A. Esra Yalazan Şiirleri - Şair A. Esra ...

A. Esra Yalazan

Yan masanın üstünde mavi duman halkalarıyla birlikte ‘kızgın ve kırık’ kadın sesleri yükseliyordu. Daha tecrübeli gibi göründüğü halde ‘sert fırtınalarından’ pek etkilenmemiş olduğu ısrarcı ve hoyrat tutumundan anlaşılan kadın, arkadaşına “onu sevme, olmayan bir adamı sevmemelisin, o doğru adam değil” gibi hayatta pek de karşılığı olmayan ‘saf’ cümleleri peş peşe sıralayarak kıymetli bir nasihat verdiğini sanıyordu muhtemelen. Karşısındaki genç kadın, tiz sesli arkadaşını şefkatle dinledikten sonra, ‘anlamıyorsun’ demeye bile tenezzül etmeden, alaycı bir üslupla “olur, sen çok anlıyorsun galiba bu ‘doğru adam’ işlerinden. Getir bir tane, seveyim bari” dedi. Ve tahmin edebileceğiniz gibi sohbet o anda bitti!

Birkaç gün önce bir kahvede kitap okurken istemeden tanık olduğum bu konuşma hoşuma gitti. “İşte bu kadar basit” dedim, o trajikomik sohbete gülerken. Benim için insanlar o klişe tabirle ironik bir biçimde ikiye ayrılıyordu çünkü. Aşkları için yaşayan ve bu mevzuda konuşmaktan pek hoşlanmayan, o kutsal hissi, bakışı içselleştirebilmiş ‘hakiki âşıklar’ ve nedense onlara acıyarak mutlu olan kibirli anlayışsızlar.

Konuşmaları dinlerken, yıllar sonra bu yazı vesilesiyle tekrar okuduğum kitabın sararmış ilk sayfasına bakıyordum. Her zamanki gibi üç çarpı atıp altına mor bir kalemle ‘Ağustos 97’ yazmışım. O romanı okurken ne yapıyordum, neredeydim, sıcak bir ağustos muydu, mutlu muydum pek hatırlayamıyorum. Ama çok etkilendiğimi ve öyle güçlü hikâyeler okumaktan hoşlanan dostlarıma kitabı heyecanla tavsiye ettiğimi hatırlıyorum. Bir de tıpkı romandaki Micheal gibi bir arkadaşımın bana telefonda ilk romanını okuduğunu.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Adını, kokusunu, tadını bilmediğim ince, uzun, laciverdi bir yemişin kabuk içinde denizin uysal kıpırtısıyla sallanırken yeryüzünde tek ve tenha kalmışım. İğnelerini suya ılık esintilerle salan çamların gölgesinde hayallere teslim olmayalı çok olmuş. Boylu boyunca uzandığım güvertenin ahşap koynunda, kekiklerin kokusuyla sarhoş kayaların yalnızlığını izliyorum. Onlara sağlam kökleriyle tutunan ağaçlar, yiğit birer savaşçı gibi fırtınalara, yağmurlara, zamana direnmenin gururuyla tebessüm ediyor. Vahşi tabiat onları daha da cesur kılmış. Altın sırlı bir ayna gibi parlayan denize eğilip depremlerle defalarca batan şehrin yosunlu taşlarıyla konuşuyorlar sanki. Münzevi deniz, ormanın uğultulu karanlığının tersine sükûnetiyle gevşetiyor.

Çekirge seslerinin çıtırtılı döngüsü, kurbağa sesiyle konuşan dalgıç kuşları, tek başına haykıran bir karga, deniz kırlangıçları, karada cıvıldaşan çocuk sesleri, hayatın hep öyle süreceği müjdesiyle aklı büsbütün kandırmış. Düşünceler, çobanından kurtulan koyun sürüsü gibi dağların eteklerinde serserilik yapıyor. Mahmur duygular uyuşukluğun koynuna sığınmış. Deniz canlıları, soğuk dip akıntılarda bilmedikleri düşmanlarına karşı kendilerini görünmez kılmak için dalgalanıp duruyor, ama ben onları görebiliyorum. Asla kavuşamayacakları başka varlıkların rüyasıyla avunuyorlar. Etraflarını kuşatan adalarda kayıp kilise için çalışan arkeologların gürültüsü onları hiç ürkütmüyor nedense. Hepimiz kendi iç âlemimizin derinliklerinde birbirlerine benzemeyen hülyalara doğru yüzüyoruz. Onlar dünyanın başlangıcına dair tefekküre dalmış, bense sonuna yaklaşıyorum. Demek ki kâinat yolcularının kesiştiği o büyülü noktada buluşmuşuz. Bilinmeyen bir iradenin kudretine teslim olmanın, bilenenin sır perdesini aralamanın rahatlığıyla gevşemişiz. Hepimiz tecelli edenin tabiattaki işaretlerini yaşam mucizesiyle idrak etmişiz sanki. Korkmuyoruz ama korkunun ilkel bir şarkı gibi içimizde yankılandığını hissedebiliyoruz. Hayat büsbütün ıssız!


‘Korkuların babası hayal gücü’

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Geçenlerde Yıldıray, bizi yemeğe götürdü. O bu gazetenin editörlerinden ve yazarlarından birisi. Beyaz, berrak tebessümlü, yazılarından daha yumuşak ve şefkatli bir sesi olan, hoş sohbet, içten, genç bir adam. Hayatın cıvıldadığı kalabalık bir sokakta yemek yerken, bir ara içimden “dünyanın en güzel şehirlerinden birinde, genç olmanın, erkek olmanın, kadın olmanın, hayatın basit zevklerinin tadını çıkarabilmenin yerine, şu uğraştığımız mevzulara bak” dedim. Haliyle gündemdeki tatsız meseleleri konuşuyorduk. Mesela, çocukları dinlerine, dillerine, ırklarına göre sınıflandıranları. Onları ideolojik bir kamplaşmanın çirkin hesaplaşmalarına mahkûm edenleri. Çocukları konuşuyorduk, hani şu birkaç gün evvel çocuk bayramında tekmeyle, dipçikle dövülenleri, resmî törenlerde soğuktan üşüyüp ağlamaya başlayanları, polise taş attıkları için örgüt üyeliği suçundan yargılananları, bazen kendi tercihleri bile olmayan ‘hayat biçimlerinden’ ötürü eğitimden mahrum bırakılanları. İsterseniz anlaşılmaz bir rahatlıkla önüne kaba sıfatlar eklediğiniz çocukların, çocuk olmanın ne olduğunu hissedebilmek için bir daha sakince tekrar edin o sözcüğü. Çocuk onlar! Üstlerine yığdığınız korkunç ağırlığı kendi çocukluğunuzdan hatırlayabilirseniz, vahşi ‘intikam duygularınızdan’ belki biraz arınırsınız. Hayatın başında ne olduğunuzu, hangi koşullarda büyüdüğünüzü, çocukken ne olmak istediğinizi ve nihayetinde şimdi ne olabildiğinizi düşünün. Korkmadan bakın kendi çocukluğunuzun utangaç, sıkıntılı, meraklı, isyankâr yüzüne. Hatırladınız mı, işte gördüğünüz o yüzün arkasında hayatın bütün kırılmalarına açık tedirgin bir çocuk kalbi atıyor.

DİLSİZ BİR ÇOCUK OLMANIN ÇARESİZLİĞİ...

O öğle yemeğinin sonunda, memleketin sıkıcı mevzularından biraz içim karardı doğrusu. Hayatın hakikatinden uzaklaşmak için kendime bir kitap aldım. Gurbet Hikâyeleri’ni... Bindiğim vapurda çantamdan çıkarıp karıştırmaya başladım. Aralarından bazılarını hatırlıyordum, mesela ‘Eskici’yi. Bembeyaz köpüklere neşeyle eşlik eden vapurun küpeştesine ayaklarımı dayayıp, tanıdık bir hikâyenin ilk cümlesini okuyunca bildiğim hayattan uzaklaştım: “Vapur rıhtımından kalkıp ta Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeğe gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar”. ‘Eskici’, aslında acıklı bir hikâyedir, insanın içini kavurur. Ama ne tuhaftır ki, anlattığı hikâyenin sertliğini bağışlatan şefkatli, uysal dili okuyanın kalbini yumuşatır. Refik Halit Karay’ın sürgün yıllarında yazdığı bu kısacık hikâye, sadece ‘dilsiz’ bir çocuk olmanın çaresizliğini değil, gurbetteki ‘dilsizliğin’ buruk bir özlemle insanı nasıl yaraladığını da anlatıyor.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Sabah mahmurluğu vücudumu saten bir sabahlık misali yumuşak dokunuşlarla terk etmeye hazırlanırken onu hayal ediyorum. Biraz sonra buzdolabından çıkarıp burnumu içine sokacağım. Yetiştiği yerden taşıdığı dağ esintili kokusunu içime çekeceğim. Sonra minik, yakut kırıntıları gibi ışıldayan tanelerini kızarmış ekmeğin üzerine koyup bir süre öyle bakacağım. Yeni alışkanlığımı sevdim. Annemin bahçeden topladığı böğürtlenlerle yaptığı reçelin tanıdık lezzetiyle çocukluğumun bulanık hatırlarında dolaşıyorum bu aralar. Hatırlayabildiklerimle sınırlı yolculuğumun boşluklarını doldururken hikâyeler uydurmak hoşuma gidiyor. Karanlıkta kalan anları küçük işaret kıvılcımlarıyla anlamlandırmaya çalışıyorum.

Büyüyen bir çocuğun içinde kıvrandığı o vahşi ve masum dünyayı terk ederken keşfettiği duygu kırılmalarıyla nasıl başa çıktığını düşünüyorum. Tanıdığım herkesin çocuk yüzünü görüyorum. Tebessüm eden, inatçı bir ısrarla somurtan yüzlerine bakarken kızgınlıkların hatta kırgınlıkların bile içi boşalıyor biraz. Sarı, silik fotoğraflarla dolu kalın bir albümün içinde dolaşır gibiyim. Başkalarına zarar veren o ilk korkunç yalana nasıl alıştığımızı idrak etmeye çalışıyorum mesela. Hangisi daha kötüydü, diyorum. O ilk çatlama sırasında insanın kendisini kandırabilecek kadar yetenekli olabilmesi mi yoksa koyu bir bencillikle sevdiklerine ihanet etmeyi üst üste koyduğu basit ‘hayat bilgileriyle’ hızla öğrenmesi mi? Çocukken hayatın bize unutulması mümkün olmayan tecrübelerle gösterdiği ‘ilk günahlar’ın izleri hiç silinmiyor galiba. Pişman oldukça utanan, utandıkça kendisini cezalandıran sonra yine o kesif suçluluk duygusuna sarılan ‘bağımlılar’ gibi mi oluyoruz büyüdükçe? Büyümek biraz da böyle bir şey mi acaba; korkmadan, üzülmeden, pişman olmadan yalan söylemeye, kötülüğe, çürümeye, ilk parçalanma ânından itibaren ruhumuza hükmeden acıya alışmak mı? Hayata tutunabilmek için hayran olduğumuz nesnelerin, kavramların, insanların birer birer kişisel tarihimizden silindiği gerçeğini idrak edebilmek mi? Belki de fikrimiz sorulmadan bizi dünyaya çağıranların hiç de adil olmayan tercihlerini kabullenmenin huzursuzluğudur. Ya da sadece şaşırma içgüdüsünü zamanla kaybolması...

Yazı kardeşliğinin sırrı...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Akşam alacasının kalbin uysal çarpıntılarına eşlik ettiği mor saatlerin içinden geçip giderken onunla ‘âşıklık istidadını’ konuşuyorduk. Birbirleriye mukabele eden ezan seslerinin dünyevi meselelerin hoyratlığından uzaklaştıran uhrevi iklimiyle yumuşak bir sessizliğin içinde kaybolduk bir süre. Sonra o Fuzuli’nin meşhur gazelini hatırlattı bana; “Mende Mecnundan füzun âşıklık istidadı var/ Âşık-ı sadık menem, Mecnunun ancak adı var”. Kısacık bir an öyle durup yıldızların pırlanta tozları gibi dağıldığı göğe bakakaldım. Kadim bir coğrafyada, böylesine derin bir kültürden süzülenlerle beslenen maneviyatımı derinleştirme fırsatını bahşeden Tanrı’ya şükrettim.

Karşılık beklemeden sevebilme yeteneğine sahip olanlar bilir. Hakiki bir dostluğun kapladığı yerin eflatuni ufuk çizgisi büyülüdür. Çok güçlüdür o kökler, öyle kolayına söküp alamazlar ruhunuza tutunduğu yerden. Onun sözleriyle yaralanma ama nihayetinde yara ne kadar derin olursa olsun telafi edebilme fırsatını da ancak öyle sahici bir ilişkide yakalayabilirsiniz. Ayrı düştüğünüz konularda birbirinizi ikna etmeye çalışırsınız. İnancı, sevmeyi, yalnızlığı, aşka düşmeyi, arzunun, tutkunun bağlayıcılığını, verilen sözlerin mükellefiyetini tartışırken dikenli düşünceler oranızı buranızı çizer. Biraz kanarsınız. Ama bilirsiniz, kanamak da, kanatmak da iyidir bazen. Dert dermanını kendi içinde bulur. Aşkın aşkınlıkla izah edilebildiğinde başka türlü bir iklime kavuştuğunu, arzunun ötesine geçenlerin yaşadığı o ‘zamansızlığı’, bu bilince kutsiyet atfeden insanın nihayetinde aşkın bilinmez tabiatına ihtiyaç duyduğunu konuşabilirsiniz onunla mesela. Ya da önlenemez sarsıntılar vadeden aşkın geleceğinden onu korumak istersiniz. Sevme yeteneğinin alçakgönüllülük, cesaret ve inanç olmadığında büyük yıkımlara neden olduğunu da tecrübelerinizle anlatmak istersiniz belki. Aşkın kaderin bir kaprisi olduğunu söyleyen birini hatırlarsınız ansızın.

Böyle anlar insanı çoğaltır, duygu dünyasını zenginleştirir. Kalbin kapılarını mahremiyetin sırlarına aralar. Bir hayat boyu biriktirilen öfkeler, pişmanlıklar, kırgınlıklar bu türden içten sohbetlerde muhatabından çok konuşanı şaşırtacak sahih bir tonda birer birer dökülüverir dudaklardan. Sizi tam anlamadığını hissettiğinizde bile “ağır açan bir gül kadar hafifken merhamet” mısraını hatırlatır gibi bakar yüzünüze. O vakit ıstırabınızı kendi içinde büyütebildiğini anlarsınız. Aşkın nesnesinin yokluğunda bile onu sevmekten vazgeçmeyen varlığın kendine nasıl zulmettiğini konuşursunuz belki. Ya da dostluk içeren sevginin ne kadar soylu, insanı sağaltan bir erdem olduğunu...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Çok değil daha birkaç sene evvel, biri bana gençliği açık denizlerdeki tekinsiz hayatın güzelliklerini özleyen ama oraya geri dönmek istemeyeceğini bilen emekli korsanlara benzeteceğimi söyleseydi alaycı bir tebessümle yüzüne bakardım herhalde. Üstelik genç olmanın o delişmen, kıpırtılı ve fazla savruk haline pek bayıldığım da söylenemez. Evet, ben de herkes gibi ucu görünmeyen o karanlık tünelden geçtim ama doğuştan yaşlı olduğum için sınırın öte tarafına yürümekten pek ürkmedim; bilakis o geçiş sürecinde başıma gelecekleri heyecanla bekledim. Bu yazıyı yazmak için masaya oturduğumda gençliğin neye benzediğini hatırlamaya çalıştıkça tökezlediğimi fark ettim. Ama artık kendimle acımasızca dalga geçebiliyorum. “Gençliğin sıkışık, ölçüsüz ruhunu şımarık halimin yanı başına bıraktım”, diyebilme cesaretinin biraz da bu aldırmaz küstahlıkta saklı olduğunu düşünüyorum.

Nerede okudum hatırlamıyorum; yazar ancak yaşamın başında ve sonunda tam manasıyla temiz olabildiğimizi, çok uzun süren ortasında kirlendiğimizi söylüyordu. Sanırım onca ihtiras, şehvet, yalan, sıkıntı içeren oyunların sonunda, bu kavgaların pek de işe yaramadığını anlayan ‘ihtiyarların’ masumiyete dönüşünden bahsediyordu. Doğrusu ben de buna inanıyorum. Kendini ebedileştirebilen bilge bir olgunluğa, her fırsatta gençlerle kavga edenler, küçümseyenler değil ancak onlara hayatı mükemmel yapan çelişkileri, eksiklikleri olduğu gibi tevazula aktarabilenler sahip olabiliyor. Hayatın basit gibi görünen zor bir aritmetiği var. O çakıl taşlı yollardan ayaklarını kanatarak geçmemiş gibi davrananların hoyratlığı, kime neden kızdığını bilmeden çığlık atan gençlerin yetişmesine de katkıda bulunuyor sanki. Sadece iyilik değil ruhu çürüten aptal bencillikler de bulaşıcı.

O kara safra...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Gerçeklik sınırı diye kabullendiğimiz uçurumun kenarında aklın ölçüleriyle hayata tutunmaya çalışırken, bazen hiçlikte kaybolma içgüdüsünün çekiciliğine kolayca kapılabildiğimizi hissediyorum. Rüyalarda derin ve simsiyah bir boşluğa yuvarlanırken hissedilen o ürpertiye benzer kısacık bir bilinç kaybıyla uzaklaşabilmenin cazip hayali bile insana deliliğin koyu melankolisini hatırlatıyor, ama sadece hatırlatıyor. Büsbütün delirebilmek ne o kadar basit ne de kendini akıllı diye tarif edenlerin sandığı kadar çekici çünkü. Ruhsal bir yarılmanın azabı ancak onu yaşayanın hissedebileceği kadar ıssız ve korkunç olmalı.

‘Deliliği’ izleyerek yazanlardan ziyade onu yaşayarak sanatıyla içselleştirebilmiş olanlar benim ilgimi çekiyor. Malum, edebiyat ve sanat tarihine baktığınızda epey kalabalık olduklarını görürsünüz. Her koşulda deliliği dahilikle yüceltmeye eğilimli olanlardan değilim ama onları inceleyen araştırmacılar gibi aralarında yadsınamaz, çok güçlü bir bağ olduğunu da düşünüyorum haliyle. Oyuncaklarının içini merak ettiği için parçalamak isteyen şımarık çocuklar gibiyim. Son zamanlarda o ‘kayıp’ yaratıcıların algılarının neden farklı olduğuna, bilgiden ziyade sezgiyle hayatı nasıl kavradıklarına, bilinç perdesinin ardında neler gizlediklerine dair garip makaleler okuyorum. Ve okudukça onların sanatı unutup ötesine geçerek kendilerinden bambaşka kişilikler oluşturmak için yarattıklarına inanıyorum. Tanrının yaptığı haksızlıkları unutabilmek ve kısmen unutturabilmek için gerçekliği deliliğin karanlık mağarasında arıyorlar sanki. Aklın ve zekânın aydınlığından büsbütün kopmamak için ‘deliliğin’ toplumun ölçülerine aldırmayan o kristal ‘saflığına’ ihtiyaçları var. Gerçek benliklerini ararken insanlığı kendi trajedilerine tanık olmaya davet edip onlardan uzak durmayı seçmeleri boşuna değil. Ancak böyle sarsıcı bir yakınlık ve mesafeyle hayatta kalabiliyorlar çünkü. Durell, bir romanında çölde insanın ayak izini rüzgârın mum gibi üfleyip sildiğini ve gerçekliği böyle gördüğünü söyler. Bu düşsel tarifi seviyorum, o loşlukta yaşayanlara göre ‘akıllı gerçeklik’ böylesine uçucu ve epey değişken bir kavram galiba.


En gamlı sanatçı...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Dürüstlüğü, isyanı kötü oynanmış bir ‘içtenlik’ gösterisi gibi sergileyen zehirli dilden korkarım ben. O tavır, insanın varoluş sebebinde saklı olan erdemleri silah gibi kullanmak ister çünkü. Elbiselerin teyel yerlerini bir türlü saklayamayan terziler gibi beceriksiz çırpınışları da biraz da acıklıdır. Ne kadar bağırsalar seslerini duyuramazlar. Hâlbuki biraz durup içlerindeki karanlık uçuruma bakmaya cesaret edebilseler kendilerini affedebilirler belki. O vakit bağışlamanın, kin duymaktan vazgeçebilmek olduğunu hatırlayıp, kelimelerle iyileşebileceklerini de görebilirler...

Hakikat ezelidir. Hiçbir güç, inanç onu yeryüzünden silemez belki ama anlama ve geçmişi geleceğe doğru yorumlama çabası, bizi akılla sağaltır. Malraux. anlarsak yargılayamayız, demiş. Doğru, ama insan, insana yapılan zulmü de unutamaz. Neden unutsun zaten? Kötüyü sevmeyi bilmeyiz ki. Kötülüğün iradi olduğunu, kalbe atılan tohumla, bencillikle büyüdüğünü fark etmiyoruz çoğu zaman. Hınçla, kinle, cezalandırma dürtüsüyle ‘kötülüğü’ seçenlerin ebediyen mutsuz ve çaresiz olduklarını unutuyoruz. Önce bu yüzden affetmeyi öğrenebilmeliyiz. Bağışlayarak iyilik kadar sahici olan kötülüğü de yok edebilir miyiz bilmiyorum doğrusu ama bence denemeye değer.

Epeydir bahsetmek istediğim bir kitap bana yazarak, okuyarak, anlayarak ‘bağışlamanın’ imkânlarını gösterdi. Dile gelemediği için üst üste yığılmış acıların, hayatın büyük çaresizliğinin tamamen yok edilemeyeceğini ancak hatırlayarak unutabileceğimizi düşündürdü. Sevmenin yüce gönüllüğü değil sözünü ettiğim elbette; kefareti ödenmemiş ‘suçların’ affedilmeye muhtaç olması. Peki, her dinlediğimizde yakan gerçekleri, edebiyatın diline tercüme ederek bu ihtiyacı hissedebilir miyiz hakikaten? Haydar Karataş, bu topraklarda yaşarken ‘ölenlerin’ birbirlerini affedememe körlüğünü, kimsesizliğe, yoksulluğa, yurtsuzluğa, ölüme, açlığa rağmen hayatta kalma çabasına uzun bir ağıt yazarak anlatmış.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Sonuna kadar beklersek bir gün mutlaka gerçekleşeceğine inandığımız mucizenin, ruhumuzun kuytusunda taşıdığımız umudun kaybolup gitmesine müsaade etmeyen ışığın hakiki kaynağı nerede gizleniyor? Ya da aynı soruyu gündelik hayatın diliyle şöyle mi sormak lazım acaba? İnsan nasıl olur da bir işe, insana, tutkuya, bir hayale tutunup ondan asla vazgeçemeyeceğine inanmaya başlar. Onu hayatın yaşamaya değer olduğuna inandıran sadece ‘hayali’ bir gücün kör tutsaklığı olabilir mi? Bu zaafını fark ettiğinde kıpırdayamama çaresizliğini nasıl yaşar? Geriye dönüp baktığında üstüne kapanan zamanın tahrip eden gücü müdür onu istediği gibi yaşamaktan alıkoyan? “Bir gün başaracağım; istediğim gibi bir işe, aşığa, aileye, hayale, hayata kavuşacağım” arzusunu saplantı haline getirenler aslında neden korkuyorlar?

Bu irkiltici soruları bana hatırlatan Teğmen Drogo’yu çok sevdim. Onun kimilerine acıklı bir ‘hayal’ gibi görünen hayatına eşlik etmek, hiç azalmayan umudunu, hayal kırıklığını, yalnızlığını paylaşmak beni heyecanlandırdı. Buzzati’nin ikinci dünya savaşı sırasında askerlik yaparken yazdığı Tatar Çölü’nün kahramanıyla daha gençken tanışmak ister miydim, bilmiyorum doğrusu. Hani bazı kitaplar kaderine boyun eğip, o deli insanla buluşmak için ‘doğru zamanı’ bekler, denir ya... İşte tam da böyle bir kaza oldu galiba.

Buzzati,1940’ta yayımlanan ilk romanını yazarken, kahramanı Giovanni Drogo gibi kaderine teslim olmuş. O sırada Corriera Della Sera gazetesi için savaş muhabirliği yapıyormuş. O yıllarda onu yazarlık serüvenine hazırlayan üç tutkusu olduğundan bahsediliyor: Dağ, resim ve şiir. Gerçekten de bu roman, onun tutkularının buluştuğu bir masal ülkesi gibi: Akşam saatlerinde moraran gölgeli dağlar, yeryüzü çöllerinde görülmeyen düşsel sarı ışıklarla parlayan eşsiz resimler ve umutlu bir ‘yalnızlığı’ anlatan destansı bir şiir.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Ben de yazar Molnar gibi çocukken çocuk olmaktan çok sıkılırdım. Bir an evvel büyüyüp, bana neyi, ne zaman, nasıl yapacağımı söyleyemeyecekleri bir yaşa gelmek isterdim. Özellikle sokaklarda oynarken eve dönüş vaktimin hatırlatılmasından nefret ederdim. O yıllarda ‘dokunulmazlığı’ elde edeceğim kutsal yaşın bana çok yakın durduğuna dair saf bir inancım vardı. Ne yazık ki öyle bir yaş eşiğine hiç ulaşılamayacağını fark etmem uzun sürmedi. Çocukluğun vahşi tecrübelerinden gençliğin kırılgan dünyasına doğru geçerken nasıl yaşamam gerektiğine dair söylenenler nedense daha da sıkıcı olmaya başlamıştı.

Geçen hafta o ‘sıkıcı’ hayattan biraz müsaade almak için durma hakkımı kullandım. Peki, ne oldu? Tahmin etmek zor değil. Daha birkaç gün evvel, vaktiyle bütün okullardan atıldığını yazan yayın müdürüm bana kızdı. Öyle canımın istediği zaman duramazmışım. Okur düzenli yazı beklermiş. Bu aralar birilerine hak teslim etme fikrinden pek hoşlanmıyorum ama mecburen söylediklerini küçük bir çocuk gibi dinleyip “haklısınız” demek zorunda kaldım. Maalesef teknik olarak haklı çünkü.

YAZIDAN KORKMAK...

Devamını Oku