A. Esra Yalazan Şiirleri - Şair A. Esra ...

A. Esra Yalazan

Eski şehrin masalsı manzarasını kucaklayan televizyon stüdyosunda, kavanozun içine hapsedilmiş kelebekler misali camlara yapışınca gürültüden büsbütün arındırılmış sessiz bir hayatı tasavvur etmeye çalıştım. Varlıkların, nesnelerle ahenkle salınışını, tabiatın onu yok edenin yeteneğiyle zarif minarelerde buluşan uyumunu hissederek o ‘geniş’ ânı olduğu gibi hafızama kaydedebilmeyi diledim. Bilincin, hayal gücünün kuşattığı evren karşısında duygularını ifade edemediği için hiç durmadan çığlık atan insanlığın hali pek bir zavallı göründü bana. Hâlbuki hiçbir şeyin, ne yıldızların, ne tarihin, ne de geleceğin bize ait olduğunu görebilmek için durup biraz susmak gerekiyordu.

Oradan çıkınca hiç acele etmeden yavaş adımlarla yürüdüm. Zamanın sert iklimine sürtüne sütüne parlayan iri taşlı, yosunlu dik yokuşlarda biraz soluklandım. Rutubet, baharat, sandık içi, ahşap tozu, yanık kahve, tütsü, gülyağı, kalaylanmış bakır, kömür, kokularıyla kendinden geçen çarşıların çıkmaz sokaklarında kayboldum. Ben doğmadan çok önceleri yazılmış bir hikâyede dolaşır gibiydim. Başkalarının gözünden yorgun yüzüme bakınca herkesin kendi bahçesinde büyük bir ‘sır’ olduğunu gördüm.


İki ebedi karanlık arasında...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Ben mektupların da tıpkı insanlar gibi “yazanın” iradesinden bağımsız kaderleri olduğuna inanırım. Kâinatın boşluğunda bir süre sahipsiz uçurtmalar misali kaybolmuş gibi yaparlar ama yıllar sonra hınzır bir çocuk, belki kıskanç, hırslı bir kadın, meraklı bir araştırmacı ya da vefakâr bir yayıncı tarafından gün ışığına çıkarılıp özgürlüklerine kavuşurlar mutlaka.

Sonra büsbütün kimsesiz olanlar vardır. Yazılıp gönderilmeye cesaret edilemedikleri için bir köşede ümitsiz, yorgun bir kedi gibi okşanmayı bekleyenler. Ketum bir sevgilinin suskunluğunda pineklerken hayatı ıskalayanlar... Uzun bir yalnızlığın acısını hayatta bir kez bulanacak benzersiz bir sevdaya tercih eden kekeme adamın ağırlığıyla kamburlaşan sert mektuplar vardır. Yaşarken başkalarını kırmamak adına taammüden saklananlar, “erkek yazar” olmanın rahatlığından payını alamamış kadınların nakış misali örüp sakladıkları zarif mektuplar da vardır... Onlar kitapların arasında, bavullarda, rutubetli sandıklarda, gizli çekmecelerde, bazen eskiciye verilen bir paltonun cebinde, dingin ama huzursuz bir mutluluk avuntusuyla oyalanıp dururlar. Ben insanın karanlık yanını merak eden yazarlar gibi onların gölgede kalan müphem talihleriyle dost olmak isterim. Orada daha evvel görmediğimiz yanık izleri de saklıdır çünkü. Henüz harabeye dönmemiş hayallerin kuytusunda tembellik yapmalarını severim. Kâğıtlara sinen mırıltılarda, coşkulu bir nehir gibi çağlayan duyguların, uçması yasak kuşların kederli ötüşünü, bitmeye mahkûm bir aşkın çıtırtılarını işitirim.

Nâzım Hikmet’in ancak “kelimelerle” birlikte olabildiği Piraye’ye yazdığı yüzlerce mektubu karıştırırken buna benzer düşünceler akıp gidiyordu içimden. Hayır, onlar, gizemli, genellikle romantik, kırılgan, ağdalı, önceden tasarlanmış bir edebiyatın tınısını yansıtan mektuplar değil. Tam tersine gündelik hayatın sıkıntılarını, parasızlığı, çocukların eğitimine dair tavsiyeleri, hapishanede çürüyen bir hayatın buruk izlerini, edebiyata, kendi şiirine, yakın dostu Kemal Tahir’in romanlarına dair tesbitlerini içeriyor. Yine de benim için en çarpıcı yanı, her seferinde “Karıcığım” diye başlayan mektuplarda bir erkeğin kendisini kelimelerle, varlığıyla, bazen öfkesiyle iyileştiren kadına tutunuşundaki çaresiz sevgiyi kutsayışı oldu.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Hafızanın kuyusunda uyuyan sözcüklerin derin bir uçurumdan aşağıya tıpır tıpır yuvarlanan taşlar gibi şimdiki zamanın içine düşüvermesi beni ürpertir. Onların göremediğimiz kayalara yıllarca nasıl sıkıca tutunabildiğini düşünürüm her seferinde. Geçenlerde bir arkadaşıma kendisi gibi olamayan ‘sıkışık’ insanların korkularından, ümitsizliklerinden bahsederken o garip sohbetten bir an hatırladım. Telefonda konuştuğum yazar o sırada buralarda da ünlenmeye başlayan Irvin Yalom’du. Onunla romanları hakkında röportaj yapıyordum. Belki biraz vakit sınırlı olduğundan, biraz lafı dolandırmaktan hoşlanmadığım için ama sanırım en çok da genç olmanın küstahlığıyla ikinci romanını pek beğenmediğimi itiraf edivermiştim. Psikiyatrisi hasta ilişkilerini sorguladığı ‘Divan’ı mesleki donanımına, akıl oyunlarına, teknik bilgilere kurban ettiğini düşünüyordum. Buna karşın ‘Nietzsche Ağladığında’yı sevdiğimi söyleyince sebebini zihnimde beliren ilk düşünceyle anlatmamı istedi, hastalarından birisiyle konuşur gibi… İlk aklıma gelen, kitaptaki basit ama parlak cümlelerden birisiydi: “Bir şeyi entelektüel olarak bilmekle duygusal olarak bilmek arasında çok ciddi bir fark var, öyle değil mi” dedim. Aynı zamanda bir psikiyatri profesörü ve iyi bir analist olduğu için güldü tabii seçtiğim bu alıntıya. Sonra dürüstlüğü aniden açılan bir çakı gibi kullanmaktan utanıp özür diledim ondan. Yine güldü ve bu defa kızıyla konuşur gibi şefkatle cevap verdi: “Eğer içinde senden daha baskın bir ‘sen’ varsa onu gizlememek iyidir, kendin olmak zordur ama başka biri olma çabası daha zordur. İnsanı öfkelendirir, suçlu hissettirir, yorar, bir dolu dert, iyi ki söyledin”.

Son zamanlarda malûm sebeplerle kışkırtılan öfkenin, şiddettin toplumu nasıl içten çürüttüğünü hep beraber izliyoruz. Kim olduğunu bile henüz idrak edememiş, aidiyet duygusunun hazin yoksunluğuyla sarsılan gençlerin saldırganlığını trajik buluyorum. Televizyonlarda her akşam horoz dövüşüne çıkartılan ‘öfkeli oyunculara’ biraz acıyorum. Bir de taammüden ‘kötü’ olmaya çalışan yazarlar okuyorum, sahte kavgalardan medet uman, sanal âlemlerde yapay gaddarlıklarla avunan, bir türlü kendisi gibi olamayan insanlar görüyorum. Ve onların o çaresiz hallerine tanık oldukça ‘kötülük’ taklidi yapmanın kötülükten daha sığ olduğunu düşünüyorum. Acımasızlık, şiddet, öfke gibi dürtüler iki tarafı keskin bir kılıca benzer ve tıpkı iyilik, şefkat, merhamet gibi hakikidir. Eğer bir gerçekliğe dayanmıyorsa insanı olduğundan daha aptal ve epey zavallı gösterir bence. O maskenin ardına gizlenenlerin er geç ‘taklit’ olduklarını anlarsınız.


Korunaklı delilik

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Mor alaca saatlerde sıkıntılarını evlerine bir somun ekmek misali taşıyanları onlardan biri değilmişim gibi seyretmeyi severim. Bizim mahallenin cami avlusundaki ihtiyar çınarlarının altında oturup güzün yorgun kucağına bırakırım kendimi. Şadırvanın usul tıpırtısına pencerelerden birbirlerine seslenen kadınların tiz çığlıkları karışır. Bu koca dünyada sanki başka hiçbir şeyi yokmuş gibi plastik topunun peşinden sürüklenen çocuklara, kanatları düşünceleriyle ağırlaşmış güvercinlere, tembel kedilere eşlik etmek hep aynı bezginlikleri biriktiren ruhumu avutur bir süre.

Benim gibi milyarlarca insanın benzeri çaresizliklerin koynunda uykuya dalıp, ertesi günün şafağında birbirlerine hiç benzemeyen umutlarla uyanacağını hatırlamak sakinleştirir. Ama bugünlerde ne yana dönsem kendi yorgunluğumu gösteren aynada solgun yüzler görüyorum. Daha geçenlerde yaşama direnci öyle kolayına tükenmeyen bir arkadaşım, “Senin umudun var mı, benim yok artık” diyordu. “Neye dair” diye sormadım ona. O kesif umutsuzluk bir kez paslı demir yığını gibi üzerine çöktü mü ruhu her yanından kemirmeye başlar çünkü, biliyorum.

Peki, hepimizi içeriden çürüten bu yılgınlıkla nasıl başa çıkacağız? Zamanı ve mekânı gölgeleyen geniş hayaller ırmağında kendinden, dünyanın kirinden, tozundan, pasından arınarak belki. Elmas kırıntılarıyla bezenmiş siyah satenden bir kumaş misali tepemizde asılı duran gökyüzünü seyre daldığımızda, bir toz zerresi kadar küçük olduğumuz hâlde bu dünyayı değiştirebilecek gücümüzün olduğuna inanarak mı?

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Yıldızları tırtıklı uçlarından ısırmak istediğim gecelerde, yaslı bir kadın misali mırıldanan denizin iç çekişlerini dinlerken “İyi ki başka birilerinin de bilinci benimki kadar puslu, yoksa bu gezegen epey sıkıcı bir yer olurdu” diyerek neşeyle söyleniyorum. Birbirlerine sedefsi ipliklerle bağlanan düşüncelerden pırıltılı bir harita çizip, atlastan gök kubbeye usulca yerleştiriyorum. Hançer gibi yükselip, dolgun bir kadın dudağının kıvrımlarına özenerek batan yeni ayın, dağların ardında eriyerek yok oluşunu çocuk hayretiyle izliyorum sonra. Rüzgârın kıyıya taşıdığı ormanların uğultusunda gizlenen hayvanları, ağaçları işitmeye çalışırken, insanların gürültüleriyle örttüğü kısa suskunlukların peşine düşüyorum. O molalarda zehirli aklı, saf yüreği koruyan ‘yabancı varlıklarla’ konuşmayı seviyorum. Onlara berrak, hatırlanamayan rüyalar gibi hiçbir zaman mutlak bir gerçeklik algısıyla kavrayamayacağımız hikâyelerinden bahsediyorum. Kâinatta yankılanan seslerin sonsuzlukta hiç kaybolmayacağını anlatmaya çalışıyorum bazen...

Bir bebeğin dişsiz ağzına şeker gibi alıp emdiği taze sözcüklerin aslında kadim kültürlerin uzantısı olduğunu hatırlattığımda susuyoruz hep birlikte. Kelamın haysiyet, özgürlük ve hayatı kutsama biçimi olduğunu öylesine benimsemişler ki, tek bir harf eksikliğinin yazıyı nasıl yaralayabileceğini derinden seziyorlar sanki. Dili sevmenin geçici bir heves olmadığının onlar da farkında, bu yüzden anlaşılmaz sanılan ‘sessiz sözlerle’ hayatı tamamlıyorlar. Geceyi yırtan bir baykuşun sesi, rüzgârla salınan meşelerin hışırtısına, yosun tutmuş ağaçlardaki salyangoz kabuklarının çatırdayışına, toprağa tıpır tıpır dökülen yağmur sesine karıştığında insanı özlüyorlar.


Huzursuz bir tedirginlik...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Takvim yalanlarının en güzeli ilk gün sanılan o ‘ilk’ sabahtır bana göre. Kaçınılmaz gece yarısı öpüşmeleri ve mecburi ‘geçen yıl hesaplaşmalarından’ sonra günahları unutmak ister gibi tüketilen içkilerin ağırlığıyla çöken bezginlikle evlerine kapanan insanların aksine, sabahın o bozulmamış saatlerinde hayata karışmayı severim. Yokuşlardan aşağı tıkır tıkır yuvarlanan ‘akşamdan kalma’ şişelere, dalgınların tersinden yakıp attığı sigara leşlerine, boş caddelerde vınlayan taksilere, kulağı zımbalı köpeklere, hayatın biraz daha eskidiğini hatırlatan kuru dallara, usulca aydınlanan süt mavisi gökyüzüne, yalpalayan sarhoşlara, parkta uyuyan evsizlere, rengârenk çöp yığınlarına, bazen kaldırım kenarında yatan tek bir ayakkabıya bile öyle bakakalırım. Bana zamanın eridiğini hatırlatan, o gürültülü geceden ziyade onun solgun izleridir nedense. O ilk sabah, hayat, abartılı makyajı akınca hakiki ifadesi beliren güzel bir kadın gibi görünür gözüme.

Bu yazıya böyle bir sabah yürüyüşünün sonrasında başladım. Şehrin tenha caddelerinde yürürken, içimde geçen hafta gittiğim bir dağ köyünden kalan puslu anlara ait resimler dolaşıyordu. İnsan zıtlıkların sırrından beslenerek hayatta kalabilen mucizevi bir varlık, dedim kendime...


Acayip bir kırılma anı...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Sevdiklerini hırpalayan ürkek yakınlığını, cümlelerinin arasına serpiştirdiği müphem sessizliklerin, edepsiz şakaların, şefkatli yalanlarının, özel anlarda bakışlarını parlatan o ışığın arkasına gizleyen arkadaşım gittikten sonra sürekli sallanan bir gemiden karaya inen deniz sarhoşu gibi oldum. Anlattığı tuhaf hikâyelere eşlik eden acı sigara kokusundan kurtulmak için pencereyi açınca sonbahar gecelerinin yaklaşmakta olduğunu müjdeleyen serin bir hava doldu odanın içine. Üşümeyi özlemişim. Rüzgârla kabaran beyaz tüller, neşeli bir çocuk şarkısı söyler gibi salınmaya başlayınca keyfim yerine geldi. Bir sigara daha yakıp rastgele bir film seçtim kendime.

Daha filmin en başında, ‘Bu film Bernard Schlink’in kısa hikâyesinden uyarlanmıştır’ yazısını görünce, “eyvah, bela geliyor” dedim. Bu köşeyi takip edenler belki hatırlar. Benim yazara dair bir fikrim var. Anladığım kadarıyla artık Hollywood yapımcılarının da var zira keşfettikleri her hikâyesinden film yapıyorlar. Bilmeyenler için Schlink, yazar olmanın yanı sıra anayasa mahkemesi yargıcı ve sinemaya uyarlanan Okuyucu isimli çok satan romanın da yazarı. Onun insanın yüreğini kezzapla yakan hikâyeler yazmaya iten sebebin ne olduğunu tam bilmiyorum ama hukuk disiplininin ona yardımcı olduğu kesin. Bir arkeolog gibi kolayca dile gelmeyen duyguların en karanlık, dar geçitlerinde korkmadan dolaşabiliyor. İşin tuhafı da öyle ‘yüksek edebiyat’ yapmak gibi kaygısı yok. Olsaydı yapabilir miydi bilmiyorum ama işin o kısmı pek ilgimi çekmiyor. Hikâyelerinin fikri, kurgusu öylesine zekice acımasız ki, benim gibi ‘akıllı edebiyattan’ ziyade dilin zenginliğini sevenleri bile o sakin üslubuyla cezbedebiliyor.

FIRTINADA KÖKLERİ KOPAN BİR AĞAÇ GİBİ....

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Gök kubbe koynunda biriktirdiği ne varsa hınçla yeryüzüne dökerken, martıların gagaladığı kiremitlerden biri tangır tungur yuvarlanıp asfaltta paramparça oldu. Gün biraz sonra külrengi ağaçlara, kulağında zımbalarla dolaşan köpeklere, telaşlı çocuklara, hayata devam etme sıkıntısıyla kıvranan insanlara rağmen başlayacaktı. Hayat tekdüze, basit ve sıradan gibi görünecekti ama aslında öyle olmayacaktı. Tıpkı sakin bir Çehov hikâyesi gibi usul usul soyunacaktı saatler. Denizin üzerindeki morluklar kendiliğinden dağılacaktı. Bunu anlamayan ‘insan’, zamanı hunharca tüketmenin gururuyla koştururken ‘kımıltısız anları’ ıskalayacaktı. Hep böyle telaşlı ve savurgan olmak için yaratılmış olduğunu sanıyordu çünkü. Hâlbuki yürürken başını usulca çevirip baksa, hiçbir neden yokken hayatın geçiciliğini anlamış gibi bir anlığına duran, sonra aheste adımlarla yürüyen kedinin hınzır bakışlarını fark edebilirdi. Ya da ne bileyim, kadife gibi yumuşacık bir rüzgâr yanağını okşarken, çiçekçinin başını önüne eğip kendi kendine mırıldanışını görse, yanında durup onun çakır gözleriyle bakardı buhurumeryemlere. O vakit hayat yeknesak ritmiyle salınmaktan vazgeçer, insan anlatamadığıyla kısa bir hikâye olur, başka bir hikâyeye karışır ve belki o hâliyle kendini daha çok severdi.

Ben böyle sabahlarda, Ruslar gibi yaşamak yerine hatırlamak isterim. Dünya kasvetli dinginliğiyle benim tasavvur ettiğim gibi bir yer olsa diye iç geçiririm. Öyle olmadığını idrak ettiğimde biraz huysuzlaşırım. Çehov benim gibilere biraz kızar ama anlatmaktan hiç vazgeçmez. Çalışkandır. Biz hayaller ırmağında sürüklenirken, o bir cerrah titizliğinde kullandığı ayrıntıların sihriyle hayata neşter atar ve iyileştirir. Gri kederli gözleri, mahcup gülümsemesiyle yüzlerimize bakar; ve işte hikâye orada, tembelliğimizin, umutsuzluğumuzun, ‘küçük insan’ oluşumuzun ortasında duran soyluluktadır. Gorki’nin deyişiyle, hayattaki ‘küçük şeylerin’ acıklılığını hiç kimse onun kadar açık ve ince bir şekilde anlatamaz.


O ânı anlatsın isterdim...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Dudaklarını hafifçe ısırarak tebessüm eden ay, nehrin gümüşi ışığında saçlarını kınayla tarayan mahcup bir kız misali ışıldarken hayatın birbirine benzemeyen veçhelerinden kendime kocaman bir buket yapıyorum. Rastgele seçtiğim bir ânın etrafında sükûnetle hiç acele etmeden dolaşıyorum. Arzuların, hüznün, korkuların, pişmanlığın en saf haline dönmenin imkânsızlığı canımı acıtmıyor nedense, tam tersine ruhumu daha iyimser kılıyor. Geniş bir bahçenin ortasında yüzükoyun yatıp tül yaprakların titreyişini izlerken görüyorum kendimi. Geçmişin kuyusundan seçtiğim anlarla hayallerimi buluşturup onlardan yeni hatıralar yaratıyorum. Hiç durmadan aynı sahneleri dondurup başa alıyorum. Sonra biraz kırpıyorum. Beğenmediğimde yeni cümleler, bakışlar, dokunuşlar, sesler, kokular ekliyorum. Oysa o aynı kalmak için direniyor.

Kendimi aldatıyorum belki ama bu savruk hâl bilincimin kıvrımlarını parlatıyor sanki. Yalan söylemek, bilincin kökeni midir, kim söylemişti bunu? Yola devam edebilmek için anlardan damıttıklarıyla şiirler, hikâyeler, romanlar yazanlar hayatlarının hem oyuncusu hem de seyircisi olmuyor mu? Tamam işte, ben de onlardan birisi olmaya karar verdim bu gece. Biraz da varoluşun, aldanışın kıyısında duran karanlık yüzüne bakalım. Hepimiz aynı ‘yapboz’ oyununun birbirini tamamlayan parçaları değil miyiz? Hikâyesizlik ya da olup biteni hikâye edememek çıldırmak demektir, çok ağır bir yüktür. En iyisi onu ilmek ilmek çözelim, parçalayalım sonra yine düğümler atarak tamamlayalım. Rüyalarınızı küçük kâğıtlara kaydederken, gönderilmeyen mektuplar yazarken, günlük tutarken, biyografiler okurken hatta birbirinizin falına bakıp geleceği kehanet ederken yaptığınız bu değil mi zaten? Graham Greene, boşuna “Bir romancı unutmak konusunda pek çok insandan daha yeteneklidir,” dememiş. Sanırım o da unutarak hafızasını tazeleyebilen yazarlardandı. Öyleyse yaşadıklarımızı sonradan anlamlandırmamızın sırrı o büyük aldanışta değil mi? Ben sizin için şimdinin kaygan zemininden yavaşça geriye doğru kayıyorum...


“Hayat basit olduğu için zordur”

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

“Hüzün çocuklar için arada bir, yaşlılar için sürekli…”

“İnsan ne yaparsa yapsın ölümlü bir varlık. Vücudu yaşlanıyor; hemen değil hayır, önce gözleri ya da bacakları ya da kalbi yaşlanıyor. İnsan parça parça yaşlanıyor. Ve bir gün ruh yaşlanmaya başlıyor. Çünkü vücut ihtiyar olmak istiyor, ama ruhun hâlâ özlemleri, hatıraları var ve hâlâ arıyor, seviniyor, arkadaşlarını özlüyor. Ve mutluluğa duyulan özlem kaybolduğunda sadece hatıralar ya da kibir kalıyor; ve insan o zaman gerçekten sonsuza dek ihtiyar oluyor.”

“İnsanoğlunun ömrünün sonlarına doğru çıplak ve temel bir şeye, can sıkıcı ve düşünsel sorunların hiçbirini umursamayan bir sadeliğe ulaştığına inanıyorum. Romantizm ve çektirdiği acılar, gençliğe özgüdür; yaş ilerledikçe her şey bir çözüme ulaşır ve sadeleşir. Her şey Çin alfabesinin simgeleri gibi yeniden biraraya gelir. Her gün bir başka günü çağırır artık ve Tanrı sizi yanına çağırıncaya dek resme, yani yapılan işe adanması gerekir bu yeni günün. İşte bu kadar basit. Tanrı sizin için gereğini yapar. Ertesi gün için kaygılanmanın gereği yoktur… Zamanla her şey sertliğini, pürüzlerini yitiriyor. Başka türlü görünüyor, gözümüzden siliniyor.”

Devamını Oku