Kuzeyden esen soğuk rüzgârlarla donduran sert bir fırtınadan kaçmaya çalışırken gördüm onu. Kozalaklarını boş sokaklara saçmış ihtiyar çamları, tenha sokakları, insansız kahveleri, sahipsiz at arabalarıyla terkedilmiş bir kasaba gibi görünen adanın gölgeli karanlığına girdiğimiz sırada arkadaşım omuzlarımdan sıkıca tutup başımı denize doğru çevirdi. Aniden yüzüm aydınlandı. Epeydir bu kadar güzel bir gökkuşağı görmemiştim. Canı sıkılan Tanrı, sihirli fırçasıyla şehrin sisli tepelerine rüyalarda görülen türden bir resim yapmıştı. Arkadaşının marifetiyle gurur duyan çocuklar gibi sevindik haliyle. Kuru sıkıntımız, o neşeli resmin içinde eriyip yok oldu birden. Yine de merakla karışık biraz buruk bir tat kaldı bende. Gökkuşağını en son ne zaman gördüğümü hatırlamaya çalışırken geçmişin gürültülü kalabalığında kayboldum.
Dönüş yolunda, çay ocağının sıcaklığıyla buğulanan vapurun camına çocuksu işaretler çizerken, yorgun hafızamızın bize neden bu kadar acımasız davrandığını düşünüyordum. ‘Cam yangınları’nın başladığı kızıl saatlerde, çocukluğuma ve sonraki yıllara dair hatırlayama çalıştıklarım, çok kısa süren şimşek çakımları gibi zihnimde belirip hemen yok oluveriyordu. Sözcüklerin, görüntülerin yardımıyla çağırdığım anların ayrıntılarını hatırlamakta zorlanıyordum. Yaşadığımız sırada hiç unutmayacağımızı sandığımız, sesler, kokular, renkler, tatlar, ifadeler, duygular cam kürenin içindeki incecik kar taneleri gibi havada uçuşup duruyordu. Hayat yaşlandıkça daha zor idrak edilen bir masal gibiydi.
Bir leylek gibi...
Bizim mahalledeki caminin geniş avlusu, gazetecilerin ve meşhurların zorunlu akınına uğramadığı zaman etrafını kuşatan kalabalığa, işlek caddeden yükselen trafik gürültüsüne rağmen sakindir. Eğer sabahın henüz lekelenmemiş bir ânında oradan geçerseniz ihtiyar çınarların altında günün başlamasını bekleyen dalgın insanlar görebilirsiniz. O ‘dilsizlere’ eşlik eden kuşlar bile derin bir rüyanın tesirindeymiş gibi sessizdir o saatlerde. Ben günün o taze halini severim. Onlarla aynı hissiyata sahip olduğumu düşünerek nefes almak, geleceği unutan uyurgezerlerin toplu ayinine katılmak gibi geliyor bana. Özlemlerinden, hayallerinden, korkularından uzaklaşmışçasına dünyayı sükûnetle seyre dalıyorlar. Bakışlarında, kendilerini ‘kimsesiz’ bırakacak kadar çok yalnızlığı sevenlerin aldırmazlığı var sanki.
Birkaç gün evvel avluda onlarla biraz oturduktan sonra o mahzun bakışlardan birkaç tanesini itinayla toplayıp cebime koydum. Parkı uzun ve derin bir nehir yatağı gibi ikiye bölen vadinin ucuna kadar yürüdüm. Kalın halatların ucunda sallanan camdan bir topun içine oturunca titremeye başladım. Çocukluğumdan beri hiç geçmeyen yükseklik korkum var benim. Minyatür ağaçları, çocukları, anneleri, köpekleri, seyyar satıcıları yüksekten bir karganın keskin gözleriyle izlerken aklımda tek bir soru vardı; Bu ip aniden kopar ve ben son bir ‘çatırtıyla’ kuru bir ceviz gibi düşüp dağılırsam neler eksik kalır hayatımda. En çok hangisi beni üzer? Evet, biraz tuhafım ama böyle ‘manalı’ soruları bir tek benim aklıma gelmiyor. Malum sonla karşılaşmadan evvel muhtemelen hepimiz eksik kalmaya mahkûm hayatımızın hikâyesini düşlerimizde tamamlamaya çalışıyoruz. Bazen bunun için fazla vaktimizin kalmadığını Tanrı yersiz bir şaka yapar gibi olanca gaddarlığıyla hatırlatıyor. Öyle umutsuz zamanlarda o ‘son’la nasıl, ne zaman karşılaşacağımızı bilememenin kıymetini düşünüp bir süreliğine doğal huzursuzluğumuzu erteliyoruz. Ama yine de hiç beklenmeyen bir anda o kaçınılmaz soruyu sorabiliyoruz; ‘şimdi biterse ne eksik kalır? ’. Böyle bir soruyu sanırım herkes kişisel serüveninin boşluklarında gizlenen arzularla cevaplar. Ve bence hayatı bütünleyen yaşadıklarımızdan ziyade isteklerimizdir. Onlar olmaksızın hayat tamamlanmamış bir resim gibi hep biraz solgun ve eksik kalır çünkü. Ben o gün uçurumun üzerinden geçip giderken arzularımı kışkırtan, çoğaltan insanların yüzlerini gördüm. Kulağıma “korkma, O, sona yaklaştığını ağzından kaçırsa bile geride kalanı zamanını nasıl kullanmak isteyeceğini tam bilmeyeceksin” dediler. Küstah bir aldırmazlıkla omuzlarımı silkip karmaşık düşüncelerle yürümeye devam ettim.
‘Hayalperest olmanın en güzel yanı..’
Ben insan denen karmaşık varlığın bilinçli gevezeliğinden, yüzeyde parlayan çiğ ‘çıplaklığından’ ziyade kırılma anlarını, ruhundaki yarılmaları, hayalinde yaşattığı yasak arzuları gölgeleyen karanlığını, kendisinden bile sakladığı zaaflarını, yakıcı çelişkilerini merak ederim. Sevdiklerinin gerçekte kim olduğunu, kendi iç sesini samimiyetle bilmek isteyen ve hayatın hakikatine dokunmaktan ürkmeyen herkesin biraz benim gibi hissettiğini sanıyorum. Ama böyle hissetmekle, o hissi dile getirmek, sorgulayabilmek arasında derin bir uçurum var ve onun ucundan aşağıya bakmaktan ödümüz kopuyor aslında.
Bir iç dünyamız yokmuş, sanki sadece, görünenden, dile gelenden, miras aldığımız davranış kalıplarından ibaretmişiz gibi o siyah uçurumun üzerindeki tekinsiz asma köprüden geçip, karşı kıyının dikenli çalıları arasında dolaşamıyoruz. Yeryüzünün bu düz, tehlikesiz kıyısında, toplumun koyduğu kurallarla, ölçülerle, ahlaki değerlerle sürdürülen güvenli bir hayatın içinde rahat ediyoruz maalesef. Uğultulu ‘sosyal hayat’ karmaşasının ardında gizlenen ‘öteki hayatları’ merak etmenin tehlikesini içgüdülerimizle sezdiğimiz için kendimize bile soru sormuyoruz çoğu zaman. İnsan kendi aczini kabullenerek hayatını sürdürebilen tuhaf bir yaratık çünkü. “Hayır, ben onlardan birisi değilim” diyen çığırtkanların yüzüne bakın. Bazen en çok korkanların, gizlenenlerin onlar olduğunu görürsünüz.
Malum, geçtiğimiz hafta ‘istifa, komplo, namus, edep, aile, ahlak’ diye bağıran büyük koroyu hep beraber izledik. Onları seyrederken seviyesiz bir aptallığın kocaman adamları ne hale getirdiğini gördüm ve biraz üzüldüm hakikaten. Siyasi liderlerin gücü kötüye kullanmaması gerektiğinden bahseden, gücünü kötüye kullanmakla meşhur bazı yöneticiler, ‘özel hayat’ mefhumunun anlamsızlığından bahsediyordu. Tartışmaları ürpertiyle izlerken o insanları bu kadar nobran ve fütursuz yapanın ne olduğunu düşündüm. İki yüzlülük, siyasi hesaplar, menfaat ilişkileri, iktidar kavgası gibi sıradan kavramlar bu ‘yabancılaşmayı’ izah etmeye yetmez. Daha kesif bir çaresizlik vardı o konuşmalarda. Başkalarını ayıplar gibi yaparken aynada karşılaştıkları kendi görüntülerinden de ürküyorlardı aynı zamanda. Üstelik onların ‘öteki hayatları’ henüz teşhir edilmemişti. Biliyorsunuz değil mi, öfkeyi büyüten en güçlü dürtü korkudur aslında.
Yürek kamaştıran yıldız kaymaları gibi ansızın belirip kaybolan kıvılcımlı sürprizleri kendinden uzaklaştırdığın hayatını sündürmekten yorulmadın mı? Biliyorum sen de pek çoğumuz gibi güvenli anlaşmaların, tehlikesiz konforun, huzurlu bir mutsuzluğun esirisin. Poyrazlı, lodoslu, karayelli hülyaların dindikten sonra kendini de unutup dingin bir umarsızlıkla seyre daldın dünyayı. Ne kalabalıklardaki tenhalığı ne de yalnızlığının mahcubiyetini görebiliyorsun artık. Hislerine inatçı bir deniz hayvanı gibi yapışan kayıtsızlık ruhunu epeydir kemiriyor. Eskiden sokaklarda utanmadan yüksek sesle konuşurdun. Kendinle konuşurken aslında şeftali kokulu kadınlara, zeytin dalı gibi bükülen zarif erkeklere, yatsıdan çıkan kambur ihtiyarlara, dost köpeklere, nadir bulunan mavi çiçeklere, nazlı vapurlara eşlik eden deniz kuşlarına da seslenirdin, hatırlıyor musun? Hem o vakitler insanın belini büken sıradan kötülüklerle, basit ama incelikli zevkleriyle mukabele eden bir garip insanlar yaşardı değil mi?
Hâlâ var onlar. Bildiğin hayattan biraz müsaade almak için biriktirdiğin şu planlı tatil günlerini heybenden çıkar at önce. Boş ver, tavandaki çatlakları, camlardan süzülen damlaları, aynadaki kırışıklıkları da itinayla sayma bu defa. Yabancı sokaklarda, kalabalık meydanlarda, kedilerin topal masa altlarına kıvrılıp uyukladığı kır kahvelerinde, düşünceli kargaların dolaştığı parklarda avareliğin tadını çıkar. Sakın acele etme... Onu daha evvel tanışmamış olman veya hikâyelerini defalarca okuman arasında pek bir fark yok. Her dem taze kalabilen dili, insanı tabiatla birlikte her şeyin üzerinde tutan tavrı her okuyuşunda “ilk sevdaların” diriliğini hissettirecek zaten sana.
Aheste adımlarla yürürken cebinde şıkırdayan bozuk paraların sesine kulak ver. O demir parçalarıyla içini başka şeylerle kolayına dolduramayacağın küçük-dev bir dünya alabilirsin. Hem yeniden doğan Son Kuşlar’ın ve diğerlerinin kapaklarını öyle güzel yapmışlar ki bir görsen... Hele bir de kendini unutup yaşamanın buruk heveslerini hatırlatan ışıltılı hikâyelerin içinden geçebilsen...
Afrika’nın vahşi, ıssız coğrafyasında kaybolmak isteyen arkadaşımın giderken kucağıma bıraktığı demeti seyrediyorum birkaç gündür. Mızrak yapraklarının arasından boynunu eğen tomurcuklar, ürkek bir yürek misali küçücüktü ama onlar da çaresiz zamanın dönüştüren itaatkarlığına boyun eğdi. Çoğalarak kendini teslim eden şakayıkların, incecik orman yağmurlarının toprağı ıslatmasını anımsatan seslerle parkelerin üzerine düşüşünü duyabiliyorum. Bazen eğilip o kadifemsi yaprakları topluyorum birer birer. Avuçlarımı yaralı bir çocuk dizinin pembemsi kan rengine boyayan düğün çiçeklerinin an içindeki mucizevi değişimi bana ‘söz büyücüsünü’ hatırlatıyor. Çalışma odama gidip önce yazdıklarını indiriyorum raflardan. Her biri şakayıklarım gibi katmerli bir hayat saklıyor içinde. Saatlerin soldurduğu toz kokulu sayfalarını çevirdikçe üst üste yığılmış masallarının gerçekliğiyle karşılaşıyorum tekrar. Yıllar sonra eski sevgiliye kavuşmak kadar merhametli ve tutkulu hislerle ürperiyorum. Şimdi burada olsa anneannesinden miras kalan anlatma sezgisi ve yeteneğiyle çiçeklerin kısa süren muazzam değişimine ne zengin hayatlar sığdırırdı, diyorum. Beni duymuş gibi alaycı dudaklarıyla tebessüm edip yanıma oturuyor.
Sonra Yüzyıllık Yanlızlık’taki Auerliano Segundo, sessizce odamıza giriyor. Onu görebiliyorum. Herkes onu meczup sanıyor ama o sadece hayaletleri gerçek insanlara tercih eden bir roman kahramanı. Karşısında eski moda yeleğiyle Melguiades oturuyor. Başını eğip ‘merhaba delikanlı’ diyor. Ona dünyayı anlatıyor ama sökemediği el yazmalarını çevirmeye yanaşmıyor. “Yüz yaşını bulmadan, kimse orada ne yazdığını bilmemeli” diye fısıldıyor. Yazarın yüzüne bakıyorum merakla, “acele etme, romancılık sürprizi sona saklamaktan, olayları ustalıkla birbirine bağlamaktan ibaret değildir. Dört yüzyıllık bir hikâyeyi biriktirdiklerinle, kadim bir kültürden süzülenlerle anlatırken kendini, dilini ve hayatı yeniden keşfedersin. Bütün bunları hakkımdaki en kapsamlı inceleme kitabını hazırlayan bir başka yazar anlattı, onları mutlaka oku” diyor.
Her hikâyenin gerisinde on bin yıl yatar...
Amerikalı edebiyat eleştirmeni Gene H. Bell- Villada Marquez’i edebiyatıyla, hayatıyla, eserleriyle, gazeteciliğiyle, edebî mirasıyla anlamak isteyenler için gerçekten etkileyici bir kitap hazırlamış. Dedikodusu bol, renkli bir biyografi değil belki ama her yazarın geride bırakmak isteyeceği türden bir inceleme olmuş. Türkçe’ye Söz Büyücüsü diye çevrilen kitabın içinde meraklı bir fare gibi dolaşırken Marquez’in 1979’da Kolombiyalı bir gazeteciye verdiği röportajda söylediklerini buldum. Akademik eğitimi önemsemeyen ama sağlam ve köklü bir edebi temeli de reddetmeyen konuşması çok hoşuma gitti: “Edebi kültürü küçümseme, kendiliğinden olana, icat edilene inanma eğilimi var. Aslında edebiyat insanın öğrenmesi gereken bir bilimdir ve yazılan her hikâyenin gerisinde on bin yıl yatar. Edebiyatı öğrenmek için mütevazı ve alçakgönüllü olmalısınız. Sonuçta edebiyatı üniversitede değil, başka yazarları sürekli okuyarak öğrenirsiniz”. Kendisi de onu fena halde kışkırtan serseriliğine rağmen Kafka’yı keşfettikten sonra söylediği gibi yapmış. Dönüşüm’ü okuduktan sonra altı yıl boyunca İncil’den başlayarak günümüze kadar roman sanatında neler yapıldığını idrak etmek için her gün çalışmış. Bu yüzden Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazarken kendini çok mutlu hissediyordu sanırım. Onun rüyasında edebiyatı icat ettiğini söylemesinden daha çarpıcı ne olabilirdi ki?
Bu yazıyı yazarken acı ayazın sesini işitebiliyorum. Çürük pervazları sarsarken kedi yavrusu gibi inleyen rüzgâr, yüzleri hatta bulutları bile ısırıyordur ama onlar umutlu. Yakında bahar gelecekmiş, tabiat yeniden dirilecekmiş, az kalmış, herkes onu bekliyormuş, öyle diyorlar. Her defasında o kaprisli baharı beklemekten yoruldum ben, böyle iyiyim. Mümkünse odamdan hiç çıkmadan düşlerde uzun seyahatlere çıkmak istiyorum. Hem bahar gelecek de ne olacak. Hep aynı tatlı yorgunluk, geçip giden günlerin hüznünü unutan sonsuz bir aldanış...
Yumuşak battaniyemin altına sakladığım kitaplar ve camın arkasından film gibi izlediğim hayatın silik resimleriyle idare ediyorum şimdilik. Aniden sevdiğim bir yazar gelse ziyaretime, diyorum ama kim olduğunu, neden yazdığını büsbütün unutup gelse bana. Zamanı birden açılan katmerli yapraklarıyla eriten rengârenk erengüller getirse. Ben onları vazoya yerleştirirken gizlice ince parmaklarımı seyretse. Sonradan yazmak için değil, beni daha iyi anlamak için...
Sonra küçük kristal kadehlerde ev yapımı ceviz likörü içsek. Damağımız yansa biraz, içkiyle çürüyen cevizin burukluğuyla saç diplerimiz tutuşsa kendiliğinden. Ona çocukluk hikâyelerinden kalan eski dostlardan bahsetsem. Ayaklarımı altıma alıp desem ki, “biliyor musun, bir defasında öyle gürültülü konuşup, öyle içten ve çok gülmüştük ki gecenin sonunda çoraplarımız da seslerimiz, kahkahalarımız, kokularımız gibi divandan aşağı yuvarlanıp birbirine karışmıştı. Olur ya, çocukken başkasının sahip olduklarını kendinin sanırsın, kendini de başkası... Hesaplanmamış masum sevdalara düşmekten olur böyle masum kazalar. Büyüyünce neden hiç karışmaz sanki o çoraplar? En fazla hiç bulamayacağın öbür tekini kaybedersin. Sadece ölçüyü öğrenen aklın karışır.” Ben böyle saçmalayınca yazar yüzüme bakıp bilgiç bir edayla “karışıklık iyidir, başkalarının hayatını yaşamak, onların korkularında, arzularında, hayallerinde soluklanmak iyidir” desin mesela. Sonra uzun uzun susalım, susup mutluluk veren ‘huzursuzluğun’ koyu mırıltısını dinleyelim...
Sandıktan çıkan otuz bin sayfa...
Tavandaki çatlakları seyrederken hayallerle epey oyalandım ama haliyle bu tuhaf davete icabet eden kimse olmadı. Kalabalıklardan ölesiye sıkılan melankolik Pessoa’yı çağırdım ben de. İhmal etmişim onu çoktandır. Halbuki bir ara başucumda uyuyordu kendini hep başarısız ve mutsuz hisseden o münzevi. Fötr şapkası, küçük yuvarlak gözlükleri, papyonu, ince bıyıkları ve dudaklarına yapıştırdığı sigarasıyla Lizbon sokaklarındaki taş parkelerde yalnızlığının sesini duyarak yürümeyi seven bir yazarı hatırlamak titrek ruhumu ısıttı. Sandığına sakladığı otuz bine yakın el yazmasıyla öldükten sonra keşfedilen şairin Bernardo Soares ismiyle yazdığı Huzursuzluğun Kitabı’nı rastgele bir yerinden açıp okumaya başladım tekrar: “Bazı metaforlar, sokaklarda yürüyen insanlardan daha gerçektir. Kimi kitapların kıvrımlarında saklanan tasvirler, nice erkeklerden, nice kadınlardan daha berrak hayatlar sürerler. Bazı edebî cümleler insanlar gibi birer kişiliğe sahiptir.”
Savaşın telafisi mümkün olmayan yıkımlara neden olduğu vahşetten daha ahlaksız bir tavır varsa o da insanları sürekli baskı altında tutan savaş tedirginliğini yaratan alçak zihniyettir. Zehrini saklayan bitkiler gibi dokunduğu bütün varlıkların hücrelerine nüfuz eder. İnsan öylesine anlamsız bir dönüşüm yaşar ki, zaman içinde bedenini, hislerini kemiren savaşın kendisini sinsice tüketmesini seyre dalar.
Dünyanın kısa ve basit tarihi, insanlığın farklı sebeplerle barıştan ziyade savaşın yanında durduğunu söyler bize. Asırlardır, tarihçiler, filozoflar, yazarlar, ozanlar insanı her manada yoksullaştıran bu “canavar” üzerine konuştu, anlattı, yazdı, ağıtlar yaktı. Hemen herkesin yaşadığı çağda tanık olduğu, olmasa bile sezgileriyle içselleştirdiği savaşın bir de görünmeyen veçhesi var. Beni endişelendiren, acıtan daha ziyade o puslu yüzü aslında.
Bazı yazarlar savaşı, tanık olduklarını birebir anlatır, bazıları da edebiyatın diline tercüme etmek için hadiseleri biraz renklendirir. Juilen Gracq, bu anlamda rahatlıkla tasnif edilemeyecek bir yazardır. Uzun ve ayrıntılı tasvirleri, sonu görünmeyen berrak dereler misali akan şıkırtılı cümleleri, benzersiz bir okuma hazzı vadeden şiirsel diliyle olup biteni değil, savaşın insanı usulca çürüten yanını gösterir okura. Epey zahmetlidir onu okumak, romanlarının zamanın oburluğuna yenilen tatminsiz bir çılgınlıkla tüketilmesine izin vermez çünkü. Kısacık bir ânın içinde genişleyen yüreğin ürkek atışlarını, fırtınayı bekleyen bir hayvanın yüz ifadesini, savaşın kıyısındaki bir askerin hayatın önünde diz çöküşünü anlatmak için seçtiği sözcüklerin uyumunu hisseden okur, o iklimden kolayına uzaklaşamaz. Savaşı estetize etmez Gracq. O, geçtiğimiz yüzyılda hiçbir yazarın cesaret edemediği mesafeli bir özenle edebiyatını ölümsüz kıldı. Üstelik samimi huysuzluğundan, has edebiyatı zenginleştiren ölçülerden, dilden hiç ödün vermeden gerçekleştirdi bu “sessiz devrimi”.
Hayat istemeden, bazen taammüden gidenlerin bıraktığı yokluğun üzerine kurulmaya mahkûm olduğunda, kunt bir ağacın yarılmasını anımsatan sesi işitirsin. Ve o çatlamayı bir daha hiç unutmazsın.
Bu dünyadaki her şeyin ondan kalanlarla ilişkilidir artık. Kurumuş sonbahar güllerine, seher vakti menevişlenen bulutlara, miskin denize bakıp artık olmayan birine sayıklarsın. Açık kalan pencerelerden içeri sızıp saçlarına konan ak bir kuştüyünü, eve yeni geleni kıskandığı için küsen mandalina ağacının tek mahcup meyvesini, rahim, tohum ve toprak arasındaki sağlam ilişkiyi, arzulamanın en sade halini sadece ona anlatmak istediğini bilirsin. Yokluğun neden olduğu ‘büyük boşluk’ bazen böylesine saf ve çaresizdir. Şu yaşadığımız modern ve vahşi dünyanın tekinsiz çukurunda ‘onu’ neden ve nasıl kaybedeceğini de bilemezsin. Bir bomba, hedefini şaşırmış bir kurşun, ihmal edilmiş bir uyarı ya da zamanı, hatıraları, geleceği aniden paramparça eden bir öfke kıvılcımı...
Onları düşünüyorum bugünlerde. Tanrı’nın çağrısını beklemeden ölü taklidi yapanları. İnsanları O’nu kullanarak ölüme davet eden ‘savaş çığırtkanlarını’, ‘haysiyet’ sayıklamalarını utanmadan dilini bilmedikleri ölü bedenlerin üzerine kusanları, kanla lekelenen hafızalarını kireç taşıyla gömenleri. Acılarını kaybettikleri yerde aramayı unutmuşlar sanki.
Birkaç gün evvel Orhan Miroğlu’nun yeni kitabı için biraraya geldiğimiz restoranda “yıldız yağmuru” gecesini seyretmek için balkona çıktım. Şehir ansızın kaybolmuştu. Beceriksiz bir sihirbaz, yanlışlıkla Boğaz’ı, serseri vapurları, yıldızları, evlerin cılız ışıklarını, zarif minareleri, çatılarda durup dünyayı seyre dalan martıları, havada döne döne dolaşan sarhoş sayıklamalarını, her şeyi ama her şeyi yok etmişti sanki. Eski zamanlardaki gibi düet yapan sis ve vapur düdükleri de işitilmiyordu. Bir çocukluk anısı kadar tanıdık olan manzarayı yumuşak bir yorgan gibi örten sislerin ortasında öylece kalınca muazzam bir yalnızlık hissiyle ürperdim.
Nefes aldıkça kızgın kedi sesi çıkaran ciğerlerime rağmen oturup bir sigara yaktım. Bilmiyorum, belki o masalsı atmosferin çekiciliğine kapıldığımdan hayalet gibi yüzler belirdi sis bulutunun içinde. Her manada çok yakınımda olduğu halde ulaşamadığım “yabancı” insan yüzleri. İyi tanıdığımı sandığım ama düşününce iç dünyalarına nüfuz edemediğim dostlar. Sessizliğin çıtırtısıyla yırtılıveren, dalgın, esrik, kederli bakışların kimselerin göremediği karanlık kuyunun dibine doğru usul usul damladığı bir an... Kesif bir korkuyla birleşerek muhayyileyi kışkırtan hayaller... Bir de kış ortasında balkondan aşağıya sarkan şımarık, kırmızı sardunyalar... Puslu bir resmin içinde durmuş “sırlarımızın” ne kadar kıymetli olduğunu düşünüyordum. Bizi biz yapan, karakterimizi oluşturan özellikler sevdiklerimize itiraf edemediklerimizde gizliydi ama nedense onları itinayla saklamaya çalışıyor ve bu yüzden çoğu kez birbirimizi fena halde hırpalıyorduk. Loş odalarda sakladığımız hakiki benliklerimizi en çıplak haliyle gösterdiğimiz vakit sevdiklerimizi kaybetmekten korkuyor, gösteremediğimizde de “samimiyetsizlikle” itham ediliyor, bazen gerçekten de öyle davranıyorduk.
Yazar nihayetinde okunmak ister!
Beyaz tabutumsu tüpün içinde ormanda kaybolmuş bir ceylan gibi titreyerek odanın soğukluğuna hiç yakışmayan görüntüler arasında dolaşıyorum. Kemiklerimi, iç organlarımın çıplak fotoğrafını çeken becerikli doktorların ruhun yaralı, karmaşık, anlaşılamaz haritasını çıkarmak hususundaki acizliği beni ilk defa sevindiriyor. Korkunç gürültüler eşliğinde gözlerimi kapatıp onlardan uzaklaşıyorum. Polis sireniyle makineli tüfek sesleri arasındaki kısa sessizliklerde, ‘Arzunun Karanlık Nesnesi’nden sahnelerle oyalanıp, meteliksiz bir yazarın erotik maceralarının anlatıldığı ‘Clichy’de Sessiz Günler’e geçmem, oradan puslu hatıralara dönmem boşuna değil. Boynunu acıdan fazla kıpırdatamayan, eli sargılı bir zavallıya getirilen filmler alay eder gibi böyle ‘müstehcen’ olunca gözlerini kapatıp çıktığın mecburi yolculuğun seyri de, zamanı da böyle saçma oluyor haliyle.
Yıldız kayması gibi kısacık bir süre içinde değişen düşünce parçacıklarının kaynağı aynı ama aralarında hiçbir benzerlik yok aslında. Aralarına dönmek için ne kadar vaktimin kaldığını mikrofonla kulağıma fısıldayan adamın başkalarına hangi tonla bunu yaptığını ve insanların içini seyrederken gerçekte ne düşündüğünü hayal ediyorum o sırada. Bunu bilebilmenin imkânsızlığı, gerginliği beni başka anlara taşıyor. Sadece bedenleriyle değil ruhlarıyla da birbirlerinin içinde kaybolabilen iki insanın o ‘ilk kıvılcımlı anda’ hissettiği şiirsel uyumu tasvir ediyorum zihin defterime; Önce hiç acele etmeden dibindeki yosunlu taşları gösteren kıpırdak bir nehrin içinde sarılıp vücutlarının dip akıntılarını dinliyorlar. Sonra onları huzursuz eden ‘öteki hayaletlerden’ uzaklaşıp ritmi bozulan soluklarına teslim olurken hiç kimsenin bilmediği, konuşmadığı yepyeni bir dille tanışıyorlar. Biraz kılçıklı, hırıltılı, merhameti şiddetinin altında ezilen, buruk ve şefkatli bir dil. Artık daha evvel kimsenin ayak basmadığı o pırıltılı gezegenin üstündeler. Bilmedikleri bir coğrafyada sezgileriyle, şehvetten beslenen dürtüleriyle, korkularıyla, taze heyecanlarıyla tepeleri, gölleri, derin çukurları, okyanusları, sarp kayaları, dikenli bitkileri keşfediyorlar. Hazzın sonsuzluğa karıştığı en uç noktadan eğilip derin vadiye bakmaya fena halde korkuyorlar. Oradaki anlamsız boşluğa başkalarıyla defalarca yuvarlandılar çünkü. O sihirli ânın ismini hediye ettikleri yıldızlara sıkıca tutunurken usulca gevşiyorlar. Avuçlarından kayıp giden zamanla berrak görüntüler menevişleniyor. Kocaman bir hiçlikte kayboluyorlar...
Beni uyandıran seslerle birlikte ‘uzaylılar’ da uyanıyor haliyle. Artık gündelik hayatta arzularını maskelemek zorunda kalan ‘dünyalıların’ arasındayım. Genç doktorlardan birisi “Giyinebilirsiniz, geçmiş olsun. Dikkat edin başınız dönebilir’ diyor. Beni hapsettikleri mağaranın içinde neler gördüğümden haberi yok. Uysal, masum bir kadın gibi gülümsüyorum ona. “Haklısınız, biraz dönüyor” diyorum kibarca. Sonra deniz kenarındaki bir banka doğru yürüyüp organlarımın fotoğraflarını beklerken bu yazı için çantama attığım kitapları karıştırıyorum.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!