Ağır sorular içinde kıvranan ağır bir aşkın cılız bedenleri olarak biz, yani iki uçurum, iki 'yenik insan,' iki sürgün, iki ayrık otu; dar ve geniş, sessiz ve gürültülü, korkak ve cesur, olanaksız ve mümkün bir şeyler denedik. Bir deneyin, kendini reddeden ve kendini parçalayan ve bütün deney tüplerini kıran iki şartıyız biz. Bulduğumuz formülü çatır çatır yırtarak ve bütün rakamları ve bütün şekilleri ve bütün sonuçlan tek tek unutarak, serin bir aşka doğru koştuk. Artık hiçbir şeye isim vermek yok. Hiçbir tanım affedemez bizi. Çünkü ağır izler bıraktık birbirimizin gözlerinde ve birbirimizin aklını kirlettik.
Yersiz ve yurtsuz kalplere dönüştük artık. Kimin göğüs kafesine soksan, orada atmaya devam edeceğiz sanki. Kim bu aşk? Ne bu adam? Nerede bu acı? Niçin bu kalp? Sorma artık, sorma. Biz deney tüplerini çoktan kırdık.
Yüreğim gövdemden daha ağır. Bir haller oldu gördüklerimize. Eşya bitti. Nesne yok. Fenayız. Bütün tarifleri bir kenara atarak çıktığımız bu koşuda ipi, bizim dışımızdaki şeyler göğüsleyecek ve vardığımızda menzile, bir yere varmış olmanın bütün anlamı, bütün anlamını yitirmiş olacak. Bitecek baktığımız şeylerden gözlerimize geçen zulüm. Sözcüklerin şiddeti tükenecek. Ve bilmek, yani o tarifsiz çile, o tarifsiz yara, çekip gidecek zihnimizden. Çekip gidecek yıllar önce sırtımıza saplanan kurşun ve o kurşunu sıkanların, 'aşk' denilince katedilen harfleri kirleten hatırası. Bir adım katetmek yok bundan ileri ve bundan geri bir milim gerilemeyiz biz. Bastığımız yer kadarız ve bastığımız yer kadardır kalbimiz. Kalbini sıkı tut ve kır göğsündeki kemikleri.
Kır be güzelim kendini, dünyanın bütün kuşları havalansın aklında. Dünyanın bütün denizleri aynı yerde toplansın. Dünyanın bütün koşuları menzilsiz kalsın. Biz bilelim ve her şey de bizimle birlikle bitsin. Çekilsin içimizdeki hava, içimizdeki bahçeler, içimizdeki renk. Ya kurut bu yaprakları, ya temelli git. Bir tek ağaç büyümesin artık buralarda. Bir tek çocuk ağlamasın. Bir tek pencere açılmasın sokağa. Kavuşmaktan kurtulalım ve hasret ırmaklarında sürüklensin sana fırlattığım yürek. Hiçbir şeye iyi bakma güzelim, kendine de iyi bakma. Hor davran sana öğrettiğim her şeye ve bana öğrettiğin her şeyi al içimden. Bu başka bir şey biliyorsun. Yok bir tarifi. Tarifi yok çekip gitmenin. Burda kalmak öldürecek bizi sadece. Bir tek bunu biliyoruz ve müsaadenle güzelim, bu bilgiyi de siliyorum hafızamdan. Artık yokuz
Bir gece sokaklara vuruyorum kendimi. Şehrin kalbine kalbine yürüyorum. Ve ayrı saatlerde belki, uykusuz, rahatsız ve kızgın bir sürü adam, bir sürü yürek, bir sürü isyan, orta yerine doğru koşuyor hayalin. Gül ve bülbül söylencelerinden sıkılmış, kenarda durmaktan yorulmuş ve incine incine içleri nasırlaşmış binlerce gövde, canhıraş çığlıklarla bir aynayı kırıyor. Aynalardan nefret ediyoruz ansızın.
Sanki aramızda bir söz dolaşmış, bir örgütçü gezinmiş, bir adam tek tek dolaşıp bütün kapıları herkesi uyandırmış gibi bir şey oluyor gecenin köründe. Gecenin köründe ansızın kalkıp ayağa Fatih Camii'ne atıyorum ruhumu. Ey Rabbim, niye uslanmıyor bu yürek? Bu kanama niye durmuyor? Şu duvar dibine büzülmüş garip, benden daha rahat şu an.
Ve onun ayağa kalkması, benim burada olmamdan daha anlamlı. Daha anlamlı ellerim, aklımdan. Avuçlarım, kaçıp giden bir şeyleri tutmakta mahir belki, ama onlar giderken küçücük oluyor zihnim ve gördüklerimi anlayamıyorum artık. Avuçlarımla erkek, aklımla bir sünepeyim. Aklım olmasa keşke. Aklım olmasa, beni kandırmaları da mümkün olmayacak bu yakası karanfilli riyakârların. Kulağıma fısıldadıkları şeyler, kafamın içindeki bir boşluğa çarpıp düşecek yere. Düşecek ve parçalanacak yalanlar. O yalanları çekip kabullenen bir mıknatıs olmayacak çünkü ruhumda. Rabbim, bu başkasının ruhu olabilir mı? Ben, yanlış bir rüyadan uyanmış yanlış bir adam olabilir miyim? Ey akıl, gel ve bunu açıkla ya da çek git hayatımdan.
Gözlerimi cebime tıkıştırıp, sokaklara vuruyorum kendimi bir gece. Bir gece ansızın yanmaya başlıyor saçlarım. Durduk yerde ve belki izahsız ve belki bütün izahları tüketen bir halle taşıyorum gövdemi bilmediğim bir yere. Hiçbir yeri bilmiyorum artık. Zaten gözlerimi kaldırdım yürürlükten. Gözlerimi, gittikçe meçhulleşen, gittikçe flulaşan ve eriyen bir hayalîn ardı sıra gönderdim. Gözlerim, derin ormanlarında zihnimin, bir hatırayı arayan iki adet köpek.
Kalan son kırıntıları da parçaiamak için koşuşup duruyorlar içimde. Rabbim, tutamıyorum bu hayvanları ben. Rabbim, bunlar beni de öldürecek. Başkasının kalbini taşıyorum ben muhtemelen. Ve geldi sahibi atardamarlarımın ve kanımı istiyor görünüp kaybolan bir siluet. Yüzüme dokunuyorum, yabancı geliyor. Göğsüm yabancı, ayaklarım yabancı, parmaklarım yabancı ve belki en garibi, aklım yabancı. Kim geçti benim yerime ve otuz küsur yıldır sürüklediğim adam nereye kayboldu ansızın? Rabbim bana bir çare...
Meğer bir adam saçlarından başlarmış yanmaya. Meğer her dua biraz daha yakarmış tenimi. Meğer her insanın ücramda başka bir insan yaşarış. Ve her insan başka bir insanda ölürüş meğer. Tevbe diye bir şey varmış ve pişmanlık en büyük yangınıymış ruhun. Yanıyorum Allahım, bu ne?
Niye, bu ülkede ve başka ülkelerinde yeryüzünün, birşey bilenler, birşey öğrenenler ve anlayanlar birşeyleri giderek zalimleşiyor? Bilgi niye kabalaştırıyor bazılarını? Ve bir miktar kitap okuyanlar, peşpeşe üç filozofun, dört romancının, beş şairin, altı film yönetmeninin ismini sektirmeden sayabilenler, başparmaklarını aşağıya eğerek niye eziyorlar cılız ve cahil bedenlerimizi? Niye bilgi bu kadar soysuz, anlamak bu kadar kökensiz, öğrenmek bu kadar zalim?
İki kitap okuyup üç şiir yazan adam, mesela Anadolu'ya burun kıvırmaya başlıyor buralarda. Taşra illerinden gelen davetleri bir sineği kovar gibi geri çeviriyor bu adamlar. Neyi var ki Anadolu'nun? Nesini beğenmiyorsun be adam? Nedir bu muhacir zekanın hikmeti? Nedir bu kökensiz kibir? Kimsin sen? Hangi hakla ve nasıl bir vicdanla küçümsüyorsun bizim o tuttuğunu sarmalayan sevgimizi? Tarkovski'yi tartışmak mıdır sana göre 'insan olmak'? Ya da dil felsefesi, göstergebilim, hermonitik hakkında iki lafı biraraya getirince 'tanrı' mı oluyorsun sen? Zavallı... zavallı muhacir... zavallı burun... zavallı aydın...
Öyle mütekebbir, öyle tepeden bakan birşey ki bu ülkede bilgiden, bilmekten anlaşılan, çıldırıyor insaf, çıldırıyor toprak, çıldırıyor bu satırların yazarı. Yine bu satırların yazarı, bilgelik diye birşey hatırlıyor, iman diye birşey hatırlıyor, 'bütün insanlar eşit doğar' diye birşey hatırlıyor, 'eşref-i mahlukattır insan' diye birşey hatırlıyor. Ve hatırladığımız bütün bu şeyler, pipo dumanından ibaret bir kafanın faşizmi altında eziliyor her gün. Kibrin deterjanıyla beyazlatıran bilgi, soysuz sopsuz teoriler, bir takım masaların, bir takım kulüplerin dışına atıyor insanlığı. Ve o 'beyaz bilgi', 'bizim toprağın adamları' arasında bile hızla yayılan o 'sarhoş kafa', yığınlara bakıp, oy verenlere, cami yapanlara bakıp, 'yoz', 'cahil', 'köylü', 'yobaz', 'geri bırakılmış', 'adam olmaz' gibi yaftaları peşpeşe sıralıyor. Bizi peşpeşe vuruyor ve hatta yetinmeyip cılız kafalarımıza sıktıkları kurşunlarla, başparmaklarını sağa sola oynatarak bir böcek gibi eziyorlar kimliğimizi. Mideleri bulanıyor bu 'sözde aydın'ların gözlerimize baktıkça. Yanlarına otursak burunlarını tutuyorlar ve bir dakka sonra yerlerini değiştiriyorlar tiksinerek. Bizden nefret ediyorlar ve isimlerini değiştiriyorlar iki yazı yazdıktan sonra. Biz bilmediğimiz şeylerin içinde kıvranırken, onlar canavarlaşıyor bildiklerinden ötürü. Esrar ve ceset dumanlarıyla yaşıyorlar mahzenlerinde. Mahzenlerini giderek derinleştirip steril yani insansız yani bizsin hale getiriyorlar. Bu ne küstahlıktır böyle? Bu ne biçim bir beyaz ki, bütün kirlilerden daha kirli? Bu ne yabanlık, ne yabancılık? Sizi devekuşları tekmelesin, e mi. Sizi kunduzlar parçalasın. Anadolu kadar taş düşsün kafanıza. Kağıt gibi ezilen beyinlerinizle hava atın bundan böyle. Sizi gidi bilgili cahiller sizi.
Bir gün ansızın, yüreğinin en eski köşesi, uzun yılların gerisine saklanmış bir yara, bir hayal, bir fotoğraf bütün dehşetiyle fırlayıp öne, seni saçlarından tutarak büyük girdaplara doğru çeker. Bir vakitler ağlayamadığın bir aşka, belki on yıl sonra, bugün, iki damla yaş düşürürsün. Bir demli çay, bir simit ve bunların yanına iliştirilmiş bir paket sigara, seni bir fotoğraf karesinin içinden çıkarıp, geçmişin sisli, flu ve insanın içini kanatan kaldırımlarına atar. Bütün şiirlerde kaldırımları, bütün kaldırımlarda bir büyük şiiri ararsın. Ve aslında aradığın her şeyin içinde itiraf edilmemiş, sende gizlenmiş, itinayla saklanmış bir aşkın silueti dolaşır. Bir bıçağa benzeyen bu siluet, kalbinde açtığı deliği, sarhoş salınımlarla, her gün biraz daha genişletir. On yıl mesela, her gün biraz daha derinleşir acı ve her gün biraz daha derine gömerek onu, yeni yeni umutların ardına düşersin. Her yeni, o eski resmi biraz daha büyütür sadece. Ellerinden, gözlerinden, gövdenden, hayallerinden, işinden gücünden daha büyük olan bu resmi bir gün hiç taşıyamaz hale gelirsin ve yara bütün şiddetiyle patlar.
Lanetli bir aşk bu. Dokunduğu her şeyi yakan, her şeyi kocaman bir girdabın içine doğru çeken, mor, şekilsiz ve her şekle giren bir aşk. Geride sadece kül, sadece kül ve sadece kül bırakan bir şey benim anlattığım. Aslında anlatmak filan değil bu. Aksine, hiçbir şeyi anlatamamanın kızgınlığıyla ve geçmişte bir yerlerde doğru cümleleri kurmayı becerememiş bir adamın öfkesiyle konuşuyorum şu an. Bir insan, hayatının en büyük tokatlarını kendisine atar. O tokatların izi, birilerinin attığı gibi suratta değil, ruhun derinliklerindedir. Ve ruh ağır ağır, sinsi sinsi ve kimseye belli etmeden kanar. İki ayağının üzerinde sağlam durduğu zannedilen bir adam, mesela bu satırların yazarı, bir pelteye dönmüştür aslında ve bütün kemikleri kırılmış bir çığlığı yürek diye peşinden sürükler. Yürek diye gösterdiği şey, eprimiş, berkitilmiş, incinmiş ve dünyanın en kalabalık otobanının ortasına atıldığı için otomobiller tarafından parça parça edilmiş bir kedi ölüsüdür. Bir kedi ölüsüdür aşk.
Beyninin arka odalarına kilitlediğin masum bir hatırayla hiçbir yere varamazsın.
Ne sen masumsun artık, ne de o hatıra. Birbirinizi eriterek ve tüketerek harflerinizi, okunaksız bir yazıya dönüşürsünüz. Okunaksız yazıları seviyorsun elbet, biliyorum. Herkesten sakladığın bir labirentte tek başına dolaşmak gibi bir şey bu. Işıksız, pusulasız, haritasız kalmak güzeldir bazen. Ve hep ışıksız, hep pusulasız, hep haritasız kalmak da. Belki bu yüzden sevmiyorsun aydınlıktan bahsedenleri, gelecek güzel günleri anlatanları, kılavuzları, kılavuz gemileri, rehberleri. Belki bu yüzden ölüyorsun sen. Sıkışıp iki şeyin arasına, bir hatırayla bir gerçekliğin arasına sıkışıp, kağıt gibi oluyorsun. Kağıt gibi bakıyorsun gidenlere. Yol kenarına kaldırılmış bir ölünün üzerine serilmiş bir kaç parça kağıt gibi. 'Ben seni unutmak için sevmedim' diyor şarkı ve bundan başka her şeyi unutuyorsun. Her şey bu.
Hukuksuz yüreklerin ve haydut zihinlerin konuşma vaktidir artık. Zifiri gecedir varlığım. Ve sabah denilen hayal bir aldatmadır, bir hiledir, bir tuzaktır. Hayallerimizi, kolumuzu keser gibi keserek gövdemizden, uzak bir kara parçasına attık. Oyalansın modern çağ masallarıyla New York şehri sakinleri ve güzel salonlarda güzel filmler seyretsin Parisliler. Londra'da dans başlasın, Brüksel'de pazar kavgası. Biz hayallerimizin yerine kocaman kara taşlar koyarak ve silme gece, silme soğuk, silme ateş bir halde hukuk kitaplarını yırtalım gelin. Görgü kurallarını ve nezaket cümlelerini ve hitabet sanatını ve oy verme gerekçelerini kıralım birlikte. Vaatleri ve vaatlerin ardındaki yalanları ve yalanların ardındaki ödlekleri ve ödleklerin ardındaki korku imparatorluğunu devirelim bugün. Dağların ve soğuk suların ve sularda yıkanan kavruk yüzlerin hatrına devirelim hem de. Ve sorduklarında bize, sağlam gerekçelerimiz olmasın onlara göre. Mantık başka türlü işlesin ve bizim mantığımızla doğsun güneş. Bizim izahlarımızla tutulsun ay. Biz koyalım adını ayrılıkların. İhanetlerin. Ve zaferlerin.
Sen savaşmayı bilirsin hukuksuz yürek. Bilirsin inandıkların uğruna ölmeyi. Potansiyel suçlusun zaten caddelerde kollarını savura savura yürürken. Bu şehir seni sevmez. Ve sen bu şehri kalın bağırsağına dek bilirsin. Senden sakındıkları, gizledikleri, esirgedikleri her şeyi, yakılacak ve yağmalanacak her şeyi bilirsin. Bilirsin Kureyş kervanlarının geçtiği yolları. Gözlenecek ve kesilecek yolları bilirsin. Bir namlu gibi düşünmeyi öğrettiler bize. Ve namluya mermi sürülür gibi yaşadık hayatlarımızı. Nice aşklara ve nice yıkımlara tetik düşürdük. Kapıları çekip çıkarken alnından vurulmuş birşeyler kaldı geride. Hukuksuz ve kayıtsız doğduk. Bize şah damarımızdan daha yakın olana iman ettik sadece ve gözümüzü kırpmadan vurduk şah damarımızı ve şah damarından vurduk önümüze uzattıkları anlaşma metinleri. Anlaşmak istemiyoruz biz. Silahlarımızı bırakmaya niyetimiz yok. Zaten silah bırakmak, yüreğimizi ve bedenimizi de orada bırakmak anlamına gelir. Biz yüreksiz yaşayamayız. Ve düşmanın göğsündeki boşluğa bakarak atarız zafer çığlıklarını. Damarlarında kan dolaşmayanlar ve gözlerini soğutmuş olanlar ihanet çemberinde, düşmanımızdır bizim. Ve teslim olmalarına bile izin vermeyiz onların. Çünkü her teslimiyet bizi de teslim alır biraz.
Ey hukuksuz dil! Zakkum yürek! Yaralı hayat! Kara umut! Kopart zincirlerini bugün ve dümdüz edilmiş şehirlerin üstünde yürü. Aç kapılarını mapusanelerin, fabrikaların, okulların. Bırak kendini özgür ve hesapsız ve kayıtsız ve şartsız bir dünyanın arefesine. Bayram ilan ediyorum senin iki ayağın üzerinde doğrulduğun günü ve bir bulut ağlarken geçiyorsun bıçakların imtihanından. Bıçaklar düzgün konuşur ve sadıktır bizim elimizde olduğu sürece. İhanet etmez çelik ve sırtından saplanmadığı sürece bir bedene, kabulümüzdür. Dilimiz ve sesimizdir meydanlara düpedüz çıkan ve meydanlarda dimdik duran çocuklar. Onlar ki bayrak yerine yüreklerini taşırlar. Onlar ki ülke diye isyanlarını gösterirler. Onlar ki isimsiz ve birbirlerine sade kelimelerle seslenen kara bedenlerdir ki, ölmeyi ve öldürmeyi doğdukları gün öğrenirler. Biz doğduğumuz gün öğreniriz aşkı ve durulmaz önümüzde bir şeye yürek düşürürsek. Masaya yumruk vurur gibi ilan-ı aşk ederiz ve gerekirse gideriz masaya aklımızı koyarak. Başkasının aklına yer yok hayatımızda. Başkasının sözcükleriyle konuşma bizimle. Dümdüz ve dolambaçsız ve dar ve alt yazısız konuş. Ölmeye gidiyoruz çünkü. Fazla vaktimiz yok seni dinlemeye. Ya sen de gel, ya ebediyyen sus!
senin en güzel yerin sensizliğin
başka birine hazır oluşun aynalarda
bir gün başka uyanırsam yanında
ya sen gitmişsin ya ben kaldım
işte o zaman beni otuz yıl öldür
otuz yerimden sürgüne gönder
elbet ben nesiyim bu hayatın
ben bu aşkın Semud kavmiyim
ne zaman sana üşüsem
ateşin icadı geri alınır
kim kalır içimizdeki saat dursa
İçimdeki saat başka bir gidişin olsa
seni yaşamak beni öldürür
beni öldürdü kendi aklım
benim aklım kimin aklı
sen neyimsin benim hiç bitmeyen
seni bana kalp diye koymuşlar
beni sana bir gidiş hazırlığı
gittin ışıklar yandı içimde
ışıklar söndü içimde gittin
seni gittim ben aynalara bakarken
aynalar seni sürdü ben seni öldüm
yeşil kalbim benim
sarıdan ve maviden oluşmayan yeşil kalbim
rehin bıraktım üstüne kustuğum toprakları
gözlediğim incirler yarım durdu orada
bir su kendi çoğuluna aktı
bir kadın vazgeçti doğumdan
kalbim beni dövmüyor artık
gitmek en güzel halidir gövdemin
bunu bilmek aykırı bir damar beynimde
unuttuklarım yüzünden seviyorum seni
çok düşündüm ve uyanıp attım yüzümü
şimdi sen taşıyor olmalısın gözlerimi
ne çok şey unutmuşum ben böyle
kalbim kendi sınırlarına yabancı
hiç nar yemediğimi hatırlıyorum
hatırladığım son şey bu sen öncesi
sen öncesi sanki bir adım vardı benim
sanki diye konuşunca dil küsüyor
kendimden öte birşeyim oluyorsun
kaybolsak gideceksin ve bir hayvan
mesela ben yarasını dişleyecek gözlerinde
kalbim basmayı unuttuğumuz zil
ben bir fotoğrafı oğul belledim
cebimde bir delilik ötesi yok
ve hangi sen alnımı indirsem
hangi sokağı dönsem ilk apartman
kayıtsız şartsız isminle başlıyor
gitmeli burdan bir gidişe gitmeli
kalbim kuduz bir köpek
Mihnet ile Ektirdiğim Gülleri,
Vardın Gittin Bir Soysuza Yoldurdun
Biz geliyoruz beyaz kafa; Şehirlerin kenarlarından, sokakların diplerinden, meydanların ücrasından kalkarak ayağa ve saçlarımızı en deli rüzgarlarda savurarak. ve ağzımızda kıvrak şarkılarla ve bir gelincik tarlasında yuvarlanır gibi ve tepeden tırnağa bir ateş halinde, biz geliyoruz. Dünyayı daha fazla sevmeye, insanı daha fazla anlamaya, hayatı daha fazla korumaya dogru koşuyoruz. Biz uçan kuşun, parlayan çiçeğin, sıcak ekmeğin ve gürül gürül akan ırmakların aşkıyız. Ve o kuş, o çiçek, o ekmek, o ırmaklar gelip şehrin ortasına saplayacaklar bıçaklarını ve bıçaklar Fırat kıyısındaki koyuna dahi adalet isteyecek. Ve hak sularını bulandıranlar, nokta kadar bir yer bile bulamayacaklar kalplerindeki karanlığı, kafalarındaki hesabı, ciğerlerindeki fiyatı saklamaya. Onların gözlerinde, dünyanın en derin çukurlarını bulacağız ve onlara baktığımızda yosunlu bir taşı kaldırmış gibi olacağız yerinden. Böcekler kaçışacak onların yüreklerinde ve fakat en ufak bir yer bulamayacaklar içlerindeki solucanları gizlemeye. Biz bir karanfil tarlası gibi ilerlerken aydınlığa, onlar, altı böcek cehennemi taşlar gibi kaçışacaklar zifiri karanlığa. Fakat yeryüzünde hiç bir karanlık yoktur malûmumuz olmayan. Sıcak küvetlerinde ve pahalı parfümlerinin içinde bulacağız onları ve suratlarına devasa yangınları haykıracağız.
Biz geliyoruz beyaz kafa; milyonlarca insanın kanıyla girilen sarhoşlukların şerefine kurulan zafer taklarını yer ile yeksan edeceğiz. Yer ile yeksan edeceğiz kızlarımızı kir çukurlarına gömen, oğullarımızı inançsızlık sularında boğan, babalarımızı utanç duvarlarına köle eden fildişi kuleleri ve o kulelerde hazırlanan bütün hesapları. Yukarlardan bakıp bakıp kesilen ahkamları ve bizi forsalaştıran, aşksız ve karanfilsiz bırakan bütün hükümleri yer ile yeksan edeceğiz. Hazine dairelerinize dalıp, gözünüzden bile sakladığınız altınları avuç avuç savurarak kocaman kahkahalar atacağız. Ufacık da olsa bir çöp kurtarmak için didinen beyaz bedeninize sarılıp dans edeceğiz sizinle. Siz kenar mahalle çocuklarından üttüğünüz bilyeleri kaybetmenin şokuyla delirirken, biz sizin deli gözlerinize bakıp şarkılar söyleyeceğiz. Mutfaklarınızı yağmalayacak ve kilerlerinizdeki etle bütün şehri doyuracağız. Canınıza ve mahreminize halel gelmeyecek ama ümüğümüzden kopardığımız her lokmayı geri isteyecegiz. Ve dev ateşler yakıp şehrin ortasında, göğü aydınlatan yalımlarla güreşeceğiz.
Biz geliyoruz beyaz kafa; uzamış sakallarımız ve dünyanın en güzel hayvanına benzeyen gözlerimizle geliyoruz. 'İşte karanlık' diye işaretleyip, keskin nişancılara hedef kıldığınız kalplerimizi söküp avuçlarımıza aldık. Alnımızı esmer buğdaylar hışırtısıyla yıkayıp, saçlarımızı sabah namazlarına savurduk. Sen fildişi kulelerde havyara, kuşkonmaza ve lakerdaya uzanırken, biz aczin ve yokluğun içinde kocaman aşklar körükledik ve o aşklardan demir gibi çocuklar edindik. O çocuklar ki meydanlara bir vaha serinliğiyle girip, ince kumaştan mendiller gibi dolaşacaklar. O çocuklar ki arkalarına konakları alıp hatıra resimleri çektirecekler şehrin her yerinde. Şehir, surlarına bayrak diktikten sonra sırtı sıvazlanıp köyüne geri gönderilen Ulubatlı Hasanlar'ın olacak. Şehri, örselendikçe kokusu güzelleşen bir gül gibi cebimize koyacağız. Ve akşamları evimize götüreceğiz gülü. Masamıza yerleştirip önünde sade yemekler yiyecegiz. Büyüyen çocuklarımızdan arta kalan elbiseler giydireceğiz ona. Odalarımızda büyüyüp bizim gibi kokacak. şehir bizim olacak, biz şehrin.
kimse benimle konuşmuyor, konuşsa da istediğim gibi dinlemiyor. artık bu deftere yazacağım. cânım insanlar diyor, sonunda bana bunu da yapkınız ya. kelime kelime değil ama mealen böyle başlıyor günlüğüne.
evet oğuzun cânı insanlar ona bunu yaptınız ya beter olun. ve dediği gibi: bat dünya bat.
dostoyevskinin muhteşem romanı. ondan iki kısa alıntı:
yaşamı seviyorum, çok seviyorum; öyle ki bu kadarı da çirkin kaçıyor.
hiçbir şey anlamıyorum, anlamak da istemiyorum. anlamamaya karar vereli çok oluyor. gerçeklerin yanında kalmalıyım ben. ne zaman birşeyleri anlamaya başlasam gerçeğe ihanet etmem gerekiyor hemen.
Yak kendini. bir kandil gibi titrek titrek değil ama dev bir şehir gibi yak. new york gibi, paris gibi, istanbul gibi yak kendini. yalımları göğe ulaşsın kalbinden, beyninden ve saçlarından yükselen ateşin. kıpkırmızı bir ateş topu gibi yürü üstüne hayatın. üretilen ve paketlenen ve kirli ve temiz ve iyi ve kötü ve çirkin herşeyin üzerine yürü. tutunduğun bütün dalları ve sana yasaklanan ormanları yak. sherwoodu yak, robin hoodu ve diğerlerini ve bizimkileri ve sizinkileri ve ergenekonu ve endülüsü ve bu sabun kokulu tarihi ve veliaht ölülerini ve kazanılmış bütün zaferleri yak.
yak kendini ve tutuşan saçlarından çıkan alevler yutsun bütün yalanları, bütün hayalleri ve bütün masalları. kopar zincirlerini ve YAK, YAK, YAK zinciri tadan kollarını, zincire teşne bedenini, ziniri düşleyen zihnini. ve ateşten bir zinciri tutarak uçlarından, koş dünyanın uçlarına, ücrasına yeryüzünün ve göğün altında ne varsa bize benzeyen ve benzemeyen ve dost ve düşman ne varsa göğün altında tutuştur gitsin. dev ve kıyamet sesli alevlerle yansın bedenin, aklın yansın, insafın yansın. acıma, hiç ama hiç acıma tutuşan avuçlarına ve dokunduğun herşeye bulaştır kucakladığın ateşi. olimpos dağından indir ve bölüştür ve paylaştır ve yay yeryüzünün her santimine bizden esirgenen kıvılcımları. efesin tapınaklarını yak önce, babilin kulelerini ve ehramlarını mısırın ve bütün firavunları ve firavun köpeklerinive köle tacirlerini ve gülkokulu cariyeleri ve ardından yürüdüğümüz şatafatlı komutanları ve atlarını onların ve mızraklarını yak.
yak kendini. cayır cayır yanan bir barbar ordusu gibi dayan şehrin kapılarına. avrupaya, asyaya, amerikaya dayan ve kır önünde açılmayan bütün kapıları, eğilmeyen kolları. YAK, YAK, YAK, sana söylenen, anlatılan ve iletilen herşeyi yak.kristof kolombun amerikayı keşfini, napolyonun mısıra girişini, istanbula taşınan ganimetleri, endülüsü terkeden müslüman orduları, roma önlerinden dönen attilayı yak. bütün devrimleri, karşı devrimleri, akınları, akıncıları yak.ulaşsın heryere ve herşeye göğsünden kopan ateş dilimleri ve yakılan tarihe, yanan bugüne ve yakılacak yarınlara değdir. çoğalt ateşi, körükle, yay. köroğlunun babasının gözlerine çekilen mili kapıp celladın avuçlarından, dağla efendilerin, beylerin, kralların, firavunların gözbebeklerini. birbirine benzeyen ve içinde zulümlerin raksettiği,yurtsuzların tepelendiği, kölelerin dövüldüğü o kimsesiz göbebeklerini dağla dönme asla geriye ve sen de yan, kül ol ve kül et kavmini. kimseye kalmasın bu devasa ateş ve kimse yangın yerlerine konaklar kuramasın bundan sonra.
'Rezil olma hakkımı kullanıyorum, beyaz çorap giyme ve halk otobüslerinde yolculuk etme hakkımı. 'yoz' diye bir köşeye attığınız ne kadar müzik varsa dinleyeceğim hepsini ve Mülüm Gürses konserlerine cebimde jiletle gireceğim. simit yiyeceğim ve lahmacun ve kebap ve isot biberi yiyeceğim ve ayran içeceğim bunların üstüne. korktuğunuz partilere oy vereceğim ve sonra o partileri pat diye bırakıp başka partileri deneyecek keyfimin kahyası. günün en civcivli saatlerinde uzanıp uyuyacağım parklarda ve topuğunu ezdiğim ayakkabı cesetleri yattığım bankların ucuna düşecek. terleyeceğim ve hayatının en uzun koşusuna çıkmış bir at gibi kokacak vücudum. cicili bicili sözleri, ince iltifatları tutmayacak aklım ve ilk kez gördüğüm birşey gibi bakacağım bana 'beyefendi' diyenlerin suratına. adımla çağırın beni, sadece babamın kulağıma okuduğu isimle.
saçmalama hakkımı kullanıyorum kaldırımlarda bir meczup gibi dolaşma ve otobüslerde arkaya doğru gitmeme hakkımı. vitrinlerinizin önünden, cicilerinizin, modalarınızın, ve kokulu sabunlarınızın önünden en kayıtsız halimle geçeceğim. bana hiçbir şey satamayacaksınız ve ben size hiçbir şey satmayacağım. sigortasız, pasaportsuz, ehliyetsiz dolaşacağım ve korkacaksınız gözlerime bakmaya. (bu yazıyı okurken bile ürperdiniz!) gözlerim üzerinize toprak atmaya hazırlanan bir mezarcının kıllı elleridir çünkü. korkacaksınız ve ben fütursuz yürürken yollarınızda siz kenara çekileceksiniz hep. sizin göreviniz, sizin gibi olmayanlardan korkmaktır. korkun bizden; biz öcüyüz beyzade ve beyaz semtlere kıstırdığımız her seçkin beyaz kafaya 'pöhhh! ' deme hakkımızı kullanıyoruz. pöhhh! acaip kotkuyorsunuz ve fakat bitirdiğiniz okullar tutamıyor elinizden, çalıştığınız temiz işler saçlarınızı okşayamıyor, sakinleştiremiyor sizi yaşadığınız o 'bal dök yala' evleriniz. ne aciz kadınlarınız var sizin, ne kadar çıtkırıldım ve ne kadar kompleksli. (zayıflama seanslarından, güzellik salonlarında bulursunuz hep onları) avutamıyorlar sizi ve ağlayamıyorsunuz yanlarında. oysa erkekler ağlar beyzade, erkekler ağladıkça yiğitleşir ve daha iyi savaşır gözünde yaş olanlar.
serserilik hakkımı kullanıyorum, çatalla kaşığı biribirni karıştırma ve yemeğe parmaklarımla uzanma hakkımı. tanımadığım ve kapısından içeri alınmadığım ve gidip bir bardak çayını içemediğim yerlerden gelen faturaları ödemeyeceğim. ayakkabılarımı boyatmayacağım ve tükürerek bakacağım afişlere, lüks lokantalara, ve insansız otellere. neon ışıkları kaldırımlardaki su birikintilerine vuracak ve bıçaklanan bir kadının kanı karışacak aynı anda aynı suya.ve işte beyazların medeniyeti ve ben asla girmeyeceğim bu oyuna ve ben asla cafcaflı görüntülerine aldanmayacağım bu uygarlığın.bizi kandıramayacaksınız, bizi pazarınıza indirip suyu çekilmiş ıspanaklar gibi satamayacaksınız. adam olmayacağız, hizaya gelmeyeceğiz, ve uzatmayacağız boyunlarımızı uysal koyunlar gibi sizin imansız bıçaklarınıza. gidin burdan, cellatlarınızı ve katillerinizi de alıp gidin, kapılarınızda bekleyen köpekleri ve boynuna kurdele bağladığınız sümsük kedilerinizi de alarak gidin.
adam olmama hakkımı kullanıyorum, harfleri eciş bücüş yazma ve meclisin tavanına çiğ köfte atma hakkımı. dilime doğru iteklediğiniz bütün yabancı sözcükleri yanlış ve yersiz kullanacağım. karşınızda bacak bacak üstüne atarak konuşacak ve manasız şeylerden bahsedeceğim. cahil kalacağım ve ısrarla eğitmeyeceğim kendimi, inceltmeyeceğim ve ısrarla yanlış yapacağım bana ezberletmeye çalıştığınız herşeyi. ısrarla başka şekilde giyinip, başka şekilde büyüteceğim çocuklarımı. başka bir müzik dinleyip, başka düğünlerle evleneceğim. kulağınızın dibinde naralar atıp, evinizin önünde şarjör boşlatarak göndereceğim oğlumu askere. demokrasiyi yanlış anlayacağım ve ısrarla ve dilinize plesenk ettiğiniz her açıklama benim kapılarımdan içeri yanlış içeriklerle girecek. plastik çiçekleri ve kabe resimli duvar halılarını seveceğim ısrarla. ben adam olmayacağım ve unutacağım rakamlarınızı. her yanından kan damlayan kavramlarınız için, demeçleriniz ve istatistikleriniz için kılımı bile kıpırdatmayacağım. ben öcüyüm, ben tehditim ve sizden nefret ediyorum. ısrarla ve her gün yeniden ve usanmadan ve gülümseyerek ve içimdeki bıçakları okşayarak nefret ediyorum sizden.'
Bize İtalyan Usulü Sos Hazırlamayı Öğret Beyaz Oğlan
haberlerin içinden bir haber öylesine akıp gidiyor. sakin ve normal bir tarzda anlatıyor ntv'nin spikeri: 'x semtinde yeni bir diyet ve vejeteryan lokantası açıldı. yemekler italyan usulü hazırlanıyor. menüde her yemeğin içinde ne kadar yağ, ne kadar kolesterol bulunduğu belirtilmiş.' bu minval üzre akıp giden haberin sonunda lokantanın sahibi kahramanca açıklamalar yapıyor: ' kebap ve lahmacun kültürüne karşı mücadele veriyoruz.' mücadeleni sevsinler senin beyaz oğlan. cici çocuk, pembe yanak; KORU BİZİ KENDİ KÜLTÜRÜMÜZDEN; italyan mutfağını tattır bize; medeniyet öğret. yanık bağrımıza ve acılı kursağımıza italyan soslu bişeyler dök, fransızca azarla bizi, ingilizce döv.
bütün bunlar olurken ekranda hafızam bir yıl kadar öncesine gidiyor ve bir haberi çıkartıp koyuyor önüme: 'iranlı turist adana kebabı fazla kaçırınca öldü! ' işte biz buyuz beyaz oğlan. adana kebep yüzünden öleceğiz biz, lahmacun, mısır ekmeği, sırtı lacivert hamsi, alinazik ve şirden dolması yüzünden öleceğiz. kaşıkla çatalı yanlış tutacağız ve daha tadına bile bakmadan tuz dökeceğiz kuru fasulyeye. hadi gel beyaz çocuk, bize kebaptan nefret etmeyi öğret. hadi gel de bir dene, gözlerimize bakarak italyan sosu hazırlamayı. gel de, şu bizim kara, hem de kapkara semtlerimizde ekmek arası domates yiyen çocuklarımıza ve üzümü ekmeğe katık eden ihtiyarlara medeniyeti anlat. et yemenin zararlarından bahset bize. hadi gel beyaz oğlan, hadi gel...
ey arsızların medeniyeti, pişkinlerin kültürü, densizlerin uygarlığı, boğazımızdan çaldığınız zenginliklerle kurduğunuz şatolarda gözlerimize baka baka incelip gözlerimize baka baka çıldırıyorsunuz.aklınızı italyan usulü yiyip, vicdanınızı ingiliz stıli süpürüyorsunuz.siz orada abidik gubidik işlerle uğraşırken biz merdivenden düşen çocuklarımızı hastaneye bile götüremiyoruz burada. çaresizliğin, olanaksızlığın, yoksulluğun bütün halleriyle yuvarlandığımız bu hayat soya fasulyesini mideye indirdiğiniz masaların çaprazına kurulan televizyonlara malzeme kılınırken; pişkin, densiz, iğrenç gülüşünüzle kameraların karşısına geçip ' kebeba karşı açılan topyekun savaşt'an bahsediyorsunuz. siz kimsiniz be, siz kimsiniz? nasıl bir ülkede doğdunuz, hangi başkentleri başken bellediniz, hangi lisanla rüyalar gördünüz geceleri? hangi toprakların yamyamısınız siz? hangi ülkelerin işbirlikçisi, hangi kültürlerin taklitçisi, hangi satırların hainisiniz siz? hadi gel beyaz oğlan, hadi gel de bunları anlat bize. seni bir güzel dövelim!
Adamın aklı, hayatın bütün arazilerinde dolaşıp, kuytu bir köşe buldu kendine ve orada kurudu fikrininince gülü. adamın aklı, ülke adını verdiği topraklarda, doğduğu yerlerde patlayan balonlarda ve o balonların içinde kıvranan inanç kırıntılarında kaldı. adamın aklı, olan biteni anlayamaz oldu artık. bütün ömrünce ve babasının ömrünce ve dedelerinin ömrünce güneşe tuttukları o güzelim anadolu günlerinde kızaran, allaşan, Allah'ın en güzel nimetlerinden biri olan şeftaliyi, karanlık ve ürkütücü salonlarda parçaladılar. sarı etindeki şeker, kanlı mendillere aktı. adamın aklı mendillere bulaşan şekerde kaldı. bin yıllardır saraylara taşınan sarı buğday, üzümün en iyisi, elmanın en tazesi, suyun en temizi, tütünün en kalielisi niye geriye, onları taşıyanlara dayak, zulüm ve işkence olarak dönüyor. niye o taşıdıklarımızla beslenen zihinler, bize dönüp 'fazla yaklaşmayın şehirlere', 'masamızdaki üzümden bir tane dahi kopartmayın', 'çimenlerimizi uzanmayın', çiçeklirimizi koklamayın', çocuklarınızı çocuklarımızın arasına karıştırmayın' diyor. işte adamın aklı bunlarda kaldı. geriye doğru gidip beyninin içinde, az sonra içne dalacakları şehirlere şöyle bir baktığı an'ı hatırladı adam ve topların gürültüsünü duyduğunda ileriye doğru attığı ilk adımları. şimdi o şehirler, o şehirlerin kapıları, meydanları, parkaları, okulları 'topyekûn' kapanıyor yüzlerine. 'sokaklarında gerine gerine gezinemediğimiz bu şehirleri niye fethettik biz? ' diye sordu adam ve adamın aklı bu soruyu başka sorularla çarptı. kızlarımızı gönderemediğimiz okullar niye kuruldu? çimenlerine uzanamadığımız parklara niye ağaçlar diktik? ve niye şairin biri ' bir gün bu şehrin sokaklarında kendi elbisesiyle, mavi iş tulumuyla dolaşacaktır hürriyet' dedi ve fakat asla dolaşmadı? niye şiirler yalan, romanlar kurgu, gazeteler hayal mahsulü? adamın aklı alfabenin onikinci harfinde kaldı. gözleri gördüklerinin içinde kayboldu.duyduğu şeyler kulaklarını çekti ve karatahtanın önünde cevaplandıramadığı şeyleri hatırladı adam. İKİ KERE İKİNİN DÖRT ETTİĞİNİ ÖĞRETTİLER ONA ZORLA, FAKAT ASLA İKİ KERE İKİ DÖRT ETMEDİ. aklın ve matematiğin başka kurallarla işlediği bir ülkede doğdu ve mahkeme kuytularında başka bir matematikle yargılandı adam.başka bir matematikle çekti cezasını, maaşını başka bir matematikle aldı ve oy verdiği partinin oyları başka bir matematikle hesaplandı.çocukları oldu ve çocuklarını 'iki kere iki dört eder'le büyütüp, 'iki kere iki beş ederl'le astılar. aklı 'modern matematik'te kaldı. ÇÜNKÜ 'MODERN MATEMATİK' ASIRLARDIR BÜYÜTTÜKLERİ ŞEFTALİDE ONLARA BİR ISIRIKLIK DAHİ YER BIRAKMIYORDU ve aynı moderninançlarını çarpım tablosunun dışına atıp, kıyafetlerini suyun kaldırma gücüne aykırı buluyordu. adamın aklı, nice soğuklarda inançlarının ateşiyle ısınan, güneşli günlerde bir muştu gibi allaşan morlaşan, asırladır elden ele geçirip, bir ırkın bütün hayalleriyle irileştirdikleri, tadından yenilmez kıldıkları şeftaliyi hoyrat midelerine indiren karanlık ağızlarda kaldı. teypte 'oy memişler memişler, şeftaliyi yemişler cinsinden bir şarkı çalıyordu o an ve adam aklının kaldığı yerlerden dönemedi. kaybolan bir akla, kaybolan gözlerle bakakaldı öylece.
Portakal Sandığı, Çakı Bıçağı ve pencere camının Meselesi
'Benim meselem mühim mesele' diyor Müslüm Gürses bir şarkısında ve aklımızın ince kıvrımlarında dolaştırıp bu sözü, meselenin vehametini tartıyoruz. bizim meselemiz dünyanın en kadim meselesidir. yeşil seccadelerimiz, ezan okuyan saatlerimiz, duvarlarımızdaki resimler, vitrinlerimizin oymaları, çekyatlarımızın kumaşı, duvar halılarımızın geyikleriyle dalga geçenlerle aramızdaki kültürel, sosyal, politik ve ekonomik uçurum her iki tarafın aklına başka dünyalar koymuştur. bu, sokak kedisiyle ciğercinin kedisi arasındaki devasa boşluktur ki, atılan bütün tiradların sonunda birini soğuk sokaklar, diğerini sıcak soba önleri bekler. biz ki 'mühim mesele'nin en mühim tarafı olarak, anlaşma masalarında, siyaset zirvelerinde, ekonomi pazarlıklarında toplam sonuç, okuma oranı, doktor başına düşen hasta sayısı, mevsimlik işçi oranı olarak zikredilip geçtik. oy verdiğimiz partiler, çocuklarımızı gönderdiğimiz okullar, zeytin peynir aldığımız bakkallar, tezgahlarına dokunduğumuz fabrikalar, imdat istediğimiz gazeteler, okuduğumuz yazarlar, dinlediğimiz şarkılar, çözdüğümüz bulmacalar lanetlendi. para uzmanları için 'kayıtdışı ekonomi, siyasetçiler için 'kararsız seçmen kitlesi', marksistler için 'lumpen proleterya', sosyologlar için 'kent yoksulu', telefon idaresi için ' sayın abone', bankalar için 'mudi', emniyet teşkilatı için 'eşkali belirsiz şahıs', entellektüeller için 'yığın' ağalar için 'maraba' ve çay içmeye gittiğimiz yerlerde 'adisyon'duk biz. bile isteye lidersiz, bile isteye kayıtdışı, bile isteye lumpen, bile isteye maraba, bile istatistiki bir veri olarak bırakıldık. marks okusak suç, Kur'an okusak suç, Hazreti Ali ve hayber cengi okusak suç, rüya tabiri okusak suç oldu. dokunduğumuz herşeye, oy verdiğimiz bütün partilere, ardından yürüdüğümüz bütün liderlere, mırıldandığımız bütün şarkılara,girdiğimiz bütün evlere sıtımızdaki kadim laneti de bulaştırdık. meydanlarda sekerek yürüyen evlatlarımızı vurdular bizim. mum ışığında gizlice, müslüman bir ülkede gizlice Kur'an okuduk ve mumun karanlık yerlerinden gelip vurdular bizi.arka odalarda, soğuk gecelerde gizlice, bir fikre inanmanın bütün gizliliğiyle marks okuduk, satırların arasından çıkarak vurdular bizi. ergenekon destanının içinden çıkarak vurdular bizi. pir sultan türkülerinin içinden çıkarak vurdular bizi. hatta teksas-tommikslerin çizgilerinden çıkarak vurdular bizi.neye inansak, neyi hayal etsek, kime baksak vurdular bizi.meydanlarda sekerek yürüyen evlatlarımızı vurdular. kestiğimiz kurbanları, içtiğimiz çayları, bayramlarımızı, oturduğumuz portakal sandıklarını vurdular. bütün gece Müslüm Gürses dinledim ve daha dinlenmeden vurulan bir şarkının üzerindeki gazete kağıtlarını kaldırdım usulca. kan görmek ürkütmüyor beni. bir hayale inanmak için kan görmeye alışmak gerekiyor demek ki.
hey en arkadaki, hey sen! toplu resimlerin en köşesinde ve en gerisinde duran. vitrinlerin dışında ve uzağında duran sen. cici yerlere alınmayan, kaloriferli mekanlara sokulmayan, şehrin kenarında tutulan kara çocuk! bu şehirler senin sayende alındı ve sokaklarına medeniyetin senin omuzlarına basılarak girildi. bayrakları diken sendin anlı şanlı zaferlerin alnına. ve yine senin avuçlarından dökülen tohumlar başağa dönüştüğünde, budadığın asmalar üzüm verdiğinde, kahrını çektiğin buzağılar süte durduğunda, bunların hepsi ama hepsi alımlı arabalarla konaklara taşındı. ve o konakların temelini kazan, duvarını ören, çatısını çakan sendin. ve konaklara taşınan buğdayı, üzümü, sütü yemeğe, aşa, ekmeğe sen dönüştürdün. ve o pişen aşı, nar gibi kızaran ekmekleri kocaman kelleli adamların, hastalıklı hanımların, şımarık çocukların masasına sen servis yaptın.
dünyadaki en kaliteli seslerden biri olduğu inkar edilemez. kişilik tahliline gelirsek, hangi sanatçının kişiliği mükemmel. hepsi havalarda hepsi kaprisli çekilmez insanlar değil mi?
bir de şöyle düşünün siz olsanız onun yerinde, hayatıon dibinden bir mağaradan geliyorsunuz kaldırabilirmisiniz bu kadar parayı, şöhreti? insanlar size hayran insanlar etrafınızda pervane, şımarmaz mısınız? bir sürü kadın gözünüzün içine bakıyor harika kadınlar! ne kadar sabredebilirsiniz? siz ki yoldan geçenin içine düşeceksiniz neredeyse kaç tanesine hayır diyebilirsiniz? insaf biraz insaf. o kıroca yapıyor diğerleri çaktırmadan ince ince yoksa diğerleri çok iyi değil. ibo da en azından hakedilmiş bir şımarıklık ve cahilliğin mazereti var.
evet bu adamın tüm yaptıkları hakkıdır. helal olsun.
bence yanlış bir eşleştirme olmuş. beyin anatomik bir isimlendirme, beynin düşünme, mantık yürütme fonksiyonu akıl kavramıyla ifade edilir.
yürek kısmen doğru olmuş.
şayet hatırlatılmak istenen sakatatçı dükkanıysa doğru bir terkip olmuş çünkü ilk aklıma gelen bu oldu.
'Başka diyarlara başka denizlere giderim, dedin. Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa. Sanki bir hükümle yazgılanmış her çabam; ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya. Daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle akl ...
idris özyol
02.05.2004 - 01:13Madde mi Ağır Mana mı? ...Her İkiside Ağır!
Ağır sorular içinde kıvranan ağır bir aşkın cılız bedenleri olarak biz, yani iki uçurum, iki 'yenik insan,' iki sürgün, iki ayrık otu; dar ve geniş, sessiz ve gürültülü, korkak ve cesur, olanaksız ve mümkün bir şeyler denedik. Bir deneyin, kendini reddeden ve kendini parçalayan ve bütün deney tüplerini kıran iki şartıyız biz. Bulduğumuz formülü çatır çatır yırtarak ve bütün rakamları ve bütün şekilleri ve bütün sonuçlan tek tek unutarak, serin bir aşka doğru koştuk. Artık hiçbir şeye isim vermek yok. Hiçbir tanım affedemez bizi. Çünkü ağır izler bıraktık birbirimizin gözlerinde ve birbirimizin aklını kirlettik.
Yersiz ve yurtsuz kalplere dönüştük artık. Kimin göğüs kafesine soksan, orada atmaya devam edeceğiz sanki. Kim bu aşk? Ne bu adam? Nerede bu acı? Niçin bu kalp? Sorma artık, sorma. Biz deney tüplerini çoktan kırdık.
Yüreğim gövdemden daha ağır. Bir haller oldu gördüklerimize. Eşya bitti. Nesne yok. Fenayız. Bütün tarifleri bir kenara atarak çıktığımız bu koşuda ipi, bizim dışımızdaki şeyler göğüsleyecek ve vardığımızda menzile, bir yere varmış olmanın bütün anlamı, bütün anlamını yitirmiş olacak. Bitecek baktığımız şeylerden gözlerimize geçen zulüm. Sözcüklerin şiddeti tükenecek. Ve bilmek, yani o tarifsiz çile, o tarifsiz yara, çekip gidecek zihnimizden. Çekip gidecek yıllar önce sırtımıza saplanan kurşun ve o kurşunu sıkanların, 'aşk' denilince katedilen harfleri kirleten hatırası. Bir adım katetmek yok bundan ileri ve bundan geri bir milim gerilemeyiz biz. Bastığımız yer kadarız ve bastığımız yer kadardır kalbimiz. Kalbini sıkı tut ve kır göğsündeki kemikleri.
Kır be güzelim kendini, dünyanın bütün kuşları havalansın aklında. Dünyanın bütün denizleri aynı yerde toplansın. Dünyanın bütün koşuları menzilsiz kalsın. Biz bilelim ve her şey de bizimle birlikle bitsin. Çekilsin içimizdeki hava, içimizdeki bahçeler, içimizdeki renk. Ya kurut bu yaprakları, ya temelli git. Bir tek ağaç büyümesin artık buralarda. Bir tek çocuk ağlamasın. Bir tek pencere açılmasın sokağa. Kavuşmaktan kurtulalım ve hasret ırmaklarında sürüklensin sana fırlattığım yürek. Hiçbir şeye iyi bakma güzelim, kendine de iyi bakma. Hor davran sana öğrettiğim her şeye ve bana öğrettiğin her şeyi al içimden. Bu başka bir şey biliyorsun. Yok bir tarifi. Tarifi yok çekip gitmenin. Burda kalmak öldürecek bizi sadece. Bir tek bunu biliyoruz ve müsaadenle güzelim, bu bilgiyi de siliyorum hafızamdan. Artık yokuz
idris özyol
02.05.2004 - 01:08Köpekler Geceye Doğru Üç Kez Havladı...
Bir gece sokaklara vuruyorum kendimi. Şehrin kalbine kalbine yürüyorum. Ve ayrı saatlerde belki, uykusuz, rahatsız ve kızgın bir sürü adam, bir sürü yürek, bir sürü isyan, orta yerine doğru koşuyor hayalin. Gül ve bülbül söylencelerinden sıkılmış, kenarda durmaktan yorulmuş ve incine incine içleri nasırlaşmış binlerce gövde, canhıraş çığlıklarla bir aynayı kırıyor. Aynalardan nefret ediyoruz ansızın.
Sanki aramızda bir söz dolaşmış, bir örgütçü gezinmiş, bir adam tek tek dolaşıp bütün kapıları herkesi uyandırmış gibi bir şey oluyor gecenin köründe. Gecenin köründe ansızın kalkıp ayağa Fatih Camii'ne atıyorum ruhumu. Ey Rabbim, niye uslanmıyor bu yürek? Bu kanama niye durmuyor? Şu duvar dibine büzülmüş garip, benden daha rahat şu an.
Ve onun ayağa kalkması, benim burada olmamdan daha anlamlı. Daha anlamlı ellerim, aklımdan. Avuçlarım, kaçıp giden bir şeyleri tutmakta mahir belki, ama onlar giderken küçücük oluyor zihnim ve gördüklerimi anlayamıyorum artık. Avuçlarımla erkek, aklımla bir sünepeyim. Aklım olmasa keşke. Aklım olmasa, beni kandırmaları da mümkün olmayacak bu yakası karanfilli riyakârların. Kulağıma fısıldadıkları şeyler, kafamın içindeki bir boşluğa çarpıp düşecek yere. Düşecek ve parçalanacak yalanlar. O yalanları çekip kabullenen bir mıknatıs olmayacak çünkü ruhumda. Rabbim, bu başkasının ruhu olabilir mı? Ben, yanlış bir rüyadan uyanmış yanlış bir adam olabilir miyim? Ey akıl, gel ve bunu açıkla ya da çek git hayatımdan.
Gözlerimi cebime tıkıştırıp, sokaklara vuruyorum kendimi bir gece. Bir gece ansızın yanmaya başlıyor saçlarım. Durduk yerde ve belki izahsız ve belki bütün izahları tüketen bir halle taşıyorum gövdemi bilmediğim bir yere. Hiçbir yeri bilmiyorum artık. Zaten gözlerimi kaldırdım yürürlükten. Gözlerimi, gittikçe meçhulleşen, gittikçe flulaşan ve eriyen bir hayalîn ardı sıra gönderdim. Gözlerim, derin ormanlarında zihnimin, bir hatırayı arayan iki adet köpek.
Kalan son kırıntıları da parçaiamak için koşuşup duruyorlar içimde. Rabbim, tutamıyorum bu hayvanları ben. Rabbim, bunlar beni de öldürecek. Başkasının kalbini taşıyorum ben muhtemelen. Ve geldi sahibi atardamarlarımın ve kanımı istiyor görünüp kaybolan bir siluet. Yüzüme dokunuyorum, yabancı geliyor. Göğsüm yabancı, ayaklarım yabancı, parmaklarım yabancı ve belki en garibi, aklım yabancı. Kim geçti benim yerime ve otuz küsur yıldır sürüklediğim adam nereye kayboldu ansızın? Rabbim bana bir çare...
Meğer bir adam saçlarından başlarmış yanmaya. Meğer her dua biraz daha yakarmış tenimi. Meğer her insanın ücramda başka bir insan yaşarış. Ve her insan başka bir insanda ölürüş meğer. Tevbe diye bir şey varmış ve pişmanlık en büyük yangınıymış ruhun. Yanıyorum Allahım, bu ne?
idris özyol
02.05.2004 - 00:28Benim Oğlum Bina Okur
Niye, bu ülkede ve başka ülkelerinde yeryüzünün, birşey bilenler, birşey öğrenenler ve anlayanlar birşeyleri giderek zalimleşiyor? Bilgi niye kabalaştırıyor bazılarını? Ve bir miktar kitap okuyanlar, peşpeşe üç filozofun, dört romancının, beş şairin, altı film yönetmeninin ismini sektirmeden sayabilenler, başparmaklarını aşağıya eğerek niye eziyorlar cılız ve cahil bedenlerimizi? Niye bilgi bu kadar soysuz, anlamak bu kadar kökensiz, öğrenmek bu kadar zalim?
İki kitap okuyup üç şiir yazan adam, mesela Anadolu'ya burun kıvırmaya başlıyor buralarda. Taşra illerinden gelen davetleri bir sineği kovar gibi geri çeviriyor bu adamlar. Neyi var ki Anadolu'nun? Nesini beğenmiyorsun be adam? Nedir bu muhacir zekanın hikmeti? Nedir bu kökensiz kibir? Kimsin sen? Hangi hakla ve nasıl bir vicdanla küçümsüyorsun bizim o tuttuğunu sarmalayan sevgimizi? Tarkovski'yi tartışmak mıdır sana göre 'insan olmak'? Ya da dil felsefesi, göstergebilim, hermonitik hakkında iki lafı biraraya getirince 'tanrı' mı oluyorsun sen? Zavallı... zavallı muhacir... zavallı burun... zavallı aydın...
Öyle mütekebbir, öyle tepeden bakan birşey ki bu ülkede bilgiden, bilmekten anlaşılan, çıldırıyor insaf, çıldırıyor toprak, çıldırıyor bu satırların yazarı. Yine bu satırların yazarı, bilgelik diye birşey hatırlıyor, iman diye birşey hatırlıyor, 'bütün insanlar eşit doğar' diye birşey hatırlıyor, 'eşref-i mahlukattır insan' diye birşey hatırlıyor. Ve hatırladığımız bütün bu şeyler, pipo dumanından ibaret bir kafanın faşizmi altında eziliyor her gün. Kibrin deterjanıyla beyazlatıran bilgi, soysuz sopsuz teoriler, bir takım masaların, bir takım kulüplerin dışına atıyor insanlığı. Ve o 'beyaz bilgi', 'bizim toprağın adamları' arasında bile hızla yayılan o 'sarhoş kafa', yığınlara bakıp, oy verenlere, cami yapanlara bakıp, 'yoz', 'cahil', 'köylü', 'yobaz', 'geri bırakılmış', 'adam olmaz' gibi yaftaları peşpeşe sıralıyor. Bizi peşpeşe vuruyor ve hatta yetinmeyip cılız kafalarımıza sıktıkları kurşunlarla, başparmaklarını sağa sola oynatarak bir böcek gibi eziyorlar kimliğimizi. Mideleri bulanıyor bu 'sözde aydın'ların gözlerimize baktıkça. Yanlarına otursak burunlarını tutuyorlar ve bir dakka sonra yerlerini değiştiriyorlar tiksinerek. Bizden nefret ediyorlar ve isimlerini değiştiriyorlar iki yazı yazdıktan sonra. Biz bilmediğimiz şeylerin içinde kıvranırken, onlar canavarlaşıyor bildiklerinden ötürü. Esrar ve ceset dumanlarıyla yaşıyorlar mahzenlerinde. Mahzenlerini giderek derinleştirip steril yani insansız yani bizsin hale getiriyorlar. Bu ne küstahlıktır böyle? Bu ne biçim bir beyaz ki, bütün kirlilerden daha kirli? Bu ne yabanlık, ne yabancılık? Sizi devekuşları tekmelesin, e mi. Sizi kunduzlar parçalasın. Anadolu kadar taş düşsün kafanıza. Kağıt gibi ezilen beyinlerinizle hava atın bundan böyle. Sizi gidi bilgili cahiller sizi.
idris özyol
01.05.2004 - 23:14Ben Seni Unutmak İçin Sevmedim
Bir gün ansızın, yüreğinin en eski köşesi, uzun yılların gerisine saklanmış bir yara, bir hayal, bir fotoğraf bütün dehşetiyle fırlayıp öne, seni saçlarından tutarak büyük girdaplara doğru çeker. Bir vakitler ağlayamadığın bir aşka, belki on yıl sonra, bugün, iki damla yaş düşürürsün. Bir demli çay, bir simit ve bunların yanına iliştirilmiş bir paket sigara, seni bir fotoğraf karesinin içinden çıkarıp, geçmişin sisli, flu ve insanın içini kanatan kaldırımlarına atar. Bütün şiirlerde kaldırımları, bütün kaldırımlarda bir büyük şiiri ararsın. Ve aslında aradığın her şeyin içinde itiraf edilmemiş, sende gizlenmiş, itinayla saklanmış bir aşkın silueti dolaşır. Bir bıçağa benzeyen bu siluet, kalbinde açtığı deliği, sarhoş salınımlarla, her gün biraz daha genişletir. On yıl mesela, her gün biraz daha derinleşir acı ve her gün biraz daha derine gömerek onu, yeni yeni umutların ardına düşersin. Her yeni, o eski resmi biraz daha büyütür sadece. Ellerinden, gözlerinden, gövdenden, hayallerinden, işinden gücünden daha büyük olan bu resmi bir gün hiç taşıyamaz hale gelirsin ve yara bütün şiddetiyle patlar.
Lanetli bir aşk bu. Dokunduğu her şeyi yakan, her şeyi kocaman bir girdabın içine doğru çeken, mor, şekilsiz ve her şekle giren bir aşk. Geride sadece kül, sadece kül ve sadece kül bırakan bir şey benim anlattığım. Aslında anlatmak filan değil bu. Aksine, hiçbir şeyi anlatamamanın kızgınlığıyla ve geçmişte bir yerlerde doğru cümleleri kurmayı becerememiş bir adamın öfkesiyle konuşuyorum şu an. Bir insan, hayatının en büyük tokatlarını kendisine atar. O tokatların izi, birilerinin attığı gibi suratta değil, ruhun derinliklerindedir. Ve ruh ağır ağır, sinsi sinsi ve kimseye belli etmeden kanar. İki ayağının üzerinde sağlam durduğu zannedilen bir adam, mesela bu satırların yazarı, bir pelteye dönmüştür aslında ve bütün kemikleri kırılmış bir çığlığı yürek diye peşinden sürükler. Yürek diye gösterdiği şey, eprimiş, berkitilmiş, incinmiş ve dünyanın en kalabalık otobanının ortasına atıldığı için otomobiller tarafından parça parça edilmiş bir kedi ölüsüdür. Bir kedi ölüsüdür aşk.
Beyninin arka odalarına kilitlediğin masum bir hatırayla hiçbir yere varamazsın.
Ne sen masumsun artık, ne de o hatıra. Birbirinizi eriterek ve tüketerek harflerinizi, okunaksız bir yazıya dönüşürsünüz. Okunaksız yazıları seviyorsun elbet, biliyorum. Herkesten sakladığın bir labirentte tek başına dolaşmak gibi bir şey bu. Işıksız, pusulasız, haritasız kalmak güzeldir bazen. Ve hep ışıksız, hep pusulasız, hep haritasız kalmak da. Belki bu yüzden sevmiyorsun aydınlıktan bahsedenleri, gelecek güzel günleri anlatanları, kılavuzları, kılavuz gemileri, rehberleri. Belki bu yüzden ölüyorsun sen. Sıkışıp iki şeyin arasına, bir hatırayla bir gerçekliğin arasına sıkışıp, kağıt gibi oluyorsun. Kağıt gibi bakıyorsun gidenlere. Yol kenarına kaldırılmış bir ölünün üzerine serilmiş bir kaç parça kağıt gibi. 'Ben seni unutmak için sevmedim' diyor şarkı ve bundan başka her şeyi unutuyorsun. Her şey bu.
idris özyol
01.05.2004 - 23:05Yüreğime prangalar vursunlar
Hukuksuz yüreklerin ve haydut zihinlerin konuşma vaktidir artık. Zifiri gecedir varlığım. Ve sabah denilen hayal bir aldatmadır, bir hiledir, bir tuzaktır. Hayallerimizi, kolumuzu keser gibi keserek gövdemizden, uzak bir kara parçasına attık. Oyalansın modern çağ masallarıyla New York şehri sakinleri ve güzel salonlarda güzel filmler seyretsin Parisliler. Londra'da dans başlasın, Brüksel'de pazar kavgası. Biz hayallerimizin yerine kocaman kara taşlar koyarak ve silme gece, silme soğuk, silme ateş bir halde hukuk kitaplarını yırtalım gelin. Görgü kurallarını ve nezaket cümlelerini ve hitabet sanatını ve oy verme gerekçelerini kıralım birlikte. Vaatleri ve vaatlerin ardındaki yalanları ve yalanların ardındaki ödlekleri ve ödleklerin ardındaki korku imparatorluğunu devirelim bugün. Dağların ve soğuk suların ve sularda yıkanan kavruk yüzlerin hatrına devirelim hem de. Ve sorduklarında bize, sağlam gerekçelerimiz olmasın onlara göre. Mantık başka türlü işlesin ve bizim mantığımızla doğsun güneş. Bizim izahlarımızla tutulsun ay. Biz koyalım adını ayrılıkların. İhanetlerin. Ve zaferlerin.
Sen savaşmayı bilirsin hukuksuz yürek. Bilirsin inandıkların uğruna ölmeyi. Potansiyel suçlusun zaten caddelerde kollarını savura savura yürürken. Bu şehir seni sevmez. Ve sen bu şehri kalın bağırsağına dek bilirsin. Senden sakındıkları, gizledikleri, esirgedikleri her şeyi, yakılacak ve yağmalanacak her şeyi bilirsin. Bilirsin Kureyş kervanlarının geçtiği yolları. Gözlenecek ve kesilecek yolları bilirsin. Bir namlu gibi düşünmeyi öğrettiler bize. Ve namluya mermi sürülür gibi yaşadık hayatlarımızı. Nice aşklara ve nice yıkımlara tetik düşürdük. Kapıları çekip çıkarken alnından vurulmuş birşeyler kaldı geride. Hukuksuz ve kayıtsız doğduk. Bize şah damarımızdan daha yakın olana iman ettik sadece ve gözümüzü kırpmadan vurduk şah damarımızı ve şah damarından vurduk önümüze uzattıkları anlaşma metinleri. Anlaşmak istemiyoruz biz. Silahlarımızı bırakmaya niyetimiz yok. Zaten silah bırakmak, yüreğimizi ve bedenimizi de orada bırakmak anlamına gelir. Biz yüreksiz yaşayamayız. Ve düşmanın göğsündeki boşluğa bakarak atarız zafer çığlıklarını. Damarlarında kan dolaşmayanlar ve gözlerini soğutmuş olanlar ihanet çemberinde, düşmanımızdır bizim. Ve teslim olmalarına bile izin vermeyiz onların. Çünkü her teslimiyet bizi de teslim alır biraz.
Ey hukuksuz dil! Zakkum yürek! Yaralı hayat! Kara umut! Kopart zincirlerini bugün ve dümdüz edilmiş şehirlerin üstünde yürü. Aç kapılarını mapusanelerin, fabrikaların, okulların. Bırak kendini özgür ve hesapsız ve kayıtsız ve şartsız bir dünyanın arefesine. Bayram ilan ediyorum senin iki ayağın üzerinde doğrulduğun günü ve bir bulut ağlarken geçiyorsun bıçakların imtihanından. Bıçaklar düzgün konuşur ve sadıktır bizim elimizde olduğu sürece. İhanet etmez çelik ve sırtından saplanmadığı sürece bir bedene, kabulümüzdür. Dilimiz ve sesimizdir meydanlara düpedüz çıkan ve meydanlarda dimdik duran çocuklar. Onlar ki bayrak yerine yüreklerini taşırlar. Onlar ki ülke diye isyanlarını gösterirler. Onlar ki isimsiz ve birbirlerine sade kelimelerle seslenen kara bedenlerdir ki, ölmeyi ve öldürmeyi doğdukları gün öğrenirler. Biz doğduğumuz gün öğreniriz aşkı ve durulmaz önümüzde bir şeye yürek düşürürsek. Masaya yumruk vurur gibi ilan-ı aşk ederiz ve gerekirse gideriz masaya aklımızı koyarak. Başkasının aklına yer yok hayatımızda. Başkasının sözcükleriyle konuşma bizimle. Dümdüz ve dolambaçsız ve dar ve alt yazısız konuş. Ölmeye gidiyoruz çünkü. Fazla vaktimiz yok seni dinlemeye. Ya sen de gel, ya ebediyyen sus!
idris özyol
01.05.2004 - 22:59SENİ BANA KALP DİYE KOYMUŞLAR
senin en güzel yerin sensizliğin
başka birine hazır oluşun aynalarda
bir gün başka uyanırsam yanında
ya sen gitmişsin ya ben kaldım
işte o zaman beni otuz yıl öldür
otuz yerimden sürgüne gönder
elbet ben nesiyim bu hayatın
ben bu aşkın Semud kavmiyim
ne zaman sana üşüsem
ateşin icadı geri alınır
kim kalır içimizdeki saat dursa
İçimdeki saat başka bir gidişin olsa
seni yaşamak beni öldürür
beni öldürdü kendi aklım
benim aklım kimin aklı
sen neyimsin benim hiç bitmeyen
seni bana kalp diye koymuşlar
beni sana bir gidiş hazırlığı
gittin ışıklar yandı içimde
ışıklar söndü içimde gittin
seni gittim ben aynalara bakarken
aynalar seni sürdü ben seni öldüm
idris özyol
01.05.2004 - 22:57Unuttuklarım Yüzünden
yeşil kalbim benim
sarıdan ve maviden oluşmayan yeşil kalbim
rehin bıraktım üstüne kustuğum toprakları
gözlediğim incirler yarım durdu orada
bir su kendi çoğuluna aktı
bir kadın vazgeçti doğumdan
kalbim beni dövmüyor artık
gitmek en güzel halidir gövdemin
bunu bilmek aykırı bir damar beynimde
unuttuklarım yüzünden seviyorum seni
çok düşündüm ve uyanıp attım yüzümü
şimdi sen taşıyor olmalısın gözlerimi
ne çok şey unutmuşum ben böyle
kalbim kendi sınırlarına yabancı
hiç nar yemediğimi hatırlıyorum
hatırladığım son şey bu sen öncesi
sen öncesi sanki bir adım vardı benim
sanki diye konuşunca dil küsüyor
kendimden öte birşeyim oluyorsun
kaybolsak gideceksin ve bir hayvan
mesela ben yarasını dişleyecek gözlerinde
kalbim basmayı unuttuğumuz zil
ben bir fotoğrafı oğul belledim
cebimde bir delilik ötesi yok
ve hangi sen alnımı indirsem
hangi sokağı dönsem ilk apartman
kayıtsız şartsız isminle başlıyor
gitmeli burdan bir gidişe gitmeli
kalbim kuduz bir köpek
kalbim ısırdı beni
ama kanayan sen!
idris özyol
01.05.2004 - 22:53Mihnet ile Ektirdiğim Gülleri,
Vardın Gittin Bir Soysuza Yoldurdun
Biz geliyoruz beyaz kafa; Şehirlerin kenarlarından, sokakların diplerinden, meydanların ücrasından kalkarak ayağa ve saçlarımızı en deli rüzgarlarda savurarak. ve ağzımızda kıvrak şarkılarla ve bir gelincik tarlasında yuvarlanır gibi ve tepeden tırnağa bir ateş halinde, biz geliyoruz. Dünyayı daha fazla sevmeye, insanı daha fazla anlamaya, hayatı daha fazla korumaya dogru koşuyoruz. Biz uçan kuşun, parlayan çiçeğin, sıcak ekmeğin ve gürül gürül akan ırmakların aşkıyız. Ve o kuş, o çiçek, o ekmek, o ırmaklar gelip şehrin ortasına saplayacaklar bıçaklarını ve bıçaklar Fırat kıyısındaki koyuna dahi adalet isteyecek. Ve hak sularını bulandıranlar, nokta kadar bir yer bile bulamayacaklar kalplerindeki karanlığı, kafalarındaki hesabı, ciğerlerindeki fiyatı saklamaya. Onların gözlerinde, dünyanın en derin çukurlarını bulacağız ve onlara baktığımızda yosunlu bir taşı kaldırmış gibi olacağız yerinden. Böcekler kaçışacak onların yüreklerinde ve fakat en ufak bir yer bulamayacaklar içlerindeki solucanları gizlemeye. Biz bir karanfil tarlası gibi ilerlerken aydınlığa, onlar, altı böcek cehennemi taşlar gibi kaçışacaklar zifiri karanlığa. Fakat yeryüzünde hiç bir karanlık yoktur malûmumuz olmayan. Sıcak küvetlerinde ve pahalı parfümlerinin içinde bulacağız onları ve suratlarına devasa yangınları haykıracağız.
Biz geliyoruz beyaz kafa; milyonlarca insanın kanıyla girilen sarhoşlukların şerefine kurulan zafer taklarını yer ile yeksan edeceğiz. Yer ile yeksan edeceğiz kızlarımızı kir çukurlarına gömen, oğullarımızı inançsızlık sularında boğan, babalarımızı utanç duvarlarına köle eden fildişi kuleleri ve o kulelerde hazırlanan bütün hesapları. Yukarlardan bakıp bakıp kesilen ahkamları ve bizi forsalaştıran, aşksız ve karanfilsiz bırakan bütün hükümleri yer ile yeksan edeceğiz. Hazine dairelerinize dalıp, gözünüzden bile sakladığınız altınları avuç avuç savurarak kocaman kahkahalar atacağız. Ufacık da olsa bir çöp kurtarmak için didinen beyaz bedeninize sarılıp dans edeceğiz sizinle. Siz kenar mahalle çocuklarından üttüğünüz bilyeleri kaybetmenin şokuyla delirirken, biz sizin deli gözlerinize bakıp şarkılar söyleyeceğiz. Mutfaklarınızı yağmalayacak ve kilerlerinizdeki etle bütün şehri doyuracağız. Canınıza ve mahreminize halel gelmeyecek ama ümüğümüzden kopardığımız her lokmayı geri isteyecegiz. Ve dev ateşler yakıp şehrin ortasında, göğü aydınlatan yalımlarla güreşeceğiz.
Biz geliyoruz beyaz kafa; uzamış sakallarımız ve dünyanın en güzel hayvanına benzeyen gözlerimizle geliyoruz. 'İşte karanlık' diye işaretleyip, keskin nişancılara hedef kıldığınız kalplerimizi söküp avuçlarımıza aldık. Alnımızı esmer buğdaylar hışırtısıyla yıkayıp, saçlarımızı sabah namazlarına savurduk. Sen fildişi kulelerde havyara, kuşkonmaza ve lakerdaya uzanırken, biz aczin ve yokluğun içinde kocaman aşklar körükledik ve o aşklardan demir gibi çocuklar edindik. O çocuklar ki meydanlara bir vaha serinliğiyle girip, ince kumaştan mendiller gibi dolaşacaklar. O çocuklar ki arkalarına konakları alıp hatıra resimleri çektirecekler şehrin her yerinde. Şehir, surlarına bayrak diktikten sonra sırtı sıvazlanıp köyüne geri gönderilen Ulubatlı Hasanlar'ın olacak. Şehri, örselendikçe kokusu güzelleşen bir gül gibi cebimize koyacağız. Ve akşamları evimize götüreceğiz gülü. Masamıza yerleştirip önünde sade yemekler yiyecegiz. Büyüyen çocuklarımızdan arta kalan elbiseler giydireceğiz ona. Odalarımızda büyüyüp bizim gibi kokacak. şehir bizim olacak, biz şehrin.
oğuz atay
29.04.2004 - 03:52kimse benimle konuşmuyor, konuşsa da istediğim gibi dinlemiyor. artık bu deftere yazacağım. cânım insanlar diyor, sonunda bana bunu da yapkınız ya. kelime kelime değil ama mealen böyle başlıyor günlüğüne.
evet oğuzun cânı insanlar ona bunu yaptınız ya beter olun. ve dediği gibi: bat dünya bat.
fight club / Dövüş Kulübü
29.04.2004 - 03:44postmodernizmin modernizm karşıtlarının ağzına çaldığı bir parmak bal mı?
hep söylerim, gece uyumayanlar tehlikelidir!
kardan adam
29.04.2004 - 03:34KARDAN ADAM
kömürden gözlerine
değince bir genç kızın bakışı
eridi yüreği
kardan adamın.
şairi hatırlamıyorum.
karamazov kardeşler
29.04.2004 - 03:31dostoyevskinin muhteşem romanı. ondan iki kısa alıntı:
yaşamı seviyorum, çok seviyorum; öyle ki bu kadarı da çirkin kaçıyor.
hiçbir şey anlamıyorum, anlamak da istemiyorum. anlamamaya karar vereli çok oluyor. gerçeklerin yanında kalmalıyım ben. ne zaman birşeyleri anlamaya başlasam gerçeğe ihanet etmem gerekiyor hemen.
İyi
29.04.2004 - 03:27bazen içimde veya tüm hücrelerimde hissettiğim sıcak, emli bir duygu. hissetmek olağanüstü amaçok nadir gelir.
idris özyol
26.04.2004 - 04:54Beni Yak, Kendini Yak, Her Şeyi Yak
Yak kendini. bir kandil gibi titrek titrek değil ama dev bir şehir gibi yak. new york gibi, paris gibi, istanbul gibi yak kendini. yalımları göğe ulaşsın kalbinden, beyninden ve saçlarından yükselen ateşin. kıpkırmızı bir ateş topu gibi yürü üstüne hayatın. üretilen ve paketlenen ve kirli ve temiz ve iyi ve kötü ve çirkin herşeyin üzerine yürü. tutunduğun bütün dalları ve sana yasaklanan ormanları yak. sherwoodu yak, robin hoodu ve diğerlerini ve bizimkileri ve sizinkileri ve ergenekonu ve endülüsü ve bu sabun kokulu tarihi ve veliaht ölülerini ve kazanılmış bütün zaferleri yak.
yak kendini ve tutuşan saçlarından çıkan alevler yutsun bütün yalanları, bütün hayalleri ve bütün masalları. kopar zincirlerini ve YAK, YAK, YAK zinciri tadan kollarını, zincire teşne bedenini, ziniri düşleyen zihnini. ve ateşten bir zinciri tutarak uçlarından, koş dünyanın uçlarına, ücrasına yeryüzünün ve göğün altında ne varsa bize benzeyen ve benzemeyen ve dost ve düşman ne varsa göğün altında tutuştur gitsin. dev ve kıyamet sesli alevlerle yansın bedenin, aklın yansın, insafın yansın. acıma, hiç ama hiç acıma tutuşan avuçlarına ve dokunduğun herşeye bulaştır kucakladığın ateşi. olimpos dağından indir ve bölüştür ve paylaştır ve yay yeryüzünün her santimine bizden esirgenen kıvılcımları. efesin tapınaklarını yak önce, babilin kulelerini ve ehramlarını mısırın ve bütün firavunları ve firavun köpeklerinive köle tacirlerini ve gülkokulu cariyeleri ve ardından yürüdüğümüz şatafatlı komutanları ve atlarını onların ve mızraklarını yak.
yak kendini. cayır cayır yanan bir barbar ordusu gibi dayan şehrin kapılarına. avrupaya, asyaya, amerikaya dayan ve kır önünde açılmayan bütün kapıları, eğilmeyen kolları. YAK, YAK, YAK, sana söylenen, anlatılan ve iletilen herşeyi yak.kristof kolombun amerikayı keşfini, napolyonun mısıra girişini, istanbula taşınan ganimetleri, endülüsü terkeden müslüman orduları, roma önlerinden dönen attilayı yak. bütün devrimleri, karşı devrimleri, akınları, akıncıları yak.ulaşsın heryere ve herşeye göğsünden kopan ateş dilimleri ve yakılan tarihe, yanan bugüne ve yakılacak yarınlara değdir. çoğalt ateşi, körükle, yay. köroğlunun babasının gözlerine çekilen mili kapıp celladın avuçlarından, dağla efendilerin, beylerin, kralların, firavunların gözbebeklerini. birbirine benzeyen ve içinde zulümlerin raksettiği,yurtsuzların tepelendiği, kölelerin dövüldüğü o kimsesiz göbebeklerini dağla dönme asla geriye ve sen de yan, kül ol ve kül et kavmini. kimseye kalmasın bu devasa ateş ve kimse yangın yerlerine konaklar kuramasın bundan sonra.
idris özyol
26.04.2004 - 02:06Sizden Nefret Ediyorum
'Rezil olma hakkımı kullanıyorum, beyaz çorap giyme ve halk otobüslerinde yolculuk etme hakkımı. 'yoz' diye bir köşeye attığınız ne kadar müzik varsa dinleyeceğim hepsini ve Mülüm Gürses konserlerine cebimde jiletle gireceğim. simit yiyeceğim ve lahmacun ve kebap ve isot biberi yiyeceğim ve ayran içeceğim bunların üstüne. korktuğunuz partilere oy vereceğim ve sonra o partileri pat diye bırakıp başka partileri deneyecek keyfimin kahyası. günün en civcivli saatlerinde uzanıp uyuyacağım parklarda ve topuğunu ezdiğim ayakkabı cesetleri yattığım bankların ucuna düşecek. terleyeceğim ve hayatının en uzun koşusuna çıkmış bir at gibi kokacak vücudum. cicili bicili sözleri, ince iltifatları tutmayacak aklım ve ilk kez gördüğüm birşey gibi bakacağım bana 'beyefendi' diyenlerin suratına. adımla çağırın beni, sadece babamın kulağıma okuduğu isimle.
saçmalama hakkımı kullanıyorum kaldırımlarda bir meczup gibi dolaşma ve otobüslerde arkaya doğru gitmeme hakkımı. vitrinlerinizin önünden, cicilerinizin, modalarınızın, ve kokulu sabunlarınızın önünden en kayıtsız halimle geçeceğim. bana hiçbir şey satamayacaksınız ve ben size hiçbir şey satmayacağım. sigortasız, pasaportsuz, ehliyetsiz dolaşacağım ve korkacaksınız gözlerime bakmaya. (bu yazıyı okurken bile ürperdiniz!) gözlerim üzerinize toprak atmaya hazırlanan bir mezarcının kıllı elleridir çünkü. korkacaksınız ve ben fütursuz yürürken yollarınızda siz kenara çekileceksiniz hep. sizin göreviniz, sizin gibi olmayanlardan korkmaktır. korkun bizden; biz öcüyüz beyzade ve beyaz semtlere kıstırdığımız her seçkin beyaz kafaya 'pöhhh! ' deme hakkımızı kullanıyoruz. pöhhh! acaip kotkuyorsunuz ve fakat bitirdiğiniz okullar tutamıyor elinizden, çalıştığınız temiz işler saçlarınızı okşayamıyor, sakinleştiremiyor sizi yaşadığınız o 'bal dök yala' evleriniz. ne aciz kadınlarınız var sizin, ne kadar çıtkırıldım ve ne kadar kompleksli. (zayıflama seanslarından, güzellik salonlarında bulursunuz hep onları) avutamıyorlar sizi ve ağlayamıyorsunuz yanlarında. oysa erkekler ağlar beyzade, erkekler ağladıkça yiğitleşir ve daha iyi savaşır gözünde yaş olanlar.
serserilik hakkımı kullanıyorum, çatalla kaşığı biribirni karıştırma ve yemeğe parmaklarımla uzanma hakkımı. tanımadığım ve kapısından içeri alınmadığım ve gidip bir bardak çayını içemediğim yerlerden gelen faturaları ödemeyeceğim. ayakkabılarımı boyatmayacağım ve tükürerek bakacağım afişlere, lüks lokantalara, ve insansız otellere. neon ışıkları kaldırımlardaki su birikintilerine vuracak ve bıçaklanan bir kadının kanı karışacak aynı anda aynı suya.ve işte beyazların medeniyeti ve ben asla girmeyeceğim bu oyuna ve ben asla cafcaflı görüntülerine aldanmayacağım bu uygarlığın.bizi kandıramayacaksınız, bizi pazarınıza indirip suyu çekilmiş ıspanaklar gibi satamayacaksınız. adam olmayacağız, hizaya gelmeyeceğiz, ve uzatmayacağız boyunlarımızı uysal koyunlar gibi sizin imansız bıçaklarınıza. gidin burdan, cellatlarınızı ve katillerinizi de alıp gidin, kapılarınızda bekleyen köpekleri ve boynuna kurdele bağladığınız sümsük kedilerinizi de alarak gidin.
adam olmama hakkımı kullanıyorum, harfleri eciş bücüş yazma ve meclisin tavanına çiğ köfte atma hakkımı. dilime doğru iteklediğiniz bütün yabancı sözcükleri yanlış ve yersiz kullanacağım. karşınızda bacak bacak üstüne atarak konuşacak ve manasız şeylerden bahsedeceğim. cahil kalacağım ve ısrarla eğitmeyeceğim kendimi, inceltmeyeceğim ve ısrarla yanlış yapacağım bana ezberletmeye çalıştığınız herşeyi. ısrarla başka şekilde giyinip, başka şekilde büyüteceğim çocuklarımı. başka bir müzik dinleyip, başka düğünlerle evleneceğim. kulağınızın dibinde naralar atıp, evinizin önünde şarjör boşlatarak göndereceğim oğlumu askere. demokrasiyi yanlış anlayacağım ve ısrarla ve dilinize plesenk ettiğiniz her açıklama benim kapılarımdan içeri yanlış içeriklerle girecek. plastik çiçekleri ve kabe resimli duvar halılarını seveceğim ısrarla. ben adam olmayacağım ve unutacağım rakamlarınızı. her yanından kan damlayan kavramlarınız için, demeçleriniz ve istatistikleriniz için kılımı bile kıpırdatmayacağım. ben öcüyüm, ben tehditim ve sizden nefret ediyorum. ısrarla ve her gün yeniden ve usanmadan ve gülümseyerek ve içimdeki bıçakları okşayarak nefret ediyorum sizden.'
idris özyol
26.04.2004 - 01:54Bize İtalyan Usulü Sos Hazırlamayı Öğret Beyaz Oğlan
haberlerin içinden bir haber öylesine akıp gidiyor. sakin ve normal bir tarzda anlatıyor ntv'nin spikeri: 'x semtinde yeni bir diyet ve vejeteryan lokantası açıldı. yemekler italyan usulü hazırlanıyor. menüde her yemeğin içinde ne kadar yağ, ne kadar kolesterol bulunduğu belirtilmiş.' bu minval üzre akıp giden haberin sonunda lokantanın sahibi kahramanca açıklamalar yapıyor: ' kebap ve lahmacun kültürüne karşı mücadele veriyoruz.' mücadeleni sevsinler senin beyaz oğlan. cici çocuk, pembe yanak; KORU BİZİ KENDİ KÜLTÜRÜMÜZDEN; italyan mutfağını tattır bize; medeniyet öğret. yanık bağrımıza ve acılı kursağımıza italyan soslu bişeyler dök, fransızca azarla bizi, ingilizce döv.
bütün bunlar olurken ekranda hafızam bir yıl kadar öncesine gidiyor ve bir haberi çıkartıp koyuyor önüme: 'iranlı turist adana kebabı fazla kaçırınca öldü! ' işte biz buyuz beyaz oğlan. adana kebep yüzünden öleceğiz biz, lahmacun, mısır ekmeği, sırtı lacivert hamsi, alinazik ve şirden dolması yüzünden öleceğiz. kaşıkla çatalı yanlış tutacağız ve daha tadına bile bakmadan tuz dökeceğiz kuru fasulyeye. hadi gel beyaz çocuk, bize kebaptan nefret etmeyi öğret. hadi gel de bir dene, gözlerimize bakarak italyan sosu hazırlamayı. gel de, şu bizim kara, hem de kapkara semtlerimizde ekmek arası domates yiyen çocuklarımıza ve üzümü ekmeğe katık eden ihtiyarlara medeniyeti anlat. et yemenin zararlarından bahset bize. hadi gel beyaz oğlan, hadi gel...
ey arsızların medeniyeti, pişkinlerin kültürü, densizlerin uygarlığı, boğazımızdan çaldığınız zenginliklerle kurduğunuz şatolarda gözlerimize baka baka incelip gözlerimize baka baka çıldırıyorsunuz.aklınızı italyan usulü yiyip, vicdanınızı ingiliz stıli süpürüyorsunuz.siz orada abidik gubidik işlerle uğraşırken biz merdivenden düşen çocuklarımızı hastaneye bile götüremiyoruz burada. çaresizliğin, olanaksızlığın, yoksulluğun bütün halleriyle yuvarlandığımız bu hayat soya fasulyesini mideye indirdiğiniz masaların çaprazına kurulan televizyonlara malzeme kılınırken; pişkin, densiz, iğrenç gülüşünüzle kameraların karşısına geçip ' kebeba karşı açılan topyekun savaşt'an bahsediyorsunuz. siz kimsiniz be, siz kimsiniz? nasıl bir ülkede doğdunuz, hangi başkentleri başken bellediniz, hangi lisanla rüyalar gördünüz geceleri? hangi toprakların yamyamısınız siz? hangi ülkelerin işbirlikçisi, hangi kültürlerin taklitçisi, hangi satırların hainisiniz siz? hadi gel beyaz oğlan, hadi gel de bunları anlat bize. seni bir güzel dövelim!
idris özyol
25.04.2004 - 13:25Oy Memişler Memişler, Şeftaliyi Yemişler
Adamın aklı, hayatın bütün arazilerinde dolaşıp, kuytu bir köşe buldu kendine ve orada kurudu fikrininince gülü. adamın aklı, ülke adını verdiği topraklarda, doğduğu yerlerde patlayan balonlarda ve o balonların içinde kıvranan inanç kırıntılarında kaldı. adamın aklı, olan biteni anlayamaz oldu artık. bütün ömrünce ve babasının ömrünce ve dedelerinin ömrünce güneşe tuttukları o güzelim anadolu günlerinde kızaran, allaşan, Allah'ın en güzel nimetlerinden biri olan şeftaliyi, karanlık ve ürkütücü salonlarda parçaladılar. sarı etindeki şeker, kanlı mendillere aktı. adamın aklı mendillere bulaşan şekerde kaldı. bin yıllardır saraylara taşınan sarı buğday, üzümün en iyisi, elmanın en tazesi, suyun en temizi, tütünün en kalielisi niye geriye, onları taşıyanlara dayak, zulüm ve işkence olarak dönüyor. niye o taşıdıklarımızla beslenen zihinler, bize dönüp 'fazla yaklaşmayın şehirlere', 'masamızdaki üzümden bir tane dahi kopartmayın', 'çimenlerimizi uzanmayın', çiçeklirimizi koklamayın', çocuklarınızı çocuklarımızın arasına karıştırmayın' diyor. işte adamın aklı bunlarda kaldı. geriye doğru gidip beyninin içinde, az sonra içne dalacakları şehirlere şöyle bir baktığı an'ı hatırladı adam ve topların gürültüsünü duyduğunda ileriye doğru attığı ilk adımları. şimdi o şehirler, o şehirlerin kapıları, meydanları, parkaları, okulları 'topyekûn' kapanıyor yüzlerine. 'sokaklarında gerine gerine gezinemediğimiz bu şehirleri niye fethettik biz? ' diye sordu adam ve adamın aklı bu soruyu başka sorularla çarptı. kızlarımızı gönderemediğimiz okullar niye kuruldu? çimenlerine uzanamadığımız parklara niye ağaçlar diktik? ve niye şairin biri ' bir gün bu şehrin sokaklarında kendi elbisesiyle, mavi iş tulumuyla dolaşacaktır hürriyet' dedi ve fakat asla dolaşmadı? niye şiirler yalan, romanlar kurgu, gazeteler hayal mahsulü? adamın aklı alfabenin onikinci harfinde kaldı. gözleri gördüklerinin içinde kayboldu.duyduğu şeyler kulaklarını çekti ve karatahtanın önünde cevaplandıramadığı şeyleri hatırladı adam. İKİ KERE İKİNİN DÖRT ETTİĞİNİ ÖĞRETTİLER ONA ZORLA, FAKAT ASLA İKİ KERE İKİ DÖRT ETMEDİ. aklın ve matematiğin başka kurallarla işlediği bir ülkede doğdu ve mahkeme kuytularında başka bir matematikle yargılandı adam.başka bir matematikle çekti cezasını, maaşını başka bir matematikle aldı ve oy verdiği partinin oyları başka bir matematikle hesaplandı.çocukları oldu ve çocuklarını 'iki kere iki dört eder'le büyütüp, 'iki kere iki beş ederl'le astılar. aklı 'modern matematik'te kaldı. ÇÜNKÜ 'MODERN MATEMATİK' ASIRLARDIR BÜYÜTTÜKLERİ ŞEFTALİDE ONLARA BİR ISIRIKLIK DAHİ YER BIRAKMIYORDU ve aynı moderninançlarını çarpım tablosunun dışına atıp, kıyafetlerini suyun kaldırma gücüne aykırı buluyordu. adamın aklı, nice soğuklarda inançlarının ateşiyle ısınan, güneşli günlerde bir muştu gibi allaşan morlaşan, asırladır elden ele geçirip, bir ırkın bütün hayalleriyle irileştirdikleri, tadından yenilmez kıldıkları şeftaliyi hoyrat midelerine indiren karanlık ağızlarda kaldı. teypte 'oy memişler memişler, şeftaliyi yemişler cinsinden bir şarkı çalıyordu o an ve adam aklının kaldığı yerlerden dönemedi. kaybolan bir akla, kaybolan gözlerle bakakaldı öylece.
idris özyol
25.04.2004 - 12:16Portakal Sandığı, Çakı Bıçağı ve pencere camının Meselesi
'Benim meselem mühim mesele' diyor Müslüm Gürses bir şarkısında ve aklımızın ince kıvrımlarında dolaştırıp bu sözü, meselenin vehametini tartıyoruz. bizim meselemiz dünyanın en kadim meselesidir. yeşil seccadelerimiz, ezan okuyan saatlerimiz, duvarlarımızdaki resimler, vitrinlerimizin oymaları, çekyatlarımızın kumaşı, duvar halılarımızın geyikleriyle dalga geçenlerle aramızdaki kültürel, sosyal, politik ve ekonomik uçurum her iki tarafın aklına başka dünyalar koymuştur. bu, sokak kedisiyle ciğercinin kedisi arasındaki devasa boşluktur ki, atılan bütün tiradların sonunda birini soğuk sokaklar, diğerini sıcak soba önleri bekler. biz ki 'mühim mesele'nin en mühim tarafı olarak, anlaşma masalarında, siyaset zirvelerinde, ekonomi pazarlıklarında toplam sonuç, okuma oranı, doktor başına düşen hasta sayısı, mevsimlik işçi oranı olarak zikredilip geçtik. oy verdiğimiz partiler, çocuklarımızı gönderdiğimiz okullar, zeytin peynir aldığımız bakkallar, tezgahlarına dokunduğumuz fabrikalar, imdat istediğimiz gazeteler, okuduğumuz yazarlar, dinlediğimiz şarkılar, çözdüğümüz bulmacalar lanetlendi. para uzmanları için 'kayıtdışı ekonomi, siyasetçiler için 'kararsız seçmen kitlesi', marksistler için 'lumpen proleterya', sosyologlar için 'kent yoksulu', telefon idaresi için ' sayın abone', bankalar için 'mudi', emniyet teşkilatı için 'eşkali belirsiz şahıs', entellektüeller için 'yığın' ağalar için 'maraba' ve çay içmeye gittiğimiz yerlerde 'adisyon'duk biz. bile isteye lidersiz, bile isteye kayıtdışı, bile isteye lumpen, bile isteye maraba, bile istatistiki bir veri olarak bırakıldık. marks okusak suç, Kur'an okusak suç, Hazreti Ali ve hayber cengi okusak suç, rüya tabiri okusak suç oldu. dokunduğumuz herşeye, oy verdiğimiz bütün partilere, ardından yürüdüğümüz bütün liderlere, mırıldandığımız bütün şarkılara,girdiğimiz bütün evlere sıtımızdaki kadim laneti de bulaştırdık. meydanlarda sekerek yürüyen evlatlarımızı vurdular bizim. mum ışığında gizlice, müslüman bir ülkede gizlice Kur'an okuduk ve mumun karanlık yerlerinden gelip vurdular bizi.arka odalarda, soğuk gecelerde gizlice, bir fikre inanmanın bütün gizliliğiyle marks okuduk, satırların arasından çıkarak vurdular bizi. ergenekon destanının içinden çıkarak vurdular bizi. pir sultan türkülerinin içinden çıkarak vurdular bizi. hatta teksas-tommikslerin çizgilerinden çıkarak vurdular bizi.neye inansak, neyi hayal etsek, kime baksak vurdular bizi.meydanlarda sekerek yürüyen evlatlarımızı vurdular. kestiğimiz kurbanları, içtiğimiz çayları, bayramlarımızı, oturduğumuz portakal sandıklarını vurdular. bütün gece Müslüm Gürses dinledim ve daha dinlenmeden vurulan bir şarkının üzerindeki gazete kağıtlarını kaldırdım usulca. kan görmek ürkütmüyor beni. bir hayale inanmak için kan görmeye alışmak gerekiyor demek ki.
idris özyol
25.04.2004 - 11:12Başka Dünyanın Çocukları
hey en arkadaki, hey sen! toplu resimlerin en köşesinde ve en gerisinde duran. vitrinlerin dışında ve uzağında duran sen. cici yerlere alınmayan, kaloriferli mekanlara sokulmayan, şehrin kenarında tutulan kara çocuk! bu şehirler senin sayende alındı ve sokaklarına medeniyetin senin omuzlarına basılarak girildi. bayrakları diken sendin anlı şanlı zaferlerin alnına. ve yine senin avuçlarından dökülen tohumlar başağa dönüştüğünde, budadığın asmalar üzüm verdiğinde, kahrını çektiğin buzağılar süte durduğunda, bunların hepsi ama hepsi alımlı arabalarla konaklara taşındı. ve o konakların temelini kazan, duvarını ören, çatısını çakan sendin. ve konaklara taşınan buğdayı, üzümü, sütü yemeğe, aşa, ekmeğe sen dönüştürdün. ve o pişen aşı, nar gibi kızaran ekmekleri kocaman kelleli adamların, hastalıklı hanımların, şımarık çocukların masasına sen servis yaptın.
idris özyol
25.04.2004 - 10:50kadim laneti sırtlayan lanetli.
ibrahim tatlıses
16.04.2004 - 18:36dünyadaki en kaliteli seslerden biri olduğu inkar edilemez. kişilik tahliline gelirsek, hangi sanatçının kişiliği mükemmel. hepsi havalarda hepsi kaprisli çekilmez insanlar değil mi?
bir de şöyle düşünün siz olsanız onun yerinde, hayatıon dibinden bir mağaradan geliyorsunuz kaldırabilirmisiniz bu kadar parayı, şöhreti? insanlar size hayran insanlar etrafınızda pervane, şımarmaz mısınız? bir sürü kadın gözünüzün içine bakıyor harika kadınlar! ne kadar sabredebilirsiniz? siz ki yoldan geçenin içine düşeceksiniz neredeyse kaç tanesine hayır diyebilirsiniz? insaf biraz insaf. o kıroca yapıyor diğerleri çaktırmadan ince ince yoksa diğerleri çok iyi değil. ibo da en azından hakedilmiş bir şımarıklık ve cahilliğin mazereti var.
evet bu adamın tüm yaptıkları hakkıdır. helal olsun.
sesini konuşmaya, tartışmaya zaten gerek yok.
kadınlar
15.04.2004 - 12:25hz adem havvayı ilk gördüğün bu da ne ki? demiş ve o günden beri bu konu konuşulur olmuş.
biraz da siz konuşun ama sonu gelmez bunun.
isterseniz çorbada tuzum olsun: karısı kötü olanlar eskiden filozof olurmuş :))
haksız değil hani kim ykm'nin önünde buluşacağı cillll lop gibi hatun beklerken oturur da bilginin kaynağını veya ontolojik problemleri düşünür ki?
yürek - beyin
15.04.2004 - 11:56bence yanlış bir eşleştirme olmuş. beyin anatomik bir isimlendirme, beynin düşünme, mantık yürütme fonksiyonu akıl kavramıyla ifade edilir.
yürek kısmen doğru olmuş.
şayet hatırlatılmak istenen sakatatçı dükkanıysa doğru bir terkip olmuş çünkü ilk aklıma gelen bu oldu.
deli
15.04.2004 - 11:50delilik: mutlak irade ve fiili özgürlük. en özgür olanların lakabı. inanmayanlar özgürlüklerinin sınırlarını biraz zorlasınlar.
Toplam 95 mesaj bulundu