Hayallerimi gömdüğümden beri hiçbir ayrılık müteessir etmiyor beni. Hiçbir hüzne kederlenmiyor, hiçbir acıya gözyaşı dökemiyorum. Bütün güzel ve kötü duygulardan arındırılmış gibiyim. Görülmemiş dağların eteğindeki bir taştan farksızım. Bilinmezim. Tanınmazım. Yabancıyım. Sanki hiç var olmamış, sevmemiş, sevilmemişim. Bir araf çukurunda kaybolup yok olmuşum. Karanlıkta karanlık olmuşum. Gölgelerde gölgeymişim. Ama zihnimdeki şu korkunç ölüm planlarım, içimdeki duyguları bir nebze de olsa kıpırdatıyor. Varlıktaki yokluğumu sorgulatıyor.
Evet, yine sustuk. En iyi yaptığımız şeyi yine yaptık. Sustuk; çünkü içimizde deveran eden isyanları haykıramadık, sustuk. Biz sustukça içimizdeki isyanlar, çözülmesi imkansız toplumsal olaylar meydana getirdi.
Bin iken bir olamadığımız için en haklı ayaklanmalarımızda bir kurşun sesiyle çil yavrusu gibi dağıldık ve korku duvarının ardına saklanıp sustuk. Don Kişot gibi yel değirmenlerine savaş açmayı hüner saydık.
İntihar meyilli ruh halimin yaşattığı keder dolu mutsuzluktan dolayı değil papatyaların son yaprağının hep sevmiyor çıkması. Ben, bahtına küsüp umudu papatyalarda arayan bir neslin umutlu bir ferdiyim. Sevmiyor diye başlarsam, son yaprağın seviyor çıkacağını biliyorum; ama canına kıydığım o masum, o bembeyaz yapraklı çok sevdiğin papatyaları sevmiyor diye başlayarak birde sözlerimle öldürmek istedim. Belki bu sefer seviyor çıkar diye yine yine yine seviyor diye başlayarak tekrar tekrar koparttım o masum yaprakları, hayallerimi senle süsleyerek, her defasında yeni bir umutla. Kalbimin en ücra köşesinde guguklu saat misali yankılanan adını duyunca yeni papatyalar ektim gönül bahçeme, penceremdeki saksılara, kapımın önüne, geçtiğin yollara, baktığın gözlere.
Diyorum ki; şu yıldızlar gökyüzüne çok yakışıyor. Diyor ki; çünkü aralarında bizim yıldızımız var. Diyorum ki; çiçekler bahçelere ne kadar çok yakışıyor. Diyor ki; toprağına elimiz değdi. Diyorum ki; dünya neden böyle güzel. Diyor ki; içinde birbirini seven biz varız. Biz umuduz. Hani biz neredeyiz? Kayıp mı olduk kötülükler arasında?
Hayır, hayır sus, sus öyle deme, dedim. Vakit geceydi. Kaldır başını göğe, dedim. O başını kaldırınca bende uykumdan uyandım. Kâbus gibi bir düştü. Pencereyi açtım, sandalyeye oturdum. Dün gece solan çiçeğimin yeniden açtığını gördüm. Ve o duysun diye kalbimin en ücra köşesine seslendim:
Oysa ben umudu, karanlık mahzenlerden kurtarıp kalın kalın kitaplar arasında büyüterek ay ışığıyla süslenmiş semaya saklamıştım. Güneşle kaybolup geceleri ışıl ışıl parlayan bir umut olmuştun. Adını ben koymuştum. Adın benim yarınımdı. Avucundaydı sana kelepçelenen kalbim, tir tir titrerdim. Vişne renkli akşamüstlerinden bile daha kırmızıydı, kanlıydı kalbim, semadaki siluetini izleyip uykusuz kaldığım gecelerde kanlanan gözlerimden daha kanlıydı.
Üç yaşında bir çocuktun.
Hayal kurmayı bile bilmezdin.
Belki hâlâ süt kokuyordu ağzın.
Düştüğünde ağlar, kalkınca koşardın.
Yemek yedirirken 'Uçak geliyor.' derdi annen.
Bu yıl da ölmeyecekmişim, öyle dedi doktor. Geçen yıl da aynını yaptılar. Beni mezarımdan çıkarıp buraya getirdiler. Vuuuuv diye ses çıkaran soğuk bir makineye soktular. Her yerime kablo bağladılar. O odadan bu odaya götürüp getirdiler. Sonra iyisin, deyip mezarıma geri koydular.
Bu yıl biraz daha kibar olmuşlar. Sedyeyle taşıdılar beni. Geçen yıl ne dertti o! Tekerlekli sandalyeyle getirdiler. Pamuk ha bire içeri kaçıyordu. Gelene kadar etrafı batırıyordum. Sonra bana bağırıyorlardı. Hiç birini takmıyordum. Onlar bağırınca kıs kıs gülmek istiyordum. Ama ölülerin gülmesi burada pek hoş karşılanmazmış. Bu yüzden gülmedim.
Yerleşik düzene geçildikten sonra hayat buldu feodalite. Binlerce yıldır herkesin gelip geçtiği topraklar birden bire sahiplenildi. Toprak ağalığı türedi. Zaman içinde kendilerine asil diyen bir üst zümre meydana geldi. Zenginleştikçe daha çok zenginleştiler. Saraylar inşa ettiler. Parasını yedikleri halkı kendilerine hizmetçi tayin ettiler.
Sonra bu kalantorların parasını saymak için soytarı vezirler peydah oldu saray kapılarında. Parasının kaydını tuttukları zenginlerin zenginliklerine bire bin kattılar. Biraz da cebe indirdiler. Gel zaman git zaman "Padişahım çok yaşa!" nidalarının eskisi gibi fayda etmediğini görünce gözlerini garibanın cebindeki iki kuruşa da diktiler. Yalanla, dolanla halkı yeni borca soktular.
Size bir anafordan bahsetmek isterdim. Hallaç pamuğuna dönmüş bu düzenin kokuşmuş yanlarını anlatmak isterdim. Karanlık odalardaki gizli toplantıları, çıkmaz sokaklarda işlenen faili meçhul cinayetleri ayyuka çıkarmak isterdim. Beyaz torosların nasıl siyah transporter olduğunu söylemek isterdim. Cumartesi annelerinin ağıtları göğe yükselirken asit kuyularının neden kükrediğini haykırmak isterdim. Ama gördüm ki memleketin büyük bir bölümü at gözlüğü takmış. Uçurumdan aşağı yuvarlanırken forsundan gülmeyi maharet bilmiş.
Biz, şehirli insanlarız. Güneşin çocuklarıyız. Onunla uyanır, onunla yatarız. İrademiz güneşin elindedir. Hür değiliz. Özgünlüğümüz yoktur. Gecenin tadını bilmeyiz. Çünkü geceleri uykudayız. Oysa gökyüzü en güzel geceleri gözükür. Bundan mahrumuz. Devrin kölesi olmuşuz. Ayda bir güleriz. Kapital düzenin maaşlı uşaklarıyız. En büyük aşkları ATM'lerle yaşarız. Pos cihazlarındaki fişler uzadıkça içimiz burkulur. Bir nüshasını elimize alınca ölü görmüşe döneriz. Boynu büker eve gideriz. Mutluluğumuz kartlarımızın limiti kadardır. Ayın ortasında hep yastayız. 3. sayfa haberlerinden bihaberiz. Ülke, freni patlamış kamyon gibi yokuş aşağı giderken ne zaman duvara toslayacak bilmeyiz. Fikrimiz, zikrimiz, özgürlüğümüz yoktur. Ulusal meselelerde dili tutulmuşa döneriz. Lal oluruz. Kaç kadın öldürülmüş? Kaç çocuğa tecavüz edilmiş? Kaç işçi ölmüş? Kaç insan intihar etmiş? Kaç madencinin alın yazısı kömür karası olmuş? Bilmeyiz. Bilmeyiz; çünkü duyarsızız. Biz güneşin çocuklarıyız. Güneşe amadeyiz. O ne isterse onu yaparız.
Hadi hep beraber özgürleşelim.
Önce tabularımızı yıkalım,
sonra prangalarımızdan kurtulabiliriz.
At gözlüğümüzü çıkardıktan sonra



Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!