A. Esra Yalazan Şiirleri - Şair A. Esra ...

A. Esra Yalazan

Ege’nin yazları pek sakin olmayan bir köyünde, akşamın alacalı renklerinden soyut bir tablo yapmaya çalışırken dinlemiştim o şarkıyı. Söyleyen adam tanıdıktı, onu yıllardır dinliyorduk ama bizi yazdığı sözlere aşina kılan başka türlü bir ruh iklimi vardı. “Eksik bir şey mi var hayatımda” sorusuyla dalıp gitmek, aileden birinden mektup almaya benziyordu. Sonra, Kalksam duraktan dolmuş gibi/ Arka koltukta unutulmuş gibi/ Terliklerimle gelsem sana/ Sonunda aşkı bulmuş gibi diyordu. Öyle kendiliğinden mırıldanıyordu sanki. Onu dinleyip hatırlarımda kaybolduğum gece yazdıklarım, tesadüfen ilk kitabımın ilk yazısı oldu. Şimdi o yazıya bakarken o günkü halimi de görüyorum. “Şarkıyı, denizin yarılmış incir rengi olduğu uysal saatlerde, sonunda ne olacağınıza, ne aradığınıza, ne bulacağınıza aldırmadan dinlerseniz, sonunda o ‘aşkı’ bulmuş gibi hissedersiniz” yazmışım. Kim bilir neler düşünüyordum, içim dalgalanıyor muydu, hayallerim beni sağlam mı tutuyordu yoksa şarkıyı yazlık sinemadan ayaklarını sürüyerek dönen tasasız bir çocuk gibi mi dinliyordum, bilmiyorum. Ters dönmüş tek bir terliğe bakıp kendim için üzülmüş müydüm? Ne tuhaf, yazının zaman katmanları içinde yazanı kendine yabancılaştırarak değiştirmesini seviyorum.

İlk romanından beri dilinin yumuşak tınısını, sözcüklerinin ahenkli buluşmasını önemsediğim için kıpırtılı bir merakla takip ettiğim Hüsnü Arkan, beni yine uzun bir ‘iç yolculuğa’ çıkardı. O yolda çocuk olma fırsatını sonsuza kadar kaçırmış arkadaşlarımın iç çekişlerini duydum. İnanmadıklarının gölgesinde sırf öyle icap ettiği için öyle yaşayan ihtiyarları gördüm. Hayatını değiştirmekten ürküp ‘konforunun’ berbat sıkıntısına katlanmak zorunda kalan adamları teselli ettim. Bu ülkenin ‘iyileşeceğine’ samimiyetle inandığı için kendinden hiç düşünmeden vazgeçenlerle sohbet ettim. Derin hayalkırıklığının ortasında sahici olmayı beceren, hiç vazgeçmeyen, bir kadının ‘eksik aşk’ hikâyesiyle uyanıp gözlerimi dünyaya yeniden kocaman açtım. Başka bir kadına hayatına istediği gibi sahip çıkamadığı için kızdım. Ama bütün bunların ötesinde aynamda gençliğimin hatalarıyla yüzleştim. Uzun uzun çocukluğumun solgun yüzüne baktım. Biraz oyalandım oralarda. Çoktandır çekmecelerde kuru yapraklar misali çıtırdayan sepya aile fotoğraflarımda gezindim. Pişmanlıklarımı şefkatle okşadım. Tanrı’nın unuttuğunu sandığımız hikâyeleri, yazarların sezgileriyle kabaran anlatma coşkusuyla anlatmasına bir kez daha hayran oldum.


Toprak kokan bahçelerde...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

İç çeken yorgun bir ihtiyar misali inleyen fırtınayla camları kırbaçlayan yağmurun hiddetli sesini dinlerken, onun gibi gözlerimi kısıp kitaplarının üzerine eğilerek düşüncelerini şifresini çözmeye çalıştım. Ne çok hatıra, sevda, özlem, kırgınlık, pişmanlık, hayal, umut, biriktirmiş. Birlikte yarattığımız zamansız bir hikâyede kendimi bakışına yerleştirmek istedim. Suretimi ve dünyanın kıvrımlarını, kuytusunda barındırdığı çelişkileri oradan seyretme hevesiyle bir sincap gibi heyecanla zıpladım sayfalar arasında. İç dünyasından taşanların bir parçası olmayı arzuladığımdan belki, korkularına, kibrine, hüznüne eşlik ederken okumanın insanları birbirine akraba kılan kudretini düşündüm. Hem çok yakın hem de büsbütün yabancıydık. Bu medcezirli mesafe tuhaf bir şekilde bizi birbirimize yabancılaştırıp özgürleştiriyordu. Çalışma odasında siyah gözlükleriyle kendi karanlığında gezinen yazarın sigarasından yükselen mavi dumanlarla benimkilerin arasında sağlam bir yer buldum. Okuduğum her cümle –katılmadıklarım bile– bana insanların ‘okuyanlar ve okumayanlar’ gibi keskin bir dönemecin ucunda ikiye ayrıldığını söylüyordu. Klişe gibi görünen bu saf inançla epey eğlendim bir süre.

Hâlbuki insanın ancak bir başkasını anlamaya çaba göstererek hakikatini keşfettiğini öğreneli çok oldu. Bunu kitaplardan mı öğrendim, yaşayarak mı tam bilmiyorum. Bize benzemeyen bir insanın ırmağından akan duyguların, resimlerin, düşüncelerin ne kadarı bizimkiyle buluşabiliyor? Biz o akışın hayatımızı değiştirmesine ne kadar müsaade ediyoruz? Pek etmiyoruz galiba. Tabiatımızın güçlü bir yanı merak duymadan, kuşkulanmadan, endişelenmeden mutlu olamayacağımızı söylüyor. Onu kışkırtan diğer yanımızsa aklımızı kemiren şüphelerden uzak, sükûnete kavuşmuş dingin bir ruha kavuşmamızı tavsiye ediyor. İşte o dikenli yolda yürürken Cemil Meriç’in hayatından damıttığı kelimelerle ‘genişleyip’, her defasında biraz şaşırıyorum. Zihninin ırmağında yüzerken geniş bir anlam ve düşünce atlasında kayboluyorum. Tarif etmekte zorlandığım acı bir zıtlık barındırıyor cümleleri. Şefkatli ve huysuz bir büyükbaba gibi o. Hırçınlığı, huysuzluğu, açık sözlülüğü, tevazuu, derin maneviyatı, çelişkileri, keskin tenkitçiliği ve kendi üzerine kapanan karanlığıyla benzersiz bir ‘söz kuyumcusunun’ dükkânına girmiş gibi hissediyorum.


Karanlığın içinden...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Sümbül kokulu uysal bir esintinin yüzünde, ak saçlarında, eprimiş ceketinde dolaşan ışık oyunlarına eşlik edişini seyrederken sayıklıyordum. Bulutları yırtan güneşin ılık dokunuşuyla gevşeyince, hayatın sadece kendileri için kıymetli olduğunu sananların zulmünü şu suskun enginarcı gibi unutabilsem, dedim. Harita yüzlü adam hem oradaydı, hem değildi. Dünyanın kamburuna sırtını dayamış, günahlarını kıvrak bir bilek hareketiyle temizliyordu sanki. Havada yanık şeker kokusu vardı. Yanından geçenlere aldırmadan cüce palmiyelere benzeyen enginarların kalın kabuklarını soyup yere atıyordu. Masum, beyaz kalplerini de önündeki su dolu kovaya. Bıçak darbeleriyle kırmızıya kesmiş parmaklarına bakakaldım bir süre. Hayata mesafeli bakışları, önce gökkuşağı gibi ışıldayan çiçeklerin başlarını okşadı, usulca havaya karıştı, boşlukta kaybolur gibi oldu, yükselip gök kubbenin genişliğine sığındı ve sonra toprağa düşüp aniden benimkilerle buluştu. “Vereyim mi” dedi. “Yok, sağol sadece bakıyordum, ben bazı insanların kabuklarını da böyle soyup içlerini görmek istiyorum işte” dedim. “Onların içinden her zaman böyle iyi bir şey çıkmaz ama, dikkat et” diye cevap verdi. Gülümsedik birbirimize. Malatyalıymış, ama nerede doğduğunun önemi yokmuş. Neticede yıllardır aynı sokağın köşesinde enginar soyuyormuş. “Biliyorsun, bunu İzmir’de kabuklu da pişirirler, sen bu kabuk işine fazla takılma istersen” diye dalgasını geçti benimle.


Sonra her zaman çiçek aldığım kadınla sohbet ettim biraz. Serada yetiştirilen çiçeklerin artık eskisi gibi kokmadığından bahsettik. “Ne diyorsun bu açılım işine” diye sordum, “Kız ne diyeyim, bu sizin başbakan insanı bir havaya sokuyor önce, sonra kızınca kıçına tekmeyi basıveriyor, görmüyor musun, boş ver bak bahar geldi” dedi. Çiçekçi kadının bir an bile tereddüt etmeden verdiği cevabın samimiyetine hayranlık duyarak “İstemediğim her şeyi mecburen görüyorum, keşke gördüklerimi senin gibi hafızama kaydetmemeyi becerebilsem” dedim içimden.


Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Çocukluğun geyikli, noel babalı, kırmızı arabalı, pamuklu cam kürelerini anımsatan karların savruluşunu izlerken korlanan kızgınlıklarım eriyiverdi. Tanrının insanı huzura, sükûnete, bağışlamaya, geçmişi şefkatle hatırlamaya davet eden ritüeline eşlik etmeyi, o sihirli dokunuşunun küçük, önemsiz bir parçası olmayı seviyorum. Bu yazıyı yazdığım sabah dört yaşını dolduran mandalina ağacımın yanında oturup, çok karmaşık sandığımız hayatın aslında canımızı sıkacak kadar sade olabildiğini Mina’ya ve vaktiyle onu bana getirene anlatabilmeyi istedim. Başında, ortasında hatta sonunda bile büyük dalgalanmalar, sarsıntılar yaratmayan ama gerçeklerden daha gerçek izler bırakan hikâyeler okumanın insanı ne kadar rahatlattığını söyledim. Sanırım o benim kadar ümitli değil. Her sene bu vakitlerde yaptığı gibi kendini yeniden yaratmak için vanilya kokulu beyaz gelinçiçeklerini göstermedi. Garip, hülyalı, mahzun bir suskunluğu var. Sorunların öyle kolayına hallolamayacağına inanıyor. Mina’ya mutluluk beklentisinin kaybıyla hayal kırıklığı yaşayan genç bir kızdan da bahsettim. Manastırdan çıkınca gerçek aşkı bulacağını sanan inançlı kız, hiç hazırlıklı olmadığı bir tuzağa düşüyordu. Aşk zannederek sokulduğumuz ‘hastalığın’ her defasında o kadar mucizevî ve şiirsel olmayabileceğini anlatan Bir Hayat’ın genç kahramanı Jean’ın son cümlesini fısıldadım kulağına; “Gördüğünüz gibi hayat hiçbir zaman sandığınız kadar iyi ya da kötü değil.” Öyledir işte, o parçalanmış kadını bize hediye eden Maupassant, bir tımarhanede çıldırarak, korkunç acılar çekerek ölmüştü. Deliliğin başlangıcını doktorlarına anlatırken, “Ben artık havlayan bir köpekten başka bir şey değilim. Aklım karanlık vadilerde yolunu şaşırıyor” diyordu. Ama son âna kadar gücü sıradanlığında saklı cümlelerle biten çarpıcı masallar anlatmıştı insanlığa, bunu nasıl beceriyordu acaba, diye mırıldandım. Hayatı basitliğiyle kutsayarak yazabilmenin gizemini anlayamayan saflığımıza ilerde güleriz belki, ben en iyisi sana bir hikâye anlatayım, dedim. Maupassant, insanın karanlıkta kalan yanını çözmekten değil onu zengin bir anlatımla tasvir etmekten yanadır. Dinle bak, okuyalı çok olmuştu gerçi ama ilk anda iz bırakmaz sandığım acımasız sesi hâlâ zihnimi kırbaçlıyor...

Başka türlü bir kıskançlık...

Biraz aptal bulduğu gençlik arkadaşının karısına âşık olan zengin, yakışıklı bir adam, kadına kur yapar ama ona yaklaşamaz. Yasak aşkın hafifliği huzursuz ettiği için on sene bekler. Arkadaşı bir kalp rahatsızlığından öldüğünde coşkulu bir rahatlama duygusuyla çok sevinir ve yıllardır arzuladığı kadınla evlenir. Evliliklerini anlayış ve yakınlık içinde sürdürürler. Birbirlerinden sakladıkları hiçbir şey yoktur ama nedense yeni karısının gençlik dönemine sahip arkadaşına karşı anlaşılmaz bir kin besler. Ölen kocanın hayali yaşayan kocayı kovalamaya başlar. Kısa boylu, çirkin arkadaşının vaktiyle iyi bir âşık olup olmadığını sorgular sürekli. Kadın muzip cevaplarla onun kadar becerikli olmadığını söyler. Bu cevaplar da adamı tatmin etmez. Ölen eski kocasını biriyle aldatıp aldatmadığını sorar. Kadın vereceği cevabın kocasının hoşuna gideceğini düşünerek sonunda genç bir adamla aldattığını itiraf eder. Adam çılgına döner. Kendini kaybedip, kadına hakaret etmeye, dövmeye başlar. Kadın hatası yüzünden çok mutsuz olacağını fark edip, söylediklerini inkâr etmek için şaka yaptığını söyler ama kocası ona inanmaz. Bir kere zehirlenmiştir. Senelerce bir kadının kocasını aldatmasını bekleyen tutkulu bir adam, kendisini değil de ölen arkadaşını aldatan bu kadına karşı yüreğinde bitmez tükenmez bir kinin olduğunu ilk kez o zaman hisseder.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Caddenin ortasına yığılmış kuru dalların arasından çıkarıp içime çekiyorum kokusunu. Kurumuş maltaeriği tohumlarının arasında tebessüm eden minik beyaz çiçeklerin üzerinde sabah çiyleri parıldıyor. Bir daha soluyorum o tazeliği. Bu defa okuldan dönen kız çocuğunun reçine kokulu parmakları değiyor avucuma. Bir daha,.. arka bahçeden gecekondulara inen dik bayırlardaki badem ağaçlarına tırmanmış tüylü yemişleri ısırıyorum. Oradan bakıyorum geleceğime. Henüz büyüdüğümde o ulu ağaçları, yaşadığım çirkin apartmanı, geceleri masal evi gibi görünen kerpiç damlı evleri, üzerinde ekmek, zeytin ve boş şişe karşılığında aldığımız fındık ezmesiyle piknik yaptığımız rengârenk kilimleri, karınca yuvalarının başında birlikte nöbet tuttuğum gizli dostlarımı nasıl hatırlayacağımı bilmiyorum.

Çocukluğumun kuytusunda iz bırakan her şeyin büyük, görkemli, vazgeçilmez olduğunu, hep öyle kalacağını sanıyordum herhalde. Hayat hep yağmur sonrası toprağı gibi kokacaktı. Yıldızpoyrazlarıyla üşüdüğümüzde pamukçuklarını üstümüze salan kavakların dibinde birbirimize sokulup hikâyeler anlatacaktık. Hayat usul usul hışırdayacaktı. Biz de bozkırın ortasında durup sonu güzel biten filmleri izler gibi dünyayı seyre dalacaktık işte.

Bir zamanlar çocuk olan herkes gibi ümidim, hayallerim, sıkıntılarım vardı. O günleri ansızın bastıran koku sağanağıyla hatırlayınca, göğsümün altında pıtır pıtır koşturup duran ceylanları yatıştıramıyorum. Hafızanın yumağı basit bir kokuyla nasıl da kolayca çözülüveriyor. İpin ucu, köklerimiz göremeyeceğimiz kadar çok uzaklaşıyor. Artık büyüme sancısının kendini her daim hatırlattığı dumanlı günlerin içinde olmadığım için mutluyum ama zihnimi kemirip duran sorular var. Bir daha asla aynı hale dönmeyecek kadar korkunç bir yırtılmaya sebep olan o sarsıcı değişim nasıl gerçekleşiyor. Biz o ânı bilincimizin derinliklerinde hissediyor muyuz? Sonra o an hayatımızın geri kalanında bize nasıl eşlik ediyor?

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Sen de çok iyi biliyorsun büyük hikâyenin evvele dair ve “sonsuz” olduğunu. Hayatın yazılı dili yokken ilk resmin mağara duvarlarına yirmi bin yıl önce çizildiğini. Yazının öyküsünün başlaması için insanlığın on yedi bin yıl daha beklemesi gerektiğini... Efsunlu masallarını kâinatın boşluğuna bırakmak, dünyaya harfleri kazımak için bir milyon yıl bekledin ve sadece altı bin yıldır “yazıyla” başkalarına dokunuyorsun. Ne tuhaf, bunun bilinciyle hayatını hiç yok olamayacakmış gibi sürdürmek seni hem büyütüyor, hem de büsbütün küçücük gösteriyor.

İnsansın. Tanrı’nın hediyesi olarak kabul ettiğin yazının sihriyle dünyayı değiştirmek, kendi varlığına anlam katmak, o mananın içinde derinleşmek, kelimelerle çoğalmak istiyorsun. Arzun sadece taşa, kile, papirüse, kâğıda, dokunmatik ekranlara kişisel geçmişini, tarihini kaydetmek değil. Çivilerle oyduğun tabletler, suretleri, tabiatı, nesneleri, desenlerle süslediğin “hiyeroglif” yazılar, şiirinin ilk görünür başlangıcıydı. Sen hayatı güzelleştiren, ona gerçekliğin acısıyla, hazzıyla estetik bir boyut kazandıran “şiiri”, hikâyeyi keşfettin bir kere. Artık onu görmezden gelemeyeceğinin farkındasın. Gerçekliği hayal etmenin mucizevi bir zenginlik olduğunu kalp gözünle idrak ettin. Sanatın, yazının aslında dipten vuran kuvvetli bir dalga gibi içgüdülerin, dürtülerin, ifade etmekte zorlandığın duyguların üzerinde yükseldiğini ve bu yüzden vazgeçilmez olduğunu biliyorsun. Kelimeleri sevdiğin halde onlardan ıslanmaktan korkan bir kedi gibi kaçmanı anlayabiliyorum.

Hem, hayatın her zaman yazının incelikleriyle tarif edildiği gibi zarif, düşsel, cömert olmadığını düşünüyorsun, biliyorum. Bazen etrafında gördüğün her şey, sana “kötülüğün” sıradanlığını, hayatın eksikliğini hatırlatıyor. Böyle zamanlarda hakikatin yazıyla, sanatla tezahür ediyor oluşu, dünyanın sırlı aynasında yansıması da hâliyle pek ilgini çekmiyor. Hâlbuki yaşamın, ölümün, ebediyetin, tabiatın, değişmenin bir yasası olduğu gibi yazı sanatının da görünmez bir yasası var. O kendi kâinatında “hayalî bir gerçeklik” inşa ederek dünyamızı tekrar tekrar yaratıyor. Özgürlüğünün sınırı yok. Rüyalarında, sayıklamalarında, gövdenin kuytusunda saklanan mırıldanmalarında, hayallerinde, kimselere duyurmadığın iç çekişlerinde, dile gelemeyenleri, “kelimelerin” hiç kaybolmayan kemiklerinde görebilirsin. Tapınakların, kiliselerin, camilerin, duvarlarında, mezar taşlarında, kutsal kitaplarda, anıtlarda, yaldızlı el yazmalarında, gördüğün “işaretler” sadece “tanrısal” oldukları için büyülemiyor seni. Binlerce yıldır birbirleri üzerine yığılan uygarlıkların, kültürlerin farklı seslerini de taşıyor sana. O bükümlü harflerde, gürül gürül tersine akan kelimeler nehrinde, geleceğe açılan o çok geniş edebiyat vadisinde, masalların, efsanelerin, aşk şarkılarının, hükümdarlarla, tanrılara yazılmış ilahilerin, destansı şiirlerin biriktiğini görüyorsun. İşte sen o uzun hikâyenin minicik bir parçasının. Ne başlangıçsın, ne de “son”.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Yüksek tavanlı kalabalık bir odada, onu yumuşak bir yaz ışığının aydınlattığı kırımızı elbisesinin üzerine dökülen kuzguni saçları, dingin, ipeksi sesi ve ‘kırılgan’ Türkçesiyle kendi kitabından mısralar okuyan bir kadın olarak hatırlamak hoşuma gidiyor. Salondaki meraklı dinleyiciler gibi ben de ihtiyar bir şehri onun boşlukta yankılanan kelimeleriyle görmeye çalışıyordum. Hafızam nedense onu öylece, ‘zamansız’ duruşuyla kaydetmek istemiş.

O gün şair Bejan Matur, bize kadim bir şehrin sonsuz hikâyesini hediye etti. Diyarbakır’ın görkemli suretine eşlik eden kitap, şehrin kalbiyle başlıyordu: “Şehirlerin göksel kaderine inananlar, o kaderin gökyüzünden göründüğünü bilirler. Diyarbakır, gökyüzünden Anadolu’nun bağrında bir kalp gibi görünür... Amida, Kara Amid, Arabi bir sesin ‘Amid-i Sevda’ dediği, önce gökyüzünde tasarlanmış. Öylece inmiş yere. Bir varlık olarak hep duran, hep olan...”

Bejan okumasını bitirince kucağımda duran o kocaman ‘varlıkla’ imza kuyruğuna girdim. Sıra bana geldiğinde başını kaldırıp hınzırca şöyle dediğini hatırlıyorum: “Sana kitap imzalamak zor.” Bense kollarımı kavuşturmuş sabırsız bir çocuk gibi bekliyordum. O eğlenceli halimiz maalesef çok uzun sürmedi ama derinliğine inandığım kısacık bir cümlem oldu. Sevdiğim bir şair, ılık bir yaz akşamüstü kitabımın ilk sayfasına “Kelimeler için..” yazdı.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Cam yangınlarını bilir misiniz? Günün kendinden emin ışıkları akşamın şehvetli alacakaranlığıyla öpüşmeye başladığında o tılsımlı şölen başlar. Bakıra kesen deniz, menevişli boğazı okşayan kuşlar, turuncu bulutların altında uysallaşan insanlar, tabiatın yorgun kaderini paylaşmak için bu ‘tutuşma’ halinin önünde secde eder. Henüz yazılmamış müstesna bir şiiri okur gibi çarpmaya başlar kalpler... Ancak karşıdan bakıldığında görülebilen bu yangın, sadece şairlerin kullandığı bir imge değildir. Günün usulca soyunmasını seven herkes o kısacık ânın tadını çıkarır. Evlerin pencerelerini tutuşturan ışık oyunlarını izlerken, içten eriyen mumlar gibi kendini yakan insanları düşündüm. Uzun süredir birlikte yaşama alışkanlıklarıyla acılarını terk edemeyen, kendi yalnızlıklarının üstüne kapanan çilekeşleri... Bilmiyorum, belki de sabahları benimle birlikte evden çıkıp tanımadığı insanların arasında dolaşan kitap yüzündendir. Bu aralar Javier Marias’ı ve onun ‘herşeyi çok bilen’ edasıyla konuşan kahramanı, ‘hayat yorumcusu’ Deza’yla susmayı, anlatmayı, bakmayı, taammüden sevmemeyi, vazgeçmenin konforunu, yüzeysel insanları ve daha bir dolu saçmalığı konuşuyoruz tenha sokaklarda.

Deza’ya, “Bu zehirli dili bizi değil kendini cezalandırmak için kullanıyorsun sanki, ne yorucu bir roman kahramanısın sen” diyorum. Bıkkın bir ifadeyle yüzüme bakıp konuşuyor; “Tıpkı yazarım gibi eğilip içimdeki karanlık uçuruma bakmam. Beni yaratan Marias bir zamanlar ‘ben hayatını düşlediği ve yazdığı için zenginleşen ya da kınanan ne ilk yazarım ne de son yazar olacağım’ demişti. Bizim aynı olduğumuzu söyleyenlere de aldırma. Onlar gördükleri ilk ipuçlarıyla katilin kim olduğunu bulduğunu sanan amatör dedektiflere benziyor. O bu tesbitlere genellikle güler geçer, bak Marias, beni nasıl tarif etmiş: ‘Sanki kendisini pek iyi tanımıyor. Kendine kafa yormuyor ama yorduğunu sanıyor. Kendini görmüyor, bilmiyor, daha doğrusu dinlemiyor. Kendini tanımıyor değil de, bu bilgi onu ilgilendirmiyor. O kendindeki değişimleri kaydetmiyor, çözümlemiyor, haberdar bile değil bu değişikliklerden. En çok içe döndüğünü sandığı anda dışarıya bakıyor. Onu sadece dışarısı ilgilendiriyor, bu yüzden bu kadar iyi görüyor.”


Kimse hiçbir şeyi görmek istemez...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Ben sadece canlıların değil nesnelerin de kaderlerine tabiatın değişmez kurallarıyla sahip çıktığına inanırım. Sevdiğim kitapların doğum öncesine dair tefekküre dalarım bazen. Ne vakit yeşereceğinin yazarın bile bilmediği tohumun onu büyütecek olan ruh iklimiyle nasıl buluştuğunu merak ederim. Dilsiz düşünceler, sakin akan zihin ırmağında duygu parçacıklarına, niyete, eyleme, yok olma ihtimalinin kasvetine, hazza, tatmine, mutluluğa bazen pişmanlığa dönüşürken kimbilir bilincin hangi sıkıntılı dönemeçlerinden geçiyorlar. Henüz gün ışığına çıkmamış yazıların garip serüvenleri de bu cevapsız sorular yüzünden cezbeder beni. Daha birkaç gün evvel bu sayfada yayımlanacak olan yazımın asi sözcükleri, basit bir hata neticesinde kâinatın sonsuzluğuna karıştı. Zifiri bir boşlukta kopuk kuş tüyleri gibi başkalarının hayallerine doğru uçuşuyorlar muhtemelen. Zihnimde oluşturdukları anlam bütünlüğü de parçalandı. Şimdi yenisini yakalayabilmek için başka çağrışımlara sığınıyorum. Bu da yazının bilinmeyen, tarifi neredeyse imkânsız müphem serüveni bence.

Kimsenin dokunamadığı loş bir yer daha var; bilincimizin dürtüleri, bastırılmış arzuları, korkuları, kısık çığlıkları karanlıkta bırakan kısmı. Yaşadığımız sürece bize eşlik eden buğulu bir ses, huzursuz bir sevgili gibi her tereddüt ânında, kendimizden emin olduğumuz tekinsiz zamanlarda kulağımıza bir şeyler fısıldıyor. Bilgiden, inançtan, ahlaktan, alışkanlıklardan, karakterimizden bağımsız ne yapmamız gerektiğini değil ne yaparsak kendi doğrumuzu bulacağımızı sinsice tekrarlıyor sanki.


Cesaret gösterisi ümitsizliktir!

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Berrak, pırıltılı güneşe inat kar yağsın, yüreklerin, bedenlerin bütün günahlarını temizlesin, mümkünse eriyen karlar yeryüzünü iyilikle yıkasın, yapabiliyorsa hepimizi şefkatle sevgisizliğin koyu bencilliğinden arındırsın diye dua ediyorum. Gecenin laciverdi sessizliğinde epeydir görmek istediğim bir filmi izlemek için henüz boşluğuna alışamadığım kanepeden kalkıp bir sigara yakıyorum. Film o muhteşem kar sahnesiyle açılıyor. Onu çağırdığımı duymuş gibi. O anda kendine Kosmos diyen Battal’la buluşmak ve varlığımın izlerini beyaz satenden bir kumaş gibi parlayan kar örtüsünün üzerine bırakmak istiyorum. Ufuk çizgisinin incecik sonsuzluğuna doğru ağlayarak koşmak, bir sarmal halinde bizi bekleyen tuzaklardan uzaklaşabilmek için bilinmeyen bir yere, bilinmeyen bir zamana doğru tuhaf bir yolculuğa çıkıyorum.

Bazen öyle olur, daralan göğüs kafesinde çırpınan kuşların kanat hışırtısı kulaklarınızı sağır eder, gözleriniz bakar ama gördüğünü anlamaz. Sizi tutsak eden sıkıntının ağırlığıyla inançlarınız kırılır, beklentileriniz hiçleşiverir. İçinizin nasıl öyle bir anda yağmur yüklü bulutlar gibi boşalıverdiğini de pek anlamazsınız. O vakit Kosmos gibi kimsenin sizi anlamayacağını bilerek, başkalarının sahte sandığı hakiki karanlığınızda bir meczup misali sayıklamaya başlarsınız...

Ben de Kosmos gibi ‘zamansız’ bir şehre gidip orada hiç tanımadığım insanların dertlerine deva olabilmek için kendimi bir süre kaybetmeyi istedim o gece. İnsanın acıyı, çaresizliğinin koyu sıkıntısını tevekkülle kabullenebilmesinin sırrı belki bir süre kendinden uzaklaşıp aklın iradesini, imkânlarını unutmasıyla mümkün. Kalple akıl arasındaki bağlantıyı kuramayanlar Kosmos gibi yabani, anlaşılmaz, deli sanıyorlar bizi. Sıkıntılı bir hayatın kıyısında durup bazen hayatı basitleştirerek idrak edebildiğimizi anlamıyorlar. Bilmiyorum, belki başka bir zaman seyretsem, insanın ‘biricikliğini’ neredeyse yeryüzünden kazır gibi görünen filmin şifresini çözemeyebilirdim ama sanırım o gece Kosmos’un umutsuzluğa haykırışını bütün çıplaklığıyla duymaya ihtiyacım vardı.

Devamını Oku