A. Esra Yalazan Şiirleri - Şair A. Esra ...

A. Esra Yalazan

Kitabın içine kurşun kalemle Ekim 96 yazmışım. İşaretli sayfalarını çevirirken iki soru vardı aklımda. Fuentes’in sadece iki ay birlikte olduğu oyuncu Jean Seberg hakkında roman yazması daha genç olduğum yıllarda beni neden o kadar rahatsız etmişti. Ve aradan geçen onca yıl sonra ne oldu da fikrimi değiştirdim. Diana’nın tanıdık yazar bencilliğinin izlerini fazlasıyla taşıyan bir kitap olmasının ötesinde, sadece dedikodu boyutuyla değil, edebi ölçülerle de en çok hatırlanan Fuentes romanlarından birisi olacağını düşünüyorum doğrusu.

Ben insanın ‘sırların’ esrarlı perdesine ihtiyaç duyduğunu ve bazen onları hikâye ederek paylaşmasının varlık sebebini daha çekici ve anlaşılır kıldığına inanıyorum. Zaten yaşantının saf hali kendi kabuğunda öylece kalamaz. Başınızdan geçen bir olayı basit bir dille aktarırken bile ânı hikâyeleştirdiğiniz anda o kendi hakikatinden sıyrılıp başka bir kimliğe bürünür. O artık sizin bildiğinizi sandığınız ‘o an’ değildir. Gerçekliğin ‘saf büyüsü’ bozulmuştur. Samimi duygularla hayatlarının kaydını tutanlar bilir. İnsanın yazı vasıtasıyla kendisi hakkındaki gerçeklerle, sorularla, sırlarla, korkularla, çatışmalarla, boşluklarla yüzleşme serüveni sonsuz bir keşiftir. Yazı dünyasının derinlerine inebildiğimiz ölçüde duyguları ifade edebilme özgürlüğümüz genişler. Ancak karakterimizi oluşturan hikâyeleri anlatmayı, yazmayı öğrendiğimizde geçmişimizle, geleceğimizle güçlü bir bağ kurabiliyoruz çünkü. Dolayısıyla iyi anlatılamamış hikâye, biraz da kayıp bir hayattır bence.


‘Bende sevme yeteneği yoktu’

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Bugünlerde tabiatın sesiyle konuşan ‘dilsiz’ hayvanlar gibi tuhaf sesler çıkarıyorum. Evde kendi kendime çıkardığım sesler bazen bana bile ürkütücü geliyor. Mızmızlanıyorum. Ortada makul bir sebep yokken, her an ağlama numarası yapmaya hazırlanan şımarık bir çocuk gibi sızlanıp duruyorum. Belki de sadece zamanın ebedi genişliğine itaat etmek istemeyen basit bir içgüdünün hırçın direnişi kanat çırpıyor içerde bir yerlerde: Vakit varken huzur yok, huzur varken vakit. O tanıdık hikâye işte...

Çalışma odamdaki yumuşak, kırmızı kadife kanepenin üzerine uzanıp tekrar okumak istediğim kitaplarla, sırada bekleyen yenileri heyecanla, şefkatle karıştırmayalı çok olmuş. Uzaklardan gelip bir an evvel sevgilisiyle kucaklaşmayı bekleyen âşıklar gibi görünüyorlar. Ama nedense günlerdir hiçbirine dokunmak istemiyorum. Çello konçertolarını dinlerken, tanımadığımız halde hakkında hikâyeler uydurduğumuz insanlar gibi seyrediyorum onları. Geçerken hafifçe sırtlarını okşuyorum bazen. Kahramanlarını, duygularını, düşüncelerini hatırlamaya çalışıyorum.

Halbuki ne çok severim ‘hayaletlerimle’ konuşmayı, dertleşmeyi. Gizlice koyunlarına girip, bağırlarına sadece benim anlayabileceğim mahrem işaretler bırakmayı... Onları gelecekteki hayatlarına, benden sonra sahiplenecek olanlara merhametle hazırlamayı...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Gidecek hiç bir yerim, yazacak tek bir cümlem kalmamış gibi mi durdum, hatırlamıyorum. Durdukça içime doğru açılan koridorlara başımı uzatıp uğultulu kar sessizliğini dinledim. Ne kadar sürdüğünü bilmediğim suskunluğumun derinliğini konuşmaya başlayınca gördüm. Evin sükûnetine inat şımarık çocuklar gibi ters dönen gevşek ev çoraplarımla çatlak ahşabın üzerinde salınırken, canlı meşelerin yaralı hayvan gibi inleyen seslerini işittim. Fırtınada Boğaz’ın zümrüt yeşili sularından kaçıp penceremin önüne sığınan deniz kuşlarının gerçekle hayal arasındaki sınırları silen hikâyelerini dinledim sonra. Akşamüstleri inci pembesine dönen gök kubbenin yumuşaklığına kalple dokunmak aklı büsbütün unutturdu. Hafızam da fırtınayla savrulan kopuk kuş tüylerine karışarak uçup gitti sanki.

Meleklerin ipeksi sicimlerle dans ettirdiği kar tanelerine, sonsuza dek tango çalan radyonun asi sesi eşlik etti günlerce. Kederinin tortusu dibine çökmüş o buruk ezgiler mi yoksa Tanrı’nın kâinatı masumiyetin beyazına büründürmesi mi beni hayatın katı gerçekliğinden uzaklaştırdı tam bilmiyorum. Mucizesini arayan bir seyyah misali başkalarının düşlerinde kaybolmayı istedim sadece. Böyle zamanlarda koskoca insanlar bile kartoplarıyla yuvarlanan iyimser telaşlarıyla Andersen’in masallarındaki cüceler gibi zıplamak ister. İstemezler mi yoksa? Bembeyaz çıtırdayan kristal tozlu sokaklarda, kuşların bacaklarını açmış çöp adama benzeyen minik adım izlerini takip ettiklerinde şiirin kuytusuna sığınmazlar mı? Gün ortasında eski bir sevgiliyi hatırlatmak ister gibi burun sızlatan mısralarla dertleşmek, kış nergislerinin odayı dolduran rayihasıyla gevşemek insana kendini, bu dünyanın fenalığını unutturamazsa başka ne unutturabilir ki?


“Sevdiğim adamın kim olduğunu açıklama”

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Dalgın ineklerin bostanlarda boyunlarını dünyanın bütün sıkıntılarını mağrur bir edayla kabullenir gibi eğişlerini, çanlarıyla tabiatın senfonisine eşlik etmelerini izlerken basit, lüzumsuz bilgiden azade bir hayatın özlemini duydum. İçini bir türlü arzuladığımız gibi dolduramadığımız o efsunlu kelime ‘mutluluk’ topraktan fışkıran sıradan bir bitki ismi gibi tınladı. “Öyle bir şey yok ki, mutlu olma ihtimalini biz uyduruyoruz” diye seslendim başımda dönüp duran ak kelebeğe. Sadece bu an, hayalini kurduğumuz o an, içinden geçerken farkına varamadığımız için ancak sonrasında ürpererek hissedebildiğimiz ‘geçmişe acımasızca bıraktığımız öksüz bir an’ var. Mutluluğa müphem bir vakitte kavuşacağımızı müjdeleyen duygu kıpırtıları var. O kıpırtıların, kumlara yayılıp geri çekilirken iç çeken yaşlı bir kadın misali konuşan sesleri var. Ama o kelimenin de diğerleri gibi somut bir karşılığı yok!
İnsan, sonradan edinilmiş bilgiyi her daim, insanın, kendisinin iyiliği, güzelliği, menfaati için doğru kullanabilen bir varlık değil çünkü. Ali’yle günlerdir otantik bilgi ve benlik arasındaki ilişkiyi sorgularken tabiatın hayatın dertlerine şifa olan mırıltılarını dinliyoruz. Mavi kanatlı ala karganın badem ağacının dibinde sekerek yemiş toplamasını, kara kedilerin birbirilerine sürtünerek ‘özgür aşk’ yaşamasını, on üç yaşındaki minik kaplumbağanın kendini korumak için muhteşem bir sanat eseri olan kabuğunun altına gizlenmesini izlerken hep aynı hisle ürperiyorum. Biz modern hayatın kurbanları, tabiatın merhametli koynunda yaşamayı reddettiğimiz, onu tahrip ederek yaşamayı seçtiğimiz için sıklıkla unutuyoruz; oysa hayatın bir iç dengesi, tutarlılığı, kendini sağaltabilen bir iklimi de var. İyi ki ve maalesef düşünüyor, öğreniyor, tecrübe ediyor, acı çekiyor ve genellikle başımıza gelen her şeyi bir sonraki ‘mutsuzluğa’ kadar unutuyoruz. Sürekli hatırlayarak yaşamaya dayanamayacağımızı da sezgilerimiz bizden daha iyi biliyor muhtemelen.
Bu yazıyı yazdığım ânın içinde, rüzgârın uzaklardan taşıdığı çocuk çığlıkları işitiliyor. Durgun denizde üç dört kez sekip suya gömülen taşların sevinci kadar geçici olduklarını biliyorum. Büyüdükçe onlar da hayatın tanıştırdığı korkularla, kaygılarla, daha fazla ‘bilmenin’ tekinsizliğiyle bozulmamış hallerini unutacaklar. Parçalanıp ezilen duyguların bir daha asla ‘bütün’ olamayacağını, sevmenin, sevememenin ıstırabından doğan eksikliği her daim bir madalyon gibi taşıyacaklarını henüz öğrenmediler.
Geceleri uyumadan evvel toprağa sarkan saçlarını savuran okaliptüs ağaçlarının hışırtısına karışan geveze çekirge sürüsünü dinliyorum. Koro hep beraber, büyük bir tragedyayı sahneler gibi insanın insana, ama en çok da kendisine tecrübelerin ağırlığıyla ettiğini anlatıyor sanki.
Bilmiyorum, belki her defasında beni acayip hikâyeleriyle dağıtan Bernhard Schlink’in hikâyelerini okuduğum için böyle hissediyorumdur. O bir dil cambazı değil ama insanın içine gömmek zorunda kaldığı duygu katmanlarının arasına sıkışan duygu parçacıklarını titiz bir arkeolog gibi keşfedip gün ışığına çıkarıyor. Zekice kurgulandığı için sonradan incecik bir jilet kesiği gibi acısını hissettiren hikâyeler yazıyor Schlink. İnsan ilişkilerini bir hukukçu gibi (aslen yargıç) aklın ve bilginin sağlam çerçevesine oturtup, insanın tedavi edilemez zaaflarını, güvensizliğini soğukkanlı bir üslupla anlatarak sarsmaktan hoşlanan bir yazar.
Geçmişin sigara yanığı gibi buruşuk izler bırakan hatıralarını, onların neden olduğu gelecek endişesini, hayatı tökezleten yalanlarını, gereksiz itirafları, gerçeklik algısının olaylar karşısındaki kırılganlığını cevabı olmayan sorular etrafında şekillendiriyor. Gerçekten arzuladığımız bir ömrün hayaliyle mi yaşıyoruz yoksa bize hükmeden, ‘kurguladığımız’ hayat hikayelerinden mi ibaret? Esas itibarıyla kendine ve okuruna bunu soruyor bence.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Bazen ne yapsanız olmaz. Sevmezler, istemezler, beceremezler. Bu onların sevme yeteneğinin arzulandığı gibi gelişmemiş olmasından mıdır, belki... Olsun, sebebi pek önemli değildir. Tam da o anda, hayatınızın geri kalanını kurak, bakımsız bir bahçeye çevirecek o derin kırılma ânında kendinize sorduğunuz mantıklı soruların cevabı da yoktur. Kaderin, ahengiyle mesut bir hayatı kendisinden esirgediğine bir kez kanan o “kayıp ruh” kolayına iyileşmez. Yeryüzünde milyarlarca insan, o iyimser uyumdan payına düşeni almak için mücadele ederken, öteki neden sadece o adam, o kadın olmadan yaşayamayacağını düşünür? Daha da fenası buna içtenlikle inanır. Onun isteklerinin hepsini yerine getirse de bu fedakârlığın ona yetmeyeceğini bilir. Prizmadan defalarca kırılarak geçen o “beyaz umut” yerini gerçekliğin melankolik renklerine bırakır. Onu mutlu edecek sırra vâkıf olmak için güçlü, akıllı, erdemli, çekici, dürüst, güzel olmanın yetersiz olmadığını görüp yüzleşmeye cesareti varsa eğer, kendinden büsbütün vazgeçebilir. O koyu sevgisizliğe makul gerekçeler arayıp bulamamanın zehriyle yaralanan biri, aynaya baktığında artık kendi yüzü yerine “onun” anlaşılmaz ifadesiyle karşılaşır. Sevilmeyi unutan ruh, içindeki kesiğin zamansız sızısıyla sevmeyi de unutur. Sıkıca tutunduğu kaderini çağırır, bilmeden şekillendirir. Keşke karakterimizin buyurganlığına meydan okuyabilecek gücümüz olsaydı.

Korkarım esas ceza o vakit başlıyor. Tahayyül edilen benlikle, hakiki benlik arasındaki derin uçurum, umutsuz bir sevgi arayışı, insanı olabileceği gerçek kişiliğe yaklaşmaktan da alıkoyuyor. İnsanı ölmeden çürümeye mahkûm eden korkunç bir döngü bu aslında. Aşkın, tutkunun, ölesiye sevmenin bedelini böylesine bir cezayla ödemeye hazır olanların içine düştüğü o dipsiz kuyunun başında durup aşağıya korkusuzca bakmayı seviyorum ben. Edebiyatın insanın loş ve gölgeli yanına ışık tutan, Ay’ın karanlık yüzünü aydınlatan sihirli gücünü de bu yüzden önemsiyorum. Yazarlar, asırlardır bu “hastalığı”, şiirin, yazı sanatının diline tercüme ederek insanlığa unutulmaz eserler bıraktılar.


Çok sevmeyi düşlemek...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Bir topun peşinde koşturan acayipleri ve onlara takılıp kalmış kalabalığı izlerken tuttuğum takımın kazanması halinde hayatımın değişeceğini düşünüyordum. Bu aptal oyunlar da benim eğlenceli takıntılarımdan biri. Bir ara yenileceğimizden korkunca edepsiz kapitalistlerin ‘morgda yatan genç’ resmiyle süsledikleri pakete uzanıp bir sigara yaktım. Birbirlerini taammüden tekmeledikten sonra kendilerini yerlere atıp ‘artistik’ hareketlerle debelenen futbolculara gülerken gözümün önünden şiddetli sahneler geçiyordu. Bir kalaşnikofla önce sigara patronlarını tarıyordum. Hazır başlamışken insani ilişkiler kurmaktan aciz hastalıklı arkadaşlarla devam edeyim, dedim. Tam bu ‘dâhiyane’ planlarla kanlı hülyalara dalmak üzereyken dünyanın en güzel gözlü kedisi Recai kucağıma yatıp beyaz tüylü yanağını okşatmaya karar verince haliyle gündem değişti.

Maç, gece ve sigaralar bitmek bilmiyordu. Biraz ürkerek gerçekten cesaret gerektiren bir girişkenlikle dünya kupası izleyen erkeklere iz bırakan ‘takıntılı roman kahramanlarını’ sordum. Neyse ki edebiyat da seviyorlar, şuursuzluğumu mazur gördüler. Birisi gözünü televizyondan ayırmadan ciddi bir ses tonuyla Boris Vian’ın Yürek Söken’indeki anne karakterini hatırlattı. Bir başkası kaçan gol bir fırsatından sonra yırtıcı bir baykuş çığlığıyla çaydanlık hırıltısına benzer garip sesler çıkardıktan sonra sakinleşip muhteşem bir intikam hikâyesi olan Canistan’daki Selim’den bahsetti. Sonra yine herkes kendi takıntılarının ve hayallerinin dip akıntısında usulca kayboldu.


O meşum liste....

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Onu gördüğümde cılız kollarıyla sarıldığı akordeonun körüğünden çıkan hava akımıyla kanatlanıp göğe yükseliyordu sanki. Öylesine meleksi, yumuşak, hafifliğini kendiliğinden belli eden bir ifadeyle epeydir karşılaşmamıştım. Güneşin altında başaklar misali ışıldayan saçları, bembeyaz dişleri ve yüzünü neşeli bir papatya tarhı gibi gösteren çilli yanaklarıyla kalabalık caddenin köşesinde öylece duruyordu. Yanındaki bebek arabasını birkaç adım sonra fark ettim ve nedense bunun bir davet olduğunu hissedip yanına gittim. Konuşmadık. O körükten yükselen deniz buğulu melodi son notasına kadar havada eridi. Önümüzden geçenlere bakıyorduk ama kimse bizi fark etmiyordu. Yaşamıyorduk, hiç var olmamıştık. Öylesine kesif bir yabancılaşma... Oğlu çıldırtıcı korna seslerine, kalabalığın uğultusuna ve lodosla savrulan toz bulutuna inat derin bir uykuya dalmıştı.

Karşı kaldırımda biriken insanlar tabutu omuzlayarak cenaze arabasına yerleştirdi. Caminin yanındaki çiçekçi bir kadınla pazarlık yapıyordu. Suya koyduğunda gevşeyip kendisi gibi katmerlenecek pembe erengülleri gönülden istediği o kadar belliydi ki... Baharın kalp çarpıntısı çapkın gülümsemesine yansımıştı. Mağazadan çıkan siyah gözlüklü bir kadın zarif bileklerini daha da güzel gösteren ayakkabılarının kirlenmemesine özen göstererek elindeki paketleri şoförüne verip arka koltuğa yerleşti. Köşedeki kafenin önünde eski bir paspas gibi yayılıp burnundaki sineğe bakan iri köpeğin umurunda değildi dünyanın bu yorgun kıpırtısı. Yalnız bir kumru rengârenk çuha çiçeklerinin güvenli saksısına yerleşiverdi. Küçük, sıradan sahnelerin de pekâlâ sarsıcı olabildiğini söyleyen bir film karesine yanlışlıkla girmiş gibi tedirgindik. Aceleci hayatlar mütemadiyen birbirine teğet geçiyordu. Kimse kimseyi fark etmiyordu... O anda haftalardır yatağımın tam karşısındaki rafta duran kitabın kapağındaki Virgina Woolf’un soluk silueti belirdi. Bulutlar umudunu kaybetmiş bir kadının yüzü gibi aniden karardı ve sonunda hiddetle içini boşalttı. Kalabalık dağılmaya başlayınca içimde bir çıtırtı duydum. Hemen eve dönüp yıllar sonra yeniden Mrs. Dalloway’i okumak istedim.


“Romanlarıma inanç duymadım”

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Adanın en yüksek tepesindeki kilisenin avlusundan küçük adacıklar gibi görünen yorgun şileplere bakarken bir an için orada olmadığımız hissiyle içim kamaştı. Onlar biz değildik. Hayal etmeyi seven ‘yaratıcının’ zihni büsbütün karışmıştı. Ne yapacağını bilemediği için güzel bir adaya göndermişti bizi ama geleceğimizi tasavvur edemiyordu. Belki de hazin sonumuzu görmekten korkuyordu. Geleceğimiz geçmişimizin içinde eriyip yok olmuştu. Kıpırtısız bir sessizlik tabiatı örtünce varoluşun çekirdeği kırıldı sanki. Hayatın sıkı yumağı çözülüverdi; rüzgâr küstü, kuşlar uçmayı unuttu. Orman sustu. Hayalle gerçeğin birbirine karıştığı görüntüler arasına sıkışan tutsak bedenlerimiz, dünya kadar ihtiyar olan ruhlarımızın gösterişli elbiseleri gibiydi.

Biraz sonra boşalacak kederli bulutların ağırlığıyla kabaran koyu denize bakarken varlığımızın hakikatinden neden şüphe ettiğimi düşündüm. O ânın mistik durgunluğunu benimle birlikte yaşayanlar, herhalde böyle acayip sorular sormuyorlardı kendilerine. Eğer Unamuno’nun yıllar evvel okuduğum bir romanıyla tesadüfen karşılaşmamış olsaydım, bu donuk resmin içindeki kırılgan ânı ben de böyle tarif etmeyecektim muhtemelen.


At olmak isterdim...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Ben O’nun otoritesine koşulsuz boyun eğen hakiki çocuklarından birisi olmadım hiç. Belki O’nunla konuşurken nasıl bir dil kullanacağımı da pek bilemediğimden babasının varlığından değil de kızdığında gazabından korkan bir çocuk gibi hep biraz ürktüm O’ndan... Duymasın ama bazen O’nun bizden daha ‘insani’ bir yaşam sürdüğünü düşünüyorum, dolayısıyla o benim için sadece yeri, göğü, kâinatı ve bizleri yaratan değil. Belki içinde biraz saflık da barındıran küstah bir düşünme biçimi ama eğer O gerçekten varsa bence ‘eşitiz’; tek bir farkla, O bizim ‘sonsuzluk’ tasavvurumuza zaman çemberini kırabilmenin gücüyle meydan okuyor... O’nu yeterince sevmediğimizde küsebilen kırılgan bir çocuk, günah işlediğimizde cezalandıran kibirli bir öğretmen, acı çektiğimizde üzülen bir anne, korktuğunda çocuğunu terk eden bencil bir baba, içimizdeki kötülüğü çıkarmaya muktedir bir zalim, başkasına teslimiyetimizi hissettiğinde kıskanç bir sevgili hatta bazen adalet duygusunu yitirmiş acımasız bir düşman gibi davranan, yarı insan görünümünde çok tuhaf bir varlık olduğuna inanıyorum.

O’nu böyle yaşamsal refleksleriyle somutlaştırarak hayal etmek hoşuma gidiyor. Tam da bu yüzden pek anlaşamıyoruz. Ben O’nun var olma ihtimalini seviyorum, bu şüpheci bakışım sebebiyle biraz mesafeli bir ilişkimiz var. Önemli değil, O benim içgüdüsel tepkilerimi daha ilk nefes alışımda hissetti ve birbirimizi böyle kabullendik. Belki hayatımı büsbütün doldurmuyor, sevgisi sarhoş etmiyor, her şeye kadir olduğu inancıyla kendimden vazgeçmiyorum ama O’nun teselli veren merhametini, iyiliğini, yaratıcılığının ihtişamını kalp gözüyle baktığım her yerde görebiliyor, evrenin tılsımlı sesleri sayesinde O’nu işitebiliyorum.


Sanat, bir dua etme biçimi...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Olgunlaşmamış sevginin nedenlerini sorgulamak benliğimizi, zihnimizi, duygu sistemimizi yıpratır. Bu yüzden ne kendimizi ne de ‘onları’ o tehlikeli sorularla baş başa bırakabiliriz. Sevdiklerimizden ya da sever gibi yaptıklarımızdan ihtimamla sakladığımız cevaplar eksik, abartılı hatta çoğu zaman yanlış olsa da kıymetlidir, bize yol boyu eşlik eden ‘büyük boşluğa’ rağmen umut vaat eden bir geleceğin zayıf halkalarına tutunmamıza yardımcı olur. Neden artık onsuz yaşayamayacağımızı ya da onun güçlü sevgisine rağmen boğulup nefes alamadığımızı aynadaki yansımamıza sorduğumuzda karşılaşacağımız muhtemel gerçeklerden fena halde korkuyoruz sanırım. Sevebilme yeteneğinin ve daha ziyade buna bağlı olan sevilme becerisinin herkese bahşedilmediği gerçeğini seziyoruz çünkü. Bütün çocukları için endişelenen adil bir Tanrı varsa eğer, o yeteneği acıtan, hakiki tecrübelerle daha derinden keşfedebileceğini göstermek için bizi yalnız bırakıyor diye düşünüyorum. Böyle tesellilerle avunmak benim gibi bu hususta kendini biraz beceriksiz zanneden çatlak ruhları da besliyordur belki, kim bilir?

Geçenlerde dünyanın yüz yıldır Tolstoy’suz olduğunu hatırlatan yazılara göz atarken, onun yarattığı karakterleri sevme potansiyelinin uzağında duran doğal insanlık hallerini, sevilme becerisinin ürpertici sihrini de bu sorular vesileyle hatırladım. Hayat hikâyesini farklı yazarlardan tekrar okuyunca keskin özelliklerinin yanı sıra çelişkilerle beslenen büyük bir yazarın neden çok sevildiğini ve her daim ‘zamansız yazarlar’ listesinin en tepesine yerleştirdiklerini de daha iyi kavradım. Ona yakıştırılan en güçlü sıfatları sıralamaya başladığınızda nefesiniz kesiliyor. Bilge, kaçık, gerçekçi, melankolik, inançlı, günahkâr, yapay Hıristiyan, ahlakçı, despot, umutsuz, hayalperest, dünyevi, tanrısal, enerjik, münzevi, karamsar, neşeli, mizah duygusundan yoksun, kederli, ihtiraslı, kalabalıklara mesafeli, samimi, kibirli, yabani, sabırlı, vahşi, mahzun... Yazar olmaya lüzum yok, herkes değişen duygu ve davranışlarıyla varlığının kaotik yapısından beslenir ama çok az yazar özünden damıtabildiklerini hiç bozmadan, insan olmanın değerini yücelterek, onun gibi olduğu haliyle yazıya aktarabilir.



Devamını Oku