Terasa oturup konuşuyoruz biralarımızı içerken. Biraz kendimden bahsettikçe gülümseyerek 'Existential sweet baby girl from Albania in Istanbul! '* diye tanımlıyor beni. :) Bira içicisi olmadığını, şarabı tercih ettiğini söylüyor ve şarap içmeye odasına davet ediyor beni.
İçerisi karman çorman, ayna önünde bir fincan, fincanın içinde muz kabuğu, yerlerde giysiler, yatak darmadağın... Odadaki tek kadehe şarap doldurup bana uzatıyor, kendisi de şişeyi alıp içmeden önce kendi dilinde birşeyler söylüyor. Giysilerine bakıyorum, giysi tasarımcısı olduğumu söyleyince ilgisini çekiyor. 'Garip değil mi, eski kız arkadaşlarım hep modacıydı.' diyor. Kendi yaptığı armalı punk ceketlerini işaret ederek 'Bu fikirleri onlardan mı aldın? ' diye soruyorum. 'Onlar fikirleri benden çaldı! ' diyor, gülüyoruz.
Pek çok şeyden bahsediyoruz küçücük odasında, kendi yazdığı kitabından, 'supertheory of supereverything'** kavramıdan, her varlığın içinde gizli bulunduğuna inandığı 'akıl'dan, her şeyden... Öyle rahatım, öyle özgürce içimden geleni söylüyorum ki sanki karşımdaki liseden arkadaşım!
Fakat ben nedense pek melankolik bir günümdeyim ve sürekli varoluşçu saçmalıklar sorup duruyorum :) 'Yaptığın işi çok sevdiğin belli ama bazen uyandığında hepsi sana anlamsız gelmiyor mu? ' diyorum mesela, yatağa uzanırken, gözlerimi tavana dikmişim. Ama o hiç yılmıyor, bu konserin ardından nasıl böyle enerjik olduğuna şaşıyorum, tükenmeyen hevesiyle bana hayatın ne kadar güzel olduğunu tekrarlamasına hayran kalıyorum...
'Kendimi çok harcadım.' diyorum, kirlenmiş hissettiğim bir dönem, arınmak istiyorum. Bana gülüyor ve daha çok genç ve güzel olduğumu, içimdeki bu huzursuz hisleri bir şeylere dönüştürmem gerektiğini yoksa tehlikeli olacağını söylüyor. Bunu aslında bal gibi ben de biliyorum...
Tekrar terasa çıktığımızda bana bir şeyler yazmasını istiyorum, önümde çömelip üzerimdeki beyaz büstiyere birşeyler karalıyor. Sonradan okuyorum: 'Stay strong sweet baby! Eug. Hutz'*** Bu sözleri en zor zamanlarda hatırlayacağım aylar, yıllar sonra...
İki saat sonra uçakları var, gitmek zorunda. Saçlarımı sımsıkı tutarak gözlerime içimi okur gibi bakarak söz vermemi istiyor. Kendime aptalca birşey yapmayacağıma söz vermemi... 'Söz veremem' diyorum, neden bu kadar boğazım düğüm düğüm o günlerde, şimdi hatırlamıyorum. 'En azından kendine söz vermek zorundasın! ' diyor, beni alnımdan öpüp gidiyor.
Hayatıma giren en ilham verici, en özgün, en enerji dolduran insan... Ertesi yıl tekrar karşılaştığımızda fazla konuşma fırsatım olmadı ama onun gibi birinin varlığını bilmek bile çok güzel. Kimbilir belki başka bir zaman başka bir yerde başka bir şekilde yine karşılaşırız, yine konuşuruz ve bu sefer ben de ona hayatın ne kadar değerli olduğunu söylerim.. :)
* Varoluşçu tatlı bebek Arnavut kız, İstanbul'da
** 'theory of everything' adlı fizik teorisine gönderme yapan Eugene'in ortaya attığı kavram, ayrıca son albümlerindeki şarkılardan birinin adıdır.
*** Güçlü kal,tatlı bebek!
Elemanları Ukraynalı, Rus, Etiopyalı, İsrail asıllı gibi dünyanın farklı yerlerinden gelip birbirlerini bulmuş, bulmakla da çok iyi etmiş olan Amerika'da yaşayan müzik grubu.
Gypsy-punk tarzını ortaya çıkaran, daha doğrusu meşhur eden en önemli grup sayılabilir. Çünkü pek çok Balkan kökenli müzisyenin şimdiye dek yaptığından çok farklı şeyler vaad ettiğini, hiperaktif sahne şovları, aşırı enerjik ve coşkulu şarkıları, reggea-hip hop-punk-rock-folk tarzlarını lezzetli karışımlara dönüştürmeleri ile kanıtlamıştır.
2002 yılında ilk çıkışını yapmış olan grup ülkemizde bir iki senedir tanınmaya başladı. Rock'n'Coke festivalindeki şovlarıyla herkesin dikkatini çekti, akıllarda yer etti. Ardından Sabancı Üniversitesi şenliğinde ve son olarak da Efes One Love Festival'de performanslarını sergilediler.
Benzersiz üslupları, eğlenceli ve bizim kültürümüze çok yakın gelen müzikleri, genç ve dinamik tavırları, özellikle de frontman Eugene Hütz'ün enteresan kişiliğini yansıtan şarkı sözleri ve müzik-hayat felsefesi üzerine yazdıklarıyla çok etkileyici bir grup.
'Müzikte bir devrim gerçekleştirmek amacıyla New York'a gelip grubu topladığını' söyleyen Eugene Hütz'le şahsen tanışıp konuşma şansına sahip olmuş biri olarak, kendisini daha ayrıntılı tanıtmak isterim....
gibi müthiş gerçeküstücü, komik, acayip bir cümle karşınıza çıkabilir aniden! Hatta, bir sabah uyanıp aynaya baktığında burnunun yerinde olmadığını fark eden karakterin bunu garipsemek yerine, 'bari bir sivilce çıksaydı kenarında.. Ama tamamiyle dümdüz olmuş....' diye düşünerek hayıflanması bile muhtemeldir!
Palto, Burun, Bir Deli'nin Hatıra Defteri gibi kısa ama çarpıcı, yenilikçi ve benzersiz kısa hikayeleri mutlaka okunmalı. Gerçeklik algısını değiştirmeye cesareti olan herkes için eşi bulunmaz bir deneyim....
Solcu, devrim yanlısı, kadın hareketi savunucusu, başarılı yazar, romantik kadın gibi tanımlara sığmayacak kadar derin ve köklü bir ruh olduğuna inandığım insan..........
Tanımam etmem, kendime bir dost, bir yoldaş hissettiğim biri..... (Çok yalnız olduğumdan değil_Yazının gücü böyle birşey işte.)
Yıllardır köşe yazılarını okuduğumda, ya boğazımda bir düğüm, ya dudak ucumda çok anlamlara çekilebilecek bir gülümseme, ya da içimin ta derinlerinde bir cız ediş, bir titreme bırakan yazar.....
Bir şeylerimiz aynı sanırım, bir ortaklığımız var muhakkak ki_yazdıklarını okuyunca 'ben bunu hissetmiştim! ' diyorum.....
Etimolojik köken itibariyle Farsça olan ama Arapça, Latince, İbranice karşılıkları da bulunan ve genellikle kız çocukları için tercih edilen bir isimdir. Osmanlıca; pür ve revnak olan anlamındadır. Ayrıca 'güzellerin şahı' anlamını içeren ve Musevilerin de kullandığı bu ismin İbranice'deki anlamı ise 'şarkı söyleyen kız' dır.
Şimdi elimden şişeye uzanmasını rica ediyorum, itaat ediyor. Yolu bildiğinden, gözlerimi açamam artık gerek yok. Serin cam dudaklarıma değiyor. Ağzıma burnuma keskin bir koku doluyor. Gökyüzü mor bir şimşekle sarsılıyor, bende mi, benim dışımda mı, bilemiyorum. Dilim sıvı billurdan tadıyor, daha çok istiyor, lütfen, küçük bir yudum... Gırtlağımdan parıldayarak akan bir sızıntı... Yastıkların üzerine devriliyorum, derine, daha derine.
Artık yağmur yağmıyor, sessizlik geri geldi. Uçsuz bucaksız, ışığın ağdığı uzaklarda süzülüyorum, sayılamayacak kadar çok yıldızın ortasında, tıpkı onlar gibi kendi sonsuz yörüngemde yavaş yavaş dönerek süzülüyorum.
Sevinç, altın sevinç, gel artık diyorum. İçimde bir şey gülümsemeye başlıyor ve yıldızlar yanıp sönerek karşılık veriyorlar. Gökyüzündeki ışıkların yansıdığı camdan bir denizde süzülüyorum. Etrafta yıldızların dans ettiği bir kayıkta tatlı tatlı sallanıyorum.
Sevinç, altın sevinç, gel, sen ölümün habercisi, en gizli, en tatlı ilk tadı. Son rüyam başladı ve ruhum bana gülümsüyor.
Gümüşsü, hafif bir balık şimdi kayığım, açıklara doğru süzülüyor....
Belki de Nietzsche haklıydı,
Belki de gerçek yoktu hiçbir şeyde.
Ya da gerçekte hiçbir şey yoktu.
Hiçbir şey gerçek değildi
Yahut tek gerçek hiçlikti.
Hiççiliğin hiçbir değeri yoktu,
Gerçekçiliğinse hiçbir zaman değeri olmamıştı.
Gerçekler hiçbir zaman, hiçbir koşulda
Tam gerçek olamıyordu.
Kesinlikle gerçek olan hiçbir şey yoktu,
Gerçekte kesin olan hiçbir şeyin olmadığı gibi...
Sanırım hiçlik tek gerçeklikti...
_Ki bunu kabul etmek;
'Hiçbir şey yok.' yerine
' Hiçbir şey var.' demeye benzer...
Hiç kimse hiçliğin ne olduğunu gerçekten bilmiyordu,
Ama gerçeğin ne olduğunu da hiç bilen yoktu.
Evet, Nietzsche haklıydı
Belki de gerçekte gerçek diye bir şey yoktu.
Eğer birisini sever, sayar, ona hayranlık duyar ve ardından acı çektiğini keşfedersek_daha sevecen oluruz; yani onunla bizim aramızdaki uçurumun kapandığını, eşitliğe yaklaşma sağlandığını görürüz. Onun acısını neyin azaltacağını keşfetmeye çalışır ve onu kendisine veririz; ama her şeyden önce, ıstırabıyla ilgili olarak acı çekmemizi isterse acı çekeriz ama bütün bunlara rağmen etken minnettarlığın zevkini çıkarırız_onun zevkini iyi intikam olarak çıkarırız, Bizden hiçbir şey istemez ve kabul etmezse, keyifsiz ve üzgün, neredeyse gücenmiş olarak çekip gideriz; sanki minnettarlığımız geri çevrilmiş gibi olur… Ve bu onur noktasında en yardımsever insan hala tehlikelidir.
Merhamet bahşetmek, aşağılamak gibi bir şeydir. Başkalarının yaşantılarını sanki bizim yaşantımızmış gibi görmek ve algılamak_ bu bir merhamet felsefesi isteğidir ve bizi mahveder. Bir olay bizim değil de başkalarının başına gelirse, o olayın değer ve anlamı hakkında daha nesnel karar veririz, Buna karşın; eylem ilkesi olarak merhamet etme “başkasının rahatsızlığından onun duyduğu kadar rahatsızlık duy” talebiyle, aşırılığı ve abartmasıyla kendi yükümüzü azaltacak yerde kendi benimizden ve başkasının beninden aynı anda ıstırap çekmemize sebep olur. Merhamet etmeye ilişkin ahlakın, stoacı ahlaktan daha yüksek olduğunu mu söylüyorsunuz? İspatlayın! Ama ahlaktaki “daha alçak” ve “daha yüksek” derecelerinin ahlaksal arşınlarla ölçülmediğine dikkat edin: çünkü; mutlak bir ahlak yoktur
Önümüzde biri suya düşerse; arkasından ona yakınlık duymasak bile niye atlarız? “Merhametten” “ Orada insan sadece başkasını düşünür” der düşüncesizlik. Kısmen doğrudur bu; gerçi artık bilinçli olarak kendimizi düşünmeyiz, ama çok kuvvetli bir bilinçsizlikle düşünürüz, tıpkı ayagımız kaydığında kendi kendimize amaca yönelik karşı hareketler yaptığımız ve bu sırada anlaşılan aklımızı kullandığımız gibi. Başkasının kazası rencide eder bizi; eğer ona yardım etmezsek, bu bize güçsüz olduğumuzu, belki de korkak olduğumuzu gösterir. Be4nciller, merhametli kimselerden başka türlüdür. Ama onları tam anlamıyla “kötü” ve merhametlileri “iyi” olarak nitelendirmek, geçerli olan modadan başka bir şey değildir. Bunun tersini öngören modanın da belli bir zamanı vardı_ve uzun bir zamandı.
Şimdi elimden şişeye uzanmasını rica ediyorum, itaat ediyor. Yolu bildiğinden, gözlerimi açamam artık gerek yok. Serin cam dudaklarıma değiyor. Ağzıma burnuma keskin bir koku doluyor. Gökyüzü mor bir şimşekle sarsılıyor, bende mi, benim dışımda mı, bilemiyorum. Dilim sıvı billurdan tadıyor, daha çok istiyor, lütfen, küçük bir yudum... Gırtlağımdan parıldayarak akan bir sızıntı... Yastıkların üzerine devriliyorum, derine, daha derine.
Artık yağmur yağmıyor, sessizlik geri geldi. Uçsuz bucaksız, ışığın ağdığı uzaklarda süzülüyorum, sayılamayacak kadar çok yıldızın ortasında, tıpkı onlar gibi kendi sonsuz yörüngemde yavaş yavaş dönerek süzülüyorum.
Sevinç, altın sevinç, gel artık diyorum. İçimde bir şey gülümsemeye başlıyor ve yıldızlar yanıp sönerek karşılık veriyorlar. Gökyüzündeki ışıkların yansıdığı camdan bir denizde süzülüyorum. Etrafta yıldızların dans ettiği bir kayıkta tatlı tatlı sallanıyorum.
Sevinç, altın sevinç, gel, sen ölümün habercisi, en gizli, en tatlı ilk tadı. Son rüyam başladı ve ruhum bana gülümsüyor.
Gümüşsü, hafif bir balık şimdi kayığım, açıklara doğru süzülüyor....
Şimdi elimden şişeye uzanmasını rica ediyorum, itaat ediyor. Yolu bildiğinden, gözlerimi açamam artık gerek yok. Serin cam dudaklarıma değiyor. Ağzıma burnuma keskin bir koku doluyor. Gökyüzü mor bir şimşekle sarsılıyor, bende mi, benim dışımda mı, bilemiyorum. Dilim sıvı billurdan tadıyor, daha çok istiyor, lütfen, küçük bir yudum... Gırtlağımdan parıldayarak akan bir sızıntı... Yastıkların üzerine devriliyorum, derine, daha derine.
Artık yağmur yağmıyor, sessizlik geri geldi. Uçsuz bucaksız, ışığın ağdığı uzaklarda süzülüyorum, sayılamayacak kadar çok yıldızın ortasında, tıpkı onlar gibi kendi sonsuz yörüngemde yavaş yavaş dönerek süzülüyorum.
Sevinç, altın sevinç, gel artık diyorum. İçimde bir şey gülümsemeye başlıyor ve yıldızlar yanıp sönerek karşılık veriyorlar. Gökyüzündeki ışıkların yansıdığı camdan bir denizde süzülüyorum. Etrafta yıldızların dans ettiği bir kayıkta tatlı tatlı sallanıyorum.
Sevinç, altın sevinç, gel, sen ölümün habercisi, en gizli, en tatlı ilk tadı. Son rüyam başladı ve ruhum bana gülümsüyor.
Gümüşsü, hafif bir balık şimdi kayığım, açıklara doğru süzülüyor....
İngiliz şair. Her zaman klasik vampir öyküsünü modern sahnede yazmak istediğini söylüyor.
Childe Herold'un yazarı.
Kötü, kaçık ve tehlikeli bulunduğu için vatanını terk etmeye zorlanmış.
Canlı vahşi hayvan koleksiyonuyla birlikte, sürüldüğü ıssız adadaki malikanesinde yaşıyor. (Bu hayvanlar evinin her yerinde serbestçe dolaşmaktaydılar.)
Ateist. Frankenstein'ın yazarı Mary Shelley ile bir akşam yemeği sofrasında şarap içerken İsa'ya göndermeler yaparak eğleniyorlar. Kendisine şakayla, ' Seni kahrolası ateist! ' diyen Shelley'e şöyle karşılık veriyor: ' Tanrı'ya şükür, lanetleneceğim! '
Biseksüel. Fakat kadınları genelde aşağılık görüyor.
Agusta adlı kızkardeşini arzuluyor. Bazı geceler onun adını haykırıyor.
Sevgi beslediği tek kişi yalnızca kendisi. Kendisine hayatta biçilen rolün sevdiklerine işkence etmek olduğuna inanıyor; vampir rolü....
Hiçbir şeyi düşünüp planlamıyor; ona göre her şey sadece zihin ve hayal gücü...
En gizli korkusu, kan emen sülükler.
Hayattan bunalmış; cehennem kasvetini dağıtmanın bir yolunu arıyor. Neşesi yerinde olduğu zamanlarda şöyle diyebiliyor: ' Öyleyse yaşamamıza ve sevmemize izin verin; öyle bir yaşayıp sevelim ki; insanlar desinler _Şeytan da İngilizmiş_Tanrı gibi...'
' Kendi korkularımızı cisimleştirdik ve hayal gücümüzle dehşet ürünü bir canavar yarattık. Bizler, yaratıcı deme gücünü gösterdik kendimize ve böylece Tanrı'ya karşı gelmiş olduk. Şimdi yarattığımız bu korkudan ne yapsak kaçamayız. İnsan aklındakilerden kaçamaz. Tekrar bir ayinle onu geldiği yere geri göndermeliyiz.'
' Cennete mi, cehenneme mi, yıldızlara mı? '
'Aklımıza.'
..............................(Frankenstein'ın yaratıldığı geceyi anlatan eşsiz film Gothic'ten diyaloglar) ...........................
Frankenstein; Mary Shelley'nin insan eleştirisi yaptığı ilham verici hikayesinin bana düşündürdükleri üzerine...
' Ama diğerlerine inanaıyorsun; Adem'le Havva'ya, cennetle cehenneme, iyiyle kötüye.. Bunların hepsi hurafedir.' *
Dr. Frankenstein, yıllar süren çalışmaları sonucunda 'yaşam sıvısı' nı bulmuş, manyetik alan oluşturarak hayatın kaynaklanmasını sağlamıştır. Bu yaşam sıvısı plasentayı hatırlatan, adeta hayatın ana rahminde yeşerdiğini akla getirmek için kullanılan bir sembol olan bir sıvı. Bu sıvıda gelişip sonunda bir insan biçimini alan yaratığın duruşuysa cenini andırıyor.
Bu inanılmaz keşfini öğrenen etrafındaki herkes Frankenstein'a kızmaktadır: 'Tanrı rolünü oynayamazsın! ' ama o, oynamak istiyor.
Yarattığı ise, insan misali, eksik ve kusurlu birmahluk. Dünyaya acı çekmeye gelmiş gibi, yalnızlık çeken bir bebek ve kimse ona yardım etmek istemiyor. Her şeye rağmen hayatta kalmayı başarıp bir gün doktorun karşısına yeniden çıktığı zaman ona şöyle haykırıyor: ' senin her şeyin vardı, benimse hiçbir şeyim yoktu! bana bir eş yap, bir kadın istiyorum! Bana bir eş yaparsan onu alır uzaklara giderim ve bir daha seni rahatsız etmem.'
Tıpkı tanrının Adem'e bir kadın eş yaratma hikayesi gibi, kadın erkeğe arkadaş olarak tasarlanıyor.
Fakat kadını yaratma sürecinde çıkan sorunlar nedeniyle bizim yaratık yine yalnızlığa mahkum oluyor. Sonunda da, her zamanki gibi, yine acı içinde ölüyor. Aslında, basbayağı acıklı bir hikayedir bu. Beni hüzünlendirir; çünkü kendi varlığımı görürüm onda. Hep acı içinde yaşamaya mahkum, yalnız doğup yalnız ölen insanoğlunu...
Mary Shelley, neden Lord Byron'un yakını olmayı hak ettiğini bu kitabıyla şüphesiz kanıtlamıştır.
İyi uyu; Frankenstein! Bizler de senin gibi kendi cinnetimizden bir varlık yarattık ve sonra ondan korkar hale geldik; çünkü kontrolümüzden çıkmıştı.
' Kendi korkularımızı cisimleştirdik ve hayal gücümüzle dehşet ürünü bir canavar yarattık. Bizler, yaratıcı deme gücünü gösterdik kendimize ve böylece tanrıya karşı gelmiş olduk. İnsan aklında var ettiği şeylerden kaçamaz. Şimdi onu geldiği yere geri göndermeliyiz _ aklımıza. Tanrıyı öldürdüğümüz gibi, tanrı zaten çoktan öldü! ' **
Sonunda yarattığımız şey bizim ölümümüz oldu. Belki tanrı da tıpkı bizim şu an yaptığımız gibi, yarattığı şeyler kendini öldürmeden önce onları öldürmeye çalışıyor. Ama bu, tanrılığın kaderi değil midir? Tanrı da, yarattığı zavallı ve iğrenç insanlar tarafından çarmıha gerilmedi mi? Ne? O bir benzeriydi de herkese bir oyun mu oynandı? Peki o zaman İsa'nın kahramanca kendini feda edişi nerde kaldı? ...... sonradan gönderilen kutsal düzeltme yazısına yürekten inanıyorum; mutlaka tanrı göğe yükselmiştir ve hatta _ neden olmasın_ yağmur olup üzerimize bile yağıyordur...
* Dr.Frankenstein'dan
** Gothic filminin diyaloglarından
Okuyan herkes ondan etkilendi_Kayıtsız kalınamayacak kadar şiddetli ve sarsıcıdır.
Çoğu kişi ondan korktu_Herkesin kulağına göre ağız değildir.
Bir kısmı onu anladığını düşündü,kendine yakın hissetti_Fakat ne yazık ki; hep o didaktik üslubuyla tanındı, yaşam bilgeliği üzerine aforizmalarıyla bilindi.
Çok az kişi onun şairliğini, müzisyenliğini tanıdı, sevdi.
Ve belki de sadece biri, her gece rüyalarında onunla buluşmak umudu olmasa gözlerini kapamak istemezdi...
Nietzsche, neyi muhafaza etmek çabasında olduğunun ve bu saçmalıklarla uğraşırken neleri muhafaza edemediğinin farkına henüz varamamış olanlara bir şey ifade etseydi, ereğinden şaşmış olurdu.
film replikleri
26.06.2009 - 03:06'Gördün mü şimdi, evlat ne demek? ? '
tek başına, olanca etkileyici, oyuncunun gözlerinden adeta taşarcasına, birçok duygu bir arada, aynı anda...
gogol bordello
21.11.2008 - 21:08Eugene Hütz'le bir akşam...
Karşımızda bizi almak için otel odasının terasından aşağı inen bir rockstar! İnanması zor_rüya gibi!
Kıpkırmızı giyinmiş, baştan aşağı, sımsıcak kucaklıyor ikimizi...
Terasa oturup konuşuyoruz biralarımızı içerken. Biraz kendimden bahsettikçe gülümseyerek 'Existential sweet baby girl from Albania in Istanbul! '* diye tanımlıyor beni. :) Bira içicisi olmadığını, şarabı tercih ettiğini söylüyor ve şarap içmeye odasına davet ediyor beni.
İçerisi karman çorman, ayna önünde bir fincan, fincanın içinde muz kabuğu, yerlerde giysiler, yatak darmadağın... Odadaki tek kadehe şarap doldurup bana uzatıyor, kendisi de şişeyi alıp içmeden önce kendi dilinde birşeyler söylüyor. Giysilerine bakıyorum, giysi tasarımcısı olduğumu söyleyince ilgisini çekiyor. 'Garip değil mi, eski kız arkadaşlarım hep modacıydı.' diyor. Kendi yaptığı armalı punk ceketlerini işaret ederek 'Bu fikirleri onlardan mı aldın? ' diye soruyorum. 'Onlar fikirleri benden çaldı! ' diyor, gülüyoruz.
Pek çok şeyden bahsediyoruz küçücük odasında, kendi yazdığı kitabından, 'supertheory of supereverything'** kavramıdan, her varlığın içinde gizli bulunduğuna inandığı 'akıl'dan, her şeyden... Öyle rahatım, öyle özgürce içimden geleni söylüyorum ki sanki karşımdaki liseden arkadaşım!
Fakat ben nedense pek melankolik bir günümdeyim ve sürekli varoluşçu saçmalıklar sorup duruyorum :) 'Yaptığın işi çok sevdiğin belli ama bazen uyandığında hepsi sana anlamsız gelmiyor mu? ' diyorum mesela, yatağa uzanırken, gözlerimi tavana dikmişim. Ama o hiç yılmıyor, bu konserin ardından nasıl böyle enerjik olduğuna şaşıyorum, tükenmeyen hevesiyle bana hayatın ne kadar güzel olduğunu tekrarlamasına hayran kalıyorum...
'Kendimi çok harcadım.' diyorum, kirlenmiş hissettiğim bir dönem, arınmak istiyorum. Bana gülüyor ve daha çok genç ve güzel olduğumu, içimdeki bu huzursuz hisleri bir şeylere dönüştürmem gerektiğini yoksa tehlikeli olacağını söylüyor. Bunu aslında bal gibi ben de biliyorum...
Tekrar terasa çıktığımızda bana bir şeyler yazmasını istiyorum, önümde çömelip üzerimdeki beyaz büstiyere birşeyler karalıyor. Sonradan okuyorum: 'Stay strong sweet baby! Eug. Hutz'*** Bu sözleri en zor zamanlarda hatırlayacağım aylar, yıllar sonra...
İki saat sonra uçakları var, gitmek zorunda. Saçlarımı sımsıkı tutarak gözlerime içimi okur gibi bakarak söz vermemi istiyor. Kendime aptalca birşey yapmayacağıma söz vermemi... 'Söz veremem' diyorum, neden bu kadar boğazım düğüm düğüm o günlerde, şimdi hatırlamıyorum. 'En azından kendine söz vermek zorundasın! ' diyor, beni alnımdan öpüp gidiyor.
Hayatıma giren en ilham verici, en özgün, en enerji dolduran insan... Ertesi yıl tekrar karşılaştığımızda fazla konuşma fırsatım olmadı ama onun gibi birinin varlığını bilmek bile çok güzel. Kimbilir belki başka bir zaman başka bir yerde başka bir şekilde yine karşılaşırız, yine konuşuruz ve bu sefer ben de ona hayatın ne kadar değerli olduğunu söylerim.. :)
* Varoluşçu tatlı bebek Arnavut kız, İstanbul'da
** 'theory of everything' adlı fizik teorisine gönderme yapan Eugene'in ortaya attığı kavram, ayrıca son albümlerindeki şarkılardan birinin adıdır.
*** Güçlü kal,tatlı bebek!
gogol bordello
21.11.2008 - 19:54Elemanları Ukraynalı, Rus, Etiopyalı, İsrail asıllı gibi dünyanın farklı yerlerinden gelip birbirlerini bulmuş, bulmakla da çok iyi etmiş olan Amerika'da yaşayan müzik grubu.
Gypsy-punk tarzını ortaya çıkaran, daha doğrusu meşhur eden en önemli grup sayılabilir. Çünkü pek çok Balkan kökenli müzisyenin şimdiye dek yaptığından çok farklı şeyler vaad ettiğini, hiperaktif sahne şovları, aşırı enerjik ve coşkulu şarkıları, reggea-hip hop-punk-rock-folk tarzlarını lezzetli karışımlara dönüştürmeleri ile kanıtlamıştır.
2002 yılında ilk çıkışını yapmış olan grup ülkemizde bir iki senedir tanınmaya başladı. Rock'n'Coke festivalindeki şovlarıyla herkesin dikkatini çekti, akıllarda yer etti. Ardından Sabancı Üniversitesi şenliğinde ve son olarak da Efes One Love Festival'de performanslarını sergilediler.
Benzersiz üslupları, eğlenceli ve bizim kültürümüze çok yakın gelen müzikleri, genç ve dinamik tavırları, özellikle de frontman Eugene Hütz'ün enteresan kişiliğini yansıtan şarkı sözleri ve müzik-hayat felsefesi üzerine yazdıklarıyla çok etkileyici bir grup.
'Müzikte bir devrim gerçekleştirmek amacıyla New York'a gelip grubu topladığını' söyleyen Eugene Hütz'le şahsen tanışıp konuşma şansına sahip olmuş biri olarak, kendisini daha ayrıntılı tanıtmak isterim....
gogol
21.11.2008 - 19:24Gogol okurken.....
'Burnunuz bulundu! '
gibi müthiş gerçeküstücü, komik, acayip bir cümle karşınıza çıkabilir aniden! Hatta, bir sabah uyanıp aynaya baktığında burnunun yerinde olmadığını fark eden karakterin bunu garipsemek yerine, 'bari bir sivilce çıksaydı kenarında.. Ama tamamiyle dümdüz olmuş....' diye düşünerek hayıflanması bile muhtemeldir!
Palto, Burun, Bir Deli'nin Hatıra Defteri gibi kısa ama çarpıcı, yenilikçi ve benzersiz kısa hikayeleri mutlaka okunmalı. Gerçeklik algısını değiştirmeye cesareti olan herkes için eşi bulunmaz bir deneyim....
Ece Temelkuran
21.11.2008 - 19:14Solcu, devrim yanlısı, kadın hareketi savunucusu, başarılı yazar, romantik kadın gibi tanımlara sığmayacak kadar derin ve köklü bir ruh olduğuna inandığım insan..........
Tanımam etmem, kendime bir dost, bir yoldaş hissettiğim biri..... (Çok yalnız olduğumdan değil_Yazının gücü böyle birşey işte.)
Yıllardır köşe yazılarını okuduğumda, ya boğazımda bir düğüm, ya dudak ucumda çok anlamlara çekilebilecek bir gülümseme, ya da içimin ta derinlerinde bir cız ediş, bir titreme bırakan yazar.....
Bir şeylerimiz aynı sanırım, bir ortaklığımız var muhakkak ki_yazdıklarını okuyunca 'ben bunu hissetmiştim! ' diyorum.....
rana
28.07.2007 - 17:52Etimolojik köken itibariyle Farsça olan ama Arapça, Latince, İbranice karşılıkları da bulunan ve genellikle kız çocukları için tercih edilen bir isimdir. Osmanlıca; pür ve revnak olan anlamındadır. Ayrıca 'güzellerin şahı' anlamını içeren ve Musevilerin de kullandığı bu ismin İbranice'deki anlamı ise 'şarkı söyleyen kız' dır.
nietzsche felsefesi
22.03.2007 - 17:52Bir Ölüm Anı
Şimdi elimden şişeye uzanmasını rica ediyorum, itaat ediyor. Yolu bildiğinden, gözlerimi açamam artık gerek yok. Serin cam dudaklarıma değiyor. Ağzıma burnuma keskin bir koku doluyor. Gökyüzü mor bir şimşekle sarsılıyor, bende mi, benim dışımda mı, bilemiyorum. Dilim sıvı billurdan tadıyor, daha çok istiyor, lütfen, küçük bir yudum... Gırtlağımdan parıldayarak akan bir sızıntı... Yastıkların üzerine devriliyorum, derine, daha derine.
Artık yağmur yağmıyor, sessizlik geri geldi. Uçsuz bucaksız, ışığın ağdığı uzaklarda süzülüyorum, sayılamayacak kadar çok yıldızın ortasında, tıpkı onlar gibi kendi sonsuz yörüngemde yavaş yavaş dönerek süzülüyorum.
Sevinç, altın sevinç, gel artık diyorum. İçimde bir şey gülümsemeye başlıyor ve yıldızlar yanıp sönerek karşılık veriyorlar. Gökyüzündeki ışıkların yansıdığı camdan bir denizde süzülüyorum. Etrafta yıldızların dans ettiği bir kayıkta tatlı tatlı sallanıyorum.
Sevinç, altın sevinç, gel, sen ölümün habercisi, en gizli, en tatlı ilk tadı. Son rüyam başladı ve ruhum bana gülümsüyor.
Gümüşsü, hafif bir balık şimdi kayığım, açıklara doğru süzülüyor....
nietzsche felsefesi
22.03.2007 - 17:52HİÇ
Belki de Nietzsche haklıydı,
Belki de gerçek yoktu hiçbir şeyde.
Ya da gerçekte hiçbir şey yoktu.
Hiçbir şey gerçek değildi
Yahut tek gerçek hiçlikti.
Hiççiliğin hiçbir değeri yoktu,
Gerçekçiliğinse hiçbir zaman değeri olmamıştı.
Gerçekler hiçbir zaman, hiçbir koşulda
Tam gerçek olamıyordu.
Kesinlikle gerçek olan hiçbir şey yoktu,
Gerçekte kesin olan hiçbir şeyin olmadığı gibi...
Sanırım hiçlik tek gerçeklikti...
_Ki bunu kabul etmek;
'Hiçbir şey yok.' yerine
' Hiçbir şey var.' demeye benzer...
Hiç kimse hiçliğin ne olduğunu gerçekten bilmiyordu,
Ama gerçeğin ne olduğunu da hiç bilen yoktu.
Evet, Nietzsche haklıydı
Belki de gerçekte gerçek diye bir şey yoktu.
friedrich wilhelm nietzsche
22.03.2007 - 17:23Eğer birisini sever, sayar, ona hayranlık duyar ve ardından acı çektiğini keşfedersek_daha sevecen oluruz; yani onunla bizim aramızdaki uçurumun kapandığını, eşitliğe yaklaşma sağlandığını görürüz. Onun acısını neyin azaltacağını keşfetmeye çalışır ve onu kendisine veririz; ama her şeyden önce, ıstırabıyla ilgili olarak acı çekmemizi isterse acı çekeriz ama bütün bunlara rağmen etken minnettarlığın zevkini çıkarırız_onun zevkini iyi intikam olarak çıkarırız, Bizden hiçbir şey istemez ve kabul etmezse, keyifsiz ve üzgün, neredeyse gücenmiş olarak çekip gideriz; sanki minnettarlığımız geri çevrilmiş gibi olur… Ve bu onur noktasında en yardımsever insan hala tehlikelidir.
Nietzsche
friedrich wilhelm nietzsche
22.03.2007 - 17:22Merhamet bahşetmek, aşağılamak gibi bir şeydir. Başkalarının yaşantılarını sanki bizim yaşantımızmış gibi görmek ve algılamak_ bu bir merhamet felsefesi isteğidir ve bizi mahveder. Bir olay bizim değil de başkalarının başına gelirse, o olayın değer ve anlamı hakkında daha nesnel karar veririz, Buna karşın; eylem ilkesi olarak merhamet etme “başkasının rahatsızlığından onun duyduğu kadar rahatsızlık duy” talebiyle, aşırılığı ve abartmasıyla kendi yükümüzü azaltacak yerde kendi benimizden ve başkasının beninden aynı anda ıstırap çekmemize sebep olur. Merhamet etmeye ilişkin ahlakın, stoacı ahlaktan daha yüksek olduğunu mu söylüyorsunuz? İspatlayın! Ama ahlaktaki “daha alçak” ve “daha yüksek” derecelerinin ahlaksal arşınlarla ölçülmediğine dikkat edin: çünkü; mutlak bir ahlak yoktur
Nietzsche
friedrich wilhelm nietzsche
22.03.2007 - 17:21Önümüzde biri suya düşerse; arkasından ona yakınlık duymasak bile niye atlarız? “Merhametten” “ Orada insan sadece başkasını düşünür” der düşüncesizlik. Kısmen doğrudur bu; gerçi artık bilinçli olarak kendimizi düşünmeyiz, ama çok kuvvetli bir bilinçsizlikle düşünürüz, tıpkı ayagımız kaydığında kendi kendimize amaca yönelik karşı hareketler yaptığımız ve bu sırada anlaşılan aklımızı kullandığımız gibi. Başkasının kazası rencide eder bizi; eğer ona yardım etmezsek, bu bize güçsüz olduğumuzu, belki de korkak olduğumuzu gösterir. Be4nciller, merhametli kimselerden başka türlüdür. Ama onları tam anlamıyla “kötü” ve merhametlileri “iyi” olarak nitelendirmek, geçerli olan modadan başka bir şey değildir. Bunun tersini öngören modanın da belli bir zamanı vardı_ve uzun bir zamandı.
Nietzsche
friedrich wilhelm nietzsche
22.08.2006 - 13:52Nietzsche'nin Son Rüyası
Şimdi elimden şişeye uzanmasını rica ediyorum, itaat ediyor. Yolu bildiğinden, gözlerimi açamam artık gerek yok. Serin cam dudaklarıma değiyor. Ağzıma burnuma keskin bir koku doluyor. Gökyüzü mor bir şimşekle sarsılıyor, bende mi, benim dışımda mı, bilemiyorum. Dilim sıvı billurdan tadıyor, daha çok istiyor, lütfen, küçük bir yudum... Gırtlağımdan parıldayarak akan bir sızıntı... Yastıkların üzerine devriliyorum, derine, daha derine.
Artık yağmur yağmıyor, sessizlik geri geldi. Uçsuz bucaksız, ışığın ağdığı uzaklarda süzülüyorum, sayılamayacak kadar çok yıldızın ortasında, tıpkı onlar gibi kendi sonsuz yörüngemde yavaş yavaş dönerek süzülüyorum.
Sevinç, altın sevinç, gel artık diyorum. İçimde bir şey gülümsemeye başlıyor ve yıldızlar yanıp sönerek karşılık veriyorlar. Gökyüzündeki ışıkların yansıdığı camdan bir denizde süzülüyorum. Etrafta yıldızların dans ettiği bir kayıkta tatlı tatlı sallanıyorum.
Sevinç, altın sevinç, gel, sen ölümün habercisi, en gizli, en tatlı ilk tadı. Son rüyam başladı ve ruhum bana gülümsüyor.
Gümüşsü, hafif bir balık şimdi kayığım, açıklara doğru süzülüyor....
ölüm
22.08.2006 - 13:29Bir Ölüm Anı
Şimdi elimden şişeye uzanmasını rica ediyorum, itaat ediyor. Yolu bildiğinden, gözlerimi açamam artık gerek yok. Serin cam dudaklarıma değiyor. Ağzıma burnuma keskin bir koku doluyor. Gökyüzü mor bir şimşekle sarsılıyor, bende mi, benim dışımda mı, bilemiyorum. Dilim sıvı billurdan tadıyor, daha çok istiyor, lütfen, küçük bir yudum... Gırtlağımdan parıldayarak akan bir sızıntı... Yastıkların üzerine devriliyorum, derine, daha derine.
Artık yağmur yağmıyor, sessizlik geri geldi. Uçsuz bucaksız, ışığın ağdığı uzaklarda süzülüyorum, sayılamayacak kadar çok yıldızın ortasında, tıpkı onlar gibi kendi sonsuz yörüngemde yavaş yavaş dönerek süzülüyorum.
Sevinç, altın sevinç, gel artık diyorum. İçimde bir şey gülümsemeye başlıyor ve yıldızlar yanıp sönerek karşılık veriyorlar. Gökyüzündeki ışıkların yansıdığı camdan bir denizde süzülüyorum. Etrafta yıldızların dans ettiği bir kayıkta tatlı tatlı sallanıyorum.
Sevinç, altın sevinç, gel, sen ölümün habercisi, en gizli, en tatlı ilk tadı. Son rüyam başladı ve ruhum bana gülümsüyor.
Gümüşsü, hafif bir balık şimdi kayığım, açıklara doğru süzülüyor....
lord byron
06.08.2006 - 12:16İngiliz şair. Her zaman klasik vampir öyküsünü modern sahnede yazmak istediğini söylüyor.
Childe Herold'un yazarı.
Kötü, kaçık ve tehlikeli bulunduğu için vatanını terk etmeye zorlanmış.
Canlı vahşi hayvan koleksiyonuyla birlikte, sürüldüğü ıssız adadaki malikanesinde yaşıyor. (Bu hayvanlar evinin her yerinde serbestçe dolaşmaktaydılar.)
Ateist. Frankenstein'ın yazarı Mary Shelley ile bir akşam yemeği sofrasında şarap içerken İsa'ya göndermeler yaparak eğleniyorlar. Kendisine şakayla, ' Seni kahrolası ateist! ' diyen Shelley'e şöyle karşılık veriyor: ' Tanrı'ya şükür, lanetleneceğim! '
Biseksüel. Fakat kadınları genelde aşağılık görüyor.
Agusta adlı kızkardeşini arzuluyor. Bazı geceler onun adını haykırıyor.
Sevgi beslediği tek kişi yalnızca kendisi. Kendisine hayatta biçilen rolün sevdiklerine işkence etmek olduğuna inanıyor; vampir rolü....
Hiçbir şeyi düşünüp planlamıyor; ona göre her şey sadece zihin ve hayal gücü...
En gizli korkusu, kan emen sülükler.
Hayattan bunalmış; cehennem kasvetini dağıtmanın bir yolunu arıyor. Neşesi yerinde olduğu zamanlarda şöyle diyebiliyor: ' Öyleyse yaşamamıza ve sevmemize izin verin; öyle bir yaşayıp sevelim ki; insanlar desinler _Şeytan da İngilizmiş_Tanrı gibi...'
lord byron
05.08.2006 - 18:29' Söyle bana; Lord Byron... Nasıl bir şeydi kendi öz kızkardeşinle yatmak? ! '
' Zavallıcaydı. Tüm diğer dişilerle olduğu gibi...'
Bunun üzerine kadın Gordon Byron'un suratına bir tokat patlatır.
' Şiddet! Tersine; akıllı bir kadın olduğunu sanırdım! ...'
' Dünyada tek bir kişiye sevgin var; kendin.'
....................(Gothic'ten diyaloglar) .....................
lord byron
05.08.2006 - 18:24' Yaşam verdiğimiz varlığı şimdi yine biz öldürmeliyiz_Tanrı'yı öldürdüğümüz gibi... Tanrı zaten çoktan öldü! '
' Fakat biz bu gece ölüleri uyandırmadık mı? '
........................(Gothic'ten) .........................
lord byron
05.08.2006 - 18:21' Kendi korkularımızı cisimleştirdik ve hayal gücümüzle dehşet ürünü bir canavar yarattık. Bizler, yaratıcı deme gücünü gösterdik kendimize ve böylece Tanrı'ya karşı gelmiş olduk. Şimdi yarattığımız bu korkudan ne yapsak kaçamayız. İnsan aklındakilerden kaçamaz. Tekrar bir ayinle onu geldiği yere geri göndermeliyiz.'
' Cennete mi, cehenneme mi, yıldızlara mı? '
'Aklımıza.'
..............................(Frankenstein'ın yaratıldığı geceyi anlatan eşsiz film Gothic'ten diyaloglar) ...........................
frankenstein
25.07.2006 - 19:54Frankenstein; Mary Shelley'nin insan eleştirisi yaptığı ilham verici hikayesinin bana düşündürdükleri üzerine...
' Ama diğerlerine inanaıyorsun; Adem'le Havva'ya, cennetle cehenneme, iyiyle kötüye.. Bunların hepsi hurafedir.' *
Dr. Frankenstein, yıllar süren çalışmaları sonucunda 'yaşam sıvısı' nı bulmuş, manyetik alan oluşturarak hayatın kaynaklanmasını sağlamıştır. Bu yaşam sıvısı plasentayı hatırlatan, adeta hayatın ana rahminde yeşerdiğini akla getirmek için kullanılan bir sembol olan bir sıvı. Bu sıvıda gelişip sonunda bir insan biçimini alan yaratığın duruşuysa cenini andırıyor.
Bu inanılmaz keşfini öğrenen etrafındaki herkes Frankenstein'a kızmaktadır: 'Tanrı rolünü oynayamazsın! ' ama o, oynamak istiyor.
Yarattığı ise, insan misali, eksik ve kusurlu birmahluk. Dünyaya acı çekmeye gelmiş gibi, yalnızlık çeken bir bebek ve kimse ona yardım etmek istemiyor. Her şeye rağmen hayatta kalmayı başarıp bir gün doktorun karşısına yeniden çıktığı zaman ona şöyle haykırıyor: ' senin her şeyin vardı, benimse hiçbir şeyim yoktu! bana bir eş yap, bir kadın istiyorum! Bana bir eş yaparsan onu alır uzaklara giderim ve bir daha seni rahatsız etmem.'
Tıpkı tanrının Adem'e bir kadın eş yaratma hikayesi gibi, kadın erkeğe arkadaş olarak tasarlanıyor.
Fakat kadını yaratma sürecinde çıkan sorunlar nedeniyle bizim yaratık yine yalnızlığa mahkum oluyor. Sonunda da, her zamanki gibi, yine acı içinde ölüyor. Aslında, basbayağı acıklı bir hikayedir bu. Beni hüzünlendirir; çünkü kendi varlığımı görürüm onda. Hep acı içinde yaşamaya mahkum, yalnız doğup yalnız ölen insanoğlunu...
Mary Shelley, neden Lord Byron'un yakını olmayı hak ettiğini bu kitabıyla şüphesiz kanıtlamıştır.
İyi uyu; Frankenstein! Bizler de senin gibi kendi cinnetimizden bir varlık yarattık ve sonra ondan korkar hale geldik; çünkü kontrolümüzden çıkmıştı.
' Kendi korkularımızı cisimleştirdik ve hayal gücümüzle dehşet ürünü bir canavar yarattık. Bizler, yaratıcı deme gücünü gösterdik kendimize ve böylece tanrıya karşı gelmiş olduk. İnsan aklında var ettiği şeylerden kaçamaz. Şimdi onu geldiği yere geri göndermeliyiz _ aklımıza. Tanrıyı öldürdüğümüz gibi, tanrı zaten çoktan öldü! ' **
Sonunda yarattığımız şey bizim ölümümüz oldu. Belki tanrı da tıpkı bizim şu an yaptığımız gibi, yarattığı şeyler kendini öldürmeden önce onları öldürmeye çalışıyor. Ama bu, tanrılığın kaderi değil midir? Tanrı da, yarattığı zavallı ve iğrenç insanlar tarafından çarmıha gerilmedi mi? Ne? O bir benzeriydi de herkese bir oyun mu oynandı? Peki o zaman İsa'nın kahramanca kendini feda edişi nerde kaldı? ...... sonradan gönderilen kutsal düzeltme yazısına yürekten inanıyorum; mutlaka tanrı göğe yükselmiştir ve hatta _ neden olmasın_ yağmur olup üzerimize bile yağıyordur...
* Dr.Frankenstein'dan
** Gothic filminin diyaloglarından
friedrich wilhelm nietzsche
07.07.2006 - 21:44Okuyan herkes ondan etkilendi_Kayıtsız kalınamayacak kadar şiddetli ve sarsıcıdır.
Çoğu kişi ondan korktu_Herkesin kulağına göre ağız değildir.
Bir kısmı onu anladığını düşündü,kendine yakın hissetti_Fakat ne yazık ki; hep o didaktik üslubuyla tanındı, yaşam bilgeliği üzerine aforizmalarıyla bilindi.
Çok az kişi onun şairliğini, müzisyenliğini tanıdı, sevdi.
Ve belki de sadece biri, her gece rüyalarında onunla buluşmak umudu olmasa gözlerini kapamak istemezdi...
friedrich wilhelm nietzsche
13.02.2004 - 19:05Gülünçsünüz siz bence, ey bugünün insanları!
Ama hafife alacağım sizleri ben, çünkü ağır yüküm var..
Ve yükümün üstüne küçük kurtçuklarla kanatlı böcekler konsa da ne çıkar? !
'Çarmıha gerilen'
friedrich wilhelm nietzsche
13.02.2004 - 18:24Bugünün insanı_Ben onun pis nefesinde boğuluyorum.
Bütün binyılların tımarhane dünyasında ilerliyorum.
Nietzsche
friedrich wilhelm nietzsche
13.02.2004 - 18:22İki bin yıl geçti ve
Bir tek yeni tanrı bile yok.
Nietzsche
friedrich wilhelm nietzsche
13.02.2004 - 18:20Günün birinde, beni azizlik mertebesine çıkartmalarından
fena halde korkuyorum.
Ben aziz falan olmak istemiyorum, soytarı olayım daha iyi.
Belki de bir soytarıyım. Ve gene de...
Doğrular çıkıyor ağzımdan.
Wilhelm Friedrich Nietzsche
friedrich wilhelm nietzsche
13.02.2004 - 18:01Nietzsche, neyi muhafaza etmek çabasında olduğunun ve bu saçmalıklarla uğraşırken neleri muhafaza edemediğinin farkına henüz varamamış olanlara bir şey ifade etseydi, ereğinden şaşmış olurdu.
Toplam 42 mesaj bulundu