun değillermiş ama mücadele etmek zorlarına gidiyormuş. Ancak, bizim küçük çöp kovası öylemi o mutlaka buna bir çözüm bulmalıymış. Ne yapayım? ne yapayım diye düşünürken aklına ilk önce kitaplardan araştırmak gelmiş. Ama, bu arada çöpe hiç kitap atan yokmuş. Başka zaman olsa ne çok kitap atılırmış .Bizim küçük çöp kovası zaten içine atılan kitaplar sayesinde önce resimlerine bakarak sonrada yazıları anlayarak okumayı öğrenmiş . Koskoca sıkıcı ve pis bir dünyanın içinde nefes aldığı başka bir dünyanın kapıları açılıyormuş kitaplarla ona. Bizim küçük çöp kutusu, böyle kendi kendine düşünürken çöpün az ilerisindeki bankta, kendi yaşlarında elinde bir kutu ile bir çocuk oturmuş. Üzgün bir şekilde kendi kendine bir şeyler söyleniyormuş. Kulak verince anlamış ki annesi ondan kitaplarını çöpe atmasını istemiş. İnsanlar neden böyle gerekli gereksiz her şeyi çöpe atıyorlar ki diye düşünmüş içinden çöp tenekesi. Hele ki kitaplar hiç çöpe atılır mı? Az sonra üzgün çocuk elindeki kutu ile çöpün yanına gelmiş elindeki kutuyu çöpe yaklaştırıp yaklaştırıp geri çekiyormuş. Bizim çöp kutusu dayanamamış başlamış konuşmaya kitaplarını mı atmak istemiyorsun? neden bu kadar üzgünsün demiş çocuğa. Hayır istemiyorum demiş çocuk. Burada benim dünyayı güzelleştirmek için yaptığım projelerim, kurduğum hayalleri yazacağım masalları anlatan notlar ve araştırdığım kitaplar var demiş. Üvey Annem bunların işe yaramaz çöpler olduğunu evde kalabalık yapmaması için alıp çöpe atmamı istedi demiş. Çöp kutusu ismin ne diye sormuş çocuğa; Mert demiş. Tanışmışlar önce, böylece ikisi de birbirlerine hayallerini anlatmış, planlarını anlatmışlar. Nasıl da kanları kaynamış birbirlerine hemencecik. Çöp kutusu; Mert ben senin bu kutunu saklarım hiç merak etme ancak beni evinizin yakınında bir yere taşı, fazla göz önünde olmayayım demiş kapağımı da kapat ki kimse beni boşaltmasın demiş. Mert aynen dediklerini uygulamış. Sen şimdi evine git bende senin projelerini inceleyeyim planlarını okuyayım yarın yine gel görüşelim demiş. Artık ikisi günlerce buluşup konuşmuşlar mutluluğu nasıl bulacaklarını, dünyayı nasıl efsanelerdeki haline getireceklerini araştırıp durmuşlar. En sonunda bunun sadece ikisinin başarabileceği bir şey olmadığını ancak herkese bu bilinç yerleştirilirse her şeyin değişip güzelleşeceğini anlamışlar. İki kafadar hemen işe koyulup plan yapmaya başlamışlar. Öncelikle Mertin okulundan başlamaya karar vermişler. Mert çöp kutusunu alıp okuluna götürmüş orda onu diğer yakın birkaç arkadaşıyla tanıştırmış fikirlerini onlarla da paylaşmışlar. Artık bir ekip haline dönüşmüşler hepsinin akıllarında farklı fikirler gözlerinde ise ışıl ışıl dünyayı güzelleştirip mutluluğu aramanın heyecanı varmış. Önce aralarında iş bölümü yapmışlar, konuşması ve ikna kabiliyeti olan arkadaşları planlarını sınıftaki arkadaşlarına anlatmış ,remi güzel olanlar şemalar ve grafikler hazırlayıp okulun koridorlarına bilgilendirici yazılar ve planlar asılmış .Her çeşit çöpü ayrıştırıp değerlendirebilmek için okulun belirli yerlerine çeşitli çöp kutuları konulmuş tüm çöp denilen şeylerin aslında çöp olmadığı hepsinin bir şekilde geri dönüştürüldüğü bir bir anlatılmış. Artık herkes kitaplarını güzel kullanmış, büyük sınıflar kitaplarını bir alt sınıflara vermişler, defterlerin boş kalan sayfaları değerlendirilmiş, kalemler küçüldü dite atılmamış renkleri tamamlanıp olmayan arkadaşlara verilmiş. İçilen su şişeleri ayrı toplanmış, kağıt atıklar ayrı toplanmış, metal ve plastik atıklar ayrı toplanmış. Küçülmüş giysiler ayakkabılar ihtiyacı olanlara verilmiş bir bakmışlar ki bundan sonra çöp diyerek azıcık şey kalmış. İyilik bir anda dalga dalga yayılmaya başlamış. Önce okullara sonra hastanelere yurtlara ve tüm şehre bu Artık şehir pis kokmuyor ortalıkta çöp yığınları görünmüyor, şehrin ormanları fabrikada kağıt üretmek için kesilmiyormuş. Bizim iki kafadar bu süreçte o kadar mutlu olmuşlar ki aradıkları mutluluğun aslında çok uzakta olmadığını insanı bir şeyler başarmanın ve faydalı olmanın ,dayanışmanın, mücadele etmenin mutlu ettiğini anlamışlar içleri güzelleştikçe şehir güzelleşmiş, şehirler güzelleştikçe insanlarda bu güzelliklere kıyıp çerçöp atmamaya başlamışlar ağaçlar kesilmediği için ormanlar artmış yine kol kola ağaçlar şarkı söylemişler, ormanlar arttığı için daha çok yağmur yağıp tüm şehri misler gibi yıkamış, yağan yağmurlarla ırmaklar çağlamış. Bu güzel ormana bin bir çeşit hayvan akın etmiş. Bin bir çeşit çiçek kokusunu salmış. Şehir o kadar güzelleşmiş ki methi taaa masallar ülkesine kadar ulaşmış ordan hemen şehrin yöneticisine bir haber uçurulmuş. Denilmiş ki artık bu iki kahramanın adı, Masallar ülkesinde de yaşayacak masal kitaplarında Kahraman Çöp Kovası ve Kahraman Mert olarak yazılacak ve çocuklara örnek olacak. Sizde derhal o büyüyen ormana Kahraman MERT Ormanı adını verin demişler. Bizim çöp kutusu da artık şanına yakışır şekilde pisliğin çöplüklerin değil temizliğin ve geri dönüşümün sembolü olmuş artık temizliğin anlatıldığı her resimde bizim kahraman çöp kovası yer almış. Böylece yine günler günleri, haftalar haftaları, yıllar yılları kovalamış bizim çöp kutusu büyümüş kocamaan masallar anlatan bilge bir çöp tenekesine dönüşmüş. Etrafındaki küçük çöp kutularına mutluluğun nasıl bulunacağını, dünyanın nasıl istendiğinde kurtarılabileceğini anlatmış durmuş. Kahraman Mert’imiz ise büyümüş yiğit, idealleri olan, vatanına milletine ve insanlığa, faydalı işler yapmaya devam eden bir çevre mühendisi olmuş. İkisinin dostlukları hiç bitmemiş. Onlar ermiş aradıkları mutluğa, biz gidip piknik yapalım Kahraman Mert Ormanına. Aman dikkat edelim yangın falan çıkmasın, kimse sağa sola çöpünü bırakmasın gökten bir top yuvarlansın oynamak isteyen herkesin önüne düşsün, bu masalda burda bitsin.
AYRAN ,LİMONATA VE KOLA’ nın MASALI
Bir varmış bir yokmuş, ne çok evvel zaman içinde ne de çok uzak bir gelecekte değil, tam da bizim zamanımızda dostluk kurmak o kadar zormuş ki herkes birbirine hep bir çıkar için yaklaşır. Kimse birbirinin içindeki özü iyiliği görmeye çalışmaz. Herkes birbirini geçip çelme takmaya çalışırmış. Iyiliğe iyilikle karşılık verilmez. Birisi bir iyilik yapsa adı aptala çıkarmış. Bunun için neredeyse git gide iyilik yapmak unutulup gidecekmiş. Bu durumu fark edenlerden biri de saf sütten ve yoğurttan yapılan ayranmış. Ayran o kadar bembeyaz saf ve temiz kalpliymiş ki o kadar çok şeye iyi geliyor ve sağlığa da bir okadar faydalıymış ki herkes onu saf ve aptal olarak görüyormuş. Evet, insanlar iyi oldukça ve içlerindeki öz ortaya çıktıkça bembeyaz parıldar elinden yüzünden ışık saçar bildiğimiz gibi aynen ayran da böyle bembeyaz ışık satıyormuş etrafına.
Gelelim limon kardeşe; O aslında iyi birisiymiş ancak insanlar ona saf ve aptal gözüyle bakmasınlar diye çok faydalı ve iyi olsa da bunu gizlemek ve göstermemek için yüzünü ekşitir,kendini yiyenlerin ağzı yüzü ekşilikten buruşur şekilden şekile girermiş. Limon böylece kendince işin yolunu bulmuş, yuvarlanıp gidiyormuş.
Kola ise içi gibi dışı da kapkaranlıkmış. Tüm kötü düşünceler, hırslar, hain planlar, onun aklına gelirmiş, bunu da herkesten gizlemek için kendini tatlı ve güler yüzlü gösterirmiş. insanların onu içmesini sağlamak için bu maskenin ardına gizlenirmiş. Böylece içten içe kötü planlarını yavaş yavaş uygulanmış. Insanların fark ettirmeden sağlığını bozar, şişmanlatır, dişlerini çürütülmüş kimse de tadı güzel olduğu için bunu kolanın yaptığını anlamazmış.
Gel zaman git zaman okullar açılmış, çocuklar neşe içinde okullarına koşmuşlar. Tabi ki kantin de açılmış. Acıkan susayan koşa koşa kantine geliyormuş. Önceleri kantinde sadece su satılıyormuş ama giderek raflara bizim ayran, limonata ve kola da yan yana dizilmişler. Heyecanla çocukların kendilerini alıp içmelerini bekliyorlarmış. Bu arada ilk defa bir araya geldikleri için birbirleriyle de tanışmışlar. İlk günler hepsi birbirlerine biraz daha mesafeli dursa da zamanla kaynaşmışlar ancak bir problem varmış. Her gelen elini ilk önce kolaya uzatır olmuş. Onun satıldığı raf anında boşalıyor. Yerlerine yenileri geliyormuş. Limonata da eh tek tük satılıyormuş ama çok değil. Giderek kolanın karakteri ortaya çıkmaya başlamış içten içe kıs kıs gülüyormuş. Böbürlenip duruyormuş en çok ben satıyorum seviliyorum diye. Ayran ve limonata öylece mahzun mahzun bakıyorlarmış. Limonata daha çok nasıl satın alırım diye düşünmüş kendince. Biraz daha şeker katarsam beni de alırlar diye aklından geçirmiş, bunu da ayrana söylemiş. Aslında limonata iyi birisiymiş dedik ya. İçinde iyilikle kötülüğün savaşını veriyormuş o an. Ancak hırsına yenilip içine şekeri doldurmuş gitsin. Tabii ki satışları bir nebze de olsa artmış ama vicdanı da kendini hiç rahat bırakmıyormuş ya çocuklara bir zarar verirsem diye içi içini yiyormuş. Gidip bu halini ayranla paylaşmış. Limonata kardeş sen iyi birisin, onun için bu haldesin o yüzden pişmanlık duyuyorsun. Karakterini çıkarların ve kimse için bozma. Sen, sen olarak kal ve Allah’ın seni yarattığı iyilik, yaradılışı üzeri ol demiş. Hem ikimiz birlik olursak belki kolayı da yola getiririz demiş. Onlar böyle karar almışlar ama ne yapacaklarını bilmeden beklerken bir gün okula çocukları diş kontrolüne gelmişler. Bir bakmışlar ki neredeyse tüm çocukların dişleri çürük. Hemen yönetim bir karar almış. Artık okulda kola satılmayacakmış. Bunu duyan kola o kadar üzülmüş ki yine gideceği yer, ayran ve limonatanın yanı başı olmuş. Onlardan akıl almış. Onlar kolaya demişler ki kötülük elbet bir gün gelir yapanın ayağına böyle dolanır ya kendini düzeltir, iyi biri olursun ya da böyle çöpe atılıp gidersin.
ÇİÇEK KIZ VE BÜLBÜLŞAH MASALI
Bir varmış bir yokmuş, şehirden çok uzak bir dağ köyünde, Dalları gökyüzüne kadar uzanan büyük mü büyük, üzerinde rengarenk kuşların ötüştüğü yemyeşil bir Söğüt ağacının gölgesinde keçilerini otlatan, Çiçek isimli küçük yörük kız çocuğu oturuyormuş. Bir yandan papatyalardan saçlarına taç yapıyor, bir yandan da keçilerine bildiği türküleri şarkıları söylüyor, kuşlarda ona eşlik ediyormuş. Daha sonra oturmaktan yorulunca, boylu boyunca çimenlere uzanıp, ellerin ensesinin altında birleştirmiş, hayran hayran masmavi gökyüzüne doğru bakmış. Gökyüzünde bulutlar, yumuşacık pamuklar gibi sıra sıra gözlerinin önünden geçiyormuş. Ellerini uzatsa neredeyse değecekmiş. O anda ağaçtaki bir kuş sanki kendi kendine şarkı söyler gibi etrafında ötüp duruyormuş.
-Ne güzel sesi var. Ne güzel ötüyor, renkleri de çok güzel. Allah, her şeyi ne kadar da güzel yaratmış diye geçirmiş içinden.
-Tek eksik pamuk şekeriymiş. Nasıl da canı çekmiş. Bulutlara bakınca bile aklına pamuk şeker geliyormuş
Bir an aklına, annesinin ve babasının her zaman söyledikleri, Allah’tan ne istersen dileğin kabul olur sözleri gelmiş. Şimdi dilesem duam kabul olur mu acaba diye düşünmüş. Ne olurmuş ki sanki tüm bulutlar pamuk şekeri ve pişmaniye olsa. Ağaçlardan elma şekeri sallansa. Babası bazen şehre gittiğinde kendisine pamuk şeker alıp geliyor ancak zararı olur, dişleri çürür diye doya doya yedirmiyorlarmış. Az aldıkları için tadı damağında kalıyor, ağzının içinde eriyip gidiyormuş. Şöyle hiç doya doya yiyememiş.
Çiçek kız, ah ah diye içini çekerek çok içten, ellerini kaldırıp, Allah’ım her yer pamuk şekeri olsun, ben hiç pişman olmayacağım deyip dua etmiş.
ANADOLU MASALI 1
TAM TAKIR,KURU BAKIR KÖYÜ MASALI
#fatma doğan
Anadolunun bağrında bir köy varmış bu köy kurak mı kurak,çorak mı çorakmış
Köyün adı; Adı TamTakır ,Kuru Bakır,
Ahalisinden birinin adı Takır Tahir, bir diğerinin adı da Bakır Bahri imiş.
ZAHMET İLE TÖHMET
#fatma doğan
Zahmet ile Töhmet iki inat ama kafadar arkadaş.
Ne zaman nerde görseler takılırlar birbirlerine şakayla karışık.
Bu yüzden araları bir dargın, bir barışık.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!