10 mahkûmu öldürmekle suçlanan jandarmalar için fotoğraftan teşhis imkânı kalmadı
28/12/2002 (197 kişi okudu)
ADNAN KESKİN (Arşivi)
ANKARA - Ankara Ulucanlar Cezaevi'ne 26 Eylül 1999'da 10 mahkûmun öldüğü operasyonla ilgili 161 jandarma hakkında açılan dava, avukatların 'teşhis skandalı' olarak gösterdikleri tartışmalı bir kararla tüm sanıkların cezasız kurtulma sürecine girildi.
Ağır Ceza Mahkemesi, sanıkların fotoğraflarından teşhis edilmesi işlemlerini durdurdu ve eldeki resimleri sanık görevlilere iade kararı verdi. Bu suçluların ortaya çıkarılmasını iyice güçleştiriyor. Mahkemenin oybirliğle verdiği karar, şöyle gerekçelendirildi:
'Özel giyimli kask ve miğfer takılı görevlilerin teşhis imkânının olmadığı, Ayrıca gaz bombası atılması nedeniyle de mevcut ortamın sis ve görüntüyü engeller mahiyette olduğu da nazara alındığında özel giyimli fotoğraflardan teşhisin de sıhhatli olamayacağı, Operasyonda görevli jandarma erleri gibi terhis olanların bulunduğu da nazara alındığında o şahısların o andaki fotoğraflarının tespit-ikmal ve celbinin de sağlıklı olamayacağı, Yapılacak işlemlerin bu nedenle hazırlık aşamasında yapılmadığı, mahkemede de yukarıdaki nedenlerle sıhhatli, net ve gerçek teşhis ortamı ve sonucu oluşmayacağı, bu nedenle teşhis işlemlerinden sarfı nazar edilmesine, mevcut fotoğrafların iadesiyle yeniden fotoğralar istenmesine yer olmadığı, bundan sonra gelecek fotoğrafların da yerlerine iadesine...'
Ulucanlar'da dava konusu olayda ölümden kurtulan mahkûmlar için toplam 12 bin yıl hapis isteniyor.
Türkiye tarihinde üst sınıflarımız: 'tefeci-bezirgânlar' ile 'devlet sınıfları' denilen paşalar, beyler, efendiler idi. Bu iki tabakanın çocukları (Jön Türkler) , kendi çıkarları ve Allahın inâyetile III. Selim, tanzimat, meşrutiyet, cumhuriyet hareketlerini başardılar... Her defasında dışandan GAVUR ağır bastırdı mıydı, onlar içeriden MÜSLÜMAN silâhlı kuvvetleriyle tepki gösterdiler.
Cumhuriyet çağına değin fınans-kapital, YABANCI kumpanyalar ve bankalar siperinde silâhlı kuvvetlere dayanarak Türkiye ekonomisine ve politikasına hükmetti.
Cumhuriyet çağından beri, fınans-kapital bu sefer YERLİ şirketler ve bankalar siperinde, silâhlı kuvvetlere dayanarak, Türkiye ekonomisine ve politikasına hükmetti.
Tarihsel geleneğimiz bu idi: Silâhlı kuvvetler kimin elinde ise, Türkiye onun yörüngesine girerdi. Silâhlı kuvvetler PADİŞAH'ın elinde bulunduğu sürece, Türkiye padişahlıktı. Padişah İstanbul'da gâvurlar eline esir düşüp, silâhlı kuvvetler Anadolu'da paşalar elinde kalınca, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, sonra cumhuriyet oldu. Çok-parti zamanı, Finans-Kapital, dış gâvurlara fazlaca güvenip silâhlı kuvvetlere yukarıdan bakınca, 27 Mayıs gecesi, silâhlı kuvvetler iktidara el koydular. Yeni anayasa yaptılar. Başka her şey vız geldi, tırıs gidiyor.
Böylesine yalın kat, böylesine açık bir gidiş ve güdüş ülkesi olan Türkiye'de ne yapmalıyız? denince ne görüyoruz? Kuru 'tartışma.'
Bayan Boran çıkıyor, 'Sosyalist bir sosyolog olarak' (1 Ocak 1967: Dönüşüm'de) diyor ki: 'Evet, iki aşamalı devrim teorisi, sosyalist literatürde tartışılır. Ama, her az gelişmiş ülkenin koşulları ayrı tartışılmalıdır.'
Bizim şu ülkenin ayrı sayılan 'koşulları' nelerdir?
Bay Kafaer kalkıyor, 'plâncı bir devletçi olarak' diyor ki: 'İşçi sınıfının devrimci niteliğine' güvenen asıl biziz. Tartışmalı olan, hâkim tezat 'proleter - sermayedar' tezadı değilken, iki aşamalı bir devrim stratejisi mi izlenecek, bir aşamalı bir devrim steatejisi mi izlenecek? Devrimci sınıf ve tabakaları harekete geçirmek için kullanılacak ana kaldıraç nedir? ' Kullanılacak 'kaldıraç' hangisidir?
İki taraf da İşçi Partili. 'işçi sınıfının devrimci niteliğine' güveniyorlar. Eksik olmasınlar. Ama, 'İşçi Partisi'ne uyarmak için uyanmalı', 'Sosyalistlerarası Konferans' diye bir takım 'kaldıraçlar' teklif edilmiş. Böyle pratik işler, 'Üstâdları' hiç ilgilendirmiyor.
'Sosyalist sosyolog' Hanım: 'tarihsel bilime dayanan demokratik öncülük'; 'plâncı devletçi' Bay: 'partimiz saflarında sıklaşan işçi sınıfının eğitilip önderliği', sakızlarını çiğneşip, mevlevi dervişleri gibi 'DÖNUŞÜYORLAR.'
Oysa bugün TİP'in önündeki konu: 'devrim' değil, (bir zamanki üye akını yerine) başlamış üye kaçışıdır. Bunda küçükburjuva yapımız kadar, düşünce ve davranış kıtlığımızdan gelme eğitimsizlik de rol oynuyor. Bay Aybar kitap ve dergi yasaklıyor, düşünce adına, Malatya Kongresi'nde Bayan Boran, eğitimin 'eylem' içinde olacağı bahanesiyle, eğitim karan alınmaması gerektiğini 'ispatlıyor.' Kongre ertesi, teşkilâtta her türlü eğitim çabası yasaklanıyor. Neden?
Çünkü, eğitim teklifi 'eskiler'den gelmiş. Eskiler 'eylem dışı eğitım' mi öne sürmüşler? Tam tersine. Öyleyse, eskiler neden bu denli 'tü kaka? '. Çünkü... burjuvazi 'kaka! ' demiş... Kandırmak mı? Bu mantık, ne yazık ki Sabahattin Âli'yi ve Nâzım Hikmet'i yemiştir. Son pişmanlık para etmez.
Kayseri’nin Kültepe kazı alanında çıkan yazılı tabletlerde yer alan bilgiler, rüşvetin tarihinin milattan önceye dayandığını kanıtladı.
Kayseri’nin 20 kilometre doğusundaki yaklaşık 5 bin yıllık tarihi Asur ticaret kolonisi Kültepe höyüğünden çıkarılan yazılı tabletlerde, dönemin kralı İnar’ın oğlu Warşama’ya Asurlu tüccarların mallarını bölgede rahatça satabilmek için çeşitli hediyeler verdiği belgelendi. Warşama’nın aldığı hediyeler karşılığında, tüccarlara yazılı izin belgesi olduğu belirtilen tabletler vererek Anadolu’daki ilk rüşveti başlattığı ortaya çıktı. Müze Müdürü Hamdi Biçer, 1948 yılından bu yana bölgede yapılan kazılarda 7 bin 178 eser içinden çıkan pişmiş topraktan yapılmış tabletlerin bunu belgelendirdiğini söyledi.
HEDİYE KARŞILIĞI ‘İZİN’
Hamdi Biçer, Kültepe'nin en parlak döneminin Eski Tunç dönemi olduğunu ve bu dönemde ticaretle uğraşıldığını belirterek; “Höyükte Asurlu tüccarların, Asurlulara ait 9 karumda (şehirde) mallarını satabilmek için dönemin Hatti (yerli halk) kralı Warşama’ya çeşitli hediyeler verdiğinin yazıldığı tabletlerle ortaya çıktı. Hediyeler günümüzde ilk rüşvetin adı olarak tarihe geçiyor. Tüccarlar verdikleri hediyeler karşılığında kraldan yazılı izin belgesi alarak mallarını rahatça satıyordu. Bu gösteriyor ki Anadolu’daki ilk rüşvet, Kültepe’de verilmeye başlanmış.”
Git ve: kullan, ara
Aşık Gülabi (1950) Türk, halk ozanı.
Aşık Gülabi, 1 Ocak 1950 yılında Çorum'un Sungurlu ilçesinin Çayan köyünde doğdu. Gerçek adı Gültekin olmakla birlikte 1960'lı yıllarda aldığı Gülabi mahlası
nedeniyle Aşık Gülabi olarak bilinir.
Aşık Gülabi, 15 yaşından sonra saz çalmaya başlamıştır. Saz bilgi ve öğrenimi çocukluk yıllarında Anadolu köylerinde yaygın olarak yerel ozanların köy köy gezip köy odalarında dinletiler verdiği döneme denk gelir. Gülabi'de Çayan köyüne gelip köy odalarında saz çalan aşıklara ilgi duymuş ve saza başlamıştır.
Aşık Gülabi, halen İstanbul’da yerleşik ve tekstil ticareti ile uğraşmaktadır. Aşık Gülabinin Yiğeni Ali Gültekin Bakırköy Lisesi 10 TM-B Sınıfında Mehmet Ali Tayfur İle Birlikte Öğrenim Görmektedir..
Yapıtları [değiştir]Aşık Gülabi'nin yapıtlarından çoğu daha önceki yıllarda (1965 -1985) 45'lik plak olarak çıkmış olmakla birlikte aşağıda yer alanlar ise albüm olarak yapımcı şirketler tarafından çıkarıldığı yıl ve isimlere göre dizinlenmiştir.
2002 - Ölümsüz Ozanlar Serisi 3
2001 - İnsanlık Mektebi
2001 - Kalem Seni Kırarım - 2
2000 - Kalem Seni Kırarım
2000 - Dergah 2
1998 - Ali'yi Severiz Aleviyiz Biz - Dergah 4
1999 - Dergah 6
1999 - Gelin Canlar Bir Olalım - Dergah 8
1999 - Yol Muhammed Alinindir - Dergah 7
1999 - 12 İmam Aşkına - Dergah 9
1999 - Kızılbaş Ne Demek? - Degah 3
1999 - Medet
1998 - Durdum Ali Darına - Dergah 5
1998 - Orjinal Kızıldere
1998 - Gençliğimi Çaldı Yıllar
1998 - Sivas - Madımak
1999 - Uyan Kardeş
1998 - Yeter Felek
1998 - Yıkılsın Gurbet
DÖN GEL BİRTANEM
güneşe, yıldızlara sorar seni ararım
yağmura, bulutlara sorar seni ararım
yorgunum aramaktan, gördüğüme sormaktan
dön gel birtanem dön gel
asırlık şu çınara su içtiğim pınara
havadaki turnaya sorar seni ararım
ağaçlar çiçek açtı, ayrılanlar kavuştu
dön gel birtanem dön gel
şehirde varoşlara, caddeye sokaklara
mecnun misali sana sorar seni ararım
gözlerim yaşla doldu, sen yine de gelmedin
dön gel birtanem dön gel
gülabi'yi gurbette ağlattın hasretinle
nerdesin şimdi nerde sorar seni ararım
dön gel birtanem dön gel, nedir ki sana engel
dön gel birtanem dön gel
Babailer Ayaklanması, 1239 yılında Anadolu Selçuklu devletine karşı dinsel yönü olmakla birlikte siyasal ve toplumsal yanları ağır basan bir Türkmen ayaklanmasıdır. Kentlerdeki Sünni halka dayalı bir devlet örgütü kuran Anadolu Selçukluları sınırlarda ve kırsal bölgelerde yaşayan Türkmenleri giderek dışladılar.
Kentleşmenin önem kazanmasıyla kırsalda yaşayan insanların ekonomik durumu başta olmak üzere toplumsal yönden farklılıklar iyice belirginleşmeye başladı. O yıllardaki Moğol istilası yüzünden Horasan bölgesinde yaşayanlar Anadolu’ya göç etmişlerdi. Anadolu Selçuklu devleti bu yeni gelen göçmenlerden rahatsız olmuş daha batıya geçmelerine engel olmuştu. Anadolu’daki yerli halk ve daha önce buraya gelen göçmenlerle güç birliği yaparak yeni gelen Türkmenlerle ellerindeki otlak arazileri paylaşmak istemediler. Böylece son gelen Türkmenler Güneydoğu Anadolu’da sıkışıp kaldılar ve yığılmaya başladılar.
Geçim kaynakları olan hayvancılık için, yeterli otlak bulamadılar ve yoksulluk içine düştüler. Aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Selçuklu devleti tarafsız davranmadı.
Anlaşmazlık çıkmasının sebeplerinden birisi de, kent kültürüne gaçmiş olanların göçebe gelenekleri sürdüren çoğunluğu aşağılamaları, onları kendi toplumundan ve devletlerinden kültürel olarak da dıştalamalarıydı. Bunun sonucu göçerler Selçuklu devletine vergi vermemeye ve buyruklarını dinlememeye başladılar. Topraklara sahip çıkan yerleşik Türkmenler ve yerli halklarla aralarında yer yer çatışmalar yaşandı. Selçuklu Devleti yerli göçmenlerden yani daha önce burayı yurt yapmış olan Türkmenlerden yana tavır koyuyor onları destekliyor diğerlerini cezalandırıyordu. Ve bunun yanı sıra Selçuklu sultani II. Gıyasettin Keyhüsrev’in halkı ezen adaletsiz yönetimi, haksızlığa uğramış yoksul Türkmenleri devlete karşı isyan ettiriyordu. Baba İlyas, doğrudan doğruya bu sömürü sisteminin yıkılmasına yönelen bu hareketi örgütlemek ve yeni bir toplum kurulması fikrini topluma yaymak üzere halifeler görevlendirerek Türkmenler arasında bir ayaklanma örgütlemeye başladı.
Ekonomik ve toplumsal açıdan olduğu kadar dinsel inançları bakımından da kentlilerden ayrılan Türkmenlerin İslamlığı, kentlerin Sünni İslamlığından farklı, Türklerin eski şaman geleneklerinin, tasavvuf biçimine girmiş Şiiliğin, bazı yerel inançların etkisini taşıyan bir İslamlıktı. Kırsal kesimde dinsel yaşamın düzenleyicileri, kentlerdeki Sünni ulemadan çok farklı, eski Türk Şamanlarının İslamlaşmış bir devamından başka bir şey olmayan Türkmen babalarıydı.
Öte yandan iktisadi güçlükler ve Moğol istilalarının yoğunlaşması Türkmenler ile Selçuklu yöneticileri arasındaki çelişkiyi derinleştirmiş, onları devlete karşı asi bir öğe durumuna getirmişti. Bu ortamda Amasya’nın Çat Köyü’ne yerleşen yarı Türk şamanı, yarı İslam şeyhi Baba İlyas, dinden ve adaletten ayrılmakla suçladığı Selçuklu yöneticilerine karşı propagandaya başladı. Daha sonra da II. Gıyasettin Keyhüsrev’e karşı açıktan açığa savaş ilan etti. Kısa sürede Baba İlyas’ın etrafında toplananların sayısı giderek arttı. Yönetimine karşı bir ayaklanma hazırlandığından haberdar olan II. Gıyasettin Keyhüsrev, askerlerini 1239’da ansızın Baba İlyas’ın üzerine saldırttı ve ayaklanmanın başlamasına sebep oldu. Baba İlyas, Urfa Harran bölgesindeki Harzemşahları da Selçuklu Sultanı’na karşı savaşa çağırdı.
Diğer taraftan da Baba İlyas’ın halifesi Baba İshak’ın öncülüğünde harekete geçen Türkmenler, Sümeysat (Samsat) , Kahta, Adıyaman bölgesinde ayaklandılar. Üzerlerine gönderilen Malatya Subaşı’sı Muzafferettin Alişir’i iki kez yendiler, ardından Sivas’a yürüdüler. Sivas’ı yağmaladılar. Burada, soyluları kılıçtan geçirip, mallarını halka dağıttılar.
Sonra kendilerine katılan göçebe Türkmenler ile sayıları daha da artmış olarak Baba İlyas’a kavuşmak üzere Tokat ve Amasya’ya doğru ilerlediler. Telaşa kapılarak korkan II. Gıyasettin Keyhüsrev, Beyşehir Gölü üzerindeki Kubadabad Adası’na çekildi. Ünlü komutanlarından Mubarizettin Armağanşah’ı Amasya Subaşı’sı atayarak ayaklanmayı bastırmakla görevlendirdi.
Türkmenler’den önce Amasya’ya varan Armağanşah, Baba İlyas’ı yakalayarak kale burcuna astı. Halkın kendisine atfettiği ölümsüzlük efsanesini yıkmak üzere bütün cesedi parçalanarak doğrandı. Baba İlyas’ın ölümsüzlüğüne inanan Türkmenler, Amasya’ya ulaştıklarında kente saldırdılar ve Armağanşah’ı öldürdükten sonra, Konya’ya doğru yürüdüler.
Bunun üzerine Sultan, Moğollar’a karşı Erzurum ucunda bekleyen ordusunu harekete geçirdi. Selçuklu hizmetindeki Frank ve Gürcü birlikleri de orduya katıldı. Selçuklu ordusu, Baba İshak önderliğindeki Türkmenler ile Kırşehir’in Malya ovasında karşılaştı. Baba İlyas’ın dinsel gücünden ürken İslam askeri savaşmaktan çekindiği için, ilk olarak Hıristiyan askerleri savaşa sürüldü. Hıristiyan öncüler Türkmenlerin ilk hücumunu püskürtünce cesaretlenen İslam askeri de savaşa girdi. Baba İshak bu savaşta öldürüldü (1240) . Babai’lerin büyük çoğunluğunun kılıçtan geçirilmesiyle ayaklanma kanlı bir şekilde bastırılarak sona erdi. Babailer Ayaklanması, azınlığın üretici çoğunluk üzerindeki egemenliğine karşı ilk belirgin ideolojik ve toplumsal tepki olarak Anadolu halklarının belleğine yerleşti.
Ayaklanmanın Babailer olarak adlandırılmasının sebebi, Baba İshak ve Baba İlyas’ın dinsel önderliğinin ifadesinden dolayıdır. Şamanlar da dervişlere “baba”, “ata” ya da “dede” derlerdi. Türkmenler de islamiyete geçmelerine rağmen bu geleneklerini korumuşlardır.
Yesevi tarikatına bağlı ve bu düşünceye göre yetişmiş olan Baba İlyas, Horasan’dan Anadolu’ya göç etmiş bir derviştir. Tanrı sevgisinin dinin katı kurallarıyla şekillenemeyeceğini, İnsanın ancak kendi gönlünce bu aşkı bu sevgiyi yaratabileceğini söylüyordu.
Baba İlyas’ın inancına göre toplumda kadın erkek ayrımı yoktu. Bunların eşit olduğu toplum bir bütündü. Fakat Anadolu’daki Selçuklular ve onların egemenliğindeki beyliklerin düzeninde, güçlüler yeryüzünü kendi aralarında paylaşmışlar ve böylece kendi lehlerine eşitliği ortadan kaldırmışlardı.
Baba İlyas bu düzene karşı çıkarken, bütün insanların eşit, kardeşçe ve elbirliği ile üreterek barış içinde yaşamalarını savunmuştu. Bu uğurda mücadele edip tarihte onurlu bir yer kazanan Baba İlyas ve Baba İshak’ın karşısında, Keyhüsrevlerin adı bile anılmamaktadır.
GENÇLERİN VE ÇOCUKLARIN KATİLLERİNİ KORUMASINLAR! ! ! ...
O KÖRPECİK BEDENLER NASIL DAYANIRDI ACIYA YANGINA,İSE DUMANA EVET NASIL DAYANIRDI O DUMANA BU KÖRPE CİĞERLER YAKANLAR ACABA İNSANLIKLARINI,MÜSLÜMAN'LIKLARINI KORUDUMU. KÜÇÜCÜK EL BEBEK GÖZ BEBEK ÇOCUKLARIN O YUMUŞAK KEMİKLERİ NASIL DAYANSIN O SICAKTA NASIL YANMASIN. İŞTE (BU YANGIN YERİNDE) BİR ET PİŞTİ BU ETTEN KİMLER HAKKINI ALMADİKİ ARTIK ONLAR (EN-EL HAKK-A KAVUŞTULAR)
PİR SULTAN GİBİLER BİR ÖLÜR BİN DİRİLİR YANANLAR ASRA BEDEL OLDULAR
Muhlis Akarsu, (d. 1948 Kangal, Sivas - ö. 2 Temmuz 1993 Sivas) Saz sanatçısı. 2 Temmuz 1993 günü buyuk bir grup saldırganın çıkardığı olaylar sonucunda Sivas Madımak Oteli'nin yakılması sonucunda katledilerek hayata veda etmiştir.
Kangal İlçesinin Minarekaya köyünde doğdu. İlkokulu Minarekaya'da okudu. Bu dönemde Bektaşi Cem cemaatlerinde, yörenin seyitlerinin ve ozanlarının etkisinde kalarak saz çalıp söylemeye başladı. Malatya'da ortaokulda okurken, ekonomik yetersizlikler nedeniyle ikinci sınıftan ayrıldı. Küçük yaşlardan itibaren şiir yazdı, deyiş ve nefes kurdu. Bağlamasıyla birlikte zakirlik yaptı.
1970 yılında İstanbul'a yerleşti. 1970'li yıllarda söz ve müziği kendine ait olan ilk 45'lik plağı çıkardı. Hacı Bektaşi Veli, Yunus Emre, Karacaoğlan, Aşık Veysel doğrularından yola çıkarak kendine insan sevgisini şiar edindi. Tüm yaptıklarında bu ana temayı temel aldı. 1972 yılında, Seyyit Halil Çiftlik'in kızı Muhibe Leyla Çiftlik ile evlendi. Bu evliliğinden Pınar, Çınar ve Damla adlarında üç kızı oldu.
Sanatında, 1970'lerden itibaren dönemin etkili aşığı Mahzuni Şerif'in izleri belirdi. Uzunca bir süre Mahzuni'nin deyişlerini çaldı ve okudu. Bu arada Alevi-Bektaşi aşık geleneğinden de kopmadı. Pir Sultan, Kul Himmet gibi ozanların birçok deyişini geleneksel kalıplardan çıkmadan seslendirdi.
1980'li yılların başlarında Alevî Dedeleri'nin çaldığı kısa kollu bağlamayı gündeme getiren ve halk müziğinin niteliğini yükselten Muhabbet Gurubu'nun (Arif Sağ, Muhlis Akarsu, Yavuz Top, Musa Eroğlu) oluşum fikri Akarsu'dan çıktı. Muhlis Akarsu, her yıl yapılan Hacı Bektaşi, Abdal Musa, Veli Baba, Pir Sultan gibi Alevî toplumunun kültürel etkinliklerine katılırdı.
1980'li yıllarda türkülerinden dolayı üç yıl cezaevinde yattı. O güne kadar usta malı deyişlerle kendini gösteren Muhlis Akarsu, 1980'lerin başından itibaren deyişlerindeki anlatımı güçlü, bağlamasına hakim ve sesini deyiş tavrında kullanabilen bir sanatçı görünümündedir.
Fikri kendisinden çıkan 'Muhabbet' serisinin (4.hariç) her yapıtında yer aldı. Eserleri çeşitli türlerde şarkı söyleyen sanatçılar tarafından okundu.
Portekiz asıllı Kanadalı şarkıcı Nelly Furtado’nun 2006’da piyasaya sürdüğü 8 milyon satan “Loose albümündeki “Wait For You adlı parçasının müziğinin, Muhlis Akarsu’nun 'Kalan Müzik'den çıkardığı “Ya Dost Ya Dost adlı albümünde yer alan, sözleri Pir Sultan Abdal’a ait olan “Allah Allah Desem Gelsem adlı türküden 'alındığı' anlaşıldı. Albümün kartonetinde “Wait For You adlı parçanın müziği ile ilgili bilgide Muhlis Akarsu’nun ve Pir Sultan Abdal’ın isimlerinden herhangi birinin yer almadığı görüldü.
2 Temmuz 1993 günü Sivas Katliamı'nda bir grup saldırgan tarafından Madımak otelinin ateşe verilerek yakılması sonucunda öldürülmüştür. Yaşamı boyunca 100'den fazla kırkbeşlik plak, 4 uzunçalar, 20 kaset ve yüzlerce deyiş bırakır.
Muhlis Akarsu'nun yapıtlarının hemen hemen tümünün lirik bir ifadeyle yapıldığı ve söylendiği hemen fark edilir. Repertuarının büyük bir bölümünde aşk ve sevda deyişlerine yer verdiği görülür. Akarsu'nun yar üzerine söylediği, feleğe çattığı, gurbete içerlediği, ayrılığa üzüldüğü yüzlerce deyişi vardır. Deyişlerinde toplumsal konulara da kayıtsız kalmaz. Ancak bu, sevgi üzerine söylediği deyişler kadar çok öne çıkmaz. Birkaç deyişinde cahilliğe, köleliğe, yoksulluğa başkaldırdığı görülür. Alevi-Bektaşi edebiyatının ve müziğinin deyiş türüyle ünlenen aşığı Muhlis Akarsu'nun Pir Sultan Abdal ve Karacaoğlan etkisindeki tavrını her zaman hissetmek mümkündür.
sivas'TA DOĞMUŞ sivas'TA YANMIŞ BİR GÜVERCİN KANATLARI YOLUNMUŞ
(sivas'A GEÇİT YOK AÇLAR DOYMAZ ESNEMEKLE YOL BİTMEZ BEKLEMEKLE) ! ! ! ! ....
Muhibe Akarsu - 35 yaşında, Muhlis Akarsu'nun eşi
Muhlis Akarsu - 45 yaşında, sanatçı
Gülender Akça - 25 yaşında
Metin Altıok - 52 yaşında, şair, yazar
Ahmet Alan - 22 yaşında
Mehmet Atay - 25 yaşında, gazeteci
Sehergül Ateş - 30 yaşında
Behçet Aysan - 44 yaşında, şair
Erdal Ayrancı - 35 yaşında
Asım Bezirci - 66 yaşında araştırmacı, yazar
Belkıs Çakır- 18 yaşında
Serpil Canik - 19 yaşında
Muammer Çiçek - 26 yaşında, aktör
Nesimi Çimen - 67 yaşında, şair, sanatçı, üç telli curanın son ustası
Carina Cuanna - 23 yaşında, Hollandalı gazeteci
Serkan Doğan - 19 yaşında
Hasret Gültekin - 23 yaşında şair, sanatçı, şelpe tekniğinin önderi
Murat Güneş,Murat Gündüz - 22 yaşında
Gülsüm Karababa -22 yaşında
Uğur Kaynar - 37 yaşında, şair
Asaf Koçak - 35 yaşında, karikatürist
Koray Kaya - 12 yaşında
Menekşe Kaya - 17 yaşında
Handan Metin - 20 yaşında
Sait Metin - 23 yaşında
Huriye Özkan - 22 yaşında
Yeşim Özkan - 20 yaşında
Ahmet Öztürk - 21 yaşında
Ahmet Özyurt - 21 yaşında
Nurcan Şahin - 18 yaşında
Özlem Şahin - 17 yaşında
Asuman Sivri - 16 yaşında
Yasemin Sivri - 19 yaşında
Edibe Sulari - 40 yaşında, sanatçı
İnci Türk - 22 yaşında
Kenan Yılmaz - 21 yaşında
*Mücadelemiz, Madımak oteli katliamlara karşı duruşun anıtı, Sivas Şehitlerinin anılarını da yaşatacak bir müze oluncaya kadar sürecektir.
Son günlerde, 2 Temmuz 1993 tarihinde, kamuoyunun gözleri önünde ve devlet denetiminde, 4.Pir Sultan Abdal Etkinliklerini yapmak üzere Sivas’a gitmiş olan aydın, yazar, sanatçı, şair, semahçılarımız içinde olduğu 35 canımızın katledildiği, Sivas Madımak Oteli’nde bulunan et lokantasının, çiçekçiye dönüştürüleceği yazılı ve görsel medyada yer almaktadır.
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği olarak yıllardır, Sivas’ta katledilen canlarımızın aileleri, Alevi – Bektaşi kuruluşları ve Demokratik kamuoyu ile birlikte, otuz beş canımızın katledildiği Madımak Otelinin tümüyle kamulaştırılarak, katledilen otuz beş canımızın anılarının yaşatılacağı bir müzeye dönüştürülmesinin mücadelesini veriyoruz. Bu mücadelemiz Madımak Otel’inin müze olmasına dek sürecektir.
Turizm ve Kültür Bakanı Sayın Ertuğrul Günay, her ne kadar Madımak Otelinde et lokantasının bulunmasından iğrendiğini söylemesi sonrası, Devlet Bakanı ve Başbakan yardımcısı Sayın Cemil Çiçek’in Sivas Valisini araması sonrası, et lokantasına ruhsat süresi dolduğunda ruhsatının yenilenmeyerek et lokantasının bulunduğu bölümün çiçekçiye çevrileceği söylenmiş ise de bu yeterli değildir. Kaldı ki otelin müzeye dönüştürülmesi hem Kültür ve Turizm Bakanlığının ve hem de Hükümetin yetkisindedir. Ancak, bu yetkiyi kullanmaları, katliamlara karşı duruşta ve Sivas şehitlerimizin anısını yaşatmakta samimi olmaları geçmektedir. Ancak bizler biliyoruz ki Aleviliği yok sayan, hatta yeri geldiğinde katliamı destekleyen anlayışlar bu yetkilerini kullanmazlar.
Her ne kadar bazı malum çevreler bu gerçeği görmezden gelerek, kendi çıkarlarına zarar gelmesin diye sözde birlik mesajları vermeye çalışsalar da bu yaranın öyle kolay iyileşemeyeceğini de bilmeleri gerekir. İçimizdeki bu ateşin üzerine kül atmakla sorun çözülmez. Özetle kimse kendini bu şekilde temize çıkaramaz, aklayamaz. Bu çarpık, gerici anlayışlarla bir sonuç alınamaz.
Madımak Otelindeki, et lokantasının kapatılması şüphe yok ki, önemli bir adımdır. On yılı aşkın süredir, verilmekte olan “Madımak Müze olsun” mücadelesinin geldiği önemli bir aşamadır. Ancak Madımak Otelinin müzeye dönüştürülmeden, et lokantasının çiçekçiye dönüştürülerek, Madımak Katliamının geçiştirileceğini sananlar veya bekleyenler, büyük bir yanılgı içindedirler. Bizim mücadelemiz, Madımak Oteli, katliamlara karşı duruşun ve Sivas Şehitlerimizin anısını yaşatacak müze oluncaya kadar sürecektir.
Bütün bu nedenlerle yapılması gereken yaşatılan bu vahşete seyirci kalan, hatta açıklamalarıyla, davranışlarıyla bir anlamda destek olan başta dönemin tüm yetkilileri ile devletin Alevi toplumuna bir özür borcu vardır ve Aleviler bu özrü beklemektedirler.
Madımak Oteli’nin bir kısmının çiçekçiye çevrilmesi, Madımak katliamının üzerinin kapatılması olup, Madımak Oteli bir bütün olarak, 2 Temmuz’da katledilen canlarımızın anılarının yaşatılacağı müzeye dönüştürülmesi gerekmektedir. Gerçek barış ancak bu şekilde sağlanır, yaralar ancak bu şekilde sarılır.
Mücadelemiz Madımak Oteli’nin müzeye dönüştürülmesine dek sürecektir.
boyun eğmem asla sana
yaksan bile bedenimi
ben doğarım küllerimden
gücün varsa durdur beni!
SİVAS 'O' GÜN GÖRÜLMEMİŞ BİR EMSALİKLE DAHA FAZLA HAZIRLIKLIYDI MEYDAN AĞIZINA KADAR DOLMUŞ BİNLERCE AÇ KURT SİVAS MEYDANINDAKİ (PİR SULTAN ABDAL HEYKELİNİ YER LERDE SÜRÜNDÜRDÜ) VE SONRA 'O' KORKUNÇ SON AĞZI SALYALI ELİ SOPALI SAKALI BİTLİLER! ! ....
Sıcak kavuruyor alev alev
Sivas aklımda ve o nefret
2 temmuz 93 anlamıyorum hâlâ
Bu kadar kolay mı kıymak cana?
Kimin için aktı bunca kan?
Kimin için attı o kalpler
Bakma gözlerim kin dolu
Duyma sözlerim sitem dolu
Ah yandı anadolu'nun bağrı,
Öte denizden bir kahkaha sardı her yanı
Kimin içindi bunca göz yaşı
Kimi yüceltti kan dökmenin telaşı
Yok yook yok artık
Kardeş eli uzatana kan verene bakacak yüzümüz yok artık
38 Gülü Dalindan Yoldu
Kizilirmak Boylarinda Bir şehir
Güvercinler Gide, Baykuşlar öte
Ne Kilin Azala, Ne çilen Bite
Hafikten Bu Yana Banazdan öte
Kizilirmak Boylarinda Bir şehir
BÜTÜN SİVAS O MEŞHUR MADIMAK OTELİNİN ALTINDAKİ İS KENDERCİ LOKANTASINDA YAKTIKLARI İNSANLARIN ETİNİ YEMEYE DOYAMADI HALA BİR TÜRLÜ (SİVAS UNUTULMAZ UNUTURULAMAZ)
Nesimi Çimen (d. 1931 - ö. 2 Temmuz 1993) , Alevi Bektaşi halk ozanı.
1931 yılında Adana'nın Saimbeyli ilçesinde doğdu. Daha sonra tüm ailesiyle birlikte Kayseri'nin Sarız ilçesine yerleşti ve bir köy ağasının yanında maraba olarak çalışmaya başladı. Ağanın kızı Dilber'e aşık olunca, birlikte Kayseri'den kaçıp Elbistan'ın Sevdili Köyü'ne yerleştiler.[1] Anadolu Aleviliği'nin yoğun yaşandığı bu bölgede uzun süre kaldıktan sonra İstanbul'a taşındı. İşçi olarak Almanya'ya gitmek için çabaladı, fakat nefes darlığı olduğu için başaramadı ve ailesiyle beraber Osmaniye'nin Kadirli ilçesine göç etti. Bu dönemde yazar Yaşar Kemal ile tanıştı ve onun da yardımıyla bir fabrikada işe başladı.[1] Greve çıkan işçilerin başına geçince işten altıldı ve ailesinin geçimini sağlamak için ozanlığa başladı. 1967 yılında Tunceli'de sergilenen bir Pir Sultan Abdal oyununda oynayan ve deyişler söyleyen Nesimi, salonda olay çıkınca gözaltına alındı ve bıyığının yarısı tek tek yolunmuş bir vaziyette serbest bırakıldı.[1] Ailesiyle birlikte Zeytinburnu'nda bir gecekonduya yerleşti. Evinde konaklayanlar arasında Yaşar Kemal, Atıf Yılmaz, İlhan Selçuk, Behice Boran, Mehmet Ali Aybar, Harun Karadeniz, Yılmaz Güney, Mahzuni Şerif, İhsani, Emekçi ve Ali Özgentürk gibi isimler vardı.[1]
Küçük yaşta türkü derlemeleri yapan Nesimi, topladığı folklor değerlerini radyo arşivlerine kazandırdı. Hatayi, Pir Sultan Abdal ve diğer usta ozanların nefeslerini söyleyerek kendisini tanıttı. Nefeslerini, türkülerini bağlama ile değil, göğsünde taşıdığı cura eşliğinde söyledi ve cura çalmada ün kazandı. Kendi yazdığı deyişlerini de okuyup söylemiştir.
2 Temmuz 1993 günü Sivas'ta, Madımak Oteli'nin yakıldığı ve 37 kişinin öldürüldüğü katliamda hayatını kaybetti. Cenazesi İstanbul Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
Bazı rivayetler İshak Peygamberin soyundan olduğunu söyler. 9. ila 11. yüzyıllarda Türkistan'ın Aral gölü bölgesinde Sir-Derya nehrinin Aral Gölüne döküldüğü yerde doğduğu, Ürgeç Dede adında bir oğlu olduğu ve bu bölgelerde hüküm süren Türk hakanlarına danışmanlık yaptığı destanlarından anlaşılmaktadır.Oğuzların bayat boyundan olduğu bilinir. 570-632 yılları arasında (Muhammed zamanında) yaşadığı da rivayet edilir. Kıpçakların Oğuz Türkleriyle yaptığı mücadeleler Dede Korkut Hikayeleri'nin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Adın kökeni Korkut sözcüğünün bir unvan olduğu görülmektedir. Dede sözcüğünün ise ata manasında kullanıldığı tahmin edilmektedir genelikle dede manası alevilerde kullanılmaktadır. Fakat destanlarda daha çok halk arasında büyük hürmet ve kutsallık kazanmış halk bilgini anlamında kullanılmıştır.
Dede Korkut'un Bayburt'ta yaşadığı bilinmesine rağmen bu kesin değildir.Dede Korkut'un gerçek ismi, hayatı, yaşadığı çağ ve coğrafyayı kesin olarak aydınlatmak eldeki kaynaklar ve rivayet ile mümkün değildir. Destanlardan çıkarılabildiği kadarıyla ise Dede Korkut iki ayrı kişilik olarak ön plana çıkar:
1 Kutsal kişiliği dir
2 Bilge kişiliği dir
Başka kaynaklarda devlet adamı kişiliğinin de bulunduğu belirtilmektedir. Dede Korkut'un çok kişilikli olarak karşımıza çıkması farklı zaman, hatta farklı mekânda yaşamış benzer şahsiyetlerin destanlarda tek isim altında toplanmış olabileceğini düşündürse de bu kişiliklerin halkın eklentisi olma ihtimali de vardır
Ana madde: Dede Korkut hikâyeleri
Dede Korkut öykeleri, Oğuz Türkleri'nin 9-11. yüzyıllardaki yaşayışları, inançları ve toplumları hakkında önemli ipuçları içerir. Oğuz Türklerini, onların inanışlarını, yaşayışlarını, gelenek ve göreneklerini, yiğitliklerini, sağlam karakteri ve ahlâkını, ruh enginliğini, saf, arı-duru bir Türkçe ile dile getirir. Destanlarındaki şiirlerinde, çalınan kopuzların kıvrak ritmi, yanık havası vardır.
Dede Korkut hikayeleri günümüze kadar nasıl gelmiştir? Dede Korkut, Türk sözlü edebiyatının önemli öğelerindendir. Destanları uzun süre boyunca sözlü aktarılmış, 16.yüzyılda Akkoyunlular Devleti zamanında yazıya dökülmüştür.Ancak bu yüzyıllardan sonra hem sözlü, hem de yazılı gelenekte bu hikayelerin unutulmaya başlandığı tahmin edilebilir.Zira yazıya geçirilmiş olan metin de çoğaltılmamış, yaygınlık kazanmamıştır. Yazdığı Türk Destanları'nın iki orijinal kopyası vardır. Bu kopyalardan birincisi ve ilk bulunanı Almanya'da Dresden Kraliyet kütüphanesinde olup H.O. Fleischer tarafından bulunmuştur.Bu nüshayı 19.yüzyılın ilk çeyreğinde bilim dünyasına tanıtan ve ilk defa ondan faydalanan ise H.F. von Diez'dir.Diez, bu nüshanın bir kopyasını kendi eliyle çıkarak Berlin Kütüphanesine bırakmıştır.Türkiye'de ilk yayım ise, Diez'in yayımından yaklaşık yüz sene sonradır.Kilisli Rifat, 1916 yılında Diez'in eliyle yazdığı Berlin Kütüphanesindeki nüshaya dayanarak Dede Korkut Hikayelerini yayımlamış; bundan sonra Türkiye'deki araştırmacılar da konuya eğilmişlerdir.Günümüz Türk alfabesiyle, daha bilimsel ve ayrıntılı ilk yayım ise Orhan Şaik Gökyay tarafından 1938'de yapılmıştır.
1950 yılı ise Dede Korkut Hikayeleri açısından yeni bir buluşa sahne oldu.İtalyan türkolog Ettore Rossi, Vatikan Kütüphanesinde Dede Korkut Hikayelerini içeren yeni bir nüsha bularak bunu bilim dünyasına tanıttı ve 1952 yılında bunu yayımladı.
Böylece bugün bilim dünyası tarafından tanınmakta ve yararlanılmakta olan iki nüsha da ortaya çıkmış oldu.Bütün araştırmalar bu iki nüshaya dayanmaktadır.Ne yazık ki, daha başka, daha eski bir nüsha günümüze kadar ulaşmamış, ulaştıysa da ortaya çıkarılmış değildir.
Dresden nüshasında bir mukaddime ve on iki hikaye yer alırken, Vatikan nüshasında bir mukaddime ve altı hikaye yer almakta..
“Lenin’in, oyundaki bu eski elin, Rus işçi hareketinde geri olan ne varsa hepsinin bu profesyonel sömürücüsünün sistematik olarak başvurduğu zavallıca rezalet çıkarmalar, anlamsız bir takıntı görüntüsü veriyor... Leninizmin bütün gövdesi yalan ve çarpıtma üzerine kurulmuştur ve çürüyüşünün zehirli öğelerini kendi içinden doğurmaktadır.” (Troçki, Chkheidze’ye Mektup, Nisan 1913)
Troçkistler, Troçki'nin bu yazdıklarını, bu anlayışın Rus devrim tarihi açısından anlamını ve aklanmasının ne kadar zor olduğunu bilirler ama anti-marksist görüşlerini yeni-yetmelere “Leninizmin gerçek temsilciliği” olarak yutturmak için bunların sözünü pek etmezler.
Lenin ise Troçki'nin bu görüşlerini çok iyi biliyordu ve bolşeviklerle Troçki'nin görüşleri arasındaki farkı şöyle açıklamaktadır:
“Troçki'den ayrılıklarımız nelerdir? Bunu herhalde bilmek istersiniz. Kısaca – o bir Kautskycidir, yani, Enternasyonal'de Kautskycilerle ve Rusya'da Chkheidze'nin parlamento grubuyla birliği savunmaktadır. Biz böyle bir birliğe kati suretle karşıyız... Troçki şimdi Örgütlenme Komitesine (Akselrod ve Martov) karşı ama Chkheidze'nin Duma grubuyla birlikten yana! ! Biz kesin olarak karşıyız”
(Lenin, Henriette Roland-Holst'a Mektup 1916)
YALAN 2: “Troçki tutarlı bir Marksisttir”
“Troçki’nin şimdiye kadar marksizmle ilgili herhangi bir önemli sorunda sağlam bir görüşü olmamıştır. O her zaman, şu ya da bu görüş ayrılığının yarattığı “yarıklara sızma” yolunu bulur, ve ikide bir taraf değiştirir. Şu anda bundçuların ve tasfiyecilerin dostudur. Ve bu baylar Parti'nin öngördüğü hizayı durmadan bozanlardır.”
(Lenin, “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”, 1914)
YALAN 3: “Troçkist “Sürekli Devrim” kuramı Marksist bir kuramdır”
“İşçi sınıfı hareketi içindeki yirmi yıllık ideolojik savaşımın tarihini görmezden gelen ya da çarpıtan kişiler (tasfiyeciler ve Troçki gibi) işçilere çok büyük bir zarar vermektedir.”
“Troçki 1901-1903 arasında ateşli bir İskracıydı, o kadar ki Ryazanov onun 1903 kongresindeki rolünü 'Lenin'in çomağı' olarak betimliyordu. 1903 sonunda, Troçki ateşli bir Menşevikti, yani, İskracıları terketmiş ve Ekonomisteler katılmıştı. 'Eski İskra'yla yenisi arasında bir uçurum vardır' diyordu. 1904-1905'te, Menşevikleri de terketti ve kararsız bir konuma geçti, şimdi Martinov'la (Ekonomist) işbirliği yapıyor, şimdi de “saçma bir şekilde Sol sürekli devrim kuramını” ilan ediyor. 1906-1907'de Bolşeviklere yaklaştı ve 1907 baharında Rosa Luxemburg'la aynı fikirde olduğunu ilan etti.
Dezentegrasyon döneminde, uzun bir 'hizipçi-olmayan' kararsızlıktan sonra, yeniden sağa geçiyor ve Ağustos 1912'de tasfiyecilerle bir blok kuruyor. Şimdi tekrar onları da terketti, ancak özünde onların baştansavma fikirlerini tekrarlayıp duruyor.”
(Lenin, İşçi Sınıfı İçinde İdeolojik Savaşım, 1914)
Böylece yalnızca Troçkist “Sürekli Devrim” kuramının ne kadar tutarlı bir Marksist kuram olduğunu değil, Troçki'nin ne kadar tutarlı bir devrimci olduğunu da Lenin'den öğrenmiş oluyoruz.
YALAN 4: “Tek Ülkede Sosyalizm” Stalin'in bir uydurmasıdır ve anti-marksist bir kuramdır”
“Dünya (ama Avrupa değil) Birleşik Devletleri, komünizmin tanı zaferi demokratik devlet de dahil bütün devletlerin kesin olarak ortadan kalkmasına yol açmadıkça, sosyalizmle ilişkilendirdiğimiz ulusların birliği ve özgürlüğünün devlet biçimidir. Kendi başına bir şiar olarak 'Dünya Birleşik Devletleri' şiarı ise pek doğru değildir, çünkü birincisi, sosyalizme tekabül eder; ikinci olarak, bu şiar, tek ülkede sosyalizmin zaferinin imkansızlığı yönünde ve böyle bir ülkenin diğer ülkelerle ilişkileri hususunda yanlış düşünceler yaratabilir.
Ekonomik ve politik gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Buradan sosyalizmin zaferinin başlangıçta az sayıda ya da hatta tek bir kapitalist bir ülkede mümkün olduğu sonucu çıkar. Kendi ülkesinde kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve sosyalist üretimi örgütledikten sonra, bu ülkenin muzaffer proletaryası, diğer ülkelerin ezilen sınıflarını kendi yanına çekerek, o ülkelerde kapitalistlere karşı ayaklanmayı körükleyerek ve hatta gerekirse sömürücü sınıflara ve onların devletlerine karşı askeri şiddete başvurarak kapitalist dünyaya karşı ayaklanacaktır. Proletaryanın burjuvaziyi alaşağı ederek zafer kazandığı toplumun politik biçimi, söz konusu ulusun ya da ulusların proletaryasının güçlerini, henüz sosyalizme geçmemiş devletlere karşı mücadelede gittikçe daha çok merkezileştiren demokratik cumhuriyet olacaktır.'
(Lenin, Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine, 1915)
YALAN 5 (KUYRUKLU YALAN) : “Lenin Nisan 1917'den Sonra Troçki'nin “Sürekli Devrim” Kuramını benimsedi ve Aşamalı Kesintisiz Devrim düşüncesini reddetti.”
Önce devrimin hemen öncesinde, 1915 yılında Lenin'in Troçki'nin “şahane” Sürekli Devrim kuramına nasıl baktığını görelim:
'Yaklaşan devrimde sınıf ittifaklarını açıklığa kavuşturmak devrimci bir Partinin baş görevidir... 'Naşe Slovo'da bu görev Troçki tarafından doğru çözülmüyor; o 1905 yılındaki 'orijinal' teorisini tekrarlıyor ve hayatın on yıldan beri bu şahane teorinin yanından gelip geçmemesinin nedenleri üzerine düşünmek istemiyor.”
Troçki'nin orijinal teorisi Bolşeviklerden, proletaryanın kararlı devrimci mücadele ve siyasi iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi çağrısını ödünç alırken, Menşeviklerden ise köylülüğün rolünün 'yadsınmasını ödünçalıyor'... Bununla 'Troçki gerçekte, köylülüğün rolünün 'yadsınması'ndan köylülüğü devrim için harekete geçirmekte irade yetersizliğini anlayan Rusya'daki liberal işçi siyasetçilerine yardım ediyor! '
(Lenin, Devrimde İki Çizgi Üzerine, 1915)
Acaba Lenin Nisan 17'de ya da daha sonra herhangi bir tarihte, bu görüşlerini değiştirmiş, alaya aldığı Troçki'nin 'Sürekli Devrim' kuramını benimsemiş midir? Bütün demagoji ve çarpıtmaların önüne bir kerede geçmek için biz en iyisi 1923 yılında yazılmış olan ve Lenin'in, “Vasiyeti” olarak da bilinen en son yazılarından birine bakalım:
'Onların (II. Enternasyonal kahramanlarının) Batı Avrupa sosyal-demokrasisinin gelişme seyri içinde ezberlemiş olduğu ve bizim sosyalizm için henüz olgun olmadığımız, onlar arasında çeşitli 'allame' bayların vurguladığı gibi, bizde sosyalizm için objektif ekonomik önşartların olmadığı şeklindeki argümanı... son derece basmakalıptır. Ve hiçbirinin de aklına kendi kendine şöyle sormak gelmiyor: Devrimci bir durumla, birinci emperyalist savaşta ortaya çıkmış olduğu gibi bir durumla karşılaşan bir halk, durumunun çaresizliğinin sonucu, kendisine hiç olmazsa, uygarlığın daha da ilerlemesinin pek de alışılmış olmayan koşullarım elde etme şansını sunan bir mücadeleye atılamaz mı'...
'Eğer sosyalizmi yaratmak için belirli bir kültür düzeyi gerekli ise (ki bu belirli 'kültür düzeyi'nin ne olduğunu kimse söyleyemez) , neden işe ilk önce bu belirli düzeyin koşullarını devrimci yoldan elde etmekle başlayıp, ve sonra da işçi-köylü iktidarı ve Sovyet düzeni temeli üzerinde ilerleyip diğer halklara yetişmeyelim'...
'Sosyalizmi yaratmak için, diyorsunuz, uygarlık gereklidir. Mükemmel. Peki ama, daha sonra sosyalizme doğru ileri harekete başlamak üzere niçin ilk önce çiftlik sahiplerinin kovulması ve Rus kapitalistlerinin kovulması gibi uygarlığın böylesi önkoşullarını bizde yaratamayacak olalım? Normal tarihsel düzenin böylesi biçim farklılaşmalarının caiz olmadığını ya da imkansız olduğunu hangi kitapta okudunuz ki? '
Lenin'in Ekim Devriminden yıllar önce, devrimin arifesinde ve devrimden sonra özü bakımından aynı olan ve aynı kalan yukarıdaki görüşleriyle, Troçki'nin “şahane” Sürekli Devrim kuramını dayandırdığı temeli karşılaştırınız:
“Sürekli devrim” teorisi olarak adlandırılagelen görüşler, yazarın kafasında tam da 9 Ocak ile 1905 Ekim grevi arasındaki sürede şekillenmişti. Bu oldukça iddialı ifade, Rus devriminin doğrudan burjuva hedeflerle ilgili olmasına rağmen, bu hedeflerde çakılıp kalamayacağı; devrimin proletaryayı iktidara yerleştirmeksizin kendi acil burjuva görevlerini çözemeyeceği düşüncesini anlatır. Ve proletarya, iktidarı bir kez eline aldığında, devrimin burjuva çerçevesine hapsolma konumunda kalamazdı. Tersine, proletaryanın öncüsü, tam da zaferini garantilemek için, egemenliğinin çok erken aşamalarında yalnızca feodal değil, aynı zamanda burjuva mülkiyet ilişkilerinin içinde de son derece derin gedikler açmak zorunda kalacaktı. Böyle yapmakla proletarya, yalnızca, devrimci mücadelesinin ilk aşamaları boyunca kendisini destekleyen tüm burjuva gruplarla değil, kendisiyle işbirliği yaparak iktidara geldiği köylülüğün geniş kitleleriyle de düşmanca bir çatışmaya girecekti.
Geri bir ülkede, bir işçi hükümeti ile köylülüğün ezici çoğunluğu arasındaki çelişkiler yalnızca uluslararası bir ölçekte, bir dünya proleter devrimi arenasında çözülebilirler.”
(Troçki, 1905, Önsöz, Tarih Bilinci Yay.)
Bütün bunlar Lenin'in devrim kuramı konusundaki görüşlerinin, Marx'ın bilimsel Kesintisiz Devrim kuramının bir çarpıtılması olan Troçki'nin “anti-aşamacı” “Sürekli Devrimciliği” bilim-dışı yönüne hiçbir zaman sapmamış olduğunu anlatmak için yeterli olmuyorsa, 1905 ve 1921 yılındaki şu iki yazısı karşılaştırmalıdır:
'Demokratik devrimden derhal, gücümüz ölçüsünde, bilinçli ve örgütlü proletaryanın gücü ölçüsünde, sosyalist devrime geçmeye başlayacağız. Biz kesintisiz devrimden yanayız. Yarı yolda durmayacağız...
Maceracılığa kapılmadan, bilimsel vicdanımıza ihanet etmeden, ucuz şöhret peşinde koşmadan, yalnızca şunu söyleyebiliriz ve söylüyoruz da: Yeni ve daha üstün bir göreve, sosyalist devrime mümkün olduğu kadar çabuk geçişi, bize, proletarya partisine, daha da kolaylaştırmak için, demokratik devrimi gerçekleştirmesinde tüm köylülüğe vargücümüzle yardım edeceğiz.' (Bkz. Lenin, 1905, Seçme Eserler, C. 3, s. 138. [türkçesi. s. 138.—İnter Yayınları.])
Ve onaltı yıl sonra, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesinden sonra Lenin, bu konu üzerine şunları yazıyordu:
Kautsky, Hilferding, Martov, Çernov, Hillquit, Longuet, MacDonald, Turati ve 'ikibuçukuncu' marksizmin tüm diğer kahramanları... burjuva-demokratik ve proleter-sosyalist devrim arasındaki karşılıklı ilişkiyi anlayamadılar. Birincisi, ikincisine geçer. İkincisi, geçerken birincisinin sorunlarını çözer. İkincisi, birincinin eserini pekiştirir. İkincisinin birinciyi ne derece geçmeyi başaracağını mücadele, ve yalnızca mücadele tayin eder.' (Bkz. Lenin, Seçme Eserler, C. 6, s. 514.
[türkçesi. s. 519. —İnter Yayınları.])
Halk Savaşı; Mao Zedong'un ve Lin Piao'nun geliştirdiği, yarı-sömürge ülkelerde işçi sınıfı önderliğinde, temel gücü köylü kitlelere dayanan işçi-köylü ordusunun emperyalizme ve feodalizme karşı verdiği savaştır. İşçi sınıfı ve köylülüğün bazı kesimlerinin yanı sıra kent küçük-burjuvazisi de kapsayan bir ordunun savaşı olmasından kaynaklı, bu savaşa halk savaşı denir. Gerilla savaşından düzenli ordu savaşına kadar ordusunu savaş içerisinde geliştirir. İktidarı kırdan kente doğru parça parça kurarak en sonu halk iktidarını kurmayı hedefler. Mao'nun Çin devrimi pratiği üzerine yazdığı pek çok makalede de halk savaşı teorisi geliştirilir. Bu teorinin aynı zamanda pratisyeni olarak da gerçekleştirir.
Akademik bir teoriye sahip olan halk savaşı: Stratejik savunma, stratejik denge ve stratejik saldırı aşamalarıyla da detaylandırılır.
ULUCANLAR KATLİAMI
12.07.2008 - 11:42ULUCANLAR'A SİS ÇÖKÜYOR
10 mahkûmu öldürmekle suçlanan jandarmalar için fotoğraftan teşhis imkânı kalmadı
28/12/2002 (197 kişi okudu)
ADNAN KESKİN (Arşivi)
ANKARA - Ankara Ulucanlar Cezaevi'ne 26 Eylül 1999'da 10 mahkûmun öldüğü operasyonla ilgili 161 jandarma hakkında açılan dava, avukatların 'teşhis skandalı' olarak gösterdikleri tartışmalı bir kararla tüm sanıkların cezasız kurtulma sürecine girildi.
Ağır Ceza Mahkemesi, sanıkların fotoğraflarından teşhis edilmesi işlemlerini durdurdu ve eldeki resimleri sanık görevlilere iade kararı verdi. Bu suçluların ortaya çıkarılmasını iyice güçleştiriyor. Mahkemenin oybirliğle verdiği karar, şöyle gerekçelendirildi:
'Özel giyimli kask ve miğfer takılı görevlilerin teşhis imkânının olmadığı, Ayrıca gaz bombası atılması nedeniyle de mevcut ortamın sis ve görüntüyü engeller mahiyette olduğu da nazara alındığında özel giyimli fotoğraflardan teşhisin de sıhhatli olamayacağı, Operasyonda görevli jandarma erleri gibi terhis olanların bulunduğu da nazara alındığında o şahısların o andaki fotoğraflarının tespit-ikmal ve celbinin de sağlıklı olamayacağı, Yapılacak işlemlerin bu nedenle hazırlık aşamasında yapılmadığı, mahkemede de yukarıdaki nedenlerle sıhhatli, net ve gerçek teşhis ortamı ve sonucu oluşmayacağı, bu nedenle teşhis işlemlerinden sarfı nazar edilmesine, mevcut fotoğrafların iadesiyle yeniden fotoğralar istenmesine yer olmadığı, bundan sonra gelecek fotoğrafların da yerlerine iadesine...'
Ulucanlar'da dava konusu olayda ölümden kurtulan mahkûmlar için toplam 12 bin yıl hapis isteniyor.
RADİKAL GAZETESİ
hikmet kıvılcımlı
10.07.2008 - 16:09BİZANTİZM Mİ, SOSYALİZM Mİ?
7 Şubat 1967
Türkiye tarihinde üst sınıflarımız: 'tefeci-bezirgânlar' ile 'devlet sınıfları' denilen paşalar, beyler, efendiler idi. Bu iki tabakanın çocukları (Jön Türkler) , kendi çıkarları ve Allahın inâyetile III. Selim, tanzimat, meşrutiyet, cumhuriyet hareketlerini başardılar... Her defasında dışandan GAVUR ağır bastırdı mıydı, onlar içeriden MÜSLÜMAN silâhlı kuvvetleriyle tepki gösterdiler.
Cumhuriyet çağına değin fınans-kapital, YABANCI kumpanyalar ve bankalar siperinde silâhlı kuvvetlere dayanarak Türkiye ekonomisine ve politikasına hükmetti.
Cumhuriyet çağından beri, fınans-kapital bu sefer YERLİ şirketler ve bankalar siperinde, silâhlı kuvvetlere dayanarak, Türkiye ekonomisine ve politikasına hükmetti.
Tarihsel geleneğimiz bu idi: Silâhlı kuvvetler kimin elinde ise, Türkiye onun yörüngesine girerdi. Silâhlı kuvvetler PADİŞAH'ın elinde bulunduğu sürece, Türkiye padişahlıktı. Padişah İstanbul'da gâvurlar eline esir düşüp, silâhlı kuvvetler Anadolu'da paşalar elinde kalınca, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, sonra cumhuriyet oldu. Çok-parti zamanı, Finans-Kapital, dış gâvurlara fazlaca güvenip silâhlı kuvvetlere yukarıdan bakınca, 27 Mayıs gecesi, silâhlı kuvvetler iktidara el koydular. Yeni anayasa yaptılar. Başka her şey vız geldi, tırıs gidiyor.
Böylesine yalın kat, böylesine açık bir gidiş ve güdüş ülkesi olan Türkiye'de ne yapmalıyız? denince ne görüyoruz? Kuru 'tartışma.'
Bayan Boran çıkıyor, 'Sosyalist bir sosyolog olarak' (1 Ocak 1967: Dönüşüm'de) diyor ki: 'Evet, iki aşamalı devrim teorisi, sosyalist literatürde tartışılır. Ama, her az gelişmiş ülkenin koşulları ayrı tartışılmalıdır.'
Bizim şu ülkenin ayrı sayılan 'koşulları' nelerdir?
Bay Kafaer kalkıyor, 'plâncı bir devletçi olarak' diyor ki: 'İşçi sınıfının devrimci niteliğine' güvenen asıl biziz. Tartışmalı olan, hâkim tezat 'proleter - sermayedar' tezadı değilken, iki aşamalı bir devrim stratejisi mi izlenecek, bir aşamalı bir devrim steatejisi mi izlenecek? Devrimci sınıf ve tabakaları harekete geçirmek için kullanılacak ana kaldıraç nedir? ' Kullanılacak 'kaldıraç' hangisidir?
İki taraf da İşçi Partili. 'işçi sınıfının devrimci niteliğine' güveniyorlar. Eksik olmasınlar. Ama, 'İşçi Partisi'ne uyarmak için uyanmalı', 'Sosyalistlerarası Konferans' diye bir takım 'kaldıraçlar' teklif edilmiş. Böyle pratik işler, 'Üstâdları' hiç ilgilendirmiyor.
'Sosyalist sosyolog' Hanım: 'tarihsel bilime dayanan demokratik öncülük'; 'plâncı devletçi' Bay: 'partimiz saflarında sıklaşan işçi sınıfının eğitilip önderliği', sakızlarını çiğneşip, mevlevi dervişleri gibi 'DÖNUŞÜYORLAR.'
Oysa bugün TİP'in önündeki konu: 'devrim' değil, (bir zamanki üye akını yerine) başlamış üye kaçışıdır. Bunda küçükburjuva yapımız kadar, düşünce ve davranış kıtlığımızdan gelme eğitimsizlik de rol oynuyor. Bay Aybar kitap ve dergi yasaklıyor, düşünce adına, Malatya Kongresi'nde Bayan Boran, eğitimin 'eylem' içinde olacağı bahanesiyle, eğitim karan alınmaması gerektiğini 'ispatlıyor.' Kongre ertesi, teşkilâtta her türlü eğitim çabası yasaklanıyor. Neden?
Çünkü, eğitim teklifi 'eskiler'den gelmiş. Eskiler 'eylem dışı eğitım' mi öne sürmüşler? Tam tersine. Öyleyse, eskiler neden bu denli 'tü kaka? '. Çünkü... burjuvazi 'kaka! ' demiş... Kandırmak mı? Bu mantık, ne yazık ki Sabahattin Âli'yi ve Nâzım Hikmet'i yemiştir. Son pişmanlık para etmez.
SOSYALİST GAZETE YAZILARI
Recep Tayyip Erdoğan
10.07.2008 - 16:04MEHMET EMMİ
bir çift öküz yeter mi?
ahha memmet emmi
böyle baca tüter mi?
dehha memmet emmi
çoluk çocuk uyumaz
ahha memmet emmi
aç insanlar yatar mı?
dehha memmet emmi
bu tarla susuz tarla
ahha memmet emmi
daha zorla ha zorla
dehha memmet emmi
ilçeye yolculuk var
ahha memmet emmi
yak tütünü sigara
dehha memmet emmi
on çocuk arpa yiyor
ahha memmet emmi
beyler buna ne diyor
dehha memmet emmi
sen sıcaktan yanarken
ahha memmet emmi
gölgedeki bilmiyor
dehha memmet emmi
ahha memmet emmi
dehha memmet emmi
ZAM'A DOYAMIYORUZ BAŞBAKANA BİR DEĞİL ON ÇİFT ÖKÜZ LAZIM
rüşvet
05.07.2008 - 17:12RÜŞVET ALTI BİN YILDIR VARMIŞ
Kayseri’nin Kültepe kazı alanında çıkan yazılı tabletlerde yer alan bilgiler, rüşvetin tarihinin milattan önceye dayandığını kanıtladı.
Kayseri’nin 20 kilometre doğusundaki yaklaşık 5 bin yıllık tarihi Asur ticaret kolonisi Kültepe höyüğünden çıkarılan yazılı tabletlerde, dönemin kralı İnar’ın oğlu Warşama’ya Asurlu tüccarların mallarını bölgede rahatça satabilmek için çeşitli hediyeler verdiği belgelendi. Warşama’nın aldığı hediyeler karşılığında, tüccarlara yazılı izin belgesi olduğu belirtilen tabletler vererek Anadolu’daki ilk rüşveti başlattığı ortaya çıktı. Müze Müdürü Hamdi Biçer, 1948 yılından bu yana bölgede yapılan kazılarda 7 bin 178 eser içinden çıkan pişmiş topraktan yapılmış tabletlerin bunu belgelendirdiğini söyledi.
HEDİYE KARŞILIĞI ‘İZİN’
Hamdi Biçer, Kültepe'nin en parlak döneminin Eski Tunç dönemi olduğunu ve bu dönemde ticaretle uğraşıldığını belirterek; “Höyükte Asurlu tüccarların, Asurlulara ait 9 karumda (şehirde) mallarını satabilmek için dönemin Hatti (yerli halk) kralı Warşama’ya çeşitli hediyeler verdiğinin yazıldığı tabletlerle ortaya çıktı. Hediyeler günümüzde ilk rüşvetin adı olarak tarihe geçiyor. Tüccarlar verdikleri hediyeler karşılığında kraldan yazılı izin belgesi alarak mallarını rahatça satıyordu. Bu gösteriyor ki Anadolu’daki ilk rüşvet, Kültepe’de verilmeye başlanmış.”
WWW.BİRGUN.NET GAZETE
sivas katliamı
03.07.2008 - 17:50YUH YUH
uzaktan yakından yuh çekme bana
sana senin gibi baktım ise yuh
efendi görünüp bütün insana
hak'kın kullarını yıktım ise yuh
ben hoca değilim muska yazmadım
ben hacı değilim arap gezmedim
kuvvetliyi sevip sevip zayıf ezmedim
namussuza boyun büktüm ise yuh
ne demek efendim bey ve amele
fakir soymak yakışır mı kemale
rüşveti hak bilip her dakka hile
yapıp yapıp kafa çektim ise yuh
bu kadar milletin hakkın alanlar
onları kandırıp zevke dalanlar
diplomayla olmaz hakim olanlar
suçsuzun başına çöktüm ise yuh
mahzuni'yim benden başlar asalet
asillere paydos 'bey'e nihayet
şu insanlık derde girerse şayet
'o'na yar olmaktan bıktım ise yuh
yuh yuh, yuh yuh soyanlara
soyup kaçıp doyanlara
insana kıyanlara
yuh nefsine uyanlara
yuh.
YUH OLSUN ÇOCUK KATİLLERİNE İNSANIM DİYE ORTADA DOLAŞIYORLAR HAYVAN'DAN BİLE AŞAĞILAR BUNU YAPANLAR
aşık gülabi
03.07.2008 - 17:43AŞIK GÜLABİ
Git ve: kullan, ara
Aşık Gülabi (1950) Türk, halk ozanı.
Aşık Gülabi, 1 Ocak 1950 yılında Çorum'un Sungurlu ilçesinin Çayan köyünde doğdu. Gerçek adı Gültekin olmakla birlikte 1960'lı yıllarda aldığı Gülabi mahlası
nedeniyle Aşık Gülabi olarak bilinir.
Aşık Gülabi, 15 yaşından sonra saz çalmaya başlamıştır. Saz bilgi ve öğrenimi çocukluk yıllarında Anadolu köylerinde yaygın olarak yerel ozanların köy köy gezip köy odalarında dinletiler verdiği döneme denk gelir. Gülabi'de Çayan köyüne gelip köy odalarında saz çalan aşıklara ilgi duymuş ve saza başlamıştır.
Aşık Gülabi, halen İstanbul’da yerleşik ve tekstil ticareti ile uğraşmaktadır. Aşık Gülabinin Yiğeni Ali Gültekin Bakırköy Lisesi 10 TM-B Sınıfında Mehmet Ali Tayfur İle Birlikte Öğrenim Görmektedir..
Yapıtları [değiştir]Aşık Gülabi'nin yapıtlarından çoğu daha önceki yıllarda (1965 -1985) 45'lik plak olarak çıkmış olmakla birlikte aşağıda yer alanlar ise albüm olarak yapımcı şirketler tarafından çıkarıldığı yıl ve isimlere göre dizinlenmiştir.
2002 - Ölümsüz Ozanlar Serisi 3
2001 - İnsanlık Mektebi
2001 - Kalem Seni Kırarım - 2
2000 - Kalem Seni Kırarım
2000 - Dergah 2
1998 - Ali'yi Severiz Aleviyiz Biz - Dergah 4
1999 - Dergah 6
1999 - Gelin Canlar Bir Olalım - Dergah 8
1999 - Yol Muhammed Alinindir - Dergah 7
1999 - 12 İmam Aşkına - Dergah 9
1999 - Kızılbaş Ne Demek? - Degah 3
1999 - Medet
1998 - Durdum Ali Darına - Dergah 5
1998 - Orjinal Kızıldere
1998 - Gençliğimi Çaldı Yıllar
1998 - Sivas - Madımak
1999 - Uyan Kardeş
1998 - Yeter Felek
1998 - Yıkılsın Gurbet
DÖN GEL BİRTANEM
güneşe, yıldızlara sorar seni ararım
yağmura, bulutlara sorar seni ararım
yorgunum aramaktan, gördüğüme sormaktan
dön gel birtanem dön gel
asırlık şu çınara su içtiğim pınara
havadaki turnaya sorar seni ararım
ağaçlar çiçek açtı, ayrılanlar kavuştu
dön gel birtanem dön gel
şehirde varoşlara, caddeye sokaklara
mecnun misali sana sorar seni ararım
gözlerim yaşla doldu, sen yine de gelmedin
dön gel birtanem dön gel
gülabi'yi gurbette ağlattın hasretinle
nerdesin şimdi nerde sorar seni ararım
dön gel birtanem dön gel, nedir ki sana engel
dön gel birtanem dön gel
baba ishak
03.07.2008 - 17:29ZULME KARŞI ANADOLU'DA YÜKSELEN BİR DİRENİŞ
BABAİ AYAKLANMASI
Babailer Ayaklanması, 1239 yılında Anadolu Selçuklu devletine karşı dinsel yönü olmakla birlikte siyasal ve toplumsal yanları ağır basan bir Türkmen ayaklanmasıdır. Kentlerdeki Sünni halka dayalı bir devlet örgütü kuran Anadolu Selçukluları sınırlarda ve kırsal bölgelerde yaşayan Türkmenleri giderek dışladılar.
Kentleşmenin önem kazanmasıyla kırsalda yaşayan insanların ekonomik durumu başta olmak üzere toplumsal yönden farklılıklar iyice belirginleşmeye başladı. O yıllardaki Moğol istilası yüzünden Horasan bölgesinde yaşayanlar Anadolu’ya göç etmişlerdi. Anadolu Selçuklu devleti bu yeni gelen göçmenlerden rahatsız olmuş daha batıya geçmelerine engel olmuştu. Anadolu’daki yerli halk ve daha önce buraya gelen göçmenlerle güç birliği yaparak yeni gelen Türkmenlerle ellerindeki otlak arazileri paylaşmak istemediler. Böylece son gelen Türkmenler Güneydoğu Anadolu’da sıkışıp kaldılar ve yığılmaya başladılar.
Geçim kaynakları olan hayvancılık için, yeterli otlak bulamadılar ve yoksulluk içine düştüler. Aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Selçuklu devleti tarafsız davranmadı.
Anlaşmazlık çıkmasının sebeplerinden birisi de, kent kültürüne gaçmiş olanların göçebe gelenekleri sürdüren çoğunluğu aşağılamaları, onları kendi toplumundan ve devletlerinden kültürel olarak da dıştalamalarıydı. Bunun sonucu göçerler Selçuklu devletine vergi vermemeye ve buyruklarını dinlememeye başladılar. Topraklara sahip çıkan yerleşik Türkmenler ve yerli halklarla aralarında yer yer çatışmalar yaşandı. Selçuklu Devleti yerli göçmenlerden yani daha önce burayı yurt yapmış olan Türkmenlerden yana tavır koyuyor onları destekliyor diğerlerini cezalandırıyordu. Ve bunun yanı sıra Selçuklu sultani II. Gıyasettin Keyhüsrev’in halkı ezen adaletsiz yönetimi, haksızlığa uğramış yoksul Türkmenleri devlete karşı isyan ettiriyordu. Baba İlyas, doğrudan doğruya bu sömürü sisteminin yıkılmasına yönelen bu hareketi örgütlemek ve yeni bir toplum kurulması fikrini topluma yaymak üzere halifeler görevlendirerek Türkmenler arasında bir ayaklanma örgütlemeye başladı.
Ekonomik ve toplumsal açıdan olduğu kadar dinsel inançları bakımından da kentlilerden ayrılan Türkmenlerin İslamlığı, kentlerin Sünni İslamlığından farklı, Türklerin eski şaman geleneklerinin, tasavvuf biçimine girmiş Şiiliğin, bazı yerel inançların etkisini taşıyan bir İslamlıktı. Kırsal kesimde dinsel yaşamın düzenleyicileri, kentlerdeki Sünni ulemadan çok farklı, eski Türk Şamanlarının İslamlaşmış bir devamından başka bir şey olmayan Türkmen babalarıydı.
Öte yandan iktisadi güçlükler ve Moğol istilalarının yoğunlaşması Türkmenler ile Selçuklu yöneticileri arasındaki çelişkiyi derinleştirmiş, onları devlete karşı asi bir öğe durumuna getirmişti. Bu ortamda Amasya’nın Çat Köyü’ne yerleşen yarı Türk şamanı, yarı İslam şeyhi Baba İlyas, dinden ve adaletten ayrılmakla suçladığı Selçuklu yöneticilerine karşı propagandaya başladı. Daha sonra da II. Gıyasettin Keyhüsrev’e karşı açıktan açığa savaş ilan etti. Kısa sürede Baba İlyas’ın etrafında toplananların sayısı giderek arttı. Yönetimine karşı bir ayaklanma hazırlandığından haberdar olan II. Gıyasettin Keyhüsrev, askerlerini 1239’da ansızın Baba İlyas’ın üzerine saldırttı ve ayaklanmanın başlamasına sebep oldu. Baba İlyas, Urfa Harran bölgesindeki Harzemşahları da Selçuklu Sultanı’na karşı savaşa çağırdı.
Diğer taraftan da Baba İlyas’ın halifesi Baba İshak’ın öncülüğünde harekete geçen Türkmenler, Sümeysat (Samsat) , Kahta, Adıyaman bölgesinde ayaklandılar. Üzerlerine gönderilen Malatya Subaşı’sı Muzafferettin Alişir’i iki kez yendiler, ardından Sivas’a yürüdüler. Sivas’ı yağmaladılar. Burada, soyluları kılıçtan geçirip, mallarını halka dağıttılar.
Sonra kendilerine katılan göçebe Türkmenler ile sayıları daha da artmış olarak Baba İlyas’a kavuşmak üzere Tokat ve Amasya’ya doğru ilerlediler. Telaşa kapılarak korkan II. Gıyasettin Keyhüsrev, Beyşehir Gölü üzerindeki Kubadabad Adası’na çekildi. Ünlü komutanlarından Mubarizettin Armağanşah’ı Amasya Subaşı’sı atayarak ayaklanmayı bastırmakla görevlendirdi.
Türkmenler’den önce Amasya’ya varan Armağanşah, Baba İlyas’ı yakalayarak kale burcuna astı. Halkın kendisine atfettiği ölümsüzlük efsanesini yıkmak üzere bütün cesedi parçalanarak doğrandı. Baba İlyas’ın ölümsüzlüğüne inanan Türkmenler, Amasya’ya ulaştıklarında kente saldırdılar ve Armağanşah’ı öldürdükten sonra, Konya’ya doğru yürüdüler.
Bunun üzerine Sultan, Moğollar’a karşı Erzurum ucunda bekleyen ordusunu harekete geçirdi. Selçuklu hizmetindeki Frank ve Gürcü birlikleri de orduya katıldı. Selçuklu ordusu, Baba İshak önderliğindeki Türkmenler ile Kırşehir’in Malya ovasında karşılaştı. Baba İlyas’ın dinsel gücünden ürken İslam askeri savaşmaktan çekindiği için, ilk olarak Hıristiyan askerleri savaşa sürüldü. Hıristiyan öncüler Türkmenlerin ilk hücumunu püskürtünce cesaretlenen İslam askeri de savaşa girdi. Baba İshak bu savaşta öldürüldü (1240) . Babai’lerin büyük çoğunluğunun kılıçtan geçirilmesiyle ayaklanma kanlı bir şekilde bastırılarak sona erdi. Babailer Ayaklanması, azınlığın üretici çoğunluk üzerindeki egemenliğine karşı ilk belirgin ideolojik ve toplumsal tepki olarak Anadolu halklarının belleğine yerleşti.
Ayaklanmanın Babailer olarak adlandırılmasının sebebi, Baba İshak ve Baba İlyas’ın dinsel önderliğinin ifadesinden dolayıdır. Şamanlar da dervişlere “baba”, “ata” ya da “dede” derlerdi. Türkmenler de islamiyete geçmelerine rağmen bu geleneklerini korumuşlardır.
Yesevi tarikatına bağlı ve bu düşünceye göre yetişmiş olan Baba İlyas, Horasan’dan Anadolu’ya göç etmiş bir derviştir. Tanrı sevgisinin dinin katı kurallarıyla şekillenemeyeceğini, İnsanın ancak kendi gönlünce bu aşkı bu sevgiyi yaratabileceğini söylüyordu.
Baba İlyas’ın inancına göre toplumda kadın erkek ayrımı yoktu. Bunların eşit olduğu toplum bir bütündü. Fakat Anadolu’daki Selçuklular ve onların egemenliğindeki beyliklerin düzeninde, güçlüler yeryüzünü kendi aralarında paylaşmışlar ve böylece kendi lehlerine eşitliği ortadan kaldırmışlardı.
Baba İlyas bu düzene karşı çıkarken, bütün insanların eşit, kardeşçe ve elbirliği ile üreterek barış içinde yaşamalarını savunmuştu. Bu uğurda mücadele edip tarihte onurlu bir yer kazanan Baba İlyas ve Baba İshak’ın karşısında, Keyhüsrevlerin adı bile anılmamaktadır.
ZULME BAŞ EĞMEK YOK
sivas katliamı
30.06.2008 - 15:55HUDEY HUDEY
en bir yanıl alma olsan
dalımda bitmeye gelsen
ben bir gümüş çövmen olsam
çeksem indirsem ne dersin
sen bir gümüş çövmen olsan
çekip indirmeye gelsen
ben bir güzel keklik olsam
bir bir toplasam ne dersin
sen bir güzel keklik olsan
bir bir toplamaya gelsen
ben bir yavru şahan olsam
kapsam kaldırsam ne dersin
sen bir sulu sepken olsan
kanadım kırmaya gelsen
ben bir deli poyraz olsam
tepsem dağıtsam ne dersin
sen bir deli poyraz olsan
tepip dağıtmaya gelsen
ben bir ulu hasta olsam
yoluna yatsam ne dersin
sen bir ulu hasta olsan
yoluma yatmaya gelsen
ben bir azrail olsam
canını alsam ne dersin
sen bir azrail olsan
canımı almaya gelsen
ben bir cennetlik kul olsam
cennete girsem ne dersin
sen bir cennetlik kul olsan
cennete girmeye gelsen
pir sultan üstadım bulsak
bilece girsek ne dersin
PİR SULTAN'A YANMAYA GELDİK EY HIZIR PAŞA,HIZIR,HIZIR PAŞALAR
sivasa GEÇİT YOK
sivas katliamı
30.06.2008 - 15:46BİZDEN SLAM OLSUN SOFU CANARA! ! ! ! ! ..................
Bizden selam olsun sofu canlara
Vücudun şehrini yuyanlar gelsin
Yedi kat göklerin yedi kat yerin
Kudret binasını kuranlar gelsin
Sofu dedikleri bir kolay iştir
Erenler gördüğü bir engin düştür
Eti yok kanı yok bir uçar kuştur
O kuşun adını bilenler gelsin
Pirimi sorarsan Ali' dir Ali
Altından çakılmış Düldül'ün nalı
Kim sürdü kuyuda kırk arşin yolu
Bu yolun erk bilenler gelsin
Pir Sultan'ım eydür özüm Didar'a
Saklayalım Hak katında nazarda
Çıkmadık can kazılmadık mezarda
O canın namazın kılanlar gelsin
PİR SULTANIMIZI ASTIN sivas PİRİMİZİ TAŞLATIN MÜRÜTLERİNE sivas HIZIR PAŞAYA SAHİP ÇIKTIN sivas SOFULARINI YOBAZLARINI KORUDUN sivas YAKTIKLARINI PİRİMİZ GİBİ ASIRLARCA UNUTMAYCAĞIZ. İNADINA EN-EL HAK PİR SULTAN İÇİN YANMAK BİR DEFAYSA YANARIZ PİRİMİZ İÇİN BİN DEFA ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ...............
sivas'A GEÇİT YOK
sivas katliamı
29.06.2008 - 18:12ELVEDA ÇOCUKLAR! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ..................................
KORAY KAYA YAŞI 12
ASUMAN SİVRİ YAŞI 16
ÖZLEM ŞAHİN YAŞI 17
NURCAN ŞAHİN YAŞI 18
MENEKŞE KAYA YAŞI 17
BELKIS ÇAKIR YAŞI 18
SERPİL CANİK YAŞI 19
SERKAN DOĞAN YAŞI 19
YASEMİN SİVRİ YAŞI 19
GENÇLERİN VE ÇOCUKLARIN KATİLLERİNİ KORUMASINLAR! ! ! ...
O KÖRPECİK BEDENLER NASIL DAYANIRDI ACIYA YANGINA,İSE DUMANA EVET NASIL DAYANIRDI O DUMANA BU KÖRPE CİĞERLER YAKANLAR ACABA İNSANLIKLARINI,MÜSLÜMAN'LIKLARINI KORUDUMU. KÜÇÜCÜK EL BEBEK GÖZ BEBEK ÇOCUKLARIN O YUMUŞAK KEMİKLERİ NASIL DAYANSIN O SICAKTA NASIL YANMASIN. İŞTE (BU YANGIN YERİNDE) BİR ET PİŞTİ BU ETTEN KİMLER HAKKINI ALMADİKİ ARTIK ONLAR (EN-EL HAKK-A KAVUŞTULAR)
PİR SULTAN GİBİLER BİR ÖLÜR BİN DİRİLİR YANANLAR ASRA BEDEL OLDULAR
sivas'a GEÇİT YOK
sivas katliamı
27.06.2008 - 23:29MUHLİS AKARSU
Muhlis Akarsu, (d. 1948 Kangal, Sivas - ö. 2 Temmuz 1993 Sivas) Saz sanatçısı. 2 Temmuz 1993 günü buyuk bir grup saldırganın çıkardığı olaylar sonucunda Sivas Madımak Oteli'nin yakılması sonucunda katledilerek hayata veda etmiştir.
Kangal İlçesinin Minarekaya köyünde doğdu. İlkokulu Minarekaya'da okudu. Bu dönemde Bektaşi Cem cemaatlerinde, yörenin seyitlerinin ve ozanlarının etkisinde kalarak saz çalıp söylemeye başladı. Malatya'da ortaokulda okurken, ekonomik yetersizlikler nedeniyle ikinci sınıftan ayrıldı. Küçük yaşlardan itibaren şiir yazdı, deyiş ve nefes kurdu. Bağlamasıyla birlikte zakirlik yaptı.
1970 yılında İstanbul'a yerleşti. 1970'li yıllarda söz ve müziği kendine ait olan ilk 45'lik plağı çıkardı. Hacı Bektaşi Veli, Yunus Emre, Karacaoğlan, Aşık Veysel doğrularından yola çıkarak kendine insan sevgisini şiar edindi. Tüm yaptıklarında bu ana temayı temel aldı. 1972 yılında, Seyyit Halil Çiftlik'in kızı Muhibe Leyla Çiftlik ile evlendi. Bu evliliğinden Pınar, Çınar ve Damla adlarında üç kızı oldu.
Sanatında, 1970'lerden itibaren dönemin etkili aşığı Mahzuni Şerif'in izleri belirdi. Uzunca bir süre Mahzuni'nin deyişlerini çaldı ve okudu. Bu arada Alevi-Bektaşi aşık geleneğinden de kopmadı. Pir Sultan, Kul Himmet gibi ozanların birçok deyişini geleneksel kalıplardan çıkmadan seslendirdi.
1980'li yılların başlarında Alevî Dedeleri'nin çaldığı kısa kollu bağlamayı gündeme getiren ve halk müziğinin niteliğini yükselten Muhabbet Gurubu'nun (Arif Sağ, Muhlis Akarsu, Yavuz Top, Musa Eroğlu) oluşum fikri Akarsu'dan çıktı. Muhlis Akarsu, her yıl yapılan Hacı Bektaşi, Abdal Musa, Veli Baba, Pir Sultan gibi Alevî toplumunun kültürel etkinliklerine katılırdı.
1980'li yıllarda türkülerinden dolayı üç yıl cezaevinde yattı. O güne kadar usta malı deyişlerle kendini gösteren Muhlis Akarsu, 1980'lerin başından itibaren deyişlerindeki anlatımı güçlü, bağlamasına hakim ve sesini deyiş tavrında kullanabilen bir sanatçı görünümündedir.
Fikri kendisinden çıkan 'Muhabbet' serisinin (4.hariç) her yapıtında yer aldı. Eserleri çeşitli türlerde şarkı söyleyen sanatçılar tarafından okundu.
Portekiz asıllı Kanadalı şarkıcı Nelly Furtado’nun 2006’da piyasaya sürdüğü 8 milyon satan “Loose albümündeki “Wait For You adlı parçasının müziğinin, Muhlis Akarsu’nun 'Kalan Müzik'den çıkardığı “Ya Dost Ya Dost adlı albümünde yer alan, sözleri Pir Sultan Abdal’a ait olan “Allah Allah Desem Gelsem adlı türküden 'alındığı' anlaşıldı. Albümün kartonetinde “Wait For You adlı parçanın müziği ile ilgili bilgide Muhlis Akarsu’nun ve Pir Sultan Abdal’ın isimlerinden herhangi birinin yer almadığı görüldü.
2 Temmuz 1993 günü Sivas Katliamı'nda bir grup saldırgan tarafından Madımak otelinin ateşe verilerek yakılması sonucunda öldürülmüştür. Yaşamı boyunca 100'den fazla kırkbeşlik plak, 4 uzunçalar, 20 kaset ve yüzlerce deyiş bırakır.
Muhlis Akarsu'nun yapıtlarının hemen hemen tümünün lirik bir ifadeyle yapıldığı ve söylendiği hemen fark edilir. Repertuarının büyük bir bölümünde aşk ve sevda deyişlerine yer verdiği görülür. Akarsu'nun yar üzerine söylediği, feleğe çattığı, gurbete içerlediği, ayrılığa üzüldüğü yüzlerce deyişi vardır. Deyişlerinde toplumsal konulara da kayıtsız kalmaz. Ancak bu, sevgi üzerine söylediği deyişler kadar çok öne çıkmaz. Birkaç deyişinde cahilliğe, köleliğe, yoksulluğa başkaldırdığı görülür. Alevi-Bektaşi edebiyatının ve müziğinin deyiş türüyle ünlenen aşığı Muhlis Akarsu'nun Pir Sultan Abdal ve Karacaoğlan etkisindeki tavrını her zaman hissetmek mümkündür.
sivas'TA DOĞMUŞ sivas'TA YANMIŞ BİR GÜVERCİN KANATLARI YOLUNMUŞ
(sivas'A GEÇİT YOK AÇLAR DOYMAZ ESNEMEKLE YOL BİTMEZ BEKLEMEKLE) ! ! ! ! ....
sivas katliamı
26.06.2008 - 18:36NESİMİ ÇİMEN: sivas'a SEVGİ ÇİÇEKLERİ VE TOMURCUKLARI GETİRMİŞTİ YANINDA YILLARCA FABRİKALARDA EMEKÇİ KARDEŞLERİ İLE HAKKINI KAZANMAK İÇİN MÜCADELE VERDİ sivasa'ta KATLEDİLDİĞİNDE BÜYÜK 'CURA' USTASI HALA KİRADA OTURUYORDU OYSA NELER İSTERDİ İNSANI İÇİN BİR TÜRLÜ YURTAŞ OLAMAMIŞ ANADOLU İNSANINA VATANDAŞ NESİMİ ÖLÜMSÜZDÜR
DÜNYANIN ÜZERİNDE KURULU DİREK
emek zay olmadan sizlar mi yurek
bu duzeni kim kurmus bizler de bilek
soyle canim soyle dinlesin canlar
adem eker yeryuzune ekini
ekin saklar yeraltinda kokunu
ayikla gor karasini akini
soyle canim soyle, dinlesin canlar
ocaga koymuslar kose tasini
hak kollasin gerceklerin isini
bir gun agridirlar senin basini
soyle canim soyle dinlesin canlar
pir sultan abdal’im farz eylesinler
yola gelmeyenden edilmez minnet
cumlenin muradi dunyada cennet
soyle canim soyle dinlesin canlar
sivas'A GEÇİT YOK
sivas katliamı
21.06.2008 - 12:35DÖNEN DÖNSÜN YOLUNDAN BEN DÖNMEZEM! ! .....
Koyun Beni Hak Aşkına Yanayım
Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan
Yolumdan Dönüp Mahrum Mu Kalayım
Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan
Benim Pirim Gayet Ulu Kişidir
Yediler Ulusu, Kırklar Esidir
On İki İmamın Server Başıdır
Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan
Kadılar Müftüler Fetva Yazarsa
İşte Kemend, İste Boynum Asarsa
İşte Hançer, İste Kellem Keserse
Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan
Ulu Mahşer Günü Olur Divan Kurulur
Suçlu, Suçsuz Gelir Anda Derilir
Piri Olmayanlar Anda Bilinir
Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan
Pir Sultan'ım Arsa Çıkar Ünümüz
O Da Bizim Ulumuzdur Pirimiz
Hakka Teslim Olsun Garip Canımız
Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan
BİLİYORUZKİ HIZIR PAŞADA (SİVAS'TAN) ÇIKTI
sivas katliamı
21.06.2008 - 12:30ONLAR PİRSULTA'NIN ŞEHİTLERİDİR! ! ......
Muhibe Akarsu - 35 yaşında, Muhlis Akarsu'nun eşi
Muhlis Akarsu - 45 yaşında, sanatçı
Gülender Akça - 25 yaşında
Metin Altıok - 52 yaşında, şair, yazar
Ahmet Alan - 22 yaşında
Mehmet Atay - 25 yaşında, gazeteci
Sehergül Ateş - 30 yaşında
Behçet Aysan - 44 yaşında, şair
Erdal Ayrancı - 35 yaşında
Asım Bezirci - 66 yaşında araştırmacı, yazar
Belkıs Çakır- 18 yaşında
Serpil Canik - 19 yaşında
Muammer Çiçek - 26 yaşında, aktör
Nesimi Çimen - 67 yaşında, şair, sanatçı, üç telli curanın son ustası
Carina Cuanna - 23 yaşında, Hollandalı gazeteci
Serkan Doğan - 19 yaşında
Hasret Gültekin - 23 yaşında şair, sanatçı, şelpe tekniğinin önderi
Murat Güneş,Murat Gündüz - 22 yaşında
Gülsüm Karababa -22 yaşında
Uğur Kaynar - 37 yaşında, şair
Asaf Koçak - 35 yaşında, karikatürist
Koray Kaya - 12 yaşında
Menekşe Kaya - 17 yaşında
Handan Metin - 20 yaşında
Sait Metin - 23 yaşında
Huriye Özkan - 22 yaşında
Yeşim Özkan - 20 yaşında
Ahmet Öztürk - 21 yaşında
Ahmet Özyurt - 21 yaşında
Nurcan Şahin - 18 yaşında
Özlem Şahin - 17 yaşında
Asuman Sivri - 16 yaşında
Yasemin Sivri - 19 yaşında
Edibe Sulari - 40 yaşında, sanatçı
İnci Türk - 22 yaşında
Kenan Yılmaz - 21 yaşında
SİVAS KATLİAMI UNUTURULAMAZ! ! ! ......................
sivas katliamı
12.06.2008 - 20:53MADIMAK, KATLİAMLARA KARŞI DURUŞUN ANITI,
SİVAS ŞEHİTLERİNİN ANISINI YAŞATACAK BİR MÜZE OLMALIDIR! ..
BASINA VE KAMUOYUNA
* Madımak Katliamının üzeri, kebap dükkanı çiçekçiye çevrilerek kapatılamaz.
*Mücadelemiz, Madımak oteli katliamlara karşı duruşun anıtı, Sivas Şehitlerinin anılarını da yaşatacak bir müze oluncaya kadar sürecektir.
Son günlerde, 2 Temmuz 1993 tarihinde, kamuoyunun gözleri önünde ve devlet denetiminde, 4.Pir Sultan Abdal Etkinliklerini yapmak üzere Sivas’a gitmiş olan aydın, yazar, sanatçı, şair, semahçılarımız içinde olduğu 35 canımızın katledildiği, Sivas Madımak Oteli’nde bulunan et lokantasının, çiçekçiye dönüştürüleceği yazılı ve görsel medyada yer almaktadır.
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği olarak yıllardır, Sivas’ta katledilen canlarımızın aileleri, Alevi – Bektaşi kuruluşları ve Demokratik kamuoyu ile birlikte, otuz beş canımızın katledildiği Madımak Otelinin tümüyle kamulaştırılarak, katledilen otuz beş canımızın anılarının yaşatılacağı bir müzeye dönüştürülmesinin mücadelesini veriyoruz. Bu mücadelemiz Madımak Otel’inin müze olmasına dek sürecektir.
Turizm ve Kültür Bakanı Sayın Ertuğrul Günay, her ne kadar Madımak Otelinde et lokantasının bulunmasından iğrendiğini söylemesi sonrası, Devlet Bakanı ve Başbakan yardımcısı Sayın Cemil Çiçek’in Sivas Valisini araması sonrası, et lokantasına ruhsat süresi dolduğunda ruhsatının yenilenmeyerek et lokantasının bulunduğu bölümün çiçekçiye çevrileceği söylenmiş ise de bu yeterli değildir. Kaldı ki otelin müzeye dönüştürülmesi hem Kültür ve Turizm Bakanlığının ve hem de Hükümetin yetkisindedir. Ancak, bu yetkiyi kullanmaları, katliamlara karşı duruşta ve Sivas şehitlerimizin anısını yaşatmakta samimi olmaları geçmektedir. Ancak bizler biliyoruz ki Aleviliği yok sayan, hatta yeri geldiğinde katliamı destekleyen anlayışlar bu yetkilerini kullanmazlar.
Her ne kadar bazı malum çevreler bu gerçeği görmezden gelerek, kendi çıkarlarına zarar gelmesin diye sözde birlik mesajları vermeye çalışsalar da bu yaranın öyle kolay iyileşemeyeceğini de bilmeleri gerekir. İçimizdeki bu ateşin üzerine kül atmakla sorun çözülmez. Özetle kimse kendini bu şekilde temize çıkaramaz, aklayamaz. Bu çarpık, gerici anlayışlarla bir sonuç alınamaz.
Madımak Otelindeki, et lokantasının kapatılması şüphe yok ki, önemli bir adımdır. On yılı aşkın süredir, verilmekte olan “Madımak Müze olsun” mücadelesinin geldiği önemli bir aşamadır. Ancak Madımak Otelinin müzeye dönüştürülmeden, et lokantasının çiçekçiye dönüştürülerek, Madımak Katliamının geçiştirileceğini sananlar veya bekleyenler, büyük bir yanılgı içindedirler. Bizim mücadelemiz, Madımak Oteli, katliamlara karşı duruşun ve Sivas Şehitlerimizin anısını yaşatacak müze oluncaya kadar sürecektir.
Bütün bu nedenlerle yapılması gereken yaşatılan bu vahşete seyirci kalan, hatta açıklamalarıyla, davranışlarıyla bir anlamda destek olan başta dönemin tüm yetkilileri ile devletin Alevi toplumuna bir özür borcu vardır ve Aleviler bu özrü beklemektedirler.
Madımak Oteli’nin bir kısmının çiçekçiye çevrilmesi, Madımak katliamının üzerinin kapatılması olup, Madımak Oteli bir bütün olarak, 2 Temmuz’da katledilen canlarımızın anılarının yaşatılacağı müzeye dönüştürülmesi gerekmektedir. Gerçek barış ancak bu şekilde sağlanır, yaralar ancak bu şekilde sarılır.
Mücadelemiz Madımak Oteli’nin müzeye dönüştürülmesine dek sürecektir.
Kamuoyunun bilgisine saygıyla sunulur.
12.12.2007
Av. Kazım Genç
PSAKD Genel Başkanı
WWW.PSAKD.ORG
sivas katliamı
10.06.2008 - 19:58GÜNEŞİN OZANLARI
sen güneşin ozanlarını
durdurabilir misin sandın?
rüzgarın şarkısını
susturabilir misin sandın?
korkmuyorum şiddetinden
ateş tutan ellerinden
ürkmüyorum nefretinden
ve karanlık nefesinden
boyun eğmem asla sana
yaksan bile bedenimi
ben doğarım küllerimden
gücün varsa durdur beni!
kayaların ruhundamın ben,
yüzyılların öyküsü bende
otuzyedi güneşim var
ışıldar durur yüreğimde
tutamassın zincirlerinle
yıldızların ışığını
susturamassın nefretinle
güneşin ozanlarını
boyun eğmem asla sana
yaksan bile bedenimi
ben doğarım küllerimden
gücün varsa durdur beni!
SİVAS 'O' GÜN GÖRÜLMEMİŞ BİR EMSALİKLE DAHA FAZLA HAZIRLIKLIYDI MEYDAN AĞIZINA KADAR DOLMUŞ BİNLERCE AÇ KURT SİVAS MEYDANINDAKİ (PİR SULTAN ABDAL HEYKELİNİ YER LERDE SÜRÜNDÜRDÜ) VE SONRA 'O' KORKUNÇ SON AĞZI SALYALI ELİ SOPALI SAKALI BİTLİLER! ! ....
sivas katliamı
10.06.2008 - 19:45ÇIĞLIK
Sıcak kavuruyor alev alev
Sivas aklımda ve o nefret
2 temmuz 93 anlamıyorum hâlâ
Bu kadar kolay mı kıymak cana?
Kimin için aktı bunca kan?
Kimin için attı o kalpler
Bakma gözlerim kin dolu
Duyma sözlerim sitem dolu
Ah yandı anadolu'nun bağrı,
Öte denizden bir kahkaha sardı her yanı
Kimin içindi bunca göz yaşı
Kimi yüceltti kan dökmenin telaşı
Yok yook yok artık
Kardeş eli uzatana kan verene bakacak yüzümüz yok artık
Radical Noise
sivas katliamı
10.06.2008 - 12:43BİR ŞEHİR SİVAS
Adini Söylesem Dilim Takilir
Sanki Yüreğime Bir şey çakilir
Orda Semah Dönen Nara Yakilir
Kizilirmak Boylarinda Bir şehir
Güvercinler Gide, Baykuşlar öte
Ne Kilin Azala, Ne çilen Bite
Hafikten Bu Yana Banazdan öte
Kizilirmak Boylarinda Bir şehir
Can Alici Kuşlar Oraya Doldu
Güneş Utancindan Sararip Soldu
38 Gülü Dalindan Yoldu
Kizilirmak Boylarinda Bir şehir
Güvercinler Gide, Baykuşlar öte
Ne Kilin Azala, Ne çilen Bite
Hafikten Bu Yana Banazdan öte
Kizilirmak Boylarinda Bir şehir
BÜTÜN SİVAS O MEŞHUR MADIMAK OTELİNİN ALTINDAKİ İS KENDERCİ LOKANTASINDA YAKTIKLARI İNSANLARIN ETİNİ YEMEYE DOYAMADI HALA BİR TÜRLÜ (SİVAS UNUTULMAZ UNUTURULAMAZ)
sivas katliamı
09.06.2008 - 20:49Nesimi Çimen (d. 1931 - ö. 2 Temmuz 1993) , Alevi Bektaşi halk ozanı.
1931 yılında Adana'nın Saimbeyli ilçesinde doğdu. Daha sonra tüm ailesiyle birlikte Kayseri'nin Sarız ilçesine yerleşti ve bir köy ağasının yanında maraba olarak çalışmaya başladı. Ağanın kızı Dilber'e aşık olunca, birlikte Kayseri'den kaçıp Elbistan'ın Sevdili Köyü'ne yerleştiler.[1] Anadolu Aleviliği'nin yoğun yaşandığı bu bölgede uzun süre kaldıktan sonra İstanbul'a taşındı. İşçi olarak Almanya'ya gitmek için çabaladı, fakat nefes darlığı olduğu için başaramadı ve ailesiyle beraber Osmaniye'nin Kadirli ilçesine göç etti. Bu dönemde yazar Yaşar Kemal ile tanıştı ve onun da yardımıyla bir fabrikada işe başladı.[1] Greve çıkan işçilerin başına geçince işten altıldı ve ailesinin geçimini sağlamak için ozanlığa başladı. 1967 yılında Tunceli'de sergilenen bir Pir Sultan Abdal oyununda oynayan ve deyişler söyleyen Nesimi, salonda olay çıkınca gözaltına alındı ve bıyığının yarısı tek tek yolunmuş bir vaziyette serbest bırakıldı.[1] Ailesiyle birlikte Zeytinburnu'nda bir gecekonduya yerleşti. Evinde konaklayanlar arasında Yaşar Kemal, Atıf Yılmaz, İlhan Selçuk, Behice Boran, Mehmet Ali Aybar, Harun Karadeniz, Yılmaz Güney, Mahzuni Şerif, İhsani, Emekçi ve Ali Özgentürk gibi isimler vardı.[1]
Küçük yaşta türkü derlemeleri yapan Nesimi, topladığı folklor değerlerini radyo arşivlerine kazandırdı. Hatayi, Pir Sultan Abdal ve diğer usta ozanların nefeslerini söyleyerek kendisini tanıttı. Nefeslerini, türkülerini bağlama ile değil, göğsünde taşıdığı cura eşliğinde söyledi ve cura çalmada ün kazandı. Kendi yazdığı deyişlerini de okuyup söylemiştir.
2 Temmuz 1993 günü Sivas'ta, Madımak Oteli'nin yakıldığı ve 37 kişinin öldürüldüğü katliamda hayatını kaybetti. Cenazesi İstanbul Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
2 TEMMUZ SİVASI ÇOK KAVURACAK! ! ....
sivas katliamı
09.06.2008 - 20:41TÜRKÜLER YANMAZ
güneşin akyüzüne bir duman çöktü
bir türkü çığlıkla ateşe düştü
kuytu bir köşede bir çiçek küstü
büktü yaprağını boynunu büktü
şu sivas'ın elinde sazım çalınmaz
güllerim yandı yüreğim dayanmaz
kararmış yüreğin hiç ışığı olmaz
bilmezmisin ki türküler yanmaz
günü gelir sanma hesap sorulmaz
dayanır kapına pir sultan ölmez
şu sivas'ın elinde sazım çalınmaz
güllerim yandı yüreğim dayanmaz
ŞU SİVAS DENEN ELE BİR BAKIN PİRİNİ ASMIŞ BABA İLYAS YOK SONRASINA GÜLE YEL DEĞDİRDİLER BAKAMADILAR YAKTILAR! ! ...
dede korkut
09.06.2008 - 13:59DEDE KORKUT
Bazı rivayetler İshak Peygamberin soyundan olduğunu söyler. 9. ila 11. yüzyıllarda Türkistan'ın Aral gölü bölgesinde Sir-Derya nehrinin Aral Gölüne döküldüğü yerde doğduğu, Ürgeç Dede adında bir oğlu olduğu ve bu bölgelerde hüküm süren Türk hakanlarına danışmanlık yaptığı destanlarından anlaşılmaktadır.Oğuzların bayat boyundan olduğu bilinir. 570-632 yılları arasında (Muhammed zamanında) yaşadığı da rivayet edilir. Kıpçakların Oğuz Türkleriyle yaptığı mücadeleler Dede Korkut Hikayeleri'nin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
.........................................................................................................
Adın kökeni Korkut sözcüğünün bir unvan olduğu görülmektedir. Dede sözcüğünün ise ata manasında kullanıldığı tahmin edilmektedir genelikle dede manası alevilerde kullanılmaktadır. Fakat destanlarda daha çok halk arasında büyük hürmet ve kutsallık kazanmış halk bilgini anlamında kullanılmıştır.
Dede Korkut'un Bayburt'ta yaşadığı bilinmesine rağmen bu kesin değildir.Dede Korkut'un gerçek ismi, hayatı, yaşadığı çağ ve coğrafyayı kesin olarak aydınlatmak eldeki kaynaklar ve rivayet ile mümkün değildir. Destanlardan çıkarılabildiği kadarıyla ise Dede Korkut iki ayrı kişilik olarak ön plana çıkar:
1 Kutsal kişiliği dir
2 Bilge kişiliği dir
Başka kaynaklarda devlet adamı kişiliğinin de bulunduğu belirtilmektedir. Dede Korkut'un çok kişilikli olarak karşımıza çıkması farklı zaman, hatta farklı mekânda yaşamış benzer şahsiyetlerin destanlarda tek isim altında toplanmış olabileceğini düşündürse de bu kişiliklerin halkın eklentisi olma ihtimali de vardır
Ana madde: Dede Korkut hikâyeleri
Dede Korkut öykeleri, Oğuz Türkleri'nin 9-11. yüzyıllardaki yaşayışları, inançları ve toplumları hakkında önemli ipuçları içerir. Oğuz Türklerini, onların inanışlarını, yaşayışlarını, gelenek ve göreneklerini, yiğitliklerini, sağlam karakteri ve ahlâkını, ruh enginliğini, saf, arı-duru bir Türkçe ile dile getirir. Destanlarındaki şiirlerinde, çalınan kopuzların kıvrak ritmi, yanık havası vardır.
.........................................................................................................
Dede Korkut hikayeleri günümüze kadar nasıl gelmiştir? Dede Korkut, Türk sözlü edebiyatının önemli öğelerindendir. Destanları uzun süre boyunca sözlü aktarılmış, 16.yüzyılda Akkoyunlular Devleti zamanında yazıya dökülmüştür.Ancak bu yüzyıllardan sonra hem sözlü, hem de yazılı gelenekte bu hikayelerin unutulmaya başlandığı tahmin edilebilir.Zira yazıya geçirilmiş olan metin de çoğaltılmamış, yaygınlık kazanmamıştır. Yazdığı Türk Destanları'nın iki orijinal kopyası vardır. Bu kopyalardan birincisi ve ilk bulunanı Almanya'da Dresden Kraliyet kütüphanesinde olup H.O. Fleischer tarafından bulunmuştur.Bu nüshayı 19.yüzyılın ilk çeyreğinde bilim dünyasına tanıtan ve ilk defa ondan faydalanan ise H.F. von Diez'dir.Diez, bu nüshanın bir kopyasını kendi eliyle çıkarak Berlin Kütüphanesine bırakmıştır.Türkiye'de ilk yayım ise, Diez'in yayımından yaklaşık yüz sene sonradır.Kilisli Rifat, 1916 yılında Diez'in eliyle yazdığı Berlin Kütüphanesindeki nüshaya dayanarak Dede Korkut Hikayelerini yayımlamış; bundan sonra Türkiye'deki araştırmacılar da konuya eğilmişlerdir.Günümüz Türk alfabesiyle, daha bilimsel ve ayrıntılı ilk yayım ise Orhan Şaik Gökyay tarafından 1938'de yapılmıştır.
1950 yılı ise Dede Korkut Hikayeleri açısından yeni bir buluşa sahne oldu.İtalyan türkolog Ettore Rossi, Vatikan Kütüphanesinde Dede Korkut Hikayelerini içeren yeni bir nüsha bularak bunu bilim dünyasına tanıttı ve 1952 yılında bunu yayımladı.
Böylece bugün bilim dünyası tarafından tanınmakta ve yararlanılmakta olan iki nüsha da ortaya çıkmış oldu.Bütün araştırmalar bu iki nüshaya dayanmaktadır.Ne yazık ki, daha başka, daha eski bir nüsha günümüze kadar ulaşmamış, ulaştıysa da ortaya çıkarılmış değildir.
Dresden nüshasında bir mukaddime ve on iki hikaye yer alırken, Vatikan nüshasında bir mukaddime ve altı hikaye yer almakta..
İBRAHİM KAYPAKKAYA
09.06.2008 - 13:44İBOM ÖLÜYOR
Zenciri kolunda gözleri bağlı
Kalenin içinde yatar bir yiğit
Çürümüş vucudu göğsü yaralı
Kalenin dibinde yatar bir yiğit
İbom ölüyor, dostlar geliyor
zalim gülüyor vah lemıno
Zindancılar falakaya yıkmışlar
Ilgıt ılgıt kanlarını dökmüşler
Direm direm tırnağını çekmişler
Zindanın içinde ağlar bir yiğit
İbom ölüyor, düşman gülüyor
Dostlar geliyor vah lemıno
Sizi gidi insanlığı yiyenler
Vicdan yıkıp kara donlar giyenler
Hani nerde ben yiğidim diyenler
Kalenin içinde yatar bir yiğit
İbom ölüyor, dostlar ağlıyor
düşman gülüyor vah lemıno
Mahzuni der çağlar ağlar ozanlar
Lanet olsun insanlığı bozanlar
Yıkılıp gidesi kara düzenler
Kalenin dibinde ağlar bir yiğit
İbom ölüyor, düşman gülüyor
dostlar geliyor vah lemıno
İbom ölüyor dostlar gümezki...
AŞIK MAHZUNİ ŞERİF
lev troçki
08.06.2008 - 14:25TROÇKİ VE TROÇKİZMİN YALANLARINDAN BİR KAÇI
YALAN 1: “Troçki gerçek bir Leninisttir”
“Lenin’in, oyundaki bu eski elin, Rus işçi hareketinde geri olan ne varsa hepsinin bu profesyonel sömürücüsünün sistematik olarak başvurduğu zavallıca rezalet çıkarmalar, anlamsız bir takıntı görüntüsü veriyor... Leninizmin bütün gövdesi yalan ve çarpıtma üzerine kurulmuştur ve çürüyüşünün zehirli öğelerini kendi içinden doğurmaktadır.” (Troçki, Chkheidze’ye Mektup, Nisan 1913)
Troçkistler, Troçki'nin bu yazdıklarını, bu anlayışın Rus devrim tarihi açısından anlamını ve aklanmasının ne kadar zor olduğunu bilirler ama anti-marksist görüşlerini yeni-yetmelere “Leninizmin gerçek temsilciliği” olarak yutturmak için bunların sözünü pek etmezler.
Lenin ise Troçki'nin bu görüşlerini çok iyi biliyordu ve bolşeviklerle Troçki'nin görüşleri arasındaki farkı şöyle açıklamaktadır:
“Troçki'den ayrılıklarımız nelerdir? Bunu herhalde bilmek istersiniz. Kısaca – o bir Kautskycidir, yani, Enternasyonal'de Kautskycilerle ve Rusya'da Chkheidze'nin parlamento grubuyla birliği savunmaktadır. Biz böyle bir birliğe kati suretle karşıyız... Troçki şimdi Örgütlenme Komitesine (Akselrod ve Martov) karşı ama Chkheidze'nin Duma grubuyla birlikten yana! ! Biz kesin olarak karşıyız”
(Lenin, Henriette Roland-Holst'a Mektup 1916)
YALAN 2: “Troçki tutarlı bir Marksisttir”
“Troçki’nin şimdiye kadar marksizmle ilgili herhangi bir önemli sorunda sağlam bir görüşü olmamıştır. O her zaman, şu ya da bu görüş ayrılığının yarattığı “yarıklara sızma” yolunu bulur, ve ikide bir taraf değiştirir. Şu anda bundçuların ve tasfiyecilerin dostudur. Ve bu baylar Parti'nin öngördüğü hizayı durmadan bozanlardır.”
(Lenin, “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”, 1914)
YALAN 3: “Troçkist “Sürekli Devrim” kuramı Marksist bir kuramdır”
“İşçi sınıfı hareketi içindeki yirmi yıllık ideolojik savaşımın tarihini görmezden gelen ya da çarpıtan kişiler (tasfiyeciler ve Troçki gibi) işçilere çok büyük bir zarar vermektedir.”
“Troçki 1901-1903 arasında ateşli bir İskracıydı, o kadar ki Ryazanov onun 1903 kongresindeki rolünü 'Lenin'in çomağı' olarak betimliyordu. 1903 sonunda, Troçki ateşli bir Menşevikti, yani, İskracıları terketmiş ve Ekonomisteler katılmıştı. 'Eski İskra'yla yenisi arasında bir uçurum vardır' diyordu. 1904-1905'te, Menşevikleri de terketti ve kararsız bir konuma geçti, şimdi Martinov'la (Ekonomist) işbirliği yapıyor, şimdi de “saçma bir şekilde Sol sürekli devrim kuramını” ilan ediyor. 1906-1907'de Bolşeviklere yaklaştı ve 1907 baharında Rosa Luxemburg'la aynı fikirde olduğunu ilan etti.
Dezentegrasyon döneminde, uzun bir 'hizipçi-olmayan' kararsızlıktan sonra, yeniden sağa geçiyor ve Ağustos 1912'de tasfiyecilerle bir blok kuruyor. Şimdi tekrar onları da terketti, ancak özünde onların baştansavma fikirlerini tekrarlayıp duruyor.”
(Lenin, İşçi Sınıfı İçinde İdeolojik Savaşım, 1914)
Böylece yalnızca Troçkist “Sürekli Devrim” kuramının ne kadar tutarlı bir Marksist kuram olduğunu değil, Troçki'nin ne kadar tutarlı bir devrimci olduğunu da Lenin'den öğrenmiş oluyoruz.
YALAN 4: “Tek Ülkede Sosyalizm” Stalin'in bir uydurmasıdır ve anti-marksist bir kuramdır”
“Dünya (ama Avrupa değil) Birleşik Devletleri, komünizmin tanı zaferi demokratik devlet de dahil bütün devletlerin kesin olarak ortadan kalkmasına yol açmadıkça, sosyalizmle ilişkilendirdiğimiz ulusların birliği ve özgürlüğünün devlet biçimidir. Kendi başına bir şiar olarak 'Dünya Birleşik Devletleri' şiarı ise pek doğru değildir, çünkü birincisi, sosyalizme tekabül eder; ikinci olarak, bu şiar, tek ülkede sosyalizmin zaferinin imkansızlığı yönünde ve böyle bir ülkenin diğer ülkelerle ilişkileri hususunda yanlış düşünceler yaratabilir.
Ekonomik ve politik gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Buradan sosyalizmin zaferinin başlangıçta az sayıda ya da hatta tek bir kapitalist bir ülkede mümkün olduğu sonucu çıkar. Kendi ülkesinde kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve sosyalist üretimi örgütledikten sonra, bu ülkenin muzaffer proletaryası, diğer ülkelerin ezilen sınıflarını kendi yanına çekerek, o ülkelerde kapitalistlere karşı ayaklanmayı körükleyerek ve hatta gerekirse sömürücü sınıflara ve onların devletlerine karşı askeri şiddete başvurarak kapitalist dünyaya karşı ayaklanacaktır. Proletaryanın burjuvaziyi alaşağı ederek zafer kazandığı toplumun politik biçimi, söz konusu ulusun ya da ulusların proletaryasının güçlerini, henüz sosyalizme geçmemiş devletlere karşı mücadelede gittikçe daha çok merkezileştiren demokratik cumhuriyet olacaktır.'
(Lenin, Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine, 1915)
YALAN 5 (KUYRUKLU YALAN) : “Lenin Nisan 1917'den Sonra Troçki'nin “Sürekli Devrim” Kuramını benimsedi ve Aşamalı Kesintisiz Devrim düşüncesini reddetti.”
Önce devrimin hemen öncesinde, 1915 yılında Lenin'in Troçki'nin “şahane” Sürekli Devrim kuramına nasıl baktığını görelim:
'Yaklaşan devrimde sınıf ittifaklarını açıklığa kavuşturmak devrimci bir Partinin baş görevidir... 'Naşe Slovo'da bu görev Troçki tarafından doğru çözülmüyor; o 1905 yılındaki 'orijinal' teorisini tekrarlıyor ve hayatın on yıldan beri bu şahane teorinin yanından gelip geçmemesinin nedenleri üzerine düşünmek istemiyor.”
Troçki'nin orijinal teorisi Bolşeviklerden, proletaryanın kararlı devrimci mücadele ve siyasi iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi çağrısını ödünç alırken, Menşeviklerden ise köylülüğün rolünün 'yadsınmasını ödünçalıyor'... Bununla 'Troçki gerçekte, köylülüğün rolünün 'yadsınması'ndan köylülüğü devrim için harekete geçirmekte irade yetersizliğini anlayan Rusya'daki liberal işçi siyasetçilerine yardım ediyor! '
(Lenin, Devrimde İki Çizgi Üzerine, 1915)
Acaba Lenin Nisan 17'de ya da daha sonra herhangi bir tarihte, bu görüşlerini değiştirmiş, alaya aldığı Troçki'nin 'Sürekli Devrim' kuramını benimsemiş midir? Bütün demagoji ve çarpıtmaların önüne bir kerede geçmek için biz en iyisi 1923 yılında yazılmış olan ve Lenin'in, “Vasiyeti” olarak da bilinen en son yazılarından birine bakalım:
'Onların (II. Enternasyonal kahramanlarının) Batı Avrupa sosyal-demokrasisinin gelişme seyri içinde ezberlemiş olduğu ve bizim sosyalizm için henüz olgun olmadığımız, onlar arasında çeşitli 'allame' bayların vurguladığı gibi, bizde sosyalizm için objektif ekonomik önşartların olmadığı şeklindeki argümanı... son derece basmakalıptır. Ve hiçbirinin de aklına kendi kendine şöyle sormak gelmiyor: Devrimci bir durumla, birinci emperyalist savaşta ortaya çıkmış olduğu gibi bir durumla karşılaşan bir halk, durumunun çaresizliğinin sonucu, kendisine hiç olmazsa, uygarlığın daha da ilerlemesinin pek de alışılmış olmayan koşullarım elde etme şansını sunan bir mücadeleye atılamaz mı'...
'Eğer sosyalizmi yaratmak için belirli bir kültür düzeyi gerekli ise (ki bu belirli 'kültür düzeyi'nin ne olduğunu kimse söyleyemez) , neden işe ilk önce bu belirli düzeyin koşullarını devrimci yoldan elde etmekle başlayıp, ve sonra da işçi-köylü iktidarı ve Sovyet düzeni temeli üzerinde ilerleyip diğer halklara yetişmeyelim'...
'Sosyalizmi yaratmak için, diyorsunuz, uygarlık gereklidir. Mükemmel. Peki ama, daha sonra sosyalizme doğru ileri harekete başlamak üzere niçin ilk önce çiftlik sahiplerinin kovulması ve Rus kapitalistlerinin kovulması gibi uygarlığın böylesi önkoşullarını bizde yaratamayacak olalım? Normal tarihsel düzenin böylesi biçim farklılaşmalarının caiz olmadığını ya da imkansız olduğunu hangi kitapta okudunuz ki? '
(Lenin, Devrimimiz,Zuhanov'un Notları Vesilesiyle, 1923)
Lenin'in Ekim Devriminden yıllar önce, devrimin arifesinde ve devrimden sonra özü bakımından aynı olan ve aynı kalan yukarıdaki görüşleriyle, Troçki'nin “şahane” Sürekli Devrim kuramını dayandırdığı temeli karşılaştırınız:
“Sürekli devrim” teorisi olarak adlandırılagelen görüşler, yazarın kafasında tam da 9 Ocak ile 1905 Ekim grevi arasındaki sürede şekillenmişti. Bu oldukça iddialı ifade, Rus devriminin doğrudan burjuva hedeflerle ilgili olmasına rağmen, bu hedeflerde çakılıp kalamayacağı; devrimin proletaryayı iktidara yerleştirmeksizin kendi acil burjuva görevlerini çözemeyeceği düşüncesini anlatır. Ve proletarya, iktidarı bir kez eline aldığında, devrimin burjuva çerçevesine hapsolma konumunda kalamazdı. Tersine, proletaryanın öncüsü, tam da zaferini garantilemek için, egemenliğinin çok erken aşamalarında yalnızca feodal değil, aynı zamanda burjuva mülkiyet ilişkilerinin içinde de son derece derin gedikler açmak zorunda kalacaktı. Böyle yapmakla proletarya, yalnızca, devrimci mücadelesinin ilk aşamaları boyunca kendisini destekleyen tüm burjuva gruplarla değil, kendisiyle işbirliği yaparak iktidara geldiği köylülüğün geniş kitleleriyle de düşmanca bir çatışmaya girecekti.
Geri bir ülkede, bir işçi hükümeti ile köylülüğün ezici çoğunluğu arasındaki çelişkiler yalnızca uluslararası bir ölçekte, bir dünya proleter devrimi arenasında çözülebilirler.”
(Troçki, 1905, Önsöz, Tarih Bilinci Yay.)
Bütün bunlar Lenin'in devrim kuramı konusundaki görüşlerinin, Marx'ın bilimsel Kesintisiz Devrim kuramının bir çarpıtılması olan Troçki'nin “anti-aşamacı” “Sürekli Devrimciliği” bilim-dışı yönüne hiçbir zaman sapmamış olduğunu anlatmak için yeterli olmuyorsa, 1905 ve 1921 yılındaki şu iki yazısı karşılaştırmalıdır:
'Demokratik devrimden derhal, gücümüz ölçüsünde, bilinçli ve örgütlü proletaryanın gücü ölçüsünde, sosyalist devrime geçmeye başlayacağız. Biz kesintisiz devrimden yanayız. Yarı yolda durmayacağız...
Maceracılığa kapılmadan, bilimsel vicdanımıza ihanet etmeden, ucuz şöhret peşinde koşmadan, yalnızca şunu söyleyebiliriz ve söylüyoruz da: Yeni ve daha üstün bir göreve, sosyalist devrime mümkün olduğu kadar çabuk geçişi, bize, proletarya partisine, daha da kolaylaştırmak için, demokratik devrimi gerçekleştirmesinde tüm köylülüğe vargücümüzle yardım edeceğiz.' (Bkz. Lenin, 1905, Seçme Eserler, C. 3, s. 138. [türkçesi. s. 138.—İnter Yayınları.])
Ve onaltı yıl sonra, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesinden sonra Lenin, bu konu üzerine şunları yazıyordu:
Kautsky, Hilferding, Martov, Çernov, Hillquit, Longuet, MacDonald, Turati ve 'ikibuçukuncu' marksizmin tüm diğer kahramanları... burjuva-demokratik ve proleter-sosyalist devrim arasındaki karşılıklı ilişkiyi anlayamadılar. Birincisi, ikincisine geçer. İkincisi, geçerken birincisinin sorunlarını çözer. İkincisi, birincinin eserini pekiştirir. İkincisinin birinciyi ne derece geçmeyi başaracağını mücadele, ve yalnızca mücadele tayin eder.' (Bkz. Lenin, Seçme Eserler, C. 6, s. 514.
[türkçesi. s. 519. —İnter Yayınları.])
WWW.STALİNKAYNAK.COM
HALK SAVAŞI
08.06.2008 - 14:03HALK SAVAŞI
Halk Savaşı; Mao Zedong'un ve Lin Piao'nun geliştirdiği, yarı-sömürge ülkelerde işçi sınıfı önderliğinde, temel gücü köylü kitlelere dayanan işçi-köylü ordusunun emperyalizme ve feodalizme karşı verdiği savaştır. İşçi sınıfı ve köylülüğün bazı kesimlerinin yanı sıra kent küçük-burjuvazisi de kapsayan bir ordunun savaşı olmasından kaynaklı, bu savaşa halk savaşı denir. Gerilla savaşından düzenli ordu savaşına kadar ordusunu savaş içerisinde geliştirir. İktidarı kırdan kente doğru parça parça kurarak en sonu halk iktidarını kurmayı hedefler. Mao'nun Çin devrimi pratiği üzerine yazdığı pek çok makalede de halk savaşı teorisi geliştirilir. Bu teorinin aynı zamanda pratisyeni olarak da gerçekleştirir.
Akademik bir teoriye sahip olan halk savaşı: Stratejik savunma, stratejik denge ve stratejik saldırı aşamalarıyla da detaylandırılır.
Toplam 336 mesaj bulundu