Bir ressamın; fırça darbeleri gibi alacalı iyi niyetler vardı. Yine de; sevgisi her zaman; azgın ve fokurdayan sular gibi olan; acıtan şeylerin üzerinde; rahatlıkla ve sevinçle yürüdüğü bir yoldu. Ama artık; karanlık sular çok fazla yükselmişti ve soğukluğu ayaklarına değiyordu. Onu yutması kaçınılmaz bir günün habercisi gibi; hızla ve şiddetle hücum ediyorlardı. Hiç değilse; dünyaya; tertemiz ve dipsiz bir sevgi armağanım oldu; diye düşündü...
Mevsimlerin değişmesi gibi gözlerin Onlarca rengin geçişi Beyaz bir yaprağın içinde, tonları,elanın,grinin ve kahvenin... Bir yol uzuyor,gidiyor düşlerimde Gözlerinin biteceği yerden başlayan Kıvrımları bitimsizlikle el ele Ve, hiç kavuşmayan, tükenmeyecek sevgililer gibi.. Gözlerin, bir sevgi aralığı Kımıltısız kapıların ardına kadar açılmayışı Kapanmayışı, bitimsiz öykülerin.. Gel demez,ve gitme dercesine.. Işığım, yansımalarım gözlerin Sen oluşum.. Ben gözlerin... Bir bahanesi, seni sevişimin...
Bin bir milletin kanile Türk seciyesini benliğinde çürüterek Türklükten çıkmış olan o adamlar yalnız kendi menfaati şahsiyeleri için vatanımızı cahalete boğdular. Saltanatlarınının ibkası için Türk milletinin gözlerine Din namile siyah bir perde çektiler. Tam altı yüz sene efsaneli masallarla uyuttular. Niçin uyuduk? Çünkü Din kitabımızı kendi dilimizle okuyamadığımız için Dinin evamiri deye kim ne söylediyse inandık. Dinin mahiyeti hakikiyesini bilmeden körü körüne itaat ettik. Biz camilerde ağlarken onlar da zevku sefa etti. Tâki; O mucizeli el bu gafleti yırtarak Türk milletini şimdiye kadar uyutmuş olan sergerdelerin ellerini kırdı. O menhus siyah perdeyi parçaladı. İrfan ile iman teklif eden (Levha-i Dini) gösterdi. İşte o sergerde taçdarlar olmasaydı ilk medeniyet nişanelerini cihana tanıtan Türkler hiç şüphe yok ki bu gün bütün milletlerden daha müterakki ve mütemeddin bir millet olacaktı. Halbuki cehaletin ağır kâbusundan uyandığımız zaman medenî ihtiyaçların hepsini birden hissettik. Şimdi bu boşluğu doldurmak için içtimaiyatımızı sarsan baş döndürücü bir süratle koşuyoruz. Vatan ve millet mefhumu şahsında temerküz etmiş olan harikalar timsali mücessemi Büyük Rehberimiz bu süratle bizi bir an evvel medeniyet güneşine isal edecektir. Türkler ezelî kahraman ve medeniyet âşıkı olmasaydı; 0 büyük Kemal ondan doğmazdı.
O Kemal ki; doğmasaydı biz bu
Kemale ermeden yok olacaktık. Türklüğü hakir görenler medeniyetin mepde-i ve temelini kuran Türkler olduğunu bilmeyenlerdir.SAFİYE MİTHAT
Varlığımızın dolaysız amacı acı çekmek olmasaydı, yeryüzünde bulunuşumuzun hiçbir nedene dayanmadığını kolayca söyleyebilirdik. Çünkü hayatın derinlerinde yatan ve düşkünlüğümüzden doğarak dünyayı dolduran acıların, gerçek bir amaç değil de bir rastlantı olduğunu ileri sürmek saçmadır. Tek tek ele alındıklarında, her mutsuzluğun bir kural-dışılık olarak görülmesi kabildir, ama genel olarak ele alındığı zaman mutsuzluk ve acı, kuraldışı değil kuraldır.
Çekilen her acının ve mutsuzluğun en etkili avuntusu, bizden daha fazla acı çeken ve mutsuz olan kimseleri düşünmektir. Herkes bu çareye başvurabilir. Ama bütün bunlardan genel olarak ne gibi bir sonuç çıkıyor?
Kasabın keseceği hayvanı göz ucuyla aralarından seçtiği sırada, çayırda dolaşıp duran koyunlar gibi biz de, mutlu günlerimizde, belli bir saatte, alınyazısının bize hazırladığı kötü oyunun ne olduğunu bilmiyoruz.Hastalık mı, zulüm mü, mahvolup gitmek mi, sakatlanmak mı, kör olmak mı, delirmek mi, bilmiyoruz!
Yakalamak istediğimiz her şey başkaldırıyor bize; her şeyin, yenmek zorunda olduğumuz, düşmanca bir iradesi var. Halkların hayatında, tarih, bize savaşlardan ve ayaklanmalardan başka şey göstermiyor. Barış yılları rastgele gerçekleşmiş, kısa sessizlikler ve aralar gibi görünüyor. Nitekim insan hayatının, yoksulluk ve can sıkıntısı gibi soyut felaketlere karşı açılan bir savaş olmakla kalmayıp, aynı zamanda öteki insanlara karşı açılan bir savaş olduğu da anlaşılıyor. Her yerde bir düşman çıkıyor karşımıza; hayat, silah başında öldüğümüz sürekli bir savaştan başka şey değil.
Güneşin ışıklarıyla aydınlattığı zavallılıkları, acıları, sıkıntıları düşünen bir kimse, bu göksel cismin de, yeryüzünde hayatı doğurabilme gücünden tıpkı Ay gibi yoksun olmasını özleyebilir. Güneşin yüzü, Ay’ınki gibi buzlu ve camsı bir halde olsaydı, çok daha iyi olurdu diye düşünebilir.
Hatta hayatımızı, hiçliğin kıpırdamazlığını ve mutluluğunu bozan bir olay gibi ele alabilir. Her ne olursa olsun, hayata belli bir ölçüye kadar dayanabilen bir kimse bile, giderek yaşlandıkça, her şeyin bir hayal kırıklığı ve hatta bir aldanış olduğunu kavrar. Bir başka deyişle, koskoca bir aldanıştan başka bir şey olmadığını öğrenir.
Hayatın birinci yarısı, mutluluğa karşı duyulan yorulmak bilmez bir özlem olduğu halde, ikinci bölümü acı dolu bir korku duygusuyla kaplıdır.Çünkü, mutluluk denilen her şeyin kuruntu olduğu ve acıdan başka gerçeğin bulunmadığı fark edilmiştir artık. Aklı başında insanların, yakıcı zevklerden çok acısız bir hayata yönelmeleri bundan ötürüdür.
Gençliğimde, kapımın zilinin her çalınışında, gönlüm sevinçle doluyor ve kendi kendime, «Oh ne iyi! İşte yeni bir olay! » diyordum. Ama yıllar geçip de olgunlaştığım zaman, her zil sesinden sonra şöyle düşündüm: «Yine ne var? »
İnsan yaşlanınca; tutkuların ve isteklerin nesnesi farksızlaştıkça, bu isteklerin ve tutkuların bir bir ortadan kayboldukları, duyarlığın güdükleştiği, hayat gücünün zayıfladığı, görüntülerin solduğu, izlenimlerin etkilemeden gelip geçtiği, günlerin gittikçe daha hızlı aktığı, olayların önemlerini kaybettiği ve her şeyin renksizleştiği görülür. Günlerin yükü altında sallanarak yürür insan ya da bir köşeye çekilip dinlenir. Geçmiş varlığının gölgesi ya da hayaleti haline girer. Kendinden geçme, sonsuz uyku haline dönüşür bir gün.
Hayatın, önemsiz şeylerde olduğu gibi, önemli şeylerde de, sürekli bir yalan olduğunu kabul etmek zorundayız. Verdiği sözü tutmuyor hayat; tutsa bile, özlediğimiz şeyin özlenilmeye değer olmaktan ne kadar uzakta bulunduğunu göstermek için yapıyor bunu. Kimi zaman umut, kimi zaman da umulan şey aldatıyor bizi. Bir eliyle verdiğini öteki eliyle alıyor. Uzaklığın büyüsü, cennetler gösteriyor bize. Ama büyülenir büyülenmez, bu cennetlerin uçup gittiğini görüyoruz. Demek ki, mutluluk ya gelecekte ya da geçmişte; şimdiki an, güneşli ovanın üzerinde dolaşan bir küçük buluta benziyor; önü arkası pırıl pırıl bu bulutun; ovaya yalnız onun gölgesi düşüyor.
Hayat, tadını çıkaracağımız bir armağan değil; canla başla çalışarak yerine getirmemiz gereken bir ödev. En önemsiz işten en önemlisine kadar hepsinde, genel bir düşkünlüğün, öldürücü bir didinmenin, sürekli bir yarışmanın, sonu gelmez bir savaşın, kafa ve vücut güçlerinin ortaya koyduğu bir çabalamanın görülmesi bundan ötürü. Uluslar halinde toplanmış milyonlarca insan, kamu yararına yapılan işlere katılıyor, böylece kendi çıkarı için de çalışmış oluyor. Ama ortaklaşa kurtuluş için milyonlarca insanın ölmesi de gerekiyor. Kimi zaman saçma önyargılar, kimi zaman da sinsi bir politika insanları savaşa sürüklüyor; birkaç kişinin aklına esenleri gerçekleştirmek ya da hatasını tamir etmek için kitlelerin kurban edildiği görülüyor.
•
İnsanların biricik kaygısı, hayat kavgasını gerektiği gibi yapabilmektir. Ama hayatını güven altına alan kimse, bundan sonra ne yapacağını şaşırır. İnsanların ikinci kaygısının, yaşama yükünü hafifletmek; duyulmaz hale getirmek ve zaman öldürmek olması bundan ötürüdür. Yani buradaki asıl amaç, can sıkıntısından kurtulabilmektir. Nitekim, maddi ve manevi sıkıntılardan kurtulmuş kimselerin, zaman harcayarak geçirdikleri her saati, bir çeşit kazanç saydıklarını görüyoruz. Oysa bu saatler, onların kendi öz hayatlarından harcanmaktadır.
Can sıkıntısı, önemsenmeyecek bir bela değildir. İnsanın yüzünde nasıl da belirir! Can sıkıntısı, birbirini pek az seven insanoğlunun, yine de birbirini aramasına yol açar. Bu bakımdan, can sıkıntısının, toplumsal içgüdüye kaynaklık ettiği söylenebilir. Devlet, can sıkıntısının toplumsal bir felaket olduğunu bildiği için, karşı önlemler almaktan geri kalmaz.. Bu felaket, yani can sıkıntısı, kendisinin tam karşıtı olan düşkünlük (sefalet) gibi, insanları en aşırı davranışlara sürükleyebilir.
Philadelphia’ da uygulanan sert ceza sistemi, can sıkıntısını öyle korkunç bir işkence aracı haline getirmiştir ki, bundan ötürü birçok mahpusun intihar ettiği bilinmektedir. Düşkünlük, halkı nasıl rahatsız edip durursa, can sıkıntısı da seçkinleri öyle rahatsız eder. Toplum hayatında, pazar günü, can sıkmtısını dile getirir; haftanın öteki günleri de düşkünlüğü.
•
Dante, dile getirdiği cehennemin örneğini ve konusunu, bizim gerçek dünyamızdan başka nerde arayabilirdi?
Nitekim, bize çok eksiksiz bir cehennem görüntüsü sundu. Ama cenneti ve cennetin mutlu hayatını dile getirmesi gerektiği zaman, aşılması olanaksız bir güçlükle karşılaştı. Çünkü içinde yaşadığımız şu dünya ile cennet arasında, hiçbir benzerlik yoktu.Cennetteki mutlu hayatı anlatacağı yerde, atalarının, sevgilisi Beatrice’in ve çeşitli ermişlerin verdiği bilgileri iletti bize.İçinde yaşadığımız dünyanın, ne biçim bir dünya olduğu, böylece, açık bir şekilde anlaşılıyor, değil mi?
Şu dünyayı Tanrı yarattıysa, onun yerinde olmak istemem doğrusu.Çünkü, dünyanın düşkünlüğü yüreğimi parçalar.
Yaratıcı bir ruh düşünülürse, yarattığı şeyi göstererek ona şöyle bağırmak hakkımızdır: «Bunca mutsuzluğu ve boğuntuyu ortaya çıkarmak uğruna, hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığnıı bozmaya nasıl kalkıştın? »
•
İstemek, temeli bakımından acı çekmektir ve yaşamak, istemekten başka bir şey olmadığına göre, hayatın tümü, özü bakımından acıdan başka şey değildir. İnsan ne kadar yüceyse, acısı da o ölçüde fazladır. İnsanın hayatı, yenileceğinden hiç şüphe etmeksizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır.
Bana göre, psikanaliz acı çekmeyi bir hata, bir zayıflık göstergesi olarak ele alıyor. Hatta bir hastalık göstergesi sayıyor. Ama aslında, bugün bildiğimiz en önemli hakikatler, insanların acılarından türemiştir.(Monroe’nun eski kocası Arthur Miller)
Bence şiir,kelimelerin birbirleriyle geçişebilmesidir.Gökkuşağının renklerinin,birbirleriyle ya da ayrı ayrı düşünüldüğünde de,hep yumuşak ve hep saf olabilmeleri gibi.
Bir kagittan ucak degil kelimelerini tasiyan. Agir kanatli bir kus. Yuregi bir yanda yuku; ilettikleri bir yanda. Binlerce kus.. Goc etmiyorlar; senin yukunu bana devsiriyorlar. Donusuyorlar yorgun; kör olmus o martiya. Kitaplarda arayip duracagim cocukluk martimdan biri oluyorlar. Ve bütün martilar oluyorlar.. yazik o martilara....
Her seferinde, daha önce hiç görmediğim, hiç bilmediğim topraklar üzerinde yürüyorum sanki. Yürümek ki; yol almak olmayan asla.. Ne toprağın rengini görmüşüm, ne tümsek, ne düzlük bilindik, ezbere adım atabileceğim.. Hep yeni bir başlangıç, yeni bir uzak.. Bazen koskoca bir ülke, ama içinde hiç olduğun duruşun, kendi halinde.. Uzaktan bakıyorum, şu karşıki, nasıl da kolay yürüyüp geçiyor, eze eze toprağı bir büyüklükle..Yollar ona yol olmuş, karşı koymaksızın, ve gem vurmaksızın hırslarına; açılıp genişliyor.. Defalarca geçtiği yollar, bekliyorlar bir gün bir yerde,bir noktada birleşip sonlaşmayı.. Sabırla.. Asla bir hiçlikte görmüyor kendini, sanki hep var olmuş gibi böbürlü bir taşkınlık var içinde.. Zaten her yola niyetlenişi bundan.. Durmak, durulmak, geçit vermek kendinden başka her şeye, hiç düşünemeden basmak topraklara tüm ağırlığınca.. Oysa ben, her seferinde yeniden başlamak, savaşmak zorundayım.. Yorgunluğum kimsenin aklına gelebilecek bir kerem değil.. Nasıl savaştığım, hayata neden ve ne denli sarıldığım yamalarla dolu kalbimle; bir ihtimal bile değil.. Kaç kişi geçip gitti yanımdan, gören ve görmeyen.. Sonunda görmeyenle eşitleşen bakan gözler.. Renksiz yazılarla kelimeler avuçlarımda, sımsıkı kapatıyorum, tırnaklarım kesiyor avuçlarımı, o yoksunluğun şiddeti yüzünden.. Çünkü olmasını isteyipte gizlenmesi gereken şeyler silik olmalı, şeffaf, su gibi.. Dokunanın rengini almalı, kirini geçirmeli bir kanıta dönüşmek için, ya da temizliğinden hiç kirlenmemiş olarak, bir miras gibi kalmalı elleri ak pak gelenlere.. Ben, güneşin ışıklarını görmesem de bir yerde, biliyorum onun var olduğunu, kıvılcımım içimde, yine dik ve güleç, içim içimde saklı, adım atıyorum yollarda..
Seyyid Nigârî, için her şey aşktan gelir. Üstadı İsmail Şirvânî, Seyyid Hamza için 'Mîr Hamza, aşk-ı ilâhî ile mahv-ı vücûd etmiştir. Anın mürşîdi aşktır.' demesi onun üstadının 'aşk' olduğunu anlatır.
'Madam Arthur Bey kötü kalpli bir şamandır. Zamanlardan zamanlara geçer. Her geçtiği zamanı yok eder. Onun hayatındaki yalanları uç uca ekleseniz, dünyanın etrafını defalarca dolanan ve onu ve sizi ve bizi ve hepimizi sıkarak boğan dev bir yılan olur. Madam Arthur Bey`in geçmişini bir deşseniz, bugüne kadar yeryüzünde ölmüş ne kadar insan varsa hepsini sığdırabileceğiniz dar ve derin, çok derin, uçurum gibi derin bir mezar olur. Hayata Madam Arthur Bey`in gözlerinden baksanız daha önce hiç görülmemiş renkler görür, korkarsınız. Etrafı onun kulaklarıyla dinleseniz inanılmaz sesler duyar, ürperirsiniz. Ve onun burnuyla koklasanız havayı, başınız döner, olduğunuz yere yığılırsınız. Onun tüm algıları diğer sıradan insanların algılarından şeytanidir. Ve hayatındaki her şey ama her şey diğer sıradan insanların hayatındaki milyarlarca şeyden daha kalabalık, daha cazip ve daha delidir. Kötüdür.MİNE SÖĞÜT
Kuşları susturun bugün ölürsem Bırakın pirinç kafeslerinin parmaklıklarının arasından gözlerini dikip Annemin ağlamasını izlesinler Saatlerin dümdüz suratlarını siyah kumaşla örtün Ve alarmları kapatın Derenin çamurlu suyunu da susturun Fısıldayın dereye 'O öldü, O öldü' diye Bugün ölürsem Yatağımın altındaki kağıtları Kömürden yapraklara dönene kadar yakın Ki ölmüş sesim de sussun Ve hatıramı utandırmasın Bugün ölürsem Kutusundan içmelisiniz sütü büyük bir şehvetle Alışveriş merkezindeki bütün kör hayaletlerin Ve kibirli mankenlerin Ve alışveriş merkezi tanrılarının önünde kişneyip çığlık atmalısınız Sağlam bir patırtı koparmalı Sıkı bir şamata yapmalısınız orada Öyle gürültülü olmalı ki Kuşlar, gökyüzü, yağmur susmalı Bugün ölürsem çıldırmalı ve özgür olmalısınız O soğuk yüzlü mankenlere yaklaşıp Ayakkabılarını çıkarmalı Ve ayak parmakları var mı diye bakmalısınız Ve eğer varsa (Bence keskin olmayan koyu kahve tırnakları da vardır) Manken eti nasılmış diye Bir tadına bakmalısınız Ayakkabılarını öpmelisiniz ve sakar dilinizle emmelisiniz Bunu da ölmemiş olan alış-verişçi insanların Ve parfüm standındaki bayanların önünde yapmalısınız Herkese haykırmalısınız' O öldü, o öldü' diye Ve benim hayal ettiklerimi yapmalısınız Markete gidip Elmalardan sulu ısırıklar alıp Sonra elmaları geri koymalısınız Doğrudürüst tanımadığınız insanları tutkuyla öpüp Başlarını döndürmelisiniz. RACHEL CORRİE
size, bu odanın alacakaranlığından, okyanusundan, beni boğan dalgalarından, tenimde kalan tuzundan ve yastıklarda kuruyan gözyaşından hiç bahsetmedim.
size, nasılsın diyerek başlayan telefonlarınıza (garip, tuhaf aslında) beyaz bembeyaz tabiatımla 'iyiyim' diyorum. yani aslında korkuyorum bütün bunlar kıyamet bütün bunlar cinnet bütün bunlar cinayet demeye bir daha düzeltilemeyecek sözler söylemeye korkuyorum.
telefonla birlikte ışığı da kapatıp bol şanslar deyişiniz, şanslar deyişiniz, deyişiniz çınlarken içimde, bunun beni ne kadar kırdığından hiç bahsetmedim. bahsetmediğim çok şey var daha yaz çiçekleri, cam çiçekleri ölüyor akşamın altını, gümüşe dönüyor bunlar da önemli elbette en az, bana ihaneti öğrettiğiniz bana kanatlarımı bıraktırdığınız kadar KANAMALAR / BİRHAN KESKİN
Boynumda taşıdığım bir hayaldi o sadece. Beni,alıp uzaklara, her şeyin sevecen ve lekesiz olacağı yerlere götüreceği bir gemi idi..Orada,sevenler,ve sevilenler vardı, birbirlerinden hiç uzağa düşmeyen.. Hüzün şarkıları, yüzyıllar öncesinden kalan,korunacak kalıntılardı..Ve şiirler, asırlık insanların acılarından taklit edilirdi.. İşte,ben orada koşuyordum koşuyordum rüyalarımda..Yüksek,ama çok yüksek bir kıyıdan,bir uçurumdan adeta, denize bakıyordum..Dalgalar,benim en sevdiğim biçimde vuruyorladı,hemen altımda uzanan kıyılara..Tertemiz sular,kendi içlerinde çalkalanıp duruyordu.. Hiç,çılgına dönmedim, inecek bir yer aramadım,deniz ve kıyısında bir gelip bir giden sevdiğime..Ulaşan yollar, kapalı ve korkunç değildi..Sevdiğim yitmiyordu, benden çaresizce..Ben, ölmüyordum orada.. Zaman, öyle merhametsiz bir katil gibi hükmetmiyordu... Kurtulmak duygusu nedir bilmiyordum,çare aramıyordum.. Boynumdaki gemiye muhtaç değildim hayalimde, seni hiç tanımamış, bir kere bile sevmemiştim seni.. Baktım ki, hayaller,artık benim boynumda değil, bambaşka ülkelerde,benden başkasının aldığı büyüleyici hediyesiydi..
Bir, ölü sevici.. Tırnaklarıyla kazıyarak, tırnakları dolarak yaşamadan ölen duygularla,huzursuz,içinden haykırılı, bir ölmüşün üzerinde, yeniden ve yeniden kendisiyle yüzleşmek istiyor.. Hiçbir yüzleşmede bulamamış huzuru, iflah olmayacak kaderini oynuyor yalnızca.. Çıkarıp ölüyü, sarsıyor,sarsıyor, uyan diyor, geri dön, ölmeseydin...Ruh hastası bir seven, bir ölü sevici, umutsuzca, elleriyle gömdüğü sevgiyi arıyor..Unutarak, insanın bir kere,sadece bir kere öldüğünü ve her şeyin bittiğini ondan sonra, defalarca öldürmek için uyansın istiyor.. Bir, ölü sevici, ölmüş ruhu için öldürüyor.Yaşarken ölümün yalnızlığınca, ölmüş sevgilerden umulu... Bir tecavüzcü, işgalci, bir,hasta seven.. Hastalıklı ruhunun ellerinde, sarsıyor sarsıyor, uyan diyor, bırakma beni.. Kaderinin karanlığında, kara toprakları eşeliyor..
22.03.2020 - 08:31
Pıhtılasmış bir acıydın, üstünü yaşamak kaplamıştı ama içinde kanıyordun hala...!
Yadsınmaz gerçekliğin görülebilirdi.
Ufacık bir değişle bile.
25.08.2014 - 17:19
Bir ressamın; fırça darbeleri gibi alacalı iyi niyetler vardı. Yine de; sevgisi her zaman; azgın ve fokurdayan sular gibi olan; acıtan şeylerin üzerinde; rahatlıkla ve sevinçle yürüdüğü bir yoldu. Ama artık; karanlık sular çok fazla yükselmişti ve soğukluğu ayaklarına değiyordu. Onu yutması kaçınılmaz bir günün habercisi gibi; hızla ve şiddetle hücum ediyorlardı.
Hiç değilse; dünyaya; tertemiz ve dipsiz bir sevgi armağanım oldu; diye düşündü...
19.08.2014 - 18:52
Bu dünyada edinebileceğimiz en değerli ve güzel mülk; kalptir...
22.07.2014 - 18:54
Gökkuşağının bir ayağı denizde, bir ayağı martıda. Rüzgar aralarında eser durur, hiç söylenmemiş rengi saklanır durur..
31.05.2014 - 09:16
Çaydanlık düşmanı..
16.05.2014 - 09:01
Aşk, yaratıcılık ister; yaratıcı olmayan, aşık da olamaz.(Ü.Güler)
Aşkı uzaklarda arayanlar! Uzaklarda çok şey bulabilirsiniz; ama aşkı asla! (Ü.Güler)
Aşık, sevgisini binle çarpıp, bire bölen adamdır.(Ü.Güler)
Aşık, sevgisiyle, sevgilisini yeniden yaratan adamdır.(Ü.Güler)
Yeryüzünde sadece su vardır çözümleyici; sadece aşk vardır birleştirici.(Ü.Güler)
05.05.2014 - 18:25
Mevsimlerin değişmesi gibi gözlerin
Onlarca rengin geçişi
Beyaz bir yaprağın içinde, tonları,elanın,grinin ve kahvenin...
Bir yol uzuyor,gidiyor düşlerimde
Gözlerinin biteceği yerden başlayan
Kıvrımları bitimsizlikle el ele
Ve, hiç kavuşmayan, tükenmeyecek sevgililer gibi..
Gözlerin, bir sevgi aralığı
Kımıltısız kapıların ardına kadar açılmayışı
Kapanmayışı, bitimsiz öykülerin..
Gel demez,ve gitme dercesine..
Işığım, yansımalarım gözlerin
Sen oluşum..
Ben gözlerin...
Bir bahanesi, seni sevişimin...
29.04.2014 - 21:46
Bir suç cezasız kaldığında, dünyanın dengesi değişir.. ALINTI
27.03.2014 - 08:21
Bin bir milletin kanile Türk seciyesini benliğinde çürüterek Türklükten çıkmış olan o adamlar yalnız kendi menfaati şahsiyeleri için vatanımızı cahalete boğdular. Saltanatlarınının ibkası için Türk milletinin gözlerine Din namile siyah bir perde çektiler. Tam altı yüz sene efsaneli masallarla uyuttular. Niçin uyuduk? Çünkü Din kitabımızı kendi dilimizle okuyamadığımız için Dinin evamiri deye kim ne söylediyse inandık. Dinin mahiyeti hakikiyesini bilmeden körü körüne itaat ettik. Biz camilerde ağlarken onlar da zevku sefa etti. Tâki; O mucizeli el bu gafleti yırtarak Türk milletini şimdiye kadar uyutmuş olan sergerdelerin ellerini kırdı. O menhus siyah perdeyi parçaladı. İrfan ile iman teklif eden (Levha-i Dini) gösterdi. İşte o sergerde taçdarlar olmasaydı ilk medeniyet nişanelerini cihana tanıtan Türkler hiç şüphe yok ki bu gün bütün milletlerden daha müterakki ve mütemeddin bir millet olacaktı. Halbuki cehaletin ağır kâbusundan uyandığımız zaman medenî ihtiyaçların hepsini birden hissettik. Şimdi bu boşluğu doldurmak için içtimaiyatımızı sarsan baş döndürücü bir süratle koşuyoruz. Vatan ve millet mefhumu şahsında temerküz etmiş olan harikalar timsali mücessemi Büyük Rehberimiz bu süratle bizi bir an evvel medeniyet güneşine isal edecektir. Türkler ezelî kahraman ve medeniyet âşıkı olmasaydı; 0 büyük Kemal ondan doğmazdı.
O Kemal ki; doğmasaydı biz bu
Kemale ermeden yok olacaktık.
Türklüğü hakir görenler medeniyetin mepde-i ve temelini kuran Türkler olduğunu bilmeyenlerdir.SAFİYE MİTHAT
25.03.2014 - 08:49
ARTHUR SCHOPENHAUER’DAN SEÇMELER
Varlığımızın dolaysız amacı acı çekmek olmasaydı, yeryüzünde bulunuşumuzun hiçbir nedene dayanmadığını kolayca söyleyebilirdik. Çünkü hayatın derinlerinde yatan ve düşkünlüğümüzden doğarak dünyayı dolduran acıların, gerçek bir amaç değil de bir rastlantı olduğunu ileri sürmek saçmadır. Tek tek ele alındıklarında, her mutsuzluğun bir kural-dışılık olarak görülmesi kabildir, ama genel olarak ele alındığı zaman mutsuzluk ve acı, kuraldışı değil kuraldır.
Çekilen her acının ve mutsuzluğun en etkili avuntusu, bizden daha fazla acı çeken ve mutsuz olan kimseleri düşünmektir. Herkes bu çareye başvurabilir. Ama bütün bunlardan genel olarak ne gibi bir sonuç çıkıyor?
Kasabın keseceği hayvanı göz ucuyla aralarından seçtiği sırada, çayırda dolaşıp duran koyunlar gibi biz de, mutlu günlerimizde, belli bir saatte, alınyazısının bize hazırladığı kötü oyunun ne olduğunu bilmiyoruz.Hastalık mı, zulüm mü, mahvolup gitmek mi, sakatlanmak mı, kör olmak mı, delirmek mi, bilmiyoruz!
Yakalamak istediğimiz her şey başkaldırıyor bize; her şeyin, yenmek zorunda olduğumuz, düşmanca bir iradesi var. Halkların hayatında, tarih, bize savaşlardan ve ayaklanmalardan başka şey göstermiyor. Barış yılları rastgele gerçekleşmiş, kısa sessizlikler ve aralar gibi görünüyor. Nitekim insan hayatının, yoksulluk ve can sıkıntısı gibi soyut felaketlere karşı açılan bir savaş olmakla kalmayıp, aynı zamanda öteki insanlara karşı açılan bir savaş olduğu da anlaşılıyor. Her yerde bir düşman çıkıyor karşımıza; hayat, silah başında öldüğümüz sürekli bir savaştan başka şey değil.
Güneşin ışıklarıyla aydınlattığı zavallılıkları, acıları, sıkıntıları düşünen bir kimse, bu göksel cismin de, yeryüzünde hayatı doğurabilme gücünden tıpkı Ay gibi yoksun olmasını özleyebilir. Güneşin yüzü, Ay’ınki gibi buzlu ve camsı bir halde olsaydı, çok daha iyi olurdu diye düşünebilir.
Hatta hayatımızı, hiçliğin kıpırdamazlığını ve mutluluğunu bozan bir olay gibi ele alabilir. Her ne olursa olsun, hayata belli bir ölçüye kadar dayanabilen bir kimse bile, giderek yaşlandıkça, her şeyin bir hayal kırıklığı ve hatta bir aldanış olduğunu kavrar. Bir başka deyişle, koskoca bir aldanıştan başka bir şey olmadığını öğrenir.
Hayatın birinci yarısı, mutluluğa karşı duyulan yorulmak bilmez bir özlem olduğu halde, ikinci bölümü acı dolu bir korku duygusuyla kaplıdır.Çünkü, mutluluk denilen her şeyin kuruntu olduğu ve acıdan başka gerçeğin bulunmadığı fark edilmiştir artık. Aklı başında insanların, yakıcı zevklerden çok acısız bir hayata yönelmeleri bundan ötürüdür.
Gençliğimde, kapımın zilinin her çalınışında, gönlüm sevinçle doluyor ve kendi kendime, «Oh ne iyi! İşte yeni bir olay! » diyordum. Ama yıllar geçip de olgunlaştığım zaman, her zil sesinden sonra şöyle düşündüm: «Yine ne var? »
İnsan yaşlanınca; tutkuların ve isteklerin nesnesi farksızlaştıkça, bu isteklerin ve tutkuların bir bir ortadan kayboldukları, duyarlığın güdükleştiği, hayat gücünün zayıfladığı, görüntülerin solduğu, izlenimlerin etkilemeden gelip geçtiği, günlerin gittikçe daha hızlı aktığı, olayların önemlerini kaybettiği ve her şeyin renksizleştiği görülür. Günlerin yükü altında sallanarak yürür insan ya da bir köşeye çekilip dinlenir. Geçmiş varlığının gölgesi ya da hayaleti haline girer. Kendinden geçme, sonsuz uyku haline dönüşür bir gün.
Hayatın, önemsiz şeylerde olduğu gibi, önemli şeylerde de, sürekli bir yalan olduğunu kabul etmek zorundayız. Verdiği sözü tutmuyor hayat; tutsa bile, özlediğimiz şeyin özlenilmeye değer olmaktan ne kadar uzakta bulunduğunu göstermek için yapıyor bunu. Kimi zaman umut, kimi zaman da umulan şey aldatıyor bizi. Bir eliyle verdiğini öteki eliyle alıyor. Uzaklığın büyüsü, cennetler gösteriyor bize. Ama büyülenir büyülenmez, bu cennetlerin uçup gittiğini görüyoruz. Demek ki, mutluluk ya gelecekte ya da geçmişte; şimdiki an, güneşli ovanın üzerinde dolaşan bir küçük buluta benziyor; önü arkası pırıl pırıl bu bulutun; ovaya yalnız onun gölgesi düşüyor.
Hayat, tadını çıkaracağımız bir armağan değil; canla başla çalışarak yerine getirmemiz gereken bir ödev. En önemsiz işten en önemlisine kadar hepsinde, genel bir düşkünlüğün, öldürücü bir didinmenin, sürekli bir yarışmanın, sonu gelmez bir savaşın, kafa ve vücut güçlerinin ortaya koyduğu bir çabalamanın görülmesi bundan ötürü. Uluslar halinde toplanmış milyonlarca insan, kamu yararına yapılan işlere katılıyor, böylece kendi çıkarı için de çalışmış oluyor. Ama ortaklaşa kurtuluş için milyonlarca insanın ölmesi de gerekiyor. Kimi zaman saçma önyargılar, kimi zaman da sinsi bir politika insanları savaşa sürüklüyor; birkaç kişinin aklına esenleri gerçekleştirmek ya da hatasını tamir etmek için kitlelerin kurban edildiği görülüyor.
•
İnsanların biricik kaygısı, hayat kavgasını gerektiği gibi yapabilmektir. Ama hayatını güven altına alan kimse, bundan sonra ne yapacağını şaşırır. İnsanların ikinci kaygısının, yaşama yükünü hafifletmek; duyulmaz hale getirmek ve zaman öldürmek olması bundan ötürüdür. Yani buradaki asıl amaç, can sıkıntısından kurtulabilmektir. Nitekim, maddi ve manevi sıkıntılardan kurtulmuş kimselerin, zaman harcayarak geçirdikleri her saati, bir çeşit kazanç saydıklarını görüyoruz. Oysa bu saatler, onların kendi öz hayatlarından harcanmaktadır.
Can sıkıntısı, önemsenmeyecek bir bela değildir. İnsanın yüzünde nasıl da belirir! Can sıkıntısı, birbirini pek az seven insanoğlunun, yine de birbirini aramasına yol açar. Bu bakımdan, can sıkıntısının, toplumsal içgüdüye kaynaklık ettiği söylenebilir. Devlet, can sıkıntısının toplumsal bir felaket olduğunu bildiği için, karşı önlemler almaktan geri kalmaz.. Bu felaket, yani can sıkıntısı, kendisinin tam karşıtı olan düşkünlük (sefalet) gibi, insanları en aşırı davranışlara sürükleyebilir.
Philadelphia’ da uygulanan sert ceza sistemi, can sıkıntısını öyle korkunç bir işkence aracı haline getirmiştir ki, bundan ötürü birçok mahpusun intihar ettiği bilinmektedir. Düşkünlük, halkı nasıl rahatsız edip durursa, can sıkıntısı da seçkinleri öyle rahatsız eder. Toplum hayatında, pazar günü, can sıkmtısını dile getirir; haftanın öteki günleri de düşkünlüğü.
•
Dante, dile getirdiği cehennemin örneğini ve konusunu, bizim gerçek dünyamızdan başka nerde arayabilirdi?
Nitekim, bize çok eksiksiz bir cehennem görüntüsü sundu. Ama cenneti ve cennetin mutlu hayatını dile getirmesi gerektiği zaman, aşılması olanaksız bir güçlükle karşılaştı. Çünkü içinde yaşadığımız şu dünya ile cennet arasında, hiçbir benzerlik yoktu.Cennetteki mutlu hayatı anlatacağı yerde, atalarının, sevgilisi Beatrice’in ve çeşitli ermişlerin verdiği bilgileri iletti bize.İçinde yaşadığımız dünyanın, ne biçim bir dünya olduğu, böylece, açık bir şekilde anlaşılıyor, değil mi?
Şu dünyayı Tanrı yarattıysa, onun yerinde olmak istemem doğrusu.Çünkü, dünyanın düşkünlüğü yüreğimi parçalar.
Yaratıcı bir ruh düşünülürse, yarattığı şeyi göstererek ona şöyle bağırmak hakkımızdır: «Bunca mutsuzluğu ve boğuntuyu ortaya çıkarmak uğruna, hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığnıı bozmaya nasıl kalkıştın? »
•
İstemek, temeli bakımından acı çekmektir ve yaşamak, istemekten başka bir şey olmadığına göre, hayatın tümü, özü bakımından acıdan başka şey değildir. İnsan ne kadar yüceyse, acısı da o ölçüde fazladır. İnsanın hayatı, yenileceğinden hiç şüphe etmeksizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır.
24.03.2014 - 21:02
Bana göre, psikanaliz acı çekmeyi bir hata, bir zayıflık göstergesi olarak ele alıyor. Hatta bir hastalık göstergesi sayıyor. Ama aslında, bugün bildiğimiz en önemli hakikatler, insanların acılarından türemiştir.(Monroe’nun eski kocası Arthur Miller)
12.03.2014 - 22:47
Bence şiir,kelimelerin birbirleriyle geçişebilmesidir.Gökkuşağının renklerinin,birbirleriyle ya da ayrı ayrı düşünüldüğünde de,hep yumuşak ve hep saf olabilmeleri gibi.
06.03.2014 - 21:15
Bir kagittan ucak degil kelimelerini tasiyan. Agir kanatli bir kus. Yuregi bir yanda yuku; ilettikleri bir yanda. Binlerce kus.. Goc etmiyorlar; senin yukunu bana devsiriyorlar. Donusuyorlar yorgun; kör olmus o martiya. Kitaplarda arayip duracagim cocukluk martimdan biri oluyorlar. Ve bütün martilar oluyorlar.. yazik o martilara....
06.03.2014 - 09:42
Ama benim şartlarım ağır.Bana şiir yazmalı o insan! ..CANAN TAN
03.03.2014 - 19:55
Nönnön Pisipisi Çaşş..... Merakımı hoş görün anlamı nee?
02.03.2014 - 22:13
Ölüm denizin kıyısında anacığım
Ölüm göğün yüzünde
Ölüm yerin dibinde
Ölüm soluk alışında
Ölüm Başucunda
Sevgi gözümün kökünde yavrucuğum
Sevgi kuşun kanadında
Sevgi ne göğün yüzünde
Sevgi ne yerin dibinde
Sevgi başucunda
Ahmet Çahacı
27.02.2014 - 22:13
Her seferinde, daha önce hiç görmediğim, hiç bilmediğim topraklar üzerinde yürüyorum sanki. Yürümek ki; yol almak olmayan asla.. Ne toprağın rengini görmüşüm, ne tümsek, ne düzlük bilindik, ezbere adım atabileceğim.. Hep yeni bir başlangıç, yeni bir uzak.. Bazen koskoca bir ülke, ama içinde hiç olduğun duruşun, kendi halinde..
Uzaktan bakıyorum, şu karşıki, nasıl da kolay yürüyüp geçiyor, eze eze toprağı bir büyüklükle..Yollar ona yol olmuş, karşı koymaksızın, ve gem vurmaksızın hırslarına; açılıp genişliyor..
Defalarca geçtiği yollar, bekliyorlar bir gün bir yerde,bir noktada birleşip sonlaşmayı.. Sabırla..
Asla bir hiçlikte görmüyor kendini, sanki hep var olmuş gibi böbürlü bir taşkınlık var içinde.. Zaten her yola niyetlenişi bundan.. Durmak, durulmak, geçit vermek kendinden başka her şeye, hiç düşünemeden basmak topraklara tüm ağırlığınca..
Oysa ben, her seferinde yeniden başlamak, savaşmak zorundayım.. Yorgunluğum kimsenin aklına gelebilecek bir kerem değil.. Nasıl savaştığım, hayata neden ve ne denli sarıldığım yamalarla dolu kalbimle; bir ihtimal bile değil..
Kaç kişi geçip gitti yanımdan, gören ve görmeyen.. Sonunda görmeyenle eşitleşen bakan gözler.. Renksiz yazılarla kelimeler avuçlarımda, sımsıkı kapatıyorum, tırnaklarım kesiyor avuçlarımı, o yoksunluğun şiddeti yüzünden..
Çünkü olmasını isteyipte gizlenmesi gereken şeyler silik olmalı, şeffaf, su gibi.. Dokunanın rengini almalı, kirini geçirmeli bir kanıta dönüşmek için, ya da temizliğinden hiç kirlenmemiş olarak, bir miras gibi kalmalı elleri ak pak gelenlere..
Ben, güneşin ışıklarını görmesem de bir yerde, biliyorum onun var olduğunu, kıvılcımım içimde, yine dik ve güleç, içim içimde saklı, adım atıyorum yollarda..
17.02.2014 - 21:08
Seyyid Nigârî, için her şey aşktan gelir. Üstadı İsmail Şirvânî, Seyyid Hamza için 'Mîr Hamza, aşk-ı ilâhî ile mahv-ı vücûd etmiştir. Anın mürşîdi aşktır.' demesi onun üstadının 'aşk' olduğunu anlatır.
13.02.2014 - 09:51
'Madam Arthur Bey kötü kalpli bir şamandır. Zamanlardan zamanlara geçer. Her geçtiği zamanı yok eder. Onun hayatındaki yalanları uç uca ekleseniz, dünyanın etrafını defalarca dolanan ve onu ve sizi ve bizi ve hepimizi sıkarak boğan dev bir yılan olur. Madam Arthur Bey`in geçmişini bir deşseniz, bugüne kadar yeryüzünde ölmüş ne kadar insan varsa hepsini sığdırabileceğiniz dar ve derin, çok derin, uçurum gibi derin bir mezar olur. Hayata Madam Arthur Bey`in gözlerinden baksanız daha önce hiç görülmemiş renkler görür, korkarsınız. Etrafı onun kulaklarıyla dinleseniz inanılmaz sesler duyar, ürperirsiniz. Ve onun burnuyla koklasanız havayı, başınız döner, olduğunuz yere yığılırsınız. Onun tüm algıları diğer sıradan insanların algılarından şeytanidir. Ve hayatındaki her şey ama her şey diğer sıradan insanların hayatındaki milyarlarca şeyden daha kalabalık, daha cazip ve daha delidir. Kötüdür.MİNE SÖĞÜT
07.02.2014 - 23:54
Bugün Ölürsem
Kuşları susturun bugün ölürsem
Bırakın pirinç kafeslerinin parmaklıklarının arasından gözlerini dikip
Annemin ağlamasını izlesinler
Saatlerin dümdüz suratlarını siyah kumaşla örtün
Ve alarmları kapatın
Derenin çamurlu suyunu da susturun
Fısıldayın dereye 'O öldü, O öldü' diye
Bugün ölürsem
Yatağımın altındaki kağıtları
Kömürden yapraklara dönene kadar yakın
Ki ölmüş sesim de sussun
Ve hatıramı utandırmasın
Bugün ölürsem
Kutusundan içmelisiniz sütü büyük bir şehvetle
Alışveriş merkezindeki bütün kör hayaletlerin
Ve kibirli mankenlerin
Ve alışveriş merkezi tanrılarının önünde
kişneyip çığlık atmalısınız
Sağlam bir patırtı koparmalı
Sıkı bir şamata yapmalısınız orada
Öyle gürültülü olmalı ki
Kuşlar, gökyüzü, yağmur susmalı
Bugün ölürsem çıldırmalı ve özgür olmalısınız
O soğuk yüzlü mankenlere yaklaşıp
Ayakkabılarını çıkarmalı
Ve ayak parmakları var mı diye bakmalısınız
Ve eğer varsa
(Bence keskin olmayan koyu kahve tırnakları da vardır)
Manken eti nasılmış diye
Bir tadına bakmalısınız
Ayakkabılarını öpmelisiniz ve sakar dilinizle emmelisiniz
Bunu da ölmemiş olan alış-verişçi insanların
Ve parfüm standındaki bayanların önünde yapmalısınız
Herkese haykırmalısınız' O öldü, o öldü' diye
Ve benim hayal ettiklerimi yapmalısınız
Markete gidip
Elmalardan sulu ısırıklar alıp
Sonra elmaları geri koymalısınız
Doğrudürüst tanımadığınız insanları tutkuyla öpüp
Başlarını döndürmelisiniz.
RACHEL CORRİE
07.02.2014 - 17:13
size,
bu odanın alacakaranlığından,
okyanusundan, beni boğan dalgalarından,
tenimde kalan tuzundan ve
yastıklarda kuruyan gözyaşından
hiç bahsetmedim.
size,
nasılsın diyerek başlayan telefonlarınıza
(garip, tuhaf aslında)
beyaz bembeyaz tabiatımla
'iyiyim' diyorum.
yani aslında korkuyorum
bütün bunlar kıyamet
bütün bunlar cinnet
bütün bunlar cinayet demeye
bir daha düzeltilemeyecek sözler
söylemeye korkuyorum.
telefonla birlikte ışığı da kapatıp
bol şanslar deyişiniz, şanslar deyişiniz, deyişiniz
çınlarken içimde,
bunun beni ne kadar kırdığından
hiç bahsetmedim.
bahsetmediğim çok şey var daha
yaz çiçekleri, cam çiçekleri ölüyor
akşamın altını, gümüşe dönüyor
bunlar da önemli elbette
en az,
bana ihaneti öğrettiğiniz
bana kanatlarımı bıraktırdığınız kadar
KANAMALAR / BİRHAN KESKİN
03.02.2014 - 23:12
Boynumda taşıdığım bir hayaldi o sadece.
Beni,alıp uzaklara, her şeyin sevecen ve lekesiz olacağı yerlere götüreceği bir gemi idi..Orada,sevenler,ve sevilenler vardı, birbirlerinden hiç uzağa düşmeyen.. Hüzün şarkıları, yüzyıllar öncesinden kalan,korunacak kalıntılardı..Ve şiirler, asırlık insanların acılarından taklit edilirdi..
İşte,ben orada koşuyordum koşuyordum rüyalarımda..Yüksek,ama çok yüksek bir kıyıdan,bir uçurumdan adeta, denize bakıyordum..Dalgalar,benim en sevdiğim biçimde vuruyorladı,hemen altımda uzanan kıyılara..Tertemiz sular,kendi içlerinde çalkalanıp duruyordu..
Hiç,çılgına dönmedim, inecek bir yer aramadım,deniz ve kıyısında bir gelip bir giden sevdiğime..Ulaşan yollar, kapalı ve korkunç değildi..Sevdiğim yitmiyordu, benden çaresizce..Ben, ölmüyordum orada.. Zaman, öyle merhametsiz bir katil gibi hükmetmiyordu...
Kurtulmak duygusu nedir bilmiyordum,çare aramıyordum.. Boynumdaki gemiye muhtaç değildim hayalimde, seni hiç tanımamış, bir kere bile sevmemiştim seni..
Baktım ki, hayaller,artık benim boynumda değil, bambaşka ülkelerde,benden başkasının aldığı büyüleyici hediyesiydi..
02.02.2014 - 14:12
Bir, ölü sevici.. Tırnaklarıyla kazıyarak, tırnakları dolarak yaşamadan ölen duygularla,huzursuz,içinden haykırılı, bir ölmüşün üzerinde, yeniden ve yeniden kendisiyle yüzleşmek istiyor.. Hiçbir yüzleşmede bulamamış huzuru, iflah olmayacak kaderini oynuyor yalnızca.. Çıkarıp ölüyü, sarsıyor,sarsıyor, uyan diyor, geri dön, ölmeseydin...Ruh hastası bir seven, bir ölü sevici, umutsuzca, elleriyle gömdüğü sevgiyi arıyor..Unutarak, insanın bir kere,sadece bir kere öldüğünü ve her şeyin bittiğini ondan sonra, defalarca öldürmek için uyansın istiyor..
Bir, ölü sevici, ölmüş ruhu için öldürüyor.Yaşarken ölümün yalnızlığınca, ölmüş sevgilerden umulu...
Bir tecavüzcü, işgalci, bir,hasta seven.. Hastalıklı ruhunun ellerinde, sarsıyor sarsıyor, uyan diyor, bırakma beni.. Kaderinin karanlığında, kara toprakları eşeliyor..
30.01.2014 - 08:47
'Ustalık kazanılır ama çocuk olmak yitirilirse şiirin büyük damarlarından biri yok olur' İlhan BERK
Toplam 40 mesaj bulundu