Merhaba Larry,
Bugünlerde seni çok düşünüyorum. Gümüşi yapraklarıyla ışıldayan zeytin ağaçlarının salındığı vadilerde, mandalina bahçelerinde, limon servilerinin arasında dolaşırken edebiyatının bükümlü dilini, baharatlı kokusunu çok özledim. Yaz gecelerini gençliğimin uçarı hayalleriyle kuşatan heyecanımı anlatmıştım sana, hatırlıyor musun? Korfu’daki tabiatın tılsımlı şiiriyle yazdıklarını okurken nasıl da ürperirdim. Sanki beni çocukluğumdan beri gözetleyen biri zihin haritamı okuyor ve henüz yaşamadığım anların benzersizliğini sözcüklere dönüştürüyordu. Yerkürenin hafızasına kimse unutmasın diye kazıdığın ahenkli cümlelerine aileden başka birinin de ortak olduğunu bilmiyordum.
Gerry’nin yazı dünyasını yirmi yıl sonra keşfetmemin mutlaka özel bir manası vardır. Hayatın bizden bağımsız atan cılız nabzı kendi tesadüflerini yaratıyor galiba. Yirmi yıl sonra şehirden adaya döndüğünde, tortusu dibe çöken eski aşklardan, bağlılıklardan kalanları yazarken seçtiğin sözcüklerin sesi hâlâ yankılanıyor: “Ayın ışığı öylesine parlaktı ki suyun içinde ağaçların yansımalarını görebiliyordum. Evin tam altında küçük bir balık, açılan bir şişe mantarı sesiyle suya vurdu. Gece denizinin pürüzsüz derisi yeniden ayna gibi dümdüz olmuştu. Vigla yönündeki uzak yamaçlarda bir tilki bir kez uludu ve sustu. Yavaşça uykunun gölüne doğru kayıyordum...”
Asırlık evlerin bahçelerinden sarkan morsalkımların önünden geçerken biraz evvel öğrendiğim çok erken bir ölüm haberinin burukluğuyla yürüyordum. 34 yaşında, genç bir kadının, yazarın, Evrim Alataş’ın ansızın uçup gittiği hakikatinin tevekkülle kabullenilecek bir tarafı yok, haksızlık bu, diyordum. Kızgındım. Hayat en basit sıradanlığıyla devam ediyordu çünkü. Çınlayan çocuk sevincine, bahar rüzgârıyla etekleri havalanan kadınlara, çapkın gülümseyen adamlara, bağıran çiçekçilere, hayatın kıymetini hatırlatan her şeye fena halde kızgındım. Her türlü kıpırtının manasını yitirdiği, çaresizliğin acısıyla ürperdiğiniz anlarda bir tür ‘hiçleşme’ hissinde boğulursunuz. O karanlık kuyuya düşmemek için parkın içine girip ağır adımlarla yürümeye devam ettim. Genç, sıska bir erguvan ağacının altında biraz durdum. Sen sor Tanrı’ya, dedim ona; “iyiliğin, şefkatin, merhametin, alışmanın, sevmenin, vicdanın, mutluluğun ne olduğunu birbirine hiç benzemeyen milyonlarca andan oluşan puslu bir ‘rüyayla’ gösterdikten sonra istediği vakit acımasızca bizi uyandırması adil mi? Cevabını dürüstçe şimdilik Evrim’e söylesin, nasılsa bir ara biz de görüşürüz”. Beraberce sustuk. Onları bırakıp loş bir sinema salonuna doğru yürürken “yalan dünya” diye söyleniyordum...
Seyirci değildim...
Böyle zor bir günde Bal’ın iyi geleceğini hissetmiştim. Seçimim tesadüfî değildi ama doğrusu beklediğimden çok daha fazlasını buldum. Filmin görkemli açılış sahnesindeki çatırtıyla birlikte ruhumda da tuhaf bir yarılma oldu. O andan itibaren artık o hikâyenin içinde, sessizliğin boğuk kuş çığlıklarıyla dağıldığı ürpertici bir ormanın ortasındaydım. Seyirci değildim. Ağaçların yosunlu gövdelerinde dolaşan kırık ışıkların, kuzey rüzgârlarıyla yatan yabani otların, titreyen dalların, hışırdayan yaprakların arasında kim olduğumu, nereye gideceğimi bilmeden öyle duruyordum. Gelecek tasavvurum Yakup’un yularından tuttuğu katırınki kadardı. Öncesi yoktu, sonrası yoktu. O an vardı sadece. Tabiat ağır ama güçlü atan bir kalp gibiydi. Yönetmen de o büyülü atmosferde varlıkları ve nesneleri kendi bakışıyla kutsuyor, onlara kamerasıyla değil, telaşsız kalbiyle eşlik ediyordu sanki. Onun ‘ezeli ve ebedi’ zaman bilinci izleyenleri hayatın doğal ritminden bile uzaklaştırıyordu. Bunu neden ve nasıl yaptığını sonradan düşündüm, bendeki izlerini de buldum. Ama önce Semih’in maneviyattan beslenen samimi yaklaşımını hatırlatmak isterim: “Sinema bu dünyanın görüntüsünün sadece görünenden ibaret olmadığını hissettirecek bir yapıda olmalı. İnsanın sadece kendi iradesi ve varlığıyla değil külli bir iradenin içinde, onun da varlığını sezerek yaşıyor olduğunu anlatabilmek isterim.”
Tabiat, biriktirdiği bütün gözyaşlarını aniden ve tek bir defada akıtmaya karar verince yeryüzü büsbütün ıslandı. Üzerimdeki pike açık olan pencereden dolan soğuk bir rüzgârla havalandığı için sanırım, rüyamda küçük bir yelkenliyle ıssız bir adaya varmaya çalışıyordum. Bir süre sonra gerçekten yüzüme çiy gibi düşen ince su damlaları yüzünden uyanmak zorunda kaldım. Sabahın ‘şeftali kabuğu rengine’ döndüğü saate kadar yağmurun sokakları döven hırçın sesini dinlerken hiç lüzumu yokken birkaç sigara içtim. Sabahları sigara içmem. Sonra, da Vinci’nin ‘yalnızlıkla ve sırlarla’ kuşatılmış tuhaf hayat hikâyesini okumaya başladım, okurken uyuya kalmışım. Güneşin ilk ışıklarıyla gözümü açtığımda şehir eski haline bürünmüştü. Sokaklar, camlar yine kupkuru, insanlar her zamanki gibi telaşlıydı. Bugünlerde bir kolye gibi taşıdığım baş ağrımla birlikte evden çıkıp önce acı bir kahve içtim. Sonra insanların bir sürü halinde birbirlerine sürtünerek aktığı kalabalık bir caddeden geçip ‘insan denilen anlaşılmaz’ varlıkla ilişki kurmaktan bunaldığım zamanlarda uğradığım kiliseye girdim. Mat bir maviyle boyanmış narin kubbesinin altında kavuşmak istediklerimden artık kurtulmayı diledim. Bu tuhaf dilek beni bile biraz şaşırttı. Vitraylı büyük camlarından içeri süzülen loş ışığın gölgesine saklanmak, kim bilir hangi içten ve ‘imkânsız’ dualarla kumların içine gömülmüş mumların titrek alevlerini seyrederken ‘inancın’ gücünü düşünmek, rutubet kokan ahşap bir sırada oturup uzaktan belli belirsiz işitilen mistik bir müzik eşliğinde yeni hayaller kurmak sıkışmış ruhuma iyi geldi.
Serin, esen bir bahçeye doğru yürüyeyim, kitabımı orada bitireyim istedim. Ama tuhaf bir şekilde –belki ağrım yüzünden- yerimden kalkamadım. Kucağımda, da Vinci’nin uzun saçlı ve sakallı bir portresinin olduğu kitapla, tavandan aşağıya sarkıtılmış İsa’nın karşısında öylece donup kaldım. Etrafıma baktım, günün o erken saatinde sadece birkaç genç turist ve diz çöküp ibadet eden ihtiyar bir kadın vardı. Bruno Nardini’nin yazdığı ‘hayat hikâyesini’ süsleyen resimlerine bakıp, kaldığım yerden okumaya devam ettim.
ESERLERİMİN ÇOĞU SİZE ULAŞMADI...
Gazetelerin muhtelif eklerinde her sene ısrarla yayımlanan ‘yaz kitapları’ klişesini biliyorsunuz değil mi? Mantığını ve muhtemel alıcısını elbette anlayabiliyorum, lakin kitapların iklimlere göre tasnif edilmesinden pek hazzetmiyorum. Neden yaz kitapları illa ‘eğlenceli’ olmak zorundadır ve ‘eğlenceli’ olmanın ölçüsü nedir mesela? Üstelik de bu soruşturmaları genellikle yazarlarla ve yayınevlerinin ilgili editörleriyle yaparlar. Onlar da ciddi ciddi cevap verirler bu ‘anketlere’. K Dergisi‘nin bence fevkalade isabetli bir sloganı var. “Sizi kandırdılar. Edebiyat eğlencelidir.” Öyledir gerçekten ama anlaşılan kandırmaya devam ediyorlar, çünkü yaz kitaplarının özellikle ‘hafif’ bir neşesi olması da gerekiyor nedense.
Kolunuzu kaldırmaya mecalinizin kalmadığı rutubetli bir ortamda denizin üstündeki buğuyu seyre dalıp tembel kediler gibi kumların sıcak oyuklarına yerleşmişken, okaliptüs ağaçlarının altında hülyalara daldığınızda, karpuz peynir yerken kimse Karamazov Kardeşler‘i ya da Proust’un yataktaki ufak kımıltılarının ayrıntılarını sayfalarca tasvir ettiği romanlarını okumak istemiyor galiba. Halbuki ben ‘yüksek edebiyatın’ böyle zamanlarda insanı daha sıkı kucakladığına ve iz bıraktığına inanırım. Hayattan müsaade aldığınız o iki hafta içinde, mümkünse kaotik bir zihin kamaşmasından uzaklaşıp tanımadığınız ama merak ettiğiniz, sizi size edebiyatın değerleriyle anlatan, insan olmanın ıstırabını, hazzını, derinliğini bazen incelikli bazen basit ama keskin cümlelerle ifade eden daha eğlenceli bir yolculuk düşünemiyorum. Bu düşünme biçimi, şezlonglarda polisiye veya gazetecilerin çok sevdiği benim nefret ettiğim o tabirle ‘aşk romanları’ okumaya engel değil elbette. Ama neden yaz kitapları? Mesela siz hiç ‘sonbahar kitapları’ diye bir başlık gördünüz mü? Eğer edebiyatı mutlaka tasnif edeceksek bence olmalı, benim de ‘eğlenceli’ önerilerim var ama sonbaharda açıklayacağım. Yani bu ‘büyük fırsat’ için biraz daha beklemeniz gerekiyor. Gazetecilerden öğrendim, her haber mevsiminde güzelmiş.
Kitap en iyi tasarım...
Netice itibarıyla sonunda ben de bu modaya uydum ve kendime bir yaz kitabı edindim. İsmi, Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın. Hakikaten eğlenceli ve zihin açıcı, düşündüren bir kitap. Nietzsche’nin deyişiyle, neşeli bilgi varmış bu kitapta. Özellikle benim gibi kitap fetişi olduğu sanılan ama sadece yazıyı seven, kitapsız hayata devam edemeyen bütün ‘okuma bağımlılarının’ müthiş bir hazla okuyacağını düşündüm sayfaları merakla çevirirken. Kitabın beş bin yıllık tarihinde dramaturg ve sinemacı Jean-Claude Carriere ve semiyolog, yazar Umberto Eco’yla seyahat ederken uzun ve çok katmanlı bir rüyada dolaştım sanki. Avcı köpekler gibi nadir kitapların izini süren iki bibliyofilin, eski ve nadir kitap koleksiyoncularının hikâyeleriyle kitabın geleceğini geçmişin içinde görebilmek güzeldi. Akademik dilden bilerek uzak durmaları kitabın okunuşunu, üstünde yorum yapmayı ve en önemlisi insanın kitapla kurduğu o mahrem ilişki üzerine soru sordurmayı beceriyor. Bu söyleşiyi yöneten editör Tonnac, geçmişi konuşturma konusunda ne kadar ısrarlı olursa olalım, kütüphanelerimizde, müzelerimizde zamanın yok etmediği, edemediği eserleri bulacağımızı söyledikten sonra, kültürün, tam da her şey unutulduğunda geride kalan şey olduğunu hatırlatıyor. Eco’nun dediği gibi gelecekte kütüphane ve müze diye bir şey kalırsa tabii. Gelecekte internet olacak mı o da büyük bir muamma...
O kitabın beş yüz yıldır varlığını kabul ettirdiğini ve tıpkı çekiç, kaşık, tekerlek gibi ondan daha iyi bir tasarım yapılamayacağını düşünüyor. Ve onlara göre elektronik kitap ticari olarak kitabı hezimete uğratsa da, alışkanlıklarımızı değiştiremediği için kitabı tamamen yok edemeyecek.
Mevsimlerin mucizevî değişimi, hiçbir şeyin aynı kalmadığını kâinatın kudretli melodisiyle kulağıma fısıldarken hep aynı soruyu soruyorum kendime. Bu geçip gidişler, zaman tünelinin görünmeyen ucuna doğru kayıp yok olmalar, ölüm bilincine rağmen varlığın kendini her koşulda taze tutabilmesi, tabiatın soyunması sonra tekrar usulca giyinmesi...; Bu ebedi senfoninin mutlaka efsunlu bir sırrı olmalı. Hayatın acılaşmasını unutturan ahengin kalplerimizde derin bir karşılığı var herhalde. Yoksa nasıl dayanırdık insanı olgunlaştırmasına rağmen parçalayan onca acıya, yoksulluğa, sevgisizliğe, savaşa, haksızlığa...
Kuruyan nehir yatağında her seferinde başka türlü kabaran hayatın genişliğinde kaybolmamak, zamanın dip akıntısında sürüklenmemek için sağlam köklere ihtiyacımız var. Ancak öyle güçlü bir umutla kaybolmuş hatıralarımızı, hayallerimizi diriltebiliyoruz. Oyalanmak için geleceğimize ipotek koyup, amaçlar uyduruyoruz bazen. Okul bitecek, çocuk büyüyecek, ev alınacak, kitap yazılacak, daha çok para kazanıp seyahat edilecek... Yorgun ruhumuzu böyle avutarak hayatımızın akışını kontrol edebileceğimizi sanıyoruz. Hâlbuki o karmaşık görüntüsünün ardında nasıl da basit ve sade bir döngüsü var yaşamın. Doğuyoruz, yaşıyoruz ve ‘sonlu’ bir varlık olmanın bilgisiyle, kısa bir süre misafirlik ettiğimiz bu diyarlardan başka âlemlere kanatlanıyoruz.
Böyledir güz günleri...
6-7 Eylül olaylarını anlatan Güz Sancısı filminin sonundaki hakiki belge fotoğraflarla bile ilgilenmeyen bir seyirci, bitiremediği patlamış mısır kutusunu sallarken bir yandan da mızırdanıp duruyordu: “Bak ne güzel anlatmışlar, biz de anlamış olduk vaktiyle azınlıklara neler yaptıklarını. Ergenekon’u da böyle güzelce kitaplarla, filmlerle anlatırlar inşallah. Valla, yalan yanlış haberlerle canımızı sıkıyorlar, iyice kafamızı karıştırdılar.”
Bugünlerde buralarda doğup büyüyen hiç kimse, zekâdan ve sağ duyudan nasibini almamış bu tür yorumları yadırgamıyordur herhalde. Böyle zamanlarda, sabırla derin bir nefes alıp tımarhane hayatına devam etmek lazım. Ben de öyle yaptım zaten ama itiraf etmeliyim ki şöyle konuşmak istedim onunla: “Hanımefendi fevkalade haklısınız. Zaten bu seyrettiklerinizin mahalle çetesi sandığınız Ergenekon zihniyetiyle hiçbir alakası yok. Bu adamların zulmü bambaşka. Biz de bunalmamak için gazeteleri okumuyor, televizyonlara bakmıyoruz. Bu konuda hiç kitap da yazılmadı. Zaten okusak da anlamak istemediğimiz için canımız sıkılıyor. Acele etmeye de lüzum yok. Gayrimüslimlere yapılanları izleyebilmek için bakın ne güzel sabrettik. Ümidinizi kaybetmeyin. Elli yıl sonra sadece Kürt oldukları için öldürülüp kör kuyulara, sokaklara atılan binlerce yoksul, çaresiz insanın, memleketin her köşesinden fışkıran bombaların ve silahların filmi de yapılır belki. Ama sakın endişelenmeyin, muhtemelen bu hadiseleri de ilerde mahallenizin sinemasında acıklı bir aşk hikâyesi eşliğinde seyredersiniz, çok sarsılacağınızı sanmıyorum. Bu arada bana da bu işlerle ilgilenenler anlattı; büyük gazetenin ‘anketör’ yazarı da sizin gibi filmi izleyip çok duygulanmış, mahcup olmuş. ‘25 yıl boyunca bir tek Kürdün kapısına işaret konmadı’ diyor, pek gururlu. Ne dokunaklı bir yaklaşım değil mi? Siz kafa karıştıran haberlere boş verin ama onu mutlaka okuyun, insan ferahlıyor. Hakikatle yüzleşmeye dair inancınız pekişir. Ama tabii ben yine de sizi yanıltmış olmayayım. Bakarsınız cevval Türk dizicileri, o kadar beklemeden nedense suç sayılmayan darbe girişimlerden de dizi yapar yakında. Biz de, evlerimizde yayılarak seyrederiz paşalarımızın gizli günlükleriyle zenginleşen renkli hayatlarını. Tabii o vakte kadar hâlâ bir tankın altında ezilmemiş, sokak ortasında ensemizden kurşunlanmamışsak! ”.
Bu sayıklamaları zihnimden geçirirken, bir kez daha Tanrı’ya bize içimizden konuşabilme yeteneğini bahşettiği için şükrettim. Eve dönünce bu gazetede yazan dostlarımdan birini aradım. Arkadaşım, her hafta köşesinde derdini yukarıdan aşağıya doğru ifade edebildiği için nispeten daha sakin ve olgun tabii. Benim bu coğrafyanın lisanını anlamayan şikâyetlerimi dinledikten sonra ümitsiz olmamamız gerektiğine karar verdi, ben de ilerde bu memlekete dair anlatmak istediklerimin listesini yapmaya...
Tek eliyle araba kullanırken incecik sigarasından uzun ve derin bir nefes çektikten sonra yüzüme bakmadan “hissetmiştim, ayrılırken beni eksik öptü” dedi. O kadar kendinden emin bir ciddiyeti vardı ki, gülmemeye çalışarak “ne demek o” dedim. Aynı sıkıntılı ifadeyle cevap verdi: “İşte, gidiyorum diyen eksik öpüşlerden, senin başına hiç gelmedi mi” dedi. “Hayır, ne münasebet benim başıma gelenlerin eksiği yoktu, fazlası vardı çok şükür” gibi bir cevapla takılmak istedim ona. Acı çekiyordu ve bunu saklayamayacak kadar yorgun görünüyordu. Onu fazla huzursuz etmek istemedim ama yine de gevezeliğe devam ettim: “Biliyorsun onlar sadece eksik öpmezler. Bazen eksik konuşurlar, eksik sarılırlar, eksik affederler, eksik itiraf ederler, eksik yalan söylerler, eksik heyecanlanırlar, eksik severler, eksik vedalaşırlar ve nihayetinde biraz eksik yaşarlar ama özellikle böyle olmayı çok istediklerini sanmıyorum doğrusu. Kendilerine dair duyguları derinlemesine kurcalamaktan korktukları için başka türlü hayata nasıl tutunacaklarını bilmiyorlar sanırım.” Uzaylılardan bahsediyormuşum gibi yüzünü buruşturup “kim onlar” diye sorunca, eğlenceli ‘sıkışık adam’ hikâyeleri anlattım yol boyunca.
Onlara taktığım ismi sevdi ama neden onların bu koşullarda bile sevildiklerini merak ediyordu. “Ben de bilmiyorum” dedim ama biraz düşündükten sonra zihnimde uçuşanlar dile geldi: “Aslında onlar tam da öyle oldukları için seviliyorlar galiba. Kimsesiz çocuklar gibi insanda acımayla karışık ılık bir şefkat hissi uyandırıyorlar. Yetmezmiş gibi eksik kaldığı için köpüren şehvetli dürtüleri o ‘sıkışık’ ve mesafeli tavırlarıyla bazen bilmeden kışkırtıyorlar. Kadınların yaşayamadıkları için sonsuza kadar içlerinde büyütüp çoğalttıkları ‘hayali sevginin’ muazzam gücünü de unutmayalım tabii. Bir de o puslu görüntünün arkasındaki ‘gizemli’ dünyayı da merak ediyorlar haliyle. Ama o perdeyi açıp ardındaki ‘gerçek adama’ bakmaya da cesaret edemiyorlar muhtemelen. Ya kocaman bir boşluk varsa orada, düşünsene ne fena, iyi ki perdeyi aralamamışsın” diyerek kıkırdıyordum. Nihayet o da biraz gülmüştü. Sonra taammüden ıskalanmış bütün o anlar, yok yere hırpalanmış hayatlar için yas tutar gibi sustuk. Belli ki ben arabadan inince biraz da ağlayacaktı...
O hızla çekip gittikten sonra boğazın en tenha ve esintili noktasında kendimi ‘sıkışık adamlarla’ kavga ederken yakaladım. Hayaletlerin eşlik ettiği uzun yürüyüşler, bana genellikle unutamadığım hikâyelerin tuhaf kahramanlarını düşündürüyor. Aklım insan tabiatının eksiklikten beslenen kaotik düzenine takılınca, hakkında hiçbir şey bilmediği bir yazarın peşine düşen yaşlı bir adamın garip yolculuğunu hatırladım o gün.
Bir an gelir, büsbütün tenha bir an; zamanın gövdende, teninde, ruhunda, ağaçlarda, yüzlerde, yıldızlarda, pamuksu bulutların geçişindeki yavaşlığını hepten unutuverirsin. Bir “mavilik” kaplar dünyayı. Yüzünü ne yöne çevirsen rüzgârlarla salınan yapraklar, titrek kuşkanatları, yalnız kadın elleri, şeffaf çocuk bakışları, kimsesiz hayatlar görürsün. Öyle anlarda en aydınlık maviden ansızın en karanlık laciverde yükselirsin. Kendinden taşan mısralar, altını mor mürekkeple çizdiğin kitaplar, gönderilmeyen mektupların kelimeleri de maviye keser. O vakit epeydir bekleyen yorgun romanları unutup, seni sana yaklaştıracak bir ses ararsın kâinatın büyük boşluğunda. Eğer yeterince içten bir davetse o, gelir, hem de kalbi kamaştıran ışığın içinden tüysü melek kanatlarıyla gelir.
İlk teravih namazının kılındığı gece, süslemeleriyle sarhoş eden bir kubbenin koynunda sezdim beni bulacağını. Sonra mahcup bir gülibrişim ağacının serinliğinde, döne döne minarelere dolanan ney sesinin şefkati büyüttü beklentimi. Gök kubbeye yayılan buruk “mavilik” de, dile gelemeyen duygulardaki müphem mavimsilik de o tılsımlı ânın içinde saklıydı işte. Haftalardır “Zaman yok ki, ne gelecek, ne geçmiş, sadece şimdi ve onun sonsuz çoğalmaları vardır belki” diyerek dolaşmamın nedeni gün boyu taşıdığım kitapta karşıma çıktı o gece.
Eve dönünce açıp okumaya başladığım Eksik Parça’da buldum bilerek ve istemeden yarım bıraktıklarımı. Hayır, şaşırmadım. Bilirim, öyle olur çünkü. Kaderin görünmez kapısını aralayıp, o insanı, yazarı, kelimeleri, kitapları, manayı, düşünceyi, rüyayı hatta nesneleri evet onları bile çağırırız aslında. Çağırıp kesintisiz bir çocuk dalgınlığıyla sokuluruz yanlarına.
Derler ki, yüzyıllar önce kimsenin daha evvel duymadığı tuhaf masalları binbir gece boyunca birbirine bağlayarak anlatmayı seven, zarafet, zekâ, güzellik ve incelikle halelenmiş esrarlı bir kadın yaşarmış. Gündüz masal anlatılmaz diye şafak sökerken en heyecanlı yerinde susan Şehrazat’ın dişi sesini ve onu seven modern zaman masalcısı Karen Blixen’i ihtiyar zeytin ağaçlarını kucaklayan gümüşsü bir vadinin içinde hatırladım. O akşamüstü oturduğumuz tepede durup kımıltısız denizi seyre dalan eski çağların esrik insanları da bizler gibi şarap içip mutluluktan, aşktan, tembellikten, yalnızlıktan, sonsuzluktan bahsediyorlardı muhtemelen. Aramızdaki mesafenin sandığımız kadar uzak olmadığını düşünürken, efsanelerden dokudukları tül elbiseleriyle görünmez melekler gibi dolaşan ‘masalcı cadıları’ çağırdım yanımıza. Sakin tıpırtılar eşliğinde dökülen bir yağmurun ardından hayvanların ezdiği acı otların rayihasıyla kabaran toprağa uzanıp, ihanetin, sadakatin asırlardır değişmeyen şehvetli hikâyelerini bize mırıl mırıl anlatsınlar istedim.
Bir ara düşlerden sıyrılıp arkadaşıma, “söyle bakalım, neresiydi en mutlu olduğun yer” deyip şımarmanın tadını çıkardım. Ümit Ünal’ın senaryosunu yazdığı En Mutlu Olduğun Yer Kağan Erturan’ın ilk sinema filmi. Sahici diyalogları, eğlenceli ama aynı zamanda biraz acıtan hikâyesiyle film, birbirini tanımayan iki insanın geçmişte en mutlu oldukları veya gelecekte olmak isteyecekleri o yere doğru yaptıkları heyecanlı bir yoluculuğun hikâyesi. Öylesine sorulmuş basit bir soru değildi, onu kurcalamak istediğimi anladı. Fazla düşünmeden, aslında kısacık bir ânın simgesi olan o ‘yeri’, yüzüne ışıltıyla yansıyan samimi bir mutluluk ifadesiyle o kadar rahat bir tonla tarif ettik ki, onu dinleyenler de haliyle geriye dönüp karmaşık bir duygu yığının altına gömdükleri o sisli ânı olduğu gibi anlatmaya başladılar. Sanki uzun zamandır sakladıkları bir sırrı açığa vurur gibiydiler. Bir zamanlar çocuk olan hallerine gizlice değen elin iyileştirdiği yerlerden ve ‘kayıp cennetlerden’ bahsediyorlardı. Sıra bana geldiğinde “söyleyemem” deyip güldürdüm onları. Hayır, mahrem bir an değildi tabii ki, sadece yaratıcılıkla, sevgiyle ve şefkatle kutsanmış sade bir konuşmanın gerçekleştiği ânı manayla ezmeden sözcüklere nasıl dönüştürebileceğimi bilemedim. Masalsı sohbet gecenin serinliğiyle dağılır gibi olduğunda, Karen Blixen’in hayatını anlattığı kitaptaki cümlelerden birisiyle uzaklaşıp mazideki kendi ‘mutluluk adama’ çoktan ulaşmıştım bile... Durduğum yerden Tanrı’nın bizim için tasarladığı karmaşık hikâyelerle eğlendiğini görebiliyordum. O ‘en mutlu olduğumuz yerde’ garip bir baş dönmesiyle oyalanırken, hem daha mutlu olacağımız bir ânı umutla beklemekten vazgeçmiyor, hem de öyle bir âna bir daha hiç kavuşamayacağımızdan korktuğumuz için o kaygan yere sıkıca basmaya çalışıyorduk.
Buğulu bir yaz gecesinde yeniden...
Bizim ortaokulda biraz sinirli bir İngiliz edebiyatı hocamız vardı. İngilizce sözcükleri itinayla çiğneyip sesleri ezerek konuşurdu derste. O ağzında misket yuvarlar gibi sözcükleri çatlatırken araya da nedense uzun sessizlikler koyardı. Hecelemeyi çok seviyordu. Üslubu da biraz kibirli ve oldukça tehditkârdı. Onu dinlerken böyle konuştuğu vakit sıkıcı ve hatta biraz da itici olduğunun farkında değil mi acaba, diye düşünürdüm. Sonra onu ders dışında bir arkadaşıyla konuşurken duydum. Normal bir sürat ve üslupla konuşuyordu. Çok şaşırmıştım, bir gün ona “neden derslerde de böyle kendiniz gibi konuşmuyorsunuz” diye sordum. “Çünkü ben bir öğretmenim, ayrıca bana böyle bir soru soramazsın” dedi. Bu açıklamadan zihnim bulandı biraz. Demek ki öğretmen olunca, mutlaka o sinirli öğretmen tonuyla konuşmak gerekiyordu.
Ben bu yazıyı yazmaya başladığımda kendi deyişiyle ‘bir kâğıt parçasıyla’ ilgili sorular sorulduğu için gazetecilere kızan, istediği zaman insanları azarlayabilme hakkını kendinde gören, onlara cahil diyen paşamızı dinlerken o huysuz kadını hatırladım. Mesela o da tıpkı kızgın bir öğretmen gibi “o-la-maz bu kadar” diyordu. Onu bir gördüğümde de televizyonlarda işaret parmağını sallayarak bizim gazeteyi tehdit ediyordu. Anladığım kadarıyla o askerdi, kızdığında öyle tehditkâr bir üslupla konuşabilirdi ve kimse bu ülkede olup bitenleri sorgulayamaz, gerçeklerin peşine düşmeye cesaret edemezdi. Ama arada güzel bir şeyler de duyar gibi oldum. Murat Yetkin’e o günkü yazısını okuduğunu ima etti. Birden çok sevindim. Her ne kadar ‘bir gazete’ diye andığı Taraf’a bayılmasa da, demek ki köşe yazarlarını okuyordu. Keşke Ümit Kıvanç’ın “Hiç kan dökülmedi ki, çıkma tonerdi hepsi” başlıklı yazısını da okusa (24/06/09 – Taraf) belki neden böyle bir belge hakkında bu kadar kıyamet koparıldığını hatırlar ve gazetecilere bu kadar kızmaz, gibi saf bir düşünceye kapıldım. Bir de okulda öğrendiklerimiz meselesi var tabii. Acaba akıllı ve akılsız insanların neye benzediğini öğreten askerî okullar, başta siyaset olmak üzere ‘her konuda fikir beyan eden’ generallerin vaktiyle başka ülkelerde ne tür sıkıntılar yaşadığını da öğretmişler midir? Kimseyi yıpratmak istemem ama bu basit soru da nedense öyle aniden aklıma geliverdi işte...
KÜLTÜR BAKANLIĞI DA YAPTI...
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!