A. Esra Yalazan Şiirleri - Şair A. Esra ...

A. Esra Yalazan

Bir süreliğine ‘çılgın Türklerden’, ‘çağdaş’ gazetecilerden, ‘hassas’ sanatçılardan uzaklaşıp köyümsü bir yere geldim. İnsan haliyle hırpalanıyor. ‘Batılı’ bir yaşam tarzını taviz vermeden sürdürebilmek öyle kolay değil bugünlerde. Gün boyu halkımıza laikliğin ne olduğunu anlatmak, onları her konuda eğitmek, lisan kurslarına, tenis müsabakalarına katılmak... Sabahları ‘Konuşan Türkiye’ yürüyüşleri... Geceleri vals, tango, çaça eşliğinde içilen likörlerle, şaraplarla eğlenmek... Balolar, resitaller, piyesler... Zor, çok zor. Protesto alkışlarından, bayrak sallamaktan, topuklu ayakkabılarla dans etmekten ellerimde, ayaklarımda derman kalmadı. Buraya bir süre mümkünse köy halkıyla ‘abla yarım kilo bulgur kaç para’ gibi rahat cümlelerle konuşabilmek, onları daha yakından tanıyabilmek arzusuyla geldim. Gerçi vatanperver dostlarımdan bu münasebetsiz girişimim için icazet almadım ama artık dönüşte bir kutu bitter çikolata götürüp gönüllerini alırım. Yine de laf aramızda mandalina bahçelerinde çıplak ayaklarla yürürken biraz tedirgin oluyorum. İrtica –sanırım canavar gibi bir şey o- her an bir ağacın arkasından çıkıp beni paramparça edebilir. Aksi gibi hiçbir tedbirim de yok. Neyse ki Jandarma kuvvetleri, her gece köyde gayrı nizami bir durum var mı, bizlere benzemeyen tuhaf görünüşlü insanlar çoğalıyor mu diye sıkça ortalığı kolaçan ediyor. Şimdilik güvendeyim.

***

Memleket toplu, büyük bir tımarhaneye benzemeye başladığında doğrusu böyle ‘gevşek’ yazılar yazmak geliyor içimden. Geçenlerde bir okur “Ne güzel uyduruyorsunuz” diye başlayan bir mektup yollamış. Kötü bir niyeti yok, iltifat ediyor. Bunu bazen başkaları da söylüyor. Onlara “zaten her meslek grubundan fazlasıyla uyduran mevcut buralarda, bana ihtiyaç yok” demiyorum tabii. Benim bildiğim kadarıyla sadece romancının, hikâyecinin uyduranı makbuldür ama burada işler tam böyle yürümüyor galiba. Gerçeklikle ilişkiler tamamen kopmuş. Dolayısıyla yanlış anlayanları kırmamak için bu defa gerçekten uydurmaya karar verdim.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Yeni başladığını sandığımız yılın ilk sessiz, yorgun gecesinde, sayfaları toz ve vanilya kokan eprimiş bir kitabın sıcaklığına sığınmışken sokaktan geçen bozacının boğuk sesiyle çocukluğumdaki gibi ürperdim. Gecenin koyu karanlığında tek başına dolaşan o adamların sadece sesleriyle var olduklarını sanmıştım hep. Nedense, boza almak için onları eve çağırdığımızı da hatırlamıyorum. Biraz roman kahramanlarına benzediklerini düşünüyordum galiba. Var gibiydiler ama sanki yoktular. Yoklardı ama seslerini duyabiliyordunuz. Gözlerinizi sıkıca yumduğunuzda onları görebiliyordunuz. Eğer isterseniz onlarla birlikte dünyada olmayan şehirlere bile gidebiliyordunuz. Onlar için uydurulan hikâyelerin bir parçası olmak, hayatlarına gizlice sızmak hoşunuza gidiyordu. Tecrübe etmediğiniz için henüz bilemediğiniz ama zaman içinde yaşayacağınızı sezdiğiniz çaresiz insanlık hallerini anlayabiliyordunuz...

O gece, televizyonda yıllar öncesinin siyah beyaz konser görüntülerine eşlik eden bozacının ürkütücü haykırışını dinlerken kucağımda duran ‘Adolphe’un buruk hikâyesini düşünüyordum. Sevemeyen bir adamın yaşadıklarını, berrak bir dille anlatan Benjamin Constant’ın bu kadar tılsımlı bir roman yazdıktan sonra neden edebiyattan uzaklaştığını da merak ediyordum bir yandan.

SEVEMEMENİN ÇARESİZLİĞİ

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Günün ilk seansında, tenha ve sıcak bir sinema salonundayız. Semih’in (Kaplanoğlu) Süt filmini izleyenlerin hepsi tesadüfen kadın. Kısa, basit ve uysal cümlelerle konuşan insanların şiirsel görüntülerini izliyoruz. Gücünü yavaşlığın suskunluğa sokulmasından alan sahneler, tanıdık olduğumuz halde uzağına düştüğümüz ‘mağduriyet’ hikâyelerine götürüyor bizi. Buğulu rüyalar gibi görünen resimlere bakarken ters yöne akan bir ırmakla birlikte suya, ışığa batmış ‘derin’ geçmişimize doğru sürükleniyoruz. Seneler evvel kalbimize atılmış sıkıntı tohumlarının, henüz yeşermeye başladığı o heyecanlı gençlik günlerine...

Kıskandığı annesinden, ‘kimliksiz’ kasabasından, olmayan babasından, çamurlu çizmelerine bakıp kendi geleceğini gördüğü madenci dostundan, şiirini yazdığı kızdan ve onu hor gören hayatın yeknesak ritminden kaçmak isteyen delikanlının, meraklı ama yorgun bakışlarını izlerken, gençken ‘görülmeme’ acısının neye benzediğini hatırladım. Pazarda peynir satarak evin geçimini sağlayan anne, loş bir mutfakta babasız büyüttüğü oğluyla konuşuyordu: “Oğlum, nasıl dönecek bu ev. Üstün başın, dergilerin, kitapların. Durup, göğe bakıyorsun. Durup toprağa bakıyorsun. Ağaçtı, kuştu, çiçekti, böcekti...”

HAYATININ EN MUTLU ANI

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Yastık tüyleri gibi havada dağılan karların, yere boylu boyunca uzanan tembel, iri, beyaz bir kediye benzeyen uysal şehrin üstüne yumuşak daireler çizerek dökülmesini seyrederken, rüyasında rüya gördüğünü fark eden bir insanın bilinciyle dolaptan çıkardığım hatıralara yeni kıyafetler giydiriyordum. ‘Hatırlama oyununun’ en eğlenceli yanı bu bence. Geçmişi çıplak ve keskin ayrıntılarla hatırlama çabasından yorulan zihin, bir süre sonra kendisini kandırmayı öğrenip hakikati mutluluğun kırılgan dokusuna uygun hale getiriyor. Gölgelerin uzamaya başladığı bir yaz ikindisinde ‘onun’ nasıl baktığını hatırlamaya çalıştığınızda mesela, özel bir bakışı arzularınıza, hayallerinize göre tekrar yaratıyorsunuz. Ya da vaktiyle epey hırpalayan bir konuşmanın hiç üstünde durmadığınız kısacık sessiz bir anını itinayla düşününce, ansızın koynunuzda kanat çırpan serçelerin tedirgin heyecanını işitiveriyorsunuz. Yüzünüz geçmişi gelecekten daha çok önemsediğinizi belli eden güvenli bir tebessümle aydınlanıyor. Birkaç dakika sonra umut vadeden bir geleceği geçmişte eritmenin suçluluk duygusuyla biraz kararıyor tabii...

Altın sırları hafifçe dökülmüş ihtiyar çay fincanımla rahat bir koltuğa uzanıp, koca bir hayatın günahlarını temizleyen meleklerin kar fırtınasını izlerken, yeniden yaratılabilen anıların solgun ipliklerinden kendime yeni bir mazi örmenin hazzını yaşadım ben o gün. Sonra zorunlu dinlenme günleri için dostların hediye ettiği filmlere baktım biraz.


‘Hayatımın en yoğun anı...’

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Bir boğaz köyünün asırlık mezarlığından yükselen servilerin gölgelerinde, dolunayın denizle oynaşan gümüşi ışığında, masalsı bir kalenin gizli geçitlerinde kaybolduğumda “ânın” geriye dönüşsüzlüğünü, “sonsuzluk” duasıyla birarada hissettiren ılık bir iklimle kuşatılmıştım. Beni çarpan, tabiatın suskun yaratıcılığı mıydı yoksa kâinatla hareket arasındaki med cezirli ilişki miydi tam bilmiyorum. İhtiyar ağaçların altında teravih kılanların alınlarını köklere usulca değdirdiği ânın sihrini tarif etme çabası, kelimelerimi de hiçleştirecek diye ürküyorum. Ama yine de şu kışkırtıcı anlatma şehvetinden uzaklaşamıyorum bir türlü. Hayatta da, ötesinde de “yolculuğun” hiç bitmeyeceğine olan inancımdandır belki bu asi “yazma” inadı.

Vaktiyle yaşadığımız, bulunduğumuz bir şehre, mahalleye, eve, mekâna dönebiliriz ama yaşadığımız bir ânın içine aynı hissiyatla dönmek imkânsızdır. İnsanlığın en trajik hâllerinden biri olan bu çaresizliği, yazarlar, şairler, kâğıt kesiği gibi incecik bir sızıyla tasavvur eder. Yoksa neden acıyan yerlerini her defasında yeni bahanelerle kanatsınlar? Ben neden sekiz yüz yıllık taş minberin önünde secde edenlere bahçenin ortasına gerili şeffaf bir perdenin ardından bakakaldığımda Halil Cibran’ın müşfik sesini işiteyim? O değil mi ki, “Yalnızca içinde esrar olanlar bizim de yüreklerimize indirebilirler varlığın sırlarını” fısıltısıyla ‘kayıp ruhlara’ huzur üfleyen.

Hiddetli bir yaz yağmurunun sesini dinleyerek hatıralarla üşüdüğünüzde, hayallerle hakikatin buluştuğu “göçebe bir hayatı” özüyorsanız eğer, kim olduğunuzu hatta kim olmadığınızı da delicesine merak ediyorsunuz demektir. Gittikleri yerlere geçmişlerini, geleceklerini taşıyan bütün “seyyah yazarlar” biraz da derinlerindeki o loş odacıklara ulaşmak için yazarlar.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Ak saçlı ihtiyarlar misali huzurlu bir güvenle dünyayı seyreden dağların sarp yamaçlarına kurulmuş şehirde dolaşırken seni düşünmek beni iyileştirdi. Daha geçenlerde okuduğum denemelerden birine Mavi Uzaklar adını vermiştin. Güneşle birlikte alçalan sis perdesi yüzünden kehribar tozlarıyla kaplanmış gibi görünen kadim şehrin tepesinden, camilere, surlara, hanlara, mescitlere, türbelere, çiçeğe durmuş ağaçlara ve onların tabii ahengini bozan çirkin suratlı binalara bakarken ‘dünyanın derin ve mavi güzelliği’ diye tarif ettiğin ruh haline büründüm. Bakışlarım dağları gölgeleyen kayın ormanlarının kıpırtısızlığına, yılankavi dere yataklarına takılıp kalınca o yumuşak maviliğin ruhu nasıl yatıştırdığını hatırladım. Gezgin, göçebe bir yaşama özlem duymuyorum epeydir. Hatta özlemediğimi bile unutmuşum. Buğulu manzarayı seyrederken tabiatın dili içimdeki mağrur buz kütlesini buharlaştırdı sanki.

Ne ilk gençliğimde ne de sonraki yıllarda münzevi bir hayata pek heves etmedim ama artık yalnızlığın saf uğultusunu tutkulu bir sevgili gibi sürüklendiğim her yere taşımak istiyorum. İnsanın gençliğin doyumsuz arzularının peşine takılıp uzaklara, hep daha da uzaklara, farklı lezzetlere, kokulara, dokunuşlara gitmek istemesi, ama sonra ‘yuva’ dediği yere göçmek için yanıp tutuşması ne tuhaf. Yazın bu kaçınılmaz teslimiyeti anlatıyordu: “Eski yurdundaki tepeler ne kadar da yumuşak, yeşildi! Ve bilir hissedersin ki, ilk çocukluk oyunlarını oynadığın ev ve bahçede eski yurdunda durup durmaktadır, gençliğinin bütün kutsal anıları orada düşler içindedir ve anneciğinin mezarı da oradadır.” Haklıydın, söylediğin gibi tedirgin yaşamımızın bütün alışkanlıklarında da durum çok farklı değildi. Uzak olan günün birinde yakınımız oluyordu ya da neredeyse bir ömür boyu yakın sandığımızın aslında çok uzak olduğunu kabullenmek zorunda kalıyorduk nihayetinde. Dağların mavi esrikliğine eşlik ederken böyle buruk düşünceler de eşlik ediyordu yorgun ruhuma..


Zamanın müphem gölgesi...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Kendi evimde yaşadığım şehre büsbütün yabancılaşmış gibiyim. Zihnimde kopuk kopuk görüntüler, pek aşina olmadığım başka sesler dolaşıyor. Geçen hafta Mardin’de açılan bir sergi vesilesiyle dolaştığım dar, tozlu, loş sokak aralarında, kalabalık çarşılarda, gizli geçitlerde, tenha avlularda tanıştığım insanların mırıldayan sesini duyuyorum hâlâ...

Kadim şehir, kuyumcuların parlak vitrinlerinde gördüğüm tespihlerin sade renklerine bürünmüş... Güneş ufukta erirken damarlı akikler gibi kızaran zarif kubbeler, solgun, sarımsı kehribarlara özenen oymalı taşlarla süslenmiş ihtiyar camiler, kiliseler, manastırlar, akşamın çöküşüyle lapis mavisine kesen yumuşak, menekşe yüzlü geniş bir gökyüzü, sıcağın buğusuyla tüterken zebercetler gibi parlayan uçsuz bucaksız ovalar, mücevherlerini vakur bir edayla taşıyan soylu bir kadın misali ışıldayan şehre eşlik eden kristal ay taşları...


Harabeler üzerinde bir köy...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Yumuşak bir battaniyenin altında dizlerimi karnıma çekmiş, havai fişek gibi saçılan kızıl alev toplarını seyrediyorum. Kuru odunların sert kabukları çıtırdayarak yanarken, odanın içine yayılan ılıklığın rehavetiyle göz kapaklarım ağırlaşıyor biraz. Yaş kütüklerin yılan gibi tıslayan ıslak sesini de duyar gibi oluyorum. Ateşin büyülü bir bağımlılık yarattığını düşünüyorum o sırada. Kor halindeki parçalardan biri patlayınca irkiliyorum aniden. Sonra tuhaf bir ürpertiyle elimdeki kalın kitaba daha sıkı sarılıp, yerine sadık bir kedi gibi uzandığım kanepeye daha sağlam yerleşiyorum.

Kitabı Londra’dan getiren arkadaşım bana kalın, mavi bir atkı örüyor. Onu sakinleştiren ahşap şişlerin masum tıkırtısını da dinliyorum. Pek konuşmuyoruz. Duvardaki büyük ekranda, geçen yüzyılın başında İngiltere’de geçen bir aşk hikâyesinin kahramanları dolaşıyor. Arada onlara da bakıyoruz. Huzurlu bir sessizlik var odada. O anda zaman hiç akmasın, hayat fazla kıpırdamasın, hep öyle tasasız kalalım istiyorum. Bu tasavvurun mümkün olabileceğine dair çocuksu bir sevinç ısıtıyor içimi aniden. İdil, “kitaplarımızı alıp kaçalım oralara” diyor. Hiç düşünmeden “olur, kaçalım” diyorum. O anda gerçekten yaşadığım ülkenin insanı içini burkan acılı hakikatinden, vahşetinden, şiddetli uğultusundan uzaklaşmak istiyorum çünkü. Aklıyla vicdanını buluşturabilen makul insanların çoğunlukta olduğu, karanlık ‘yeraltı’ meselelerini hiç değilse görünürde çözebilmiş, sıkıcı ama nispeten daha huzurlu bir ülkede yaşamak fikri cazip geliyor.

RUS RULETİ OYNAYAN YAZAR

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Gür, siyah sakallarının arasında sakladığı eski kelimelerle süslediği hikâyeleri çoğaltarak anlatan eski bir dostu hatırlıyorum bazen. O konuşurken giderek ısınan rakı bardağı elinin doğal bir parçası gibi görünürdü. Bütün hikâye anlatmayı sevenler gibi şakalarını bıkıp usanmadan tekrarlamayı da severdi. Önce kendisi gülerdi sonra biz. Sık sık “beyana itimat esastır” derdi ciddi bir tonla. “Esastır” derdik hep bir ağızdan. Onu artık göremiyoruz ama ne vakit doğruluğundan şüphe ettiğimiz bir durumun içine düşsek birbirimize bakıp “beyana itimat esastır” deyip gülümseriz. Parçalanmış bir ailenin önemli kayıplarından birisine selam gönderir gibi gülerek anıyoruz onun cümlelerini.

Artık bu eğlenceli ‘sloganımız’ beni eskisi gibi mutlu etmiyor nedense. Galiba bu hissiyatım bir rüyadan uyanıp hiç yıpranmayacağı düşünülen dostlukların, ilişkilerin bir gün aniden çatlayıp kırılabileceğini fark etmekle de ilgili biraz. Başkalarına ne ifade eder bilmiyorum ama ‘itimat’ denen o sağlam, kunt kelimenin benim dünyayla kurduğum ilişkide önemli bir yeri var. Onsuz kendimi çıplak hissediyorum. Belki biraz abartıyorum ama güveni yitirdiğim zaman sistemim çöküveriyor, karanlık bir boşluğa düşüyorum sanki. Ve böyle ürkütücü zamanlarda itimat etmeden hayatta kalabilen bir ‘rahatlığı’ hakikaten kıskanıyorum. İsterdim öyle olmak ama o tekinsiz rolleri sürdürebilecek kadar sabırlı değilim; iyiliğimden değil, sıkılıveririm hemen. Geçenlerde arkadaşıma dinlediğim bir hikâyeyle ilgili saf, çocukça sorular soruyordum; “İnsan neden sevmediği halde birisine ısrarla sevdiğini söyler ama yine de sevmiyormuş gibi davranır sence? ” Çok farklı sebeplerle yönü değişebilecek olan bu acayip soruma pek masum olmayan basit ama zeki bir cevap verdi: “Kendi kurallarıyla oynamayı seviyordur. Yenilmekten, kaybetmekten korkanlar bazen öyle yapar.”

İnsan denen varlığın tuhaf çelişkilerinden birisi de kendisiyle ilgili kötülük potansiyelinin pek bilincinde olmaması galiba. Birisine yalan söylerken onu kendince muhtemel bir acıdan korumaya çalışır bazen, sonuçlarını göremez. Ya da sırf başkasını aldatmanın kötücül hazzını yaşamak için kaybetmekten ölesiye korktuğu ‘iktidarını’ korumak için oynar. Tutkuyla, yalanla beslenen çarpık ilişkilerde işler daha çok karışıyor haliyle. Şehvetin kırbaçladığı hazzı elde etmek için savaşırken kurallarını bilmedikleri tehlikeli oyunlara katılanlar öyle kolayına vazgeçemiyorlar ‘kötülüğün’ çekiciliğinden.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Öyle bir yer var mıdır acaba? Olsun isterdim. “Her şeyin bittiği, hiçbir şeyin başlamadığı bir dünyada insanın tabiatla bile mücadele etmek istemediği bir can sıkıntısının hikâyesi...” diye tarif edilen bir aleme aitmişim gibi bezgin ve kendime yabancıyım çünkü. Bu günlerde çok düşündüğü için atmaktan vazgeçen kalbimle birlikte, ruhu da hırpalayan bahar yorgunluğunu sırtlanıp aralarında çelimsiz otların bittiği parke yokuşlardan tırmanırken Saşa gibi hayallerimi kovalıyorum. Hayat yekpare bir rüya misali parçalanmadan geçip gidiyor. Dip uğultusu gibi derinden, sessizce akıyor zaman. Aklını yitirmişçesine telaşla koşturup duran insanlar hakkında onun gibi tahminlerde bulunuyorum. Acı çeken sesini duyurmak için hırıltıyla konuşan ihtiyar bir adama acıyorum durup dururken. Buğulu pencere önlerinde titreyen kumrularla yekvücut olmanın bilinci beni sakinleştiriyor.
Bazen o çelimsiz, yetim çocuk gibi eskimiş bir masaya bakıp, “O da benim gibi biraz lüzumsuz, hiçbir farkımız yok işte” diyecek kadar durgunlaşıyorum. Sonra rüzgârsız bir havada hiç kıpırdamayan dalların gıcırtısını işitip “Demek onlar da sıkılıyor” diyorum ama Saşa gibi bunu söylediğimde büsbütün rahatlayamıyorum. Sadece ağaç olmak istiyorum. Bütün felaketler, mevsim geçişleri, kainatın sonsuzluğunda kaybolan sesler, yeryüzünün kabuğuna kazınan harfler, yerini bulamayan sözcük kalabalığı her şey sıradanlaşıyor. Yine de ılık bir merhamet hissiyle tabiatta görebildiğimiz, hissedebildiğimiz bütün varlıklarla aynı özden oluştuğumuzu düşününce gevşiyorum. Ve en zor zamanlarda aklı kalple yumuşatmayı bilen Andrei Platonov’a her zamanki gibi şükrediyorum.

Medrese avlusunda bir ‘komünist’
Bugünlerde onun mistik diliyle, doğal bilgi hazinesiyle asırlık medreselerin iç avlularında dolaşıyorum. Kitap hastanesinin sorumlusu Hatice Hanım, bana insanın hırpaladığı kitapları nasıl iyileştirdiğini anlatıyor. Sırtları kamburlaştığı için ciltleri bozulmuş, şirazesi dağılmış, rutubetle pamuklaşmış, böcekler tarafından kemirilmiş ya da ölçülemeyen zamanın hırçınlığıyla asitleşmiş tarihî el yazmalarından bahsediyor. Solgun, eprimiş sayfalara çok uzun bir nekahet dönemi geçiren çocuklarına bakan şefkatli anneleri gibi davranıyor. Onu dinlerken kendisini nesnelerin yerine koyabilen Saşa gibi heyecanlıyım yine. O vakit sağlığına kavuşunca ışıldayan kitaplardan biri olmak istiyorum. Ama nedense kendini hissetmemeyi tercih eden Zahar Pavloviç gibi davranıyorum. Hakikatimin sağlam köklerinden uzaklaşıp hemen yanında durduğumuz devasa fıstık çamının kaç yaşında olduğunu soruyorum mesela. “Bilmem, epey yaşlı olmalı en az iki yüz elli” diyor. O ‘hastalarının’ yanına dönünce Platonov’un hiçbir Rus yazarına benzemeyen cümlelerinin tınısıyla başbaşa kalıyorum. Bana makineleri insanlardan çok seven bir mühendisin soğukkanlı sesiyle 1922’de bir yayıncıya yazdığı mektubu okuyor: “Tarlalar, kırlar, annem ve zil sesleri dışında, bir de şunları sevdim ve yaşadıkça daha çok sevmeye devam edeceğim: Lokomotifler, makineler, tiz sesli düdükler ve kan ter içinde kalana dek çalışmak. Her şeyin insan yapımı olduğuna ve hiçbir şeyin kendiliğinden oluşmadığına inanırım; örneğin uzun süre çocukların fabrikada üretildiğine inandım... Yabani otlar ve dilenciler, tarlalarda şarkı söylemek, elektrik, lokomotif ve depremler arasında bir tür akrabalık bağı vardır. Tüm bu şeylerin üzerinde aynı doğum lekesi vardır. Büyümekte olan otların ve buharlı lokomotiflerin mekaniği aynıdır”.

Devamını Oku