yurdumuz cumhureyetle kalacak başaka kurtuluş çaremiz yok tek yol devrim ve onla gelecek sosyalizmdir türkiye cüpeli sarıklı insanların dolaştığı bir yer olmayacak gençeler garip garip amaerikan terimli kelimeleri ve onun yozlaşmışlığını getiremeyeck kürt toplumun ve diğer anadolu halklarının kültürlerinin yok olmasın izin verilmeyecek batı yada tüm dünaya,evren bu ülkye...
TÜRKİYE SOSYALİST CUMHURİYETİ DİYECEK ! ! ! .........
Ermeni soykırımı vardır ola bir şeyi inkar etmek aptalaığın dik alallığıdır bunun için inanıyorimki alevi kürt soykırımı gibi ermeni soykrımıda vardır bunan inanmamak çaresizliktir inkardır zaten devletin temel hamlesi hep inkar politikalarıdır unutmayalımki vatanızmı türklerden ibaret değildir başaka uluslarda vardır ve onların kültürleride yok olmasın
yeniden kızıl anak albümü ile aramıza dönen devrimci müzik topluluğudur 1992'de kurulmuş bir müzik grupu genelikle etnik ve ağırlık zazaca müzik yaparlar bunun yanı sıra grup adını dersimde bulunan halkın inanç yerinden biri olan MUNZUR BABA ziyeretinden almıştır
çalışmalarına yüz çiçek açsın kültür merkezinde devam etmektir
Bugün ülkemiz gündemini belirleyen en önemli olayı, Susurluk'ta meydana gelen bir kazanın ortaya çıkarmış olduğu yasadışı ilişkiler olmaktadır. Bucak aşıretinin reisi olarak lanse edilen ve aynı zamanda DYP milletvekili olan Sedat Bucak ile İstanbul Emniyet Müdür Yardımcılarından Hüseyin Kocadağ ve 1980 öncesi Ülkü Ocakları Başkan Yardımcısı Abdullah Çatlı'nın birlikteliği, Susurluk kazasıyla kamuoyunun önüne çıkmıştır. Yazılı ve görüntülü basının günlerce üzerinde durduğu ve durmaya devam ettiği, muhalefet partilerinin birbiri ardına demeçler verdiği olay, gerçek boyutlarıyla bilinmesine karşın, kamuoyundan gizlenmeye devam edilmektedir. Özellikle Sedat Bucak'ın sağ kalmasıyla birlikte, ilişkilerin milliyetçi söylemde işlenmesi, gerçeklerin gizlenmesi yönündeki çabaları daha da güçlendirmiştir.
Susurluk olayında ortaya çıkan üçlü ilişki, yani devlet, polis ve mafya ilişkisi olarak lanse edilen ilişki, oligarşinin kendi iktidarını koruyabilmek için her türlü yasadışı faaliyet içinde olacağını ve olduğunu açık biçimde sergilemiştir. Oligarşinin yasadışı örgütlenmeleri ve faaliyetlerine girmeden, Susurluk olayı sonrasında ortaya çıkan kimi gelişmelere de bakmakda yarar vardır.
Bilindiği gibi, Susurlukta ölen Hüseyin Kocadağ, Necdet Menzir'in İstanbul Emniyet Müdürü olduğu dönemde Müdür Yardımcısıdır. Ayrıca, 1980 başlarından itibaren Urfa ve Diyarbakır bölgesinde görev yapmış ve Özel Harekat Timlerinin kuruluşunda bulunmuştur. Ve alevidir. Cemevinde kendisine tören düzenlenmiştir. Açığa çıkan ilişkiler içersinde kendisinin pekçok devrimcinin katledilmesinde bizzat görev aldığı ve katliamı gerçekleştirdiği bilinmesine rağmen, kendilerini her zaman ilerici konumda tanımlayan Alevi kitlesi, böyle bir kişiye sahiplenme eğilimi göstermiştir. Cüzdanında 'alevi dedesinin mezarından alınma kahverengi toprak' taşıdığı tüm televizyonlarda ilan edilen bir devrimci katili polisin dini inançlarının hiçbirşeyi değiştirmeyeceği, bu olayla açığa çıkmıştır. Ve bu olay göstermiştir ki, kişilerin dini inançları ya da mensup oldukları mezhepler, kendilerini 'otomatikman' ilerici yapmaz. Ve yine Susurluk olayının bu boyutu göstermiştir ki, Aleviler, kendi sınıfsal konumlarını, uğradıkları baskıları ve bu baskıların yürütücüsü olanları görmezlikten gelmişler ve kendilerini katledenin kendilerinden çıkmış olmasını önemsememişlerdir.
Abdullah Çatlı, 1980 öncesinde Ülkü Ocakları Başkan Yardımcısıdır ve aynı dönemde Ülkü Ocakları Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'dur. Ülkü Ocakları, MHP denetimindeki tüm faşist milislerin görüntüsel örgütü durumunda olup, ülkenin her yanındaki faşist saldırıların yürütülmesinde yönetim görevi üstlenmiştir. MİT'in yönlendirmesi altında faaliyet yürüten ve binlerce yurtsever ve devrimciyi katleden faşist milislerin belli başlı her eyleminde Abdullah Çatlı yer almıştır. Basında iddia edildiği gibi, A. Çatlı, faşist milislerin katliamlarına doğrudan katılıp katılmamasının hiçbir değeri yoktur. Yine de kendisinin doğrudan yer aldığı bazı eylemler açığa çıkartılmıştır. Bunların en önemlisi Balgat katliamı olarak bilinen 7 TİP'linin katledilmesidir. Balgat katliamının gerçekleştiriliş tarzı, ogün için ülkemizde görülmemiş bir vahşet örneğidir. Bugün hiçbir basın organı bu katliamın yapılış tarzını yayınlamaya bile cesaret edememektedir. Bu da, Çatlı'nın 'masum' gösterilmesi için uygun bir zemin oluşturmaktadır. T. Çiller, bu durumdan yararlanarak, Çatlı'nın 'suçlu olup olmadığının bilinmediğini, hakkında kesinleşmiş bir mahkumiyet kararının olmadığını' söyleme cesareti göstermektedir. Yıllardır aranan bir kişinin mahkemeye getirilemediği sürece hakkında karar verilemeyeceği bilinmesine rağmen, bunlar söylenebilmektedir. (İşin ilginç yanı, bir tek hukukcu çıkıp da, bu gerçeği ifade etmemektedir.)
Faşist Çatlı'ya ilişkin diğer bir olay da, 1980 sonrasında yurtdışına kaçması ve burada adı sıkca duyulan ve bilinen faşist katillerle birlikte faaliyet yürütmesidir. Bunlar arasında Oral Çelik, M. Ali Ağca gibi önemli faşist cinayetleri işleyenler bulunmaktadır. Aynı ilişkiler içersinde Alaaddin Çakıcı da yer almıştır. Bunların 1980 sonrasında MİT ile ilişkilerini sürdürdükleri ve ASALA'ya karşı eylemler gerçekleştirmek için görevlendirildikleri bizzat kendileri tarafından açıklanmıştır. Bu açıklamalarda öylesine cüret gösterilmiştir ki, ASALA yöneticilerinden Agop Agopyan'nın bizzat kendileri tarafından öldürüldüğünü söylemişlerdir. Böylece, 'Ermeni terörünü' kendilerinin 'durdurduğu' imajını yaratmak istemektedirler. Öte yandan Çatlı ve diğer faşist katiller, illegal faaliyetlerini Avrupa'da MİT'le bağlantılı olarak sürdürürken, M. Ali Ağca Papa'yı vurmuştur. Yıllarca süren her türlü araştırmaya rağmen, Ağca'nın neden Papa'yı vurduğu kamuoyuna açıklanmamıştır. Bilinen gerçekler ise, tüm bu ilişkilerin doğrudan MİT tarafından kontrol edildiği ve yönlendirildiğidir. Aynı şekilde Ağca'nın Abdi İpekçi'yi neden öldürdüğü de 'sır' olarak bırakılmıştır.
Oysa tüm olaylar, Amerikan emperyalizminin devrimci mücadelelere karşı sürdürdüğü kontr-gerilla faaliyetlerinin bir uzantısı olduğunu açık biçimde göstermektedir.
Örneğin, 1979 Şubat başında Milliyet gazetesi başyazarı Abdi İpekçi'nin öldürülmesi ile 1978 Ocak başında Nikaragua'da La Prensa gazetesinin yazarı ve sahibi Chamorro'nun öldürülmesi büyük bir benzerlik taşımaktadır. Ve bugün herkesin çok iyi bildiği gibi, Chamorro, Somoza'ya karşı burjuva muhalefetin birleştirici bir unsuru olması nedeniyle ölüm mangaları tarafından öldürülmüştür. CIA'in mantığına göre, kendilerine bağlı bir iktidara karşı her türlü muhalefet sindirilmek zorundadır. Gerek muhalefeti zayıflatmak, gerekse burjuva muhalefete gözdağı vermek için bu cinayet işlenmiştir. Ülkemizde de, gerek Abdi İpekçi cinayeti, gerekse profesörlere (Doğanay, Tütengil, Cömert gibi) yönelik cinayetler aynı nedenlerle işlenmiştir. Nikaragua'da FSLN, bu oyunu bozmuş ve devrimci mücadelenin gelişmesini sağlamıştır. Aynı gelişme ülkemizde sağlanamamıştır. Pekçok küçük-burjuva aydını bu cinayetlerden sonra politik alandan çekilmişler ve hatta bir kısmı ülke dışına çıkmıştır. Bu bağlamda, ülkemizdeki faşist cinayetler, kendi hedeflerine ulaşmıştır.
Aynı şekilde M. Ali Ağca'nın Papa'ya yönelik saldırısı, doğrudan MİT tarafından planlanmıştır. Öyle ki, MİT burada CİA'nın bir kuryesi olarak devreye girmiş ve saldırıyı gerçekleştirmeyi üstlenmiştir. Saldırının tüm hedefi, İtalya'da anti-komünist bir iktidarın işbaşına getirilmesidir. İtalyan Komünist Partisi'nin güçlendiği ve oy oranlarını artırdığı bir dönemde gerçekleştirilmiş olmasının yanında, Sovyetler Birliği'ne yönelik topyekün saldırının yeniden yükseltildiği Regan döneminde yapılması bu gerçeği açık biçimde ortaya koymaktadır. İtalya özgülüne uygun bir darbe planının bir parçası olan Papa suikasti, doğrudan doğruya Vatikan üst yönetimi ile üst düzey İtalyan yöneticilerinin içinde yer aldıkları P2 Mason Locası adı verilen bir örgütün girişimiyle bağlantılı olduğu açıkca kanıtlanmasına rağmen, kamuoyundan gizlenmiştir. (Kimi araştırmacılar NATO bünyesinde faaliyet gösteren ve doğrudan CIA'e bağlı Gladyo adlı örgütün açığa çıkartılmasıyla bu olayları birbirine bağlamaya yönelmişlerse de, kısa sürede bu yönden saptırılmışlardır.) Bu gizlemenin gerekçesi de, hıristiyanlar için kutsal olan bir kurumun, Papalığın 'yıpratılmaması'dır. Bu gerekçeyle, tüm ilişkiler Avrupa'nın tüm emperyalist ülkelerinin çabalarıyla gizlenmiştir. (Bu darbe girişiminde yer alan kişiler, Avrupa'nın değişik kentlerinde 'faili meçhul' bir biçimde öldürülmüşlerdir.)
Ve Çatlı, son olarak 1990 başlarında ülkeye 'getirtilmiş'tir. Birkaç yıl kendi ilişkileri içersinde bulunmuş ve 1993'den itibaren Sedat Bucak'la birlikte faaliyet göstermeye başlamıştır. Bu tarih, aynı zamanda, T. Çiller hükümetinin 'özel ordu' kurma kararını verdiği tarihtir.
İşte Susurluk olayı ile ortaya çıkan ilişkilerdeki kişilerinin durumu böylesine açıktır. Bunlar, polis örgütlenmesi içinde oluşturulmuş olan kontr-gerilla birimlerinin 'ölüm mangaları'dır ve görüldüğü kadarıyla Sedat Bucak ve diğerleri bu 'ölüm mangaları'nın fiili yöneticileri durumundadır. Sedat Bucak'a karşı hiçbir şey yapılamamasının nedeni, silahlı bir aşirete sahip olduğundan değil, bu 'ölüm mangaları'nın fiili yöneticisi olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu gerçekler öylesine açık hale gelmiştir ki, neredeyse bu 'ölüm mangaları'nın tüm mensuplarının ve gerçekleştirdikleri 'faili meçhul cinayetler'in listesi yapılabilecek durumdadır. Özellikle 1994 ile 1996 arasında gerçekleştirilen ve 'mafya hesaplaşması' olarak sunulan bir dizi cinayetin bunlar tarafından işlendiği ortaya çıkmıştır.
Ve bugün Susurluk olayıyla birlikte ortaya çıkan diğer bir gerçek de, bu kontr-gerilla örgütlenmesinin polis yapılanmasıyla bağlantılı olarak oluşturulduğu ve parasal kaynaklarını yasa-dışı ilişkilerden sağladığıdır. Adına 'mafya' denilen yasa-dışı faaliyetlerden elde edilen paralar, gerçekleştirilen bir dizi öldürme eylemleriyle bu 'özel ordu'ya aktarılmaya çalışılmıştır. Bu da, Çatlı'nın 'mafya' olduğu ileri sürülerek kamuoyundan gizlenmektedir.
Yasa-dışı ilişkilerden parasal kaynaklar sağlayarak operasyonları finanse etme, FBI ve CIA'in klâsik yöntemlerinden birisidir. FBI ve CIA'in Amerikan 'mafya'sı ile kurduğu ilişkiler ve onları çeşitli anti-komünist faaliyetlerde kullanması öylesine uzun bir tarihe sahiptir ki, bu süreçte büyük deneyimler kazanmışlar ve yöntemlerini geliştirmişlerdir. Daha 1930'larda işçi sendikalarına yönelik saldırılarda polis (FBI) 'mafya'yı geniş ölçüde kullanmış ve pekçok grevin kırılmasında bunları kullanmıştır. Böylece kendilerinin ne denli 'yasalar'a saygılı olduklarını göstermişlerdir. Öte yandan, CIA, aynı yasa-dışı kesimleri Küba'ya yönelik saldırılarda ve komplolarda kullanmış ve bunların finansmanını bu kesimlerden sağlamıştır.
Bu konuda en popüler olay ise, yarbay Oliver Nord olayıdır.
Anımsanacağı üzere, Oliver Nord, Nikaragu'daki kontraların örgütlenmesinden ve finansmanından görevli bir Amerikan subayıdır. Nikaragua'daki FSLN iktidarına karşı oluşturulan kontralar, dünya kamuoyunun tepkisini çekmemek için Amerikan hükümeti tarafından doğrudan finanse edilmemiştir. Bunun için buldukları finansman yolu ise, uluslararası silah kaçakcılığı olmuştur. Amerikan ambargosu karşısında Irak'a karşı sürdürdüğü savaş için gerekli silahları uluslararası silah kaçakcılarından temin eden İran'a çeşitli Amerikan silahlarının yedek parçaları Oliver Nord tarafından satılarak büyük bir para sağlanmıştır. Bu parçalar, doğrudan Amerika'dan değil, İsrail üzerinden sağlanmış ve böylece Amerikan kamuoyunun, özellikle de basınının dikkatleri başka yöne çekilmiştir. Elde edilen parayla, yine uluslararası silah kaçakcıları aracılığıyla büyük oranda Sovyet yapısı silahlar alınarak Nikaragua'daki kontralara aktadırmıştır. Olay, bir süre sonra açığa çıktığında, Oliver Nord görevden alınmış ve yargılanmıştır. Ancak yine de Amerika'da Regan yönetimi tarafından 'ulusal kahraman' ilan edilmiştir.
Tüm bu olayların gösterdiği gerçek, Susurluk olayı ile ortaya çıkan ilişkilerin, birkaç kişinin kendi kendine kurdukları ve kendiliklerinden gerçekleştirdikleri ilişkiler olmadığıdır. Susurluk olayı ile ortaya çıkan ilişkiler, neredeyse FBI ve CIA'in el kitaplarında yazılı olanlara harfi harfine benzemektedir. T. Özal döneminde başlatılan polis teşkilatına ilişkin düzenlemeler, bu ilişkilerin başlangıcı olmuştur. T. Özal'ın MİT'in yanında polis teşkilatı bünyesinde bir istihbarat örgütü kurma girişimiyle başlayan ilişkiler, T. Çiller hükümeti döneminde polis içinde özel bir birimin kurulmasıyla tamamlanmıştır. Kimi basın organlarında açıklandığı gibi, bu özel örgüt, Amerikan FBI'dan örnek alınarak inşa edilmeye çalışılmıştır. Böylece, doğrudan hükümetin denetiminde faaliyet yürüten ve hükümetin illegal politik girişimlerini yerine getirecek özel bir örgüt ortaya çıkarılmıştır. Bu özel örgüt, 1993 yılında T. Çiller'in kararnamesini yayınladığı 'özel ordu'dan başka birşey değildir. Bu özel birimin yasal ve açık yanı 'özel harekat timleri' iken, yasadışı yanı, Susurluk olayı ile ortaya çıkan 'ölüm mangaları' olmaktadır. D. Perinçek'in 'Çillerin özel örgütü' olarak lanse etmeye çalıştığı bu örgütlenme, klâsik haline gelmiş karşı-devrimci bir örgütlenme tarzıdır. Dolayısıyla, herhangi bir kişiye ya da partiye ait bir örgütlenme değildir. İşlevi, devlet kurumlarının kendi yasallığını korumak zorunda kaldığı koşullarda -ki buna gizli faşizm dönemleri demek pek yanlış olmayacaktır-, yasal olarak ve yasallık çerçevesinde kalarak önleyemediği politik faaliyetleri ve politik ilişkileri tasfiye etmek ya da bu faaliyetler içindeki kişileri yok etmektir. 1980 öncesinde kitle hareketlerinin yükseldiği koşullarda doğrudan faşist milis örgütlenmeler aracılığıyla yerine getirilen bu işlev, günümüz koşullarında devlet içinde ve devlet tarafından örgütlenmiş bu tür özel örgütler aracılığıyla yerine getirilmektedir. Mehmet Ağar'ın istifa ederken söylediği gibi, bu örgütler 'binlerce operasyon gerçekleştirmişlerdir'.
Bugün ülkemizde herkesin üzerinde durması gereken, tepki göstermesi gereken nokta, kendisini 'hukuk devleti' olarak tanımlayan bir devletin bu türden gizli ve yasadışı örgütler aracılığıyla, hukuk dışına çıkmasının getireceği sonuçlardır. Böyle bir devlette, hiç kimsenin 'can güvenliği' kalmamıştır. Herhangi bir kesimin çıkarına gelmediği sürece, herkes devlet tarafından kurulmuş ve yönetilen bu yasadışı örgütün hedefi olmak durumundadır. Özellikle politik faaliyet içinde bulunan herkes, bu yasadışı örgütün hedefi olacaktır. Hedef olabilmek için, kişinin devrimci bir ilişki içinde olması bile gerekli değildir. Yaptığı herhangi bir açıklama ya da girişimin, bu örgüt yöneticileri tarafından benimsenmemesi ya da hoşlanılmaması bile hedef olmak için yeterli olacaktır. Bu da, siyasal iktidarların kendi keyfi yönetimlerini önemli bir muhalefetle karşılaşmaksızın sürdürmeleri için uygun bir zemin oluşturacaktır.
Bu koşullar altında, değil ilerici, devrimci bir politik faaliyet içinde bulunmak, mevcut hükümete muhalif konumda bulunmak bile, bireyler için önemli bir tehlike taşımaktadır. Bu tehlike, ister politikacı olsunlar, ister basın mensubu olsunlar, her türden düzen içi kurum ve kuruluş mensubu bireyleri kapsamasıyla, aynı zamanda, mevcut düzenin ne denli çaresiz ve tecrit olma koşulları içinde olduğunu göstermektedir. Özellikle küçük-burjuva aydınları açısından Susurluk olayı, tehlikenin ne denli ciddi olduğunu göstermektedir.
İster istemez, böyle bir tehdit ve tehlike altında bulunan bireyler için fazla bir seçenek bulunmamaktadır: Ya düzen içinde bile olsalar, siyasal iktidarla ters düşmeyi göze almayacaklardır; ya da bu tehlikeye karşı örgütleneceklerdir. Küçük-burjuva aydınlarının ve politikacılarının böylesine silahlı bir tehdite karşı örgütlenme yetenekleri yoktur. Bu nedenle, giderek pasifize olacaklardır. Onlar, böylesine bir yasadışı silahlı tehdite karşı kendilerini ve ülkeyi kurtaracak tek gücün silahlı devrimci örgütler olduğu gerçeğini kavramak zorundadırlar. Latin-Amerika'nın pek çok ülkesinde görüldüğü gibi, bu tür silahlı yasadışı devlet örgütlerine karşı, legal planda bir muhalefet hareketi başlatılamadığı sürece, küçük-burjuva aydınlarının ülke içinde varlıklarını sürdürmeleri olanaksızdır. Böyle bir muhalefet hareketinin, devrimci bir örgütle eşgüdümlü hareket etmediği sürece, etkili olabilmesi olanaksızdır.
Devrimci bir örgüt, böylesine bir tehdit altına giren bireyleri korumayı kendisine görev olarak veremez. Ancak, 1980 sonrasındaki her türlü kitle pasifikasyonu ve depolitizasyonunda özel bir görev üstlenmiş, dolayısıyla kitlelerin duyarsızlaşmasında önemli katkılarda bulunmuş ve kendilerini 'ilerici' olarak tanımlayan küçük-burjuva aydınlarının, tüm bu süreçte devrimci örgütlere yönelik düşmanca tutum ve değerlendirmelerinin kendilerini bu düzenin hedefi olmaktan kurtarmadığını söylemek zorundayız. Son on yıl boyunca, bu küçük-burjuva aydınlarının, Marksist-Leninistlere saldırmalarının ve toplumsal yozlaşmanın yaratıcıları olmalarının kendilerini kurtarmadığı ve ülkeyi düzeltmediği görülmek zorundadır.
Devrimci örgütler, her zaman, devletin her türlü yasa-dışı faaliyetleriyle yüzyüze olmuşlardır. Devletin her türlü zor aygıtı, her zaman devrimcilere karşı kullanılmış ve bunda hiçbir yasallık gözetilmemiştir. Devrimci örgütler, bu yasatanımaz güce karşı mücadelelerini sürdürürken, binlerce insanını yitirmiştir. Yapılan polis operasyonlarında devrimciler sorgusuz sualsiz katledilmiş, kaybedilmiş, işkencelere maruz bırakılmıştır. Bütün bunlar olurken, küçük-burjuva aydınları, ülkemizin demokratikleşmesini beklemiş ve katledilen devrimciler için 'onlarda silaha sarılmasalardı' diyerek operasyonları haklı ve mazur göstermeye çalışmışlardır. Ve Susurluk olayı ile, sıranın kendilerine de geleceğini ve gelmek üzere olduğunu görmüşlerdir. Artık son on yıldır devrimcilere yönelik düşmanca tutumlarının özeleştirisini yapmak zorundadırlar. Şeriatçılığın yükselişiyle karşı karşıya oldukları tehlikeyle birlikte, bu tehlike, kendilerini ne denli zor günlerin beklediğini göstermektedir. Artık Ahmet ya da Mehmet Altan'lar, M. Belgeler yahut 'II. Cumhuriyetçiler' de tehlike altındadır. Hatta hükümetin aldığı herhangi bir ekonomik kararı eleştiren ve eleştirisini sert biçimde açıklayan bir ekonomist bile tehdit altındadır. Ve hepsi görmek zorundadır ki, bu yasadışı devlet, ancak bir devrimle devrilebilir ve ancak bir devrimle demokratikleştirilebilir. Bunun dışındaki herşey hayaldir, bir aldatmacadır.
bana dönek demiş itin birisi
açığım neymiş sor hele hele
eli çatlamamış ayı irisi
sen bizim köylerden geç hele hele...
köylüden yanadır toprak görmemiş
viskiden gayriye dudak sürmemiş
ömür boyu serçe bile vurmamış
beni vuracakmış bak ite hele hele...
bir yığın kitabı yığmış önüne
sinek konsa korkar tatlı canına
hipi yosmasını almış yanına
pehlivanlık taslar gör hele hele...
yiğittir ölüsü dağlarda kalan
maraş'ta kalan, sivas'ta kalan, anadolu'da kalan
yiğittir yiğidin öcünü alan
soytarıdan yiğit olur mu ulan
ordu yıkacakmış ker hele hele...
bu herifin önü sonu ayandır
anlayana benim sözüm beyandır
senden korkan hayvan oğlu hayvandır
gel de mahzuni'yi vur hele hele...
artivinde diğer sosyalist halkların yaşadığı şehirler gibi devletin ikililk politikasından nasibini almıştır ARTVİN'DE DERSİM,TOKAT gibi yanlız kalmıştır iş olanğı yoktur halkı kanserle boğuşuyor ve devlet artivin halkına yardım etmiyor ve halkımız kanser denen bu vahşetten ölüyor KARADENİZ'DE en fazla kanserden etkilenne yer ARTİVİN'dir ayrıca geçen zamanlar içinde yitirdiğimiz karadeniz ve laz rak müziğinin sanatıçılarından sevgili KAZIM KOYUNCU'yu yitirdik onun katilide devlettir ama karadeniz direniyor artivinle artivin türüt yada diğer üç beş çapulcu tüccarın yeri yurdu değil artivin o yobaz btp başkanı ne ordunaryus profmudur nedir faşist katil HRANT DİNKİN katili haydar başmı nedir ne melametse işte ARTİVİN onda yada onun gibi faşistlerde sorulmaz KARADENİZ'de onun yada onlar gibi lerinin yeri yoktur yozlaşmış sanat ve geri kafalılıklarını ARTİVİNİ'mizden çeksinler
Ayrıca ceylen derisi koltuklkar almaya parası yetn devletin nedense karadenixde artivin gibi kanser hastalığının yoğun olduğu yerler bir KANSER ARAŞTIRMA MERKEZİ yapmaya gücü yetmiyor fatih terim denen bir densize ayda 145 MİLYAR vermey gücü yetiyor neyse başımızı yobazlar sardı! ! ! ! ! ! ! ! ! ! .....
ARTİVİN KARADENİZİN'DE ESEN BİR FIRTINADIR BİR (KAZIM KOYUNCUDUR)
Kahpe şarkışla DENİZE ihanet ettiği için hesabını devrimin hesap gününde ikimisli ve daha fazla ödeyecksin halkıdır satan unutmasınlar bu dalga asırlarca milyonlarca yıl hep çoşkuyla hep haykırdı
Baris Manço Fransa’da bir televizyon kanalinin canli
yayinina konuktur…
Küstah bir spiker vardir ve Baris Manço ile dalga
geçmektedir…
Sürekli, “iste Türk, yani barbar, vahsi vs…”
demektedir…
Baris Manço daha fazla dayanamaz ve spikere
“yaninizda kâgit para var mi? ” diye sorar!
Bu soruya spiker sasirir ve “evet var ama n’olacak”
der…Baris Manço israr edince spiker cebindeki kâgit
paralarý çikartir…
Bu olaydan az önce Baris Manço canli yayinda
“Anahtar” adlı sarkisini söylemiştir…
Bu sarkinin bir bölümü söyledir:
“Bes Akif- bir Saat Kulesi, iki Kule-bir Fatih, bes
Fatih-bir Mevlana, iki Mevlana-bir Sinan”
(Baris Manço / Anahtar sarkisi / Darisi Basiniza
Albümü / 1992)
Bu sarki bir matematik sorusudur ve sarkida adi geçen
kisiler o dönemdeki
Türk parası olan banknotlarin arkasinda fotografi
olan kisilerdir…
Baris Manço spikere sorar: “Bu paranizda fotografi
olan kisi kim? ”
Spiker:”General…….” Baris Manço diger paralardaki
fotograflari olan
kisileri de sorar, spikerin verdigi cevaplar hep
aynidir,
“General…….”, “Amiral………..”, “Komutan………….”
Spikerin bu “falanca General, falanca Amiral, falanca
Komutan” cevabý ndan sonra,
bu sefer de Baris Manço cebinden Türk paralarini
çikarir… Spikere der ki:
“Bu parada fotografi olan kisi Mehmet Akif Ersoy’dur.
sairdir…
Bu fotograftaki kisi Mevlana’dir. Düsünürdür…
Bu paradaki fotografi olan kisi Fatih Sultan
Mehmet’dir. Adaletin sembolüdür…
Bu paradaki kisi ise Atatürk’tür. “Yurtta baris,
dünyada baris” diyen kisidir…
Bizim paralarimiz bunlar… Biz Türkler ince ruhlu,
kibar, medeni insanlar
olduğumuz için paralarimizin arkasına
“sairlerimizin”,
“düsünürlerimizin”,”bilim adamalarimizin”
fotograflarini bastik…
Siz Fransizlar kendiniz barbar, vahsi oldugunuz için
paralarinizin arkasina hep savas
Adamlarinin fotograflarini basmisiniz! ” der…
Baris Manço’nun bu müthis cevabindan sonra televizyon
yöneticileri
Canli yayini keserler ve spikeri programdan alırlar,
baska bir spiker yerine
gelir ve canli yayin yeniden baslar, yeni spiker
Baris Manço’dan ve
Türklerden özür diler, programa böylece devam eder…
İşçi sınıfının “Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü” olan 1 Mayıs ile aynı hafta içinde, İstanbul üniversitelerinde devrimci gençliğe yönelik saldırılar gündemi yoğun bir şekilde meşgul etti. “Türk Solu” dergisi çevresi ve arkasındaki ADKF’li (Atatürkçü Düşünce Kulüpleri Federasyonu) öğrenciler, bu saldırgan tutumlarıyla, aslında uzunca bir süredir sol hareket içinde yayılan bir hastalığın tekrar tartışmaya açılması için de bir zemin yaratmış oldular.
Bu hastalığın adı Kemalizmdir ve özünde Türkiye burjuvazisi ile devlet bürokrasisinin tarihsel ve ideolojik bir argümanıdır. Türkiye kapitalizminin kendine özgü tarihsel gelişimi içerisinde sivil ve askeri bürokrasinin ulus-devleti kurma ve burjuvaziyi yaratma hedefinin idelojisi olan Kemalizm, kimi zaman “kızıllaşarak” sol kılıflara bürünmeyi de ihmal etmiyor.
Bugünün “sol” Kemalizmi, sermayenin küresel saldırıları karşısında sınıf mücadelesinin yerini ulusal mücadelelere terk ettiği yalanına dayanmaktadır. Bu görüş temelinde, anti-emperyalizm kavramı anti-kapitalist içeriğinden tamamen ayrılmaktadır. Yine bu görüşler temelinde Irak halkını yıllardır acımasızca ezen Saddam gibi bir diktatör bir anda anti-emperyalist mücadelenin önderlerinden birisi haline gelebilmektedir.
Ezen ulus milliyetçiliği ve şovenizm, Türkiye burjuvazisinin resmi ideolojisidir ve bunun resmi literatürdeki adı da Kemalizmdir. Kelimenin tam anlamıyla küçük-burjuva milliyetçiliğinden başka bir şey olmadığından, Kemalizmin veya Atatürkçülüğün sosyalizmle ya da sol hareketle hiçbir bağlantısı yoktur!
Politik olarak gerici bir karakter taşıyan bu anlayışın savunucuları arasında Doğu Perinçek’in İP’i (İşçi Partisi) başı çekmektedir. Zaten ADKF denilen oluşumlar da, İP’ten ayrılan kişilerin kurduğu bir yapıdır ve devrimci hareketin çok iyi tanıdığı bir sima olan Perinçek ne ise, ADKF’de odur! Bu anlamda ADKF denilen çetenin ve Türk Solu dergisinin teşhir ve tecrit edilmesi devrimci hareket açısından bir zorunluluktur.
Hal böyleyken, sol adına hareket edenlerin milliyetçi-ulusalcı bir çizgiyi savunmalarını anlamak son derece zordur. Türkiye solu pek çok politik sorunda aynı yanlış tutumu göstermiş ve defalarca burjuvazinin gerici kanadının kuyruğuna takılmaktan kurtulamamıştır.
Burjuvazinin uluslararası sermayeye entegrasyon çabalarına veya bizzat ordunun ve MİT’in destekleyip organize ettiği İP, ADKF gibi gerici örgütlenmelere, küçük-burjuva milliyetçi solculuk anlayışından kopmaksızın tutarlı bir cevap vermek mümkün değildir. Ve bu yapılmadıkça başarıya ulaşma şansı da yoktur.
Burjuvazinin ve onun devletinin Irak’ın emperyalist işgali karşısında ve AB’ye giriş sürecinde kilit bir rol oynayan Kürt Ulusal Hareketine yönelik gerici ve şöven tutumu, politik arenada ifadesini Kemalizm olarak bulmaktadır. Bugünün Kemalizmi burjuvazinin en gerici kanadının ideolojisidir.
Örneğin 1974’te Kıbrıs’ın işgalini faşist Yunan cuntasını devirmek adına destekleyip, her iki Körfez savaşında da ABD emperyalizmine karşı çıkmak adına Saddam’ın “anti-emperyalist” mücadelesini savunmak, tipik bir küçük-burjuva milliyetçi anlayıştır. Keza küreselleşen dünyada liberallerin “ulus-devletler bitiyor” teranesine inanıp burjuva ulus devleti savunmaya başlayanlar da, sermayenin özelleştirme saldırısına karşı işçi haklarını savunmak yerine devletçiliği savunanlar da, IMF-WB-WTO gibi sermayenin uluslararası kurumlarına karşı kapitalist burjuvazinin ulusal egemenliğini öne çıkarıp “Bu memleket bizim! ” sloganları atanlar da aynı anlayışın ürünüdürler.
Ciddi bir sol örgütlenmenin olmadığı koşullarda, sol görünümlü Kemalist gericiler üniversitelerde at oynatmaya cüret ettiler ve karşılığını aldılar. Ancak sadece fiziksel karşı koymalarla ne faşistler ne de ADKF benzeri devlet eliyle kotarılan gerici yapılanmalar şimdiye kadar üniversitelerden sökülebilmiştir. Kaldı ki, devrimci mücadelenin üniversitelere hapsedilmesiyle bir yere varılamayacağı da açıktır.
Türkiye sol hareketinin ve devrimci Marksistlerin görevi, öğrenci gençliğin Marksist temellerde eğitilmesi ve sosyalizm mücadelesine kazanılmasıdır. Komünist bilince sahip olmadıkları ve tutarlı, sağlıklı örgütlenmeler içinde yer almadıkları sürece öğrenci gençlikten bu tür gerici örgütlenmelere karşı tek başlarına mücadele etmeleri beklenmemelidir.
Devrimci bir gençlik hareketi devrimci bir işçi hareketi olmadan varolamaz! Faşizme karşı mücadelenin de, üniversitelerdeki gerici örgütlenmelerin dağıtılmasının da, özgür ve demokratik bir üniversite ortamının yaratılmasının da tek garantisi işçi sınıfının örgütlü mücadelesidir. Milliyetçiliğin ve şövenizmin tek panzehiri proletarya enternasyonalizmidir!
Kemalizmin ve Küçük-Burjuva Milliyetçiliğin Gericiliğine Karşı, Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi!
TÜRK SOLU DİYE BİR ŞEY YOKTUR EVRENSEL SOL VARDI BU DERGİ DÜPE DÜZ FAŞİST
O korku vardı hep çıkılan yolda
O korkusuzluk vardı
Suyun su olduğu günden beri akardı
Biri can verip aydınlatır
Diğeri boğar ve yakardı
Yaşamın her dönüm noktasında
Bir ileri bir de geri
Atılan adımlar gibi alçalma ve yücelme
Atılan adımlar gibi
Büyüme ve küçülmeydi adı
Biri sevgi olup yapardı
Diğeri öfke olup yıkardı
O korku vardı hep çıkılan yolda
O korkusuzluk vardı
Geceler güvensizdi
Gökyüzünde soluklar tükenirken
Ay sevinçsizdi
Bir şey vardı sanki hep yarım kalan
Bir anı ya da bir düş gibi
Uzak Uçurumlarda sessizce sallanan
Yıllardan beri canlı tutulan ateşler
Söndürülürken yüreklerde birer birer
Kim yakacaktı
Uğrunda ölünen o büyük ateşi kim
Daha gün batmadan
Karartılan günlerin rengini
Gün doğarken
Kim haykıracaktı mor bahçelere kim
Kim ağlayacak
Kim gülecekti tüm güzellikler adına
Kim sevecek
Kim dövüşecekti
Kim takacaktı ölürken
Ölümsüzlüğü gül diye yakasına
Kışın kar açıp
Çiçek olacaktı buz sarkıtan dallarda
Yazın güneş açıp
Gelecek olacaktı ufuklarda kim
Bir yıldız vardır hani
Bütün yıldızlar içinde der Homeros
Ne kopmuştur hiç bir zaman
Kök saldığı kutsal yerinden
Ne de boyun eğmiştir
Ölüm kuşan hiç bir karanlık önünde
Nasıl susulursa
Bin yıllık zamana karşı okyanus dilinde
Aynen öyle parlamıştır
Tüm gecelerin gökyüzünde
Aynen öyle
Notaların tören tören canlanıp
Dile geldiği günden beri
Hiç bir senfoni bulamadı bu sesi
Bulamadı sarayların görkemli sütunlarında
Hiç mi hiç bestelenmeden
Ve seslendirilmeden yaşandı zindanlarda
Hücreler senfonisiydi adı
Yaylı sazlar: Demir parmaklıklar
Ve demir kilitli demir kapılar
Vurmalı sazlar: Taş duvarlar
Ve taş katılığında kör baskılar
Üflemeli sazlar: Şafakta idamlıklar
Ve direnen tutuklular
Erkekler kadınlar duvarlar ve ufuklar
Yıldızlar içindeki o yıldızın
Ölüme ve ölümsüzlüğe doğru
Akışıyla başlıyordu hep birden uçuşarak
Ardından diğer bütün notalar
Ki maviliklerde süzülen kuşlar
Kurtuluş savaşında
Kurşuna ve saza vurulan türküler
Fransız ihtilalinde
Sürgüne ve giyotine gidilen marşlar
Ve bir nice kızıl meydanda
Yankılanan uğultular - uğultular
Sonra güneşe gönderilen
Özgürlük renkleri peş peşe
Ve fethedilerek
Ağızdan öpülen enginler - enginler
Ey halkımın demir kazık dediği
Yıldızlar içindeki soylu yıldız
Varsın onlar söndü bilsinler seni
Bulutları delerek saldığın ışıklar
Ki bin renkli gelenek üzre
Balkıyıp çoğalıyor şimdi
Susmayan bir hücreler senfonisinde
Kentlerin en yumuşak sessizliğinde
Bildiriler düşüyor artık
İnsanların yüreğine yağmur taneleriyle
Gök gürlemeyince yer gülmez
Gök gürlemeyince yer gülmez diye
Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) , Aydınlık çevresinin kurduğu partilerden biri. 21 Mayıs 1969 tarihinde kurulan partinin genel başkanı Doğu Perinçek'ti. Partinin ilk kadroları arasında Cüneyt Akalın, Ömer Madra, Bora Gözen, Hasan Yalçın, Halil Berktay, Gün Zileli, Oral Çalışlar, İbrahim Kaypakkaya, Atıl Ant, Ferit İlsever ve Nuri Çolakoğlu bulunuyordu. Daha kuruluş aşamasında silahlı mücadeleye yaklaşım konusunda parti içinde görüş ayrılıkları belirdi. Bu tartışmalar sonucu önce Garbis Altınoğlu partiden ayrıldı. Partinin Doğu Anadolu Bölge Sorumlusu İbrahim Kaypakkaya ve onun çevresinde bulunan bir grup Nisan 1971'de parti çizgisine yönelik eleştiriler getirdiler. Bu sürecin sonucunda Şubat 1972'de 'DABK Kararı' adıyla bilinen bir bildiri yayınlayan parti muhalefeti partiden ayrıldı ve daha sonraki süreçte Türkiye Komünist Partisi / Marksist-Leninist (TKP/ML) adlı örgütü kurdu.
12 Mart darbesinden sonra tutuklanan parti yöneticileri, Ceza Kanunu'nun 141. maddesine göre mahkum edildiler. Ancak 1974 yılında aftan yararlanarak serbest kaldılar. Önce Saçak isimli bir yasadışı yayın, sonra da Halkın Sesi dergisini yayınladılar. TİİKP'nin 9-10 Eylül 1977'de yapılan parti kongresinde yasal parti kurma kararının alınmasından sonra partinin adı Türkiye İşçi Köylü Partisi (TİKP) olarak değiştirildi
men senin bu emellerde mec duzum
men ne diyim daha sana yoktur sözüm
sirsü köpünden su içmiyür gözüm
cinlere şeytanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
ağzını da afiyete açıp gelmişen
gözlerin yine hortlatıp gelmişen
sanki cehennemden kaçıp gelmişen
divlere hortlanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
senin de düşüp maral bana qolqhe
gurey dunel de ayav bana qolqhe
vunedi vurmussan kulagına qolqhe
naxışlı fincanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
ne var gene kaç kabağı dökmüşen
pencegül zırılıp ziyan çekmişen
parça takmayıp klonke tikmişen
zalehli şirvanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
şirvandan vererem sana payeşen
döne niyee dağlun olur zayeşen
kaş kabagun yerler gezir ayeşen
pankrot tükkanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
hoyura abes taşbakalip takmizan
yüz gözüne pudra filan yakmizan
gece yari yatirip işine bakmizan
ordaki cananlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
söz diyirem el bi üzbe tutulsan
kim olduğunu sen erden unutursan
yol gedende kız kimi vücudursan
bardaki ceyranlara benziyirsen (bar ışıkları)
ecaib heyvanlara benziyirsen
ne hak sükle eyliyirsen ağrıma
bakma benim üst başıma zarıma
seni gördüm askerlik düştüm ya'dıma
ordaki türbanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
askerlikte yoksa sen kacax idun?
geceleri dimagini oyagidun?
överdim seni seyit uşax idun
indi pehlivanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
günde bi okka bir iş yönetirsen
her gün içirsen alkhaslık edirsen
gece de eve sürüne sürüne gelirsen
gare sohulcanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
elşen içti senin evin yıkıldi
bu yanlarda kazım suyu sıkildi
zaman yaşta ızma zurüş zıkıldi
solmuş badimcanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
gösteremem mugla sayak gedirsen
eh sana hamadan kabak getirsem
herdem ustten yarah edirsen
üzde mi selmanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
senin de batıl di oruç namazın
hıçkırısan tutulmiyir boğazın
mikrofonsuzda gür çıhir avazun
lan kumar satanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
namık hulop buyururdu seni
qlormiyi la uydurup du seni
qlormiyi yama vurudrup seni
besnemiyidi uydurup du seni
sen jön arkhamanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
ehsqen senin de amma gazun var
sözün yok tek sarhoş ağuzun var
ne iş kurdun var ne de kitazun var
giydirme şampanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
axsine nazi şahan meyle dilleşi
daha da işe firmamız özelleşi
boyzan boy uzanım belinde fok belleşir
pastelli tarzanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
senin görmüşüm güya pir yatmidi
ala bulati yüzünde şahlatirdi
bir özbe bak bir başın pahladırdi
bir özbe bak başın hivarlahmidi
51 ekranlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
vatoz matos mudur nedir çıktı ceketinden
ben ne edüm senün pis ceketinden
burnun bir meter çıkıyir süveterinden
mahsulu deryanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
100 kiloya yakın kadar taşmıssan
tartilmişsan lan yaramaz aşmisan
tus kalmıyor başında dazlaşmışan
kapaxsız kazanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
ay ahqsin ezilirsen, bükülürsen
sen kılaf ayak üste sökülürsen
özün benden 5 metir dökülürsen
rezilsiz tumanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
samanlıkta senin olmiyur tayın
köhlenmişsen ay ayshen cıkıpta uyun
gedip de bi halin kalir vayvayun
zursunsuz divanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
senin de ahqsin olmuyor benzerin
amma bugün bağlanicak dertlerin
senin jet tabanindan gelir derün
islanmış yorganlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
ne varsa üstüme mirildiyirsan
sanki pasaxlisin cirildiyirsan
sesin de çikmiyor hirildiyirsan
başsız alışkanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
yemehli parmaginla siyirirsan
gözün üste sol göz arka kayirirsan
hele ki saçını ortadan ayirirsan
indiski oğlanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
işitmiyirsen kulağın pratezdür
üstelik bir ayağın pratezdür
hem de dişin damağun pratezdür
yığılma kalvanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
Zaza gençliği ayağa kalkalım mücadele saftlarında sosoyalizme geçişi hızlandıralım bu nedenle savaşımız sosyalizme geçmektir bizleri kürt sayanlara cevap olarak zaza olduğumuzu duyuralım bizleri kürtler kendi kuyrukları olarak görüyor bu nedenle temel hedef olarak hak ve özgürlüklerimizi ve kayıp olan tarihimizi kurtaralıM DERSİM,ERZİNCAN, BİNGÖL dışındada ZAZA'LARIN olduğunu ve hatta ileri gidersek zazaların gürcistan kars sınırında da olduğunu anımsatmalıyız bu ulusun kürtle in lehçesi olmadığını ispatları için temek direktifler için çabalamalıyız
Bu nedenle diyorikim zaza gençliği ayağa kalksın artık suskunluk dursun zaza deyince kürt anlaşılmasın unutmayalımkİ ZAZA'lar anadolu topraklarındaki yaşayan uluslar arasındaki 3.büyük ulustur 6,5 milyon insanla zazalarda vardır
Kürt toplumu köylerdeki kapalı hayatını sürdürüyor hala metropollerde içine kapalı muhafazkar bir hyat sürüyor oysa zaza toplumu şehirlere uyum sağlay bilmiştir bu durum kürtlerde yoktur bu nedenle GENÇLİK HAREKETE DURMAYAN DEVRİMCİ ERLERİZ
Kaypakaya'nın ölümünün üstünden nerdeyse 35 yıl geçti hala ibrahim kaypakkaya dosyası açılmadı güya 68-78 dernekleri bu dosyayı açılması için çaba harcıyormuş ama bunun bir yalandan öteye geçemdiği açık bir şekilde ayan beyan ortadır.
Sanki ibrahim kaypakkaya insanlık için bir tehlike unsuruymuş gibide hiç gündeme getirilmiyor buna örnek bir televizyon kanalında hatırla sevgilim adında bir dizi var ve o dizide mahir çayandan deniz gezmişe kadar herkez bu dizide vardı fakat o devirlerde küçümsenmeyecek kadar büyük bir kitleye sahip olan ibrahim kaypakkya niçi dizde lanse edilemdi öyle birşeyki 68 den 72 anlatıldı fakat nasıl olduda 72 den 78 ve kanlı 1 mayıs'a geçildi buda ilgimide çekmdi desem yalan olurdu ve çok komik olan 12 eylül o kadar basit ve normal anlatılıyorki inanmak çok saçma
Ne diyelim diziyi yazanın geçmişte halkın kurtuluşçusu olmasıdır herhalde rezilik bir değil ibrahimi atladıkları yetmezmiş gibi birde dizideki safsaklar devrimcileri romantik olarak gösteriyor.deniz gezmiş asılırken son sözleri hadi eyvalahmış bir komedi ise deniz gezmiş hemen dar ağacında can vermiş nasıl olurda deniz gezmişin ipte 55 dk can çekişerek öldürüldüğünü anlatmazlar
Bukadar tarihsel gerçekleri çarpıtmaya ben ancak HATIRLAMA SEVGLİM DERİM
F Tiplerinde bir ölüm:
Kuddisi Okkır:
İnanmak istemeyenlere bir kanıt daha:
Tecrit Ölümdür
Tecritte bir ölüm daha yaşandı. Fakat bu ölüm diğerlerinden farklıydı. Bu ölüm burjuva basının bir kısmında kendine genişçe yer buldu, bu ölüm üzerine CHP mecliste soru önergesi verdi, kimi köşe yazarları bu ölümü köşelerine taşıdılar.
F Tipi hapishaneler ve tecrit uygulamasının yaşamını aldığı kişi, 'Ergenekon operasyonu' kapsamında gözaltına alınan Kuddusi Okkır'dı.
Fakat Okkır'ın ölümünü gündeme getirenler, F Tipi hapishane ve tecrit gerçeğini yine görmezden gelmeyi sürdürmüştür.
Okkır'ı Öldüren F Tipi Hapishaneler ve Tecrittir
Kuddusi Okkır, 13 ay önce gözaltına alındı ve 23 Haziran 2007'de tutuklanarak, Tekirdağ F Tipi Hapishanesi'nde tek kişilik bir hücreye konuldu. Henüz hakkındaki iddianame bile ortaya çıkmamışken, kaldığı hücrelerde rahatsızlandı ve 'hastalıktan tahliye edildiğinde' o artık hemen hemen ölü durumdaydı.
Tekirdağ F Tipi Hapishanesi'nde Temmuz 2007 ve Mart 2008 tarihleri arasında 9 kez rahatsızlandığı için revire çıktı, fakat ilaç tedavisi uygulanarak geri hücresine gönderildi. Okkır'a, rahatsızlıklarının sürmesi üzerine götürüldüğü hastanelerde 'sinüzit' tanısıyla, sonra 'ağır deprasyon' ve daha sonra da 'zatürree' teşhisiyle, en sonunda da böbrek yetmezliği teşhisiyle tedaviler uygulandı. Hastaneye yatırılmadı, ilgilenilmedi, yüzeysel teşhislerle ilaç verilip gönderildi.
En son Edirne Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde 29 Mayıs'ta biopsi yapıldı ve kanser olduğu anlaşıldı.
Okkır'ın yaşadığı bu süreç; F tipi hapishanelerin rutin uygulamasıdır. Sadece Okkır için geçerli değildir.
Örneğin, Tekirdağ 1 No'lu F Tipi Hapishanesi'nde bulunan Salih SEVİNEL isimli tutsak 2005 yılında kalp krizi geçirdiği halde, kaldırıldığı revirde ağrı kesiciler verilerek hücresine geri götürülmüş, tutsakların kapıları dövmeleri, tedavi talepleri cevapsız bırakılmış ve kalp krizinden ölümüne neden olunmuştu.
Okkır da, tutuklu ve hükümlülerin rahatsızlandıklarında hastanelerde nasıl bir muamele ile karşılaştıklarının basına yansıyan son örneği oldu.
Okkır'ın yaşadıkları, ancak bu devletin tutuklu-hükümlülere yönelik politikaları ile açıklanabilir. Onlar hastanelerde çoğunlukla kelepçeleri açılmadan muayene edilir ya da muayene de edilmeden, bir de üzerine askerlerin, gardiyanların saldırısına maruz kalarak geri hapishaneye getirilirler.
Kimi doktorlar devletin politikasına uygun olarak tutuklularla ilgilenmezler, duyarlı doktorların ilgilenmeleri ise, sevk subayları tarafından engellenir.
Okkır'ın hastanelerde gördüğü muamele bu politikalardan bağımsız açıklanamaz. Örneğin, eşi, Kuddusi Okkır'ı Bayrampaşa Hapishanesi'nde görmeye gittiğinde karşılaştığı manzara durumu özetlemeye yeterlidir. Şöyle anlatmaktadır; 'koridorun bir köşesinde, yerden 5 parmak yüksekliğinde pislik içinde bir sedyede, saçları kazınmış, bıyıkları kesilmiş, gözleri tavana bakar, bilinci yarı kapalı, tanınmayacak bir halde' idi.
Tecritte Kansere Yakalandı
Tekirdağ F Tipi Hapishanesi'ne girişte yapılan muayenede bir rahatsızlığı yoktu. F Tipi hapishanede hücreye atıldı ve tecrit edildi. Kanser hastalığına tecrit hücresinde yakalandı.
Bugüne kadar hücreler üzerine çok şey yazıldı, anlatıldı. Bilimsel raporlar yayınlandı. Ortak sonuç, tecritin öldürdüğü gerçeği idi.
Kuddusi Okkır'ın ölümü de, tecritin ölüm olduğunu bir kez daha gösterdi.
Fakat dikkat edilirse, Okkır'ın ölümü üzerinden en fazla tartışılması gereken, F Tipi hapishaneler ve tecrit gerçeği, burjuva basında görmezden gelinmeye devam ediliyor.
Okkır'ın ölümüne sayfalarında yer verenler de, tecrit gerçeğini tartışmamaya özen gösteriyorlar.
Çünkü, tecrit hapishanelerinin hayata geçirilmesinde hepsinin sorumluluğu vardır. Çünkü, Okkır'ın ölümü üzerinden AKP'ye muhalefet ederken bile, devrimcilere karşı F Tipi hapishanelerin kullanılmasından yanadırlar.
Fakat, Okkır'ın ölümü karşısında Adalet Bakanlığı'ndan açıklama isteyenler, muhalefetlerinde samimi iseler, gerçekten Okkır'ı öldüren gerçeklerin peşine düşmek istiyorlarsa, tecrit gerçeğini tartışmak zorundadırlar.
Ve elbette, tecritin hapishanelerde ilk aldığı can Okkır'ın canı değildir. Bugüne kadar salt tecrite karşı mücadele sonucunda 122 kişi yaşamını yitirmiştir. Bunun dışında da, bunalıma girerek intihar edenler, hastalanarak yaşamını yitirenler de mevcuttur. Yine, henüz yaşamını yitirmemiş olup her an aynı sonuçla karşılaşabilecek olanlar vardır.
122 Ölüm De Bu Hapishane Politikası Sonucunda Oldu
Bu ülkenin generallerinin yargılandığı Ergenekon operasyonunda tutuklanan Kuddusi Okkır'a bu muameleyi yapanlar, düşünün ki, bu düzene karşı mücadele eden devrimcilere neler yapmazlar?
Bu sorunun cevabı F Tipi hapishanelere karşı direnişte yaşamını yitiren 122 ölümde vardır.
122 ölümün dışında da, bir çok tutsak Kuddusi Okkır'ın hastalığını teşhis etmeyen hastanelerde, zorla müdahale işkencesi altında sakat bırakıldılar. Hapishanelerdeki saldırılarda yaralanan tutsaklardan tedavileri yapılmadığı için kalıcı sakatlıklar yaşayanlar, uzuvlarını kaybedenler oldu.
F Tipi hapishanelere karşı devrimci tutsakların direnişlerini karalayanlar, direnişleri nedensiz gibi göstermek için F Tipi hapishane propagandası yapanlar, Okkır'ın ölümü için ne diyorlar?
Örneğin, F Tipi hapishanelerin reklamını yapan Tuncay Özkan generallerin de 'lüks otel odalarında' kaldıklarını söyleyebilecek mi, ya da örneğin Okkır'ın lüks otel odasında yaşamını yitirdiğini mi iddia edecek?
Oysa 122 ölüm; tutsakları teslim almak için düzenlenmiş bu tecrit politikasına, ölüm hücrelerine karşı direnişte yaşandı. Tutsakların direnişleri karşısında F Tipi hapishaneleri savunanlar, ölüm hücrelerini savunuyorlardı.
TAYAD'lı Aileler;
'Yeni Ölümlere İzin Vermeyelim'
Tutuklu Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği (TAYAD) 8 Temmuz'da yaptığı 'Kuddusi Okkır ve Sekiz Yıldır Duymazdan ve Görmezden Gelinen Hapishane Gerçeği' başlıklı açıklamada, Okkır'ı öldürenin devletin hapishane politikası olduğunu anlatarak, halen hapishanelerde tedavileri yapılmayan tutsaklardan bazılarının isimlerine yer verdi.
'... bu trajediyi sadece Kuddusi Okkır ve ailesi yaşamıyor' denilen açıklamada, F Tipi hapishanelerde bu trajedilerin her zaman yaşandığı ve bir çok tutsağın tecrit sonucunda ağır hasta durumda olduğu vurgulandı.
TAYAD açıklamasında yer alan ağır rahatsızlıkları olan tutsakların isimler şöyle;
- Edirne F Tipi'nde, Enver YANIK beyin ansefalisi yüzünden sürekli baygınlıklar geçirmektedir. Tahliye edilmesi ve tedavi edilmesi gerekirken, mahkemelere bile hücreli ring aracına konularak getirildiği için hastalığının ağırlaşmasına neden olunmaktadır.
- Edirne F Tipi'nde Ali Osman KÖSE ağır bir tansiyon hastasıdır. Doktor raporu olmasına rağmen 8 yıldır tek kişilik hücrede tutulmaktadır.
- Sincan F Tipi'nde Erol ZAVAR, mesane kanseridir ve 17 kez ameliyat olmuştur. Ama ağır sağlık durumuna rağmen tahliye edilmemektedir.
- Sincan Hapishanesindeki Hüseyin ÖZARSLAN Hepatit C hastalığı olmasına rağmen hastane sevklerinde bin bir türlü zorluk çıkarılmakta, adeta sevkler işkenceye çevrilmektedir.
- Kandıra F Tipi'nde Ufuk KESKİN Tip 1 Diabet hastasıdır. İnsülün bağımlısıdır. Ve tecrit hücrelerinde hemen her hafta ağır şeker komasına girmekte, hastaneye her götürülüşü ancak uzun uğraşlarla sonucunda mümkün olmaktadır.
- Tekirdağ F Tipi'nde Hasan Tahsin AKGÜN, daha önce ağır psikiyatrik rahatsızlık geçirmesine ve doktor raporu olmasına rağmen tek kişilik hücrede tutulmaktadır.
- Edirne F Tipi'nde Kemal AVCI'nın sürekli rahatsızlanmasına rağmen durumuna halen teşhis konulmamıştır.
'Bu örnekler saymakla bitmez' diyen TAYAD'lı Aileler, 'Kuddusi OKKIR sadece bir örnektir. Yeni ölümlere izin vermemek bizlerin ellerindedir' dedi.
TAYAD'lı Aileler yaptıkları açıklama ile, Elbistan Hapishanesi'nde işkenceye maruz kalan A. Muttalip Arslan'ın can güvenliği sorunu olduğunu belirttiler.
Açıklamaya göre, Elbistan Hapishanesi'nde siyasi tutsaklarla ilişki kurmak isteyen A. Muttalip Arslan'a Kasım 2007'de başında 1. Müdür Osman Demirel ve başgardiyan Kemal Kılıç'ın bulunduğu bir grup gardiyan tarafından saatlerce işkence yapıldı. İşkence sonrasında dondurucu soğuğa rağmen üstüne su dökülmüş şekilde 10 gün yataksız, çıplak beton üstünde yatırıldı. Sonraki günlerde, hapishane idaresinin yönlendirmesiyle faşist olarak bilinen tutukluların öldürme girişimine maruz kaldı.
Yaşadıkları üzerine A. Muttalip Arslan savcılığa suç duyurusunda bulundu. Savcılık, Aslan ve ailesinin ısrarlarına rağmen hapishane idaresini dışında tutarak sadece bir kısım saldırgan hakkında dava açtı.
TAYAD'lı Aileler, bunun 'hapishanelerde nasıl bir yönetim anlayışının olduğunun çarpıcı bir örneği' olduğunu vurgulayarak, Adalet Bakanı'nın bizzat bilgisi olan bu olayda, Arslan'ın karşılaşacağı herhangi bir baskı, işkence veya can güvenliği sorunundan yine Adalet Bakanlığı'nın sorumlu olacağını belirttiler.
İZMİR- İzmir Barosu Yönetim Kurulu, Ankara Ulucanlar Cezaevi'nde meydana gelen olayları değerlendirdi. İzmir Barosu Başkan Yardımcısı Ahmet Okyay, baro adına yaptığı açıklamada, Ankara Ulucanlar Merkez Kapalı Cezaevi'nde meydana gelen ve 10 kişinin ölümü ile sonuçlanan olayları 'katliam' olarak değerlendirerek, 'Hiçbir gerekçe, dört duvar arasında bulunan kişilerin öldürülmesini haklı gösteremez' dedi.
Diger cezaevlerinde endişe
Olay sırasında ölen tutuklu ve mahkumların otopsilerinde avukatların hazır bulunma taleplerinin reddedilmesinin, soruşturma bakımından kamuoyunda kuşkulara yol açtığı belirtilen açıklamada, 'Olayın gelişimi ve yarattığı infial, olağanüstü bir durumla karşı karşıya bulunulduğunu göstermektedir. Siyasi tutukluların kaldığı diğer cezaevlerinde de devam eden eylemlerin, Ulucanlar'daki yöntemle bastırılmasından ciddi endişe duyulmaktadır' denildi.
'Sorumlular soruşturulsun' Açıklamada, yetkililer hakkında idari ve cezai soruşturma başlatılması, olaya karışan kamu görevlilerinin görevlerinden uzaklaştırılması, adli soruşturmanın lüzumu muhakeme kararı alınmaksızın doğrudan yapılması, soruşturmanın tüm aşamasının aleni olması ve özellikle otopsi işleminde avukatların hazır bulunmasının sağlanması, sorunların hukuka uygun olarak çözümlenmesi istendi.
İZMİR- İzmir Barosu Yönetim Kurulu, Ankara Ulucanlar Cezaevi'nde meydana gelen olayları değerlendirdi. İzmir Barosu Başkan Yardımcısı Ahmet Okyay, baro adına yaptığı açıklamada, Ankara Ulucanlar Merkez Kapalı Cezaevi'nde meydana gelen ve 10 kişinin ölümü ile sonuçlanan olayları 'katliam' olarak değerlendirerek, 'Hiçbir gerekçe, dört duvar arasında bulunan kişilerin öldürülmesini haklı gösteremez' dedi.
Diger cezaevlerinde endişe
Olay sırasında ölen tutuklu ve mahkumların otopsilerinde avukatların hazır bulunma taleplerinin reddedilmesinin, soruşturma bakımından kamuoyunda kuşkulara yol açtığı belirtilen açıklamada, 'Olayın gelişimi ve yarattığı infial, olağanüstü bir durumla karşı karşıya bulunulduğunu göstermektedir. Siyasi tutukluların kaldığı diğer cezaevlerinde de devam eden eylemlerin, Ulucanlar'daki yöntemle bastırılmasından ciddi endişe duyulmaktadır' denildi.
'Sorumlular soruşturulsun' Açıklamada, yetkililer hakkında idari ve cezai soruşturma başlatılması, olaya karışan kamu görevlilerinin görevlerinden uzaklaştırılması, adli soruşturmanın lüzumu muhakeme kararı alınmaksızın doğrudan yapılması, soruşturmanın tüm aşamasının aleni olması ve özellikle otopsi işleminde avukatların hazır bulunmasının sağlanması, sorunların hukuka uygun olarak çözümlenmesi istendi.
türkiye
11.08.2008 - 21:50yurdumuz cumhureyetle kalacak başaka kurtuluş çaremiz yok tek yol devrim ve onla gelecek sosyalizmdir türkiye cüpeli sarıklı insanların dolaştığı bir yer olmayacak gençeler garip garip amaerikan terimli kelimeleri ve onun yozlaşmışlığını getiremeyeck kürt toplumun ve diğer anadolu halklarının kültürlerinin yok olmasın izin verilmeyecek batı yada tüm dünaya,evren bu ülkye...
TÜRKİYE SOSYALİST CUMHURİYETİ DİYECEK ! ! ! .........
emine erdoğan
11.08.2008 - 18:56HAYRUNNİSA GÜL EMİNE ERDOĞAN İKİ TENCERE'DE YUVARLANMIŞ KAPAĞINI BULMUŞ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ..............
erzincan
11.08.2008 - 18:40ZAAMANINDA DERSİM'E BAĞLI BİR YURTU BU GÜN T.C DE ALEVİ NUFUSUN TUNCELİ'DEN SONRA YOĞUN OLDUĞU BİR İLİMİZDİR
ruhi su
11.08.2008 - 17:51ANKARA'NIN TAŞINA BAK
Ankara'nın taşına bak
Gözlerimin yaşına bak
Uyan uyan Gazi Kemal
Şu feleğin işine bak!
Kılıcını vurdum taşa
Taş yarıldı baştan başa
Uyan da bak Gazi Kemal
Başımıza gelen işe.
Ankara'nın dardır yolu
Düşman aldı sağı, solu.
Sen gösterdin Paşam bize
Böyle günde doğru yolu.
RUHİ SU
kenan evren
10.08.2008 - 12:38PAŞA RESİM YAPARDI SABANCIYA SATARDI NİTEKİM BEN DEMESEK ANASINI SATARDI! ! ! ..........
F
İ
K
R
E
T
K
I
Z
I
L
O
K
vatan
10.08.2008 - 11:47HER ŞEY SATILIK
haydi çık pazara her şey satılık
üç otuz paraya her şey satılık
dostluk, şeref, namus hep haraç mezat
üstte başta ne varsa her şey satılık
sen, ben, biz, siz, onlar bütün yurttaşlar
savaştan barıştan arta kalanlar
romen, bulgar derken şimdi de ruslar
otelde motelde canlar satılık romen,
bulgar derken küçük çocuklar
otelde motelde canlar satılık
pazar malı olmuş babanın ismi
aileden yadigar takı satılır
mezatlara düşmüş annenin resmi
kararmış gözleri hakkı satılır
baba ocağını yerle bir eden
sefer tası gibi katlar satılık
ithal otolara yenik düştüler
rüzgarlarla yarışan atlar satılık
ZÜLFÜ LİVANELİ
ermeni soykırımı
10.08.2008 - 11:38ERMENİ SOYKIRIMI VARDIR! ! ..
Ermeni soykırımı vardır ola bir şeyi inkar etmek aptalaığın dik alallığıdır bunun için inanıyorimki alevi kürt soykırımı gibi ermeni soykrımıda vardır bunan inanmamak çaresizliktir inkardır zaten devletin temel hamlesi hep inkar politikalarıdır unutmayalımki vatanızmı türklerden ibaret değildir başaka uluslarda vardır ve onların kültürleride yok olmasın
grup munzur
09.08.2008 - 19:29yeniden kızıl anak albümü ile aramıza dönen devrimci müzik topluluğudur 1992'de kurulmuş bir müzik grupu genelikle etnik ve ağırlık zazaca müzik yaparlar bunun yanı sıra grup adını dersimde bulunan halkın inanç yerinden biri olan MUNZUR BABA ziyeretinden almıştır
çalışmalarına yüz çiçek açsın kültür merkezinde devam etmektir
deniz gezmiş
07.08.2008 - 18:28YİĞİTİR YİĞİDİN ÖCÜNÜ ALAN YİĞİDİN KANIN YERDE KOYMAYAN! ! ! ! ...........
abdullah çatlı
05.08.2008 - 13:24SUSURLUK OLAYININ ORTAYA ÇIKARDIĞI GERÇEKLER
Bugün ülkemiz gündemini belirleyen en önemli olayı, Susurluk'ta meydana gelen bir kazanın ortaya çıkarmış olduğu yasadışı ilişkiler olmaktadır. Bucak aşıretinin reisi olarak lanse edilen ve aynı zamanda DYP milletvekili olan Sedat Bucak ile İstanbul Emniyet Müdür Yardımcılarından Hüseyin Kocadağ ve 1980 öncesi Ülkü Ocakları Başkan Yardımcısı Abdullah Çatlı'nın birlikteliği, Susurluk kazasıyla kamuoyunun önüne çıkmıştır. Yazılı ve görüntülü basının günlerce üzerinde durduğu ve durmaya devam ettiği, muhalefet partilerinin birbiri ardına demeçler verdiği olay, gerçek boyutlarıyla bilinmesine karşın, kamuoyundan gizlenmeye devam edilmektedir. Özellikle Sedat Bucak'ın sağ kalmasıyla birlikte, ilişkilerin milliyetçi söylemde işlenmesi, gerçeklerin gizlenmesi yönündeki çabaları daha da güçlendirmiştir.
Susurluk olayında ortaya çıkan üçlü ilişki, yani devlet, polis ve mafya ilişkisi olarak lanse edilen ilişki, oligarşinin kendi iktidarını koruyabilmek için her türlü yasadışı faaliyet içinde olacağını ve olduğunu açık biçimde sergilemiştir. Oligarşinin yasadışı örgütlenmeleri ve faaliyetlerine girmeden, Susurluk olayı sonrasında ortaya çıkan kimi gelişmelere de bakmakda yarar vardır.
Bilindiği gibi, Susurlukta ölen Hüseyin Kocadağ, Necdet Menzir'in İstanbul Emniyet Müdürü olduğu dönemde Müdür Yardımcısıdır. Ayrıca, 1980 başlarından itibaren Urfa ve Diyarbakır bölgesinde görev yapmış ve Özel Harekat Timlerinin kuruluşunda bulunmuştur. Ve alevidir. Cemevinde kendisine tören düzenlenmiştir. Açığa çıkan ilişkiler içersinde kendisinin pekçok devrimcinin katledilmesinde bizzat görev aldığı ve katliamı gerçekleştirdiği bilinmesine rağmen, kendilerini her zaman ilerici konumda tanımlayan Alevi kitlesi, böyle bir kişiye sahiplenme eğilimi göstermiştir. Cüzdanında 'alevi dedesinin mezarından alınma kahverengi toprak' taşıdığı tüm televizyonlarda ilan edilen bir devrimci katili polisin dini inançlarının hiçbirşeyi değiştirmeyeceği, bu olayla açığa çıkmıştır. Ve bu olay göstermiştir ki, kişilerin dini inançları ya da mensup oldukları mezhepler, kendilerini 'otomatikman' ilerici yapmaz. Ve yine Susurluk olayının bu boyutu göstermiştir ki, Aleviler, kendi sınıfsal konumlarını, uğradıkları baskıları ve bu baskıların yürütücüsü olanları görmezlikten gelmişler ve kendilerini katledenin kendilerinden çıkmış olmasını önemsememişlerdir.
Abdullah Çatlı, 1980 öncesinde Ülkü Ocakları Başkan Yardımcısıdır ve aynı dönemde Ülkü Ocakları Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'dur. Ülkü Ocakları, MHP denetimindeki tüm faşist milislerin görüntüsel örgütü durumunda olup, ülkenin her yanındaki faşist saldırıların yürütülmesinde yönetim görevi üstlenmiştir. MİT'in yönlendirmesi altında faaliyet yürüten ve binlerce yurtsever ve devrimciyi katleden faşist milislerin belli başlı her eyleminde Abdullah Çatlı yer almıştır. Basında iddia edildiği gibi, A. Çatlı, faşist milislerin katliamlarına doğrudan katılıp katılmamasının hiçbir değeri yoktur. Yine de kendisinin doğrudan yer aldığı bazı eylemler açığa çıkartılmıştır. Bunların en önemlisi Balgat katliamı olarak bilinen 7 TİP'linin katledilmesidir. Balgat katliamının gerçekleştiriliş tarzı, ogün için ülkemizde görülmemiş bir vahşet örneğidir. Bugün hiçbir basın organı bu katliamın yapılış tarzını yayınlamaya bile cesaret edememektedir. Bu da, Çatlı'nın 'masum' gösterilmesi için uygun bir zemin oluşturmaktadır. T. Çiller, bu durumdan yararlanarak, Çatlı'nın 'suçlu olup olmadığının bilinmediğini, hakkında kesinleşmiş bir mahkumiyet kararının olmadığını' söyleme cesareti göstermektedir. Yıllardır aranan bir kişinin mahkemeye getirilemediği sürece hakkında karar verilemeyeceği bilinmesine rağmen, bunlar söylenebilmektedir. (İşin ilginç yanı, bir tek hukukcu çıkıp da, bu gerçeği ifade etmemektedir.)
Faşist Çatlı'ya ilişkin diğer bir olay da, 1980 sonrasında yurtdışına kaçması ve burada adı sıkca duyulan ve bilinen faşist katillerle birlikte faaliyet yürütmesidir. Bunlar arasında Oral Çelik, M. Ali Ağca gibi önemli faşist cinayetleri işleyenler bulunmaktadır. Aynı ilişkiler içersinde Alaaddin Çakıcı da yer almıştır. Bunların 1980 sonrasında MİT ile ilişkilerini sürdürdükleri ve ASALA'ya karşı eylemler gerçekleştirmek için görevlendirildikleri bizzat kendileri tarafından açıklanmıştır. Bu açıklamalarda öylesine cüret gösterilmiştir ki, ASALA yöneticilerinden Agop Agopyan'nın bizzat kendileri tarafından öldürüldüğünü söylemişlerdir. Böylece, 'Ermeni terörünü' kendilerinin 'durdurduğu' imajını yaratmak istemektedirler. Öte yandan Çatlı ve diğer faşist katiller, illegal faaliyetlerini Avrupa'da MİT'le bağlantılı olarak sürdürürken, M. Ali Ağca Papa'yı vurmuştur. Yıllarca süren her türlü araştırmaya rağmen, Ağca'nın neden Papa'yı vurduğu kamuoyuna açıklanmamıştır. Bilinen gerçekler ise, tüm bu ilişkilerin doğrudan MİT tarafından kontrol edildiği ve yönlendirildiğidir. Aynı şekilde Ağca'nın Abdi İpekçi'yi neden öldürdüğü de 'sır' olarak bırakılmıştır.
Oysa tüm olaylar, Amerikan emperyalizminin devrimci mücadelelere karşı sürdürdüğü kontr-gerilla faaliyetlerinin bir uzantısı olduğunu açık biçimde göstermektedir.
Örneğin, 1979 Şubat başında Milliyet gazetesi başyazarı Abdi İpekçi'nin öldürülmesi ile 1978 Ocak başında Nikaragua'da La Prensa gazetesinin yazarı ve sahibi Chamorro'nun öldürülmesi büyük bir benzerlik taşımaktadır. Ve bugün herkesin çok iyi bildiği gibi, Chamorro, Somoza'ya karşı burjuva muhalefetin birleştirici bir unsuru olması nedeniyle ölüm mangaları tarafından öldürülmüştür. CIA'in mantığına göre, kendilerine bağlı bir iktidara karşı her türlü muhalefet sindirilmek zorundadır. Gerek muhalefeti zayıflatmak, gerekse burjuva muhalefete gözdağı vermek için bu cinayet işlenmiştir. Ülkemizde de, gerek Abdi İpekçi cinayeti, gerekse profesörlere (Doğanay, Tütengil, Cömert gibi) yönelik cinayetler aynı nedenlerle işlenmiştir. Nikaragua'da FSLN, bu oyunu bozmuş ve devrimci mücadelenin gelişmesini sağlamıştır. Aynı gelişme ülkemizde sağlanamamıştır. Pekçok küçük-burjuva aydını bu cinayetlerden sonra politik alandan çekilmişler ve hatta bir kısmı ülke dışına çıkmıştır. Bu bağlamda, ülkemizdeki faşist cinayetler, kendi hedeflerine ulaşmıştır.
Aynı şekilde M. Ali Ağca'nın Papa'ya yönelik saldırısı, doğrudan MİT tarafından planlanmıştır. Öyle ki, MİT burada CİA'nın bir kuryesi olarak devreye girmiş ve saldırıyı gerçekleştirmeyi üstlenmiştir. Saldırının tüm hedefi, İtalya'da anti-komünist bir iktidarın işbaşına getirilmesidir. İtalyan Komünist Partisi'nin güçlendiği ve oy oranlarını artırdığı bir dönemde gerçekleştirilmiş olmasının yanında, Sovyetler Birliği'ne yönelik topyekün saldırının yeniden yükseltildiği Regan döneminde yapılması bu gerçeği açık biçimde ortaya koymaktadır. İtalya özgülüne uygun bir darbe planının bir parçası olan Papa suikasti, doğrudan doğruya Vatikan üst yönetimi ile üst düzey İtalyan yöneticilerinin içinde yer aldıkları P2 Mason Locası adı verilen bir örgütün girişimiyle bağlantılı olduğu açıkca kanıtlanmasına rağmen, kamuoyundan gizlenmiştir. (Kimi araştırmacılar NATO bünyesinde faaliyet gösteren ve doğrudan CIA'e bağlı Gladyo adlı örgütün açığa çıkartılmasıyla bu olayları birbirine bağlamaya yönelmişlerse de, kısa sürede bu yönden saptırılmışlardır.) Bu gizlemenin gerekçesi de, hıristiyanlar için kutsal olan bir kurumun, Papalığın 'yıpratılmaması'dır. Bu gerekçeyle, tüm ilişkiler Avrupa'nın tüm emperyalist ülkelerinin çabalarıyla gizlenmiştir. (Bu darbe girişiminde yer alan kişiler, Avrupa'nın değişik kentlerinde 'faili meçhul' bir biçimde öldürülmüşlerdir.)
Ve Çatlı, son olarak 1990 başlarında ülkeye 'getirtilmiş'tir. Birkaç yıl kendi ilişkileri içersinde bulunmuş ve 1993'den itibaren Sedat Bucak'la birlikte faaliyet göstermeye başlamıştır. Bu tarih, aynı zamanda, T. Çiller hükümetinin 'özel ordu' kurma kararını verdiği tarihtir.
İşte Susurluk olayı ile ortaya çıkan ilişkilerdeki kişilerinin durumu böylesine açıktır. Bunlar, polis örgütlenmesi içinde oluşturulmuş olan kontr-gerilla birimlerinin 'ölüm mangaları'dır ve görüldüğü kadarıyla Sedat Bucak ve diğerleri bu 'ölüm mangaları'nın fiili yöneticileri durumundadır. Sedat Bucak'a karşı hiçbir şey yapılamamasının nedeni, silahlı bir aşirete sahip olduğundan değil, bu 'ölüm mangaları'nın fiili yöneticisi olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu gerçekler öylesine açık hale gelmiştir ki, neredeyse bu 'ölüm mangaları'nın tüm mensuplarının ve gerçekleştirdikleri 'faili meçhul cinayetler'in listesi yapılabilecek durumdadır. Özellikle 1994 ile 1996 arasında gerçekleştirilen ve 'mafya hesaplaşması' olarak sunulan bir dizi cinayetin bunlar tarafından işlendiği ortaya çıkmıştır.
Ve bugün Susurluk olayıyla birlikte ortaya çıkan diğer bir gerçek de, bu kontr-gerilla örgütlenmesinin polis yapılanmasıyla bağlantılı olarak oluşturulduğu ve parasal kaynaklarını yasa-dışı ilişkilerden sağladığıdır. Adına 'mafya' denilen yasa-dışı faaliyetlerden elde edilen paralar, gerçekleştirilen bir dizi öldürme eylemleriyle bu 'özel ordu'ya aktarılmaya çalışılmıştır. Bu da, Çatlı'nın 'mafya' olduğu ileri sürülerek kamuoyundan gizlenmektedir.
Yasa-dışı ilişkilerden parasal kaynaklar sağlayarak operasyonları finanse etme, FBI ve CIA'in klâsik yöntemlerinden birisidir. FBI ve CIA'in Amerikan 'mafya'sı ile kurduğu ilişkiler ve onları çeşitli anti-komünist faaliyetlerde kullanması öylesine uzun bir tarihe sahiptir ki, bu süreçte büyük deneyimler kazanmışlar ve yöntemlerini geliştirmişlerdir. Daha 1930'larda işçi sendikalarına yönelik saldırılarda polis (FBI) 'mafya'yı geniş ölçüde kullanmış ve pekçok grevin kırılmasında bunları kullanmıştır. Böylece kendilerinin ne denli 'yasalar'a saygılı olduklarını göstermişlerdir. Öte yandan, CIA, aynı yasa-dışı kesimleri Küba'ya yönelik saldırılarda ve komplolarda kullanmış ve bunların finansmanını bu kesimlerden sağlamıştır.
Bu konuda en popüler olay ise, yarbay Oliver Nord olayıdır.
Anımsanacağı üzere, Oliver Nord, Nikaragu'daki kontraların örgütlenmesinden ve finansmanından görevli bir Amerikan subayıdır. Nikaragua'daki FSLN iktidarına karşı oluşturulan kontralar, dünya kamuoyunun tepkisini çekmemek için Amerikan hükümeti tarafından doğrudan finanse edilmemiştir. Bunun için buldukları finansman yolu ise, uluslararası silah kaçakcılığı olmuştur. Amerikan ambargosu karşısında Irak'a karşı sürdürdüğü savaş için gerekli silahları uluslararası silah kaçakcılarından temin eden İran'a çeşitli Amerikan silahlarının yedek parçaları Oliver Nord tarafından satılarak büyük bir para sağlanmıştır. Bu parçalar, doğrudan Amerika'dan değil, İsrail üzerinden sağlanmış ve böylece Amerikan kamuoyunun, özellikle de basınının dikkatleri başka yöne çekilmiştir. Elde edilen parayla, yine uluslararası silah kaçakcıları aracılığıyla büyük oranda Sovyet yapısı silahlar alınarak Nikaragua'daki kontralara aktadırmıştır. Olay, bir süre sonra açığa çıktığında, Oliver Nord görevden alınmış ve yargılanmıştır. Ancak yine de Amerika'da Regan yönetimi tarafından 'ulusal kahraman' ilan edilmiştir.
Tüm bu olayların gösterdiği gerçek, Susurluk olayı ile ortaya çıkan ilişkilerin, birkaç kişinin kendi kendine kurdukları ve kendiliklerinden gerçekleştirdikleri ilişkiler olmadığıdır. Susurluk olayı ile ortaya çıkan ilişkiler, neredeyse FBI ve CIA'in el kitaplarında yazılı olanlara harfi harfine benzemektedir. T. Özal döneminde başlatılan polis teşkilatına ilişkin düzenlemeler, bu ilişkilerin başlangıcı olmuştur. T. Özal'ın MİT'in yanında polis teşkilatı bünyesinde bir istihbarat örgütü kurma girişimiyle başlayan ilişkiler, T. Çiller hükümeti döneminde polis içinde özel bir birimin kurulmasıyla tamamlanmıştır. Kimi basın organlarında açıklandığı gibi, bu özel örgüt, Amerikan FBI'dan örnek alınarak inşa edilmeye çalışılmıştır. Böylece, doğrudan hükümetin denetiminde faaliyet yürüten ve hükümetin illegal politik girişimlerini yerine getirecek özel bir örgüt ortaya çıkarılmıştır. Bu özel örgüt, 1993 yılında T. Çiller'in kararnamesini yayınladığı 'özel ordu'dan başka birşey değildir. Bu özel birimin yasal ve açık yanı 'özel harekat timleri' iken, yasadışı yanı, Susurluk olayı ile ortaya çıkan 'ölüm mangaları' olmaktadır. D. Perinçek'in 'Çillerin özel örgütü' olarak lanse etmeye çalıştığı bu örgütlenme, klâsik haline gelmiş karşı-devrimci bir örgütlenme tarzıdır. Dolayısıyla, herhangi bir kişiye ya da partiye ait bir örgütlenme değildir. İşlevi, devlet kurumlarının kendi yasallığını korumak zorunda kaldığı koşullarda -ki buna gizli faşizm dönemleri demek pek yanlış olmayacaktır-, yasal olarak ve yasallık çerçevesinde kalarak önleyemediği politik faaliyetleri ve politik ilişkileri tasfiye etmek ya da bu faaliyetler içindeki kişileri yok etmektir. 1980 öncesinde kitle hareketlerinin yükseldiği koşullarda doğrudan faşist milis örgütlenmeler aracılığıyla yerine getirilen bu işlev, günümüz koşullarında devlet içinde ve devlet tarafından örgütlenmiş bu tür özel örgütler aracılığıyla yerine getirilmektedir. Mehmet Ağar'ın istifa ederken söylediği gibi, bu örgütler 'binlerce operasyon gerçekleştirmişlerdir'.
Bugün ülkemizde herkesin üzerinde durması gereken, tepki göstermesi gereken nokta, kendisini 'hukuk devleti' olarak tanımlayan bir devletin bu türden gizli ve yasadışı örgütler aracılığıyla, hukuk dışına çıkmasının getireceği sonuçlardır. Böyle bir devlette, hiç kimsenin 'can güvenliği' kalmamıştır. Herhangi bir kesimin çıkarına gelmediği sürece, herkes devlet tarafından kurulmuş ve yönetilen bu yasadışı örgütün hedefi olmak durumundadır. Özellikle politik faaliyet içinde bulunan herkes, bu yasadışı örgütün hedefi olacaktır. Hedef olabilmek için, kişinin devrimci bir ilişki içinde olması bile gerekli değildir. Yaptığı herhangi bir açıklama ya da girişimin, bu örgüt yöneticileri tarafından benimsenmemesi ya da hoşlanılmaması bile hedef olmak için yeterli olacaktır. Bu da, siyasal iktidarların kendi keyfi yönetimlerini önemli bir muhalefetle karşılaşmaksızın sürdürmeleri için uygun bir zemin oluşturacaktır.
Bu koşullar altında, değil ilerici, devrimci bir politik faaliyet içinde bulunmak, mevcut hükümete muhalif konumda bulunmak bile, bireyler için önemli bir tehlike taşımaktadır. Bu tehlike, ister politikacı olsunlar, ister basın mensubu olsunlar, her türden düzen içi kurum ve kuruluş mensubu bireyleri kapsamasıyla, aynı zamanda, mevcut düzenin ne denli çaresiz ve tecrit olma koşulları içinde olduğunu göstermektedir. Özellikle küçük-burjuva aydınları açısından Susurluk olayı, tehlikenin ne denli ciddi olduğunu göstermektedir.
İster istemez, böyle bir tehdit ve tehlike altında bulunan bireyler için fazla bir seçenek bulunmamaktadır: Ya düzen içinde bile olsalar, siyasal iktidarla ters düşmeyi göze almayacaklardır; ya da bu tehlikeye karşı örgütleneceklerdir. Küçük-burjuva aydınlarının ve politikacılarının böylesine silahlı bir tehdite karşı örgütlenme yetenekleri yoktur. Bu nedenle, giderek pasifize olacaklardır. Onlar, böylesine bir yasadışı silahlı tehdite karşı kendilerini ve ülkeyi kurtaracak tek gücün silahlı devrimci örgütler olduğu gerçeğini kavramak zorundadırlar. Latin-Amerika'nın pek çok ülkesinde görüldüğü gibi, bu tür silahlı yasadışı devlet örgütlerine karşı, legal planda bir muhalefet hareketi başlatılamadığı sürece, küçük-burjuva aydınlarının ülke içinde varlıklarını sürdürmeleri olanaksızdır. Böyle bir muhalefet hareketinin, devrimci bir örgütle eşgüdümlü hareket etmediği sürece, etkili olabilmesi olanaksızdır.
Devrimci bir örgüt, böylesine bir tehdit altına giren bireyleri korumayı kendisine görev olarak veremez. Ancak, 1980 sonrasındaki her türlü kitle pasifikasyonu ve depolitizasyonunda özel bir görev üstlenmiş, dolayısıyla kitlelerin duyarsızlaşmasında önemli katkılarda bulunmuş ve kendilerini 'ilerici' olarak tanımlayan küçük-burjuva aydınlarının, tüm bu süreçte devrimci örgütlere yönelik düşmanca tutum ve değerlendirmelerinin kendilerini bu düzenin hedefi olmaktan kurtarmadığını söylemek zorundayız. Son on yıl boyunca, bu küçük-burjuva aydınlarının, Marksist-Leninistlere saldırmalarının ve toplumsal yozlaşmanın yaratıcıları olmalarının kendilerini kurtarmadığı ve ülkeyi düzeltmediği görülmek zorundadır.
Devrimci örgütler, her zaman, devletin her türlü yasa-dışı faaliyetleriyle yüzyüze olmuşlardır. Devletin her türlü zor aygıtı, her zaman devrimcilere karşı kullanılmış ve bunda hiçbir yasallık gözetilmemiştir. Devrimci örgütler, bu yasatanımaz güce karşı mücadelelerini sürdürürken, binlerce insanını yitirmiştir. Yapılan polis operasyonlarında devrimciler sorgusuz sualsiz katledilmiş, kaybedilmiş, işkencelere maruz bırakılmıştır. Bütün bunlar olurken, küçük-burjuva aydınları, ülkemizin demokratikleşmesini beklemiş ve katledilen devrimciler için 'onlarda silaha sarılmasalardı' diyerek operasyonları haklı ve mazur göstermeye çalışmışlardır. Ve Susurluk olayı ile, sıranın kendilerine de geleceğini ve gelmek üzere olduğunu görmüşlerdir. Artık son on yıldır devrimcilere yönelik düşmanca tutumlarının özeleştirisini yapmak zorundadırlar. Şeriatçılığın yükselişiyle karşı karşıya oldukları tehlikeyle birlikte, bu tehlike, kendilerini ne denli zor günlerin beklediğini göstermektedir. Artık Ahmet ya da Mehmet Altan'lar, M. Belgeler yahut 'II. Cumhuriyetçiler' de tehlike altındadır. Hatta hükümetin aldığı herhangi bir ekonomik kararı eleştiren ve eleştirisini sert biçimde açıklayan bir ekonomist bile tehdit altındadır. Ve hepsi görmek zorundadır ki, bu yasadışı devlet, ancak bir devrimle devrilebilir ve ancak bir devrimle demokratikleştirilebilir. Bunun dışındaki herşey hayaldir, bir aldatmacadır.
abdullah çatlı
05.08.2008 - 13:19MAHZUNİ'DEN
BANA DÖNEK DEMİŞ İTİN BİRİSİ.
bana dönek demiş itin birisi
açığım neymiş sor hele hele
eli çatlamamış ayı irisi
sen bizim köylerden geç hele hele...
köylüden yanadır toprak görmemiş
viskiden gayriye dudak sürmemiş
ömür boyu serçe bile vurmamış
beni vuracakmış bak ite hele hele...
bir yığın kitabı yığmış önüne
sinek konsa korkar tatlı canına
hipi yosmasını almış yanına
pehlivanlık taslar gör hele hele...
yiğittir ölüsü dağlarda kalan
maraş'ta kalan, sivas'ta kalan, anadolu'da kalan
yiğittir yiğidin öcünü alan
soytarıdan yiğit olur mu ulan
ordu yıkacakmış ker hele hele...
bu herifin önü sonu ayandır
anlayana benim sözüm beyandır
senden korkan hayvan oğlu hayvandır
gel de mahzuni'yi vur hele hele...
MAHZUNİ'NİN DEDİĞİ GİBİ HİÇ YİĞİT OLURMU SOYTARIDAN
artvin
04.08.2008 - 12:19artivinde diğer sosyalist halkların yaşadığı şehirler gibi devletin ikililk politikasından nasibini almıştır ARTVİN'DE DERSİM,TOKAT gibi yanlız kalmıştır iş olanğı yoktur halkı kanserle boğuşuyor ve devlet artivin halkına yardım etmiyor ve halkımız kanser denen bu vahşetten ölüyor KARADENİZ'DE en fazla kanserden etkilenne yer ARTİVİN'dir ayrıca geçen zamanlar içinde yitirdiğimiz karadeniz ve laz rak müziğinin sanatıçılarından sevgili KAZIM KOYUNCU'yu yitirdik onun katilide devlettir ama karadeniz direniyor artivinle artivin türüt yada diğer üç beş çapulcu tüccarın yeri yurdu değil artivin o yobaz btp başkanı ne ordunaryus profmudur nedir faşist katil HRANT DİNKİN katili haydar başmı nedir ne melametse işte ARTİVİN onda yada onun gibi faşistlerde sorulmaz KARADENİZ'de onun yada onlar gibi lerinin yeri yoktur yozlaşmış sanat ve geri kafalılıklarını ARTİVİNİ'mizden çeksinler
Ayrıca ceylen derisi koltuklkar almaya parası yetn devletin nedense karadenixde artivin gibi kanser hastalığının yoğun olduğu yerler bir KANSER ARAŞTIRMA MERKEZİ yapmaya gücü yetmiyor fatih terim denen bir densize ayda 145 MİLYAR vermey gücü yetiyor neyse başımızı yobazlar sardı! ! ! ! ! ! ! ! ! ! .....
ARTİVİN KARADENİZİN'DE ESEN BİR FIRTINADIR BİR (KAZIM KOYUNCUDUR)
D
E
R
S
İ
M
V
A
T
A
N
deniz gezmiş
04.08.2008 - 12:06Kahpe şarkışla DENİZE ihanet ettiği için hesabını devrimin hesap gününde ikimisli ve daha fazla ödeyecksin halkıdır satan unutmasınlar bu dalga asırlarca milyonlarca yıl hep çoşkuyla hep haykırdı
DENİZ ölür DENİZCİLER ÖLMEZ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! .............
barış manço
03.08.2008 - 12:54BARIŞ MANÇONUN FRANSIZ SPİKERE VERDİĞİ DERS
Baris Manço Fransa’da bir televizyon kanalinin canli
yayinina konuktur…
Küstah bir spiker vardir ve Baris Manço ile dalga
geçmektedir…
Sürekli, “iste Türk, yani barbar, vahsi vs…”
demektedir…
Baris Manço daha fazla dayanamaz ve spikere
“yaninizda kâgit para var mi? ” diye sorar!
Bu soruya spiker sasirir ve “evet var ama n’olacak”
der…Baris Manço israr edince spiker cebindeki kâgit
paralarý çikartir…
Bu olaydan az önce Baris Manço canli yayinda
“Anahtar” adlı sarkisini söylemiştir…
Bu sarkinin bir bölümü söyledir:
“Bes Akif- bir Saat Kulesi, iki Kule-bir Fatih, bes
Fatih-bir Mevlana, iki Mevlana-bir Sinan”
(Baris Manço / Anahtar sarkisi / Darisi Basiniza
Albümü / 1992)
Bu sarki bir matematik sorusudur ve sarkida adi geçen
kisiler o dönemdeki
Türk parası olan banknotlarin arkasinda fotografi
olan kisilerdir…
Baris Manço spikere sorar: “Bu paranizda fotografi
olan kisi kim? ”
Spiker:”General…….” Baris Manço diger paralardaki
fotograflari olan
kisileri de sorar, spikerin verdigi cevaplar hep
aynidir,
“General…….”, “Amiral………..”, “Komutan………….”
Spikerin bu “falanca General, falanca Amiral, falanca
Komutan” cevabý ndan sonra,
bu sefer de Baris Manço cebinden Türk paralarini
çikarir… Spikere der ki:
“Bu parada fotografi olan kisi Mehmet Akif Ersoy’dur.
sairdir…
Bu fotograftaki kisi Mevlana’dir. Düsünürdür…
Bu paradaki fotografi olan kisi Fatih Sultan
Mehmet’dir. Adaletin sembolüdür…
Bu paradaki kisi ise Atatürk’tür. “Yurtta baris,
dünyada baris” diyen kisidir…
Bizim paralarimiz bunlar… Biz Türkler ince ruhlu,
kibar, medeni insanlar
olduğumuz için paralarimizin arkasına
“sairlerimizin”,
“düsünürlerimizin”,”bilim adamalarimizin”
fotograflarini bastik…
Siz Fransizlar kendiniz barbar, vahsi oldugunuz için
paralarinizin arkasina hep savas
Adamlarinin fotograflarini basmisiniz! ” der…
Baris Manço’nun bu müthis cevabindan sonra televizyon
yöneticileri
Canli yayini keserler ve spikeri programdan alırlar,
baska bir spiker yerine
gelir ve canli yayin yeniden baslar, yeni spiker
Baris Manço’dan ve
Türklerden özür diler, programa böylece devam eder…
türk solu dergisi
30.07.2008 - 11:23TÜRK SOLU BURJUVANIN SOLUDUR
İşçi sınıfının “Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü” olan 1 Mayıs ile aynı hafta içinde, İstanbul üniversitelerinde devrimci gençliğe yönelik saldırılar gündemi yoğun bir şekilde meşgul etti. “Türk Solu” dergisi çevresi ve arkasındaki ADKF’li (Atatürkçü Düşünce Kulüpleri Federasyonu) öğrenciler, bu saldırgan tutumlarıyla, aslında uzunca bir süredir sol hareket içinde yayılan bir hastalığın tekrar tartışmaya açılması için de bir zemin yaratmış oldular.
Bu hastalığın adı Kemalizmdir ve özünde Türkiye burjuvazisi ile devlet bürokrasisinin tarihsel ve ideolojik bir argümanıdır. Türkiye kapitalizminin kendine özgü tarihsel gelişimi içerisinde sivil ve askeri bürokrasinin ulus-devleti kurma ve burjuvaziyi yaratma hedefinin idelojisi olan Kemalizm, kimi zaman “kızıllaşarak” sol kılıflara bürünmeyi de ihmal etmiyor.
Bugünün “sol” Kemalizmi, sermayenin küresel saldırıları karşısında sınıf mücadelesinin yerini ulusal mücadelelere terk ettiği yalanına dayanmaktadır. Bu görüş temelinde, anti-emperyalizm kavramı anti-kapitalist içeriğinden tamamen ayrılmaktadır. Yine bu görüşler temelinde Irak halkını yıllardır acımasızca ezen Saddam gibi bir diktatör bir anda anti-emperyalist mücadelenin önderlerinden birisi haline gelebilmektedir.
Ezen ulus milliyetçiliği ve şovenizm, Türkiye burjuvazisinin resmi ideolojisidir ve bunun resmi literatürdeki adı da Kemalizmdir. Kelimenin tam anlamıyla küçük-burjuva milliyetçiliğinden başka bir şey olmadığından, Kemalizmin veya Atatürkçülüğün sosyalizmle ya da sol hareketle hiçbir bağlantısı yoktur!
Politik olarak gerici bir karakter taşıyan bu anlayışın savunucuları arasında Doğu Perinçek’in İP’i (İşçi Partisi) başı çekmektedir. Zaten ADKF denilen oluşumlar da, İP’ten ayrılan kişilerin kurduğu bir yapıdır ve devrimci hareketin çok iyi tanıdığı bir sima olan Perinçek ne ise, ADKF’de odur! Bu anlamda ADKF denilen çetenin ve Türk Solu dergisinin teşhir ve tecrit edilmesi devrimci hareket açısından bir zorunluluktur.
Hal böyleyken, sol adına hareket edenlerin milliyetçi-ulusalcı bir çizgiyi savunmalarını anlamak son derece zordur. Türkiye solu pek çok politik sorunda aynı yanlış tutumu göstermiş ve defalarca burjuvazinin gerici kanadının kuyruğuna takılmaktan kurtulamamıştır.
Burjuvazinin uluslararası sermayeye entegrasyon çabalarına veya bizzat ordunun ve MİT’in destekleyip organize ettiği İP, ADKF gibi gerici örgütlenmelere, küçük-burjuva milliyetçi solculuk anlayışından kopmaksızın tutarlı bir cevap vermek mümkün değildir. Ve bu yapılmadıkça başarıya ulaşma şansı da yoktur.
Burjuvazinin ve onun devletinin Irak’ın emperyalist işgali karşısında ve AB’ye giriş sürecinde kilit bir rol oynayan Kürt Ulusal Hareketine yönelik gerici ve şöven tutumu, politik arenada ifadesini Kemalizm olarak bulmaktadır. Bugünün Kemalizmi burjuvazinin en gerici kanadının ideolojisidir.
Örneğin 1974’te Kıbrıs’ın işgalini faşist Yunan cuntasını devirmek adına destekleyip, her iki Körfez savaşında da ABD emperyalizmine karşı çıkmak adına Saddam’ın “anti-emperyalist” mücadelesini savunmak, tipik bir küçük-burjuva milliyetçi anlayıştır. Keza küreselleşen dünyada liberallerin “ulus-devletler bitiyor” teranesine inanıp burjuva ulus devleti savunmaya başlayanlar da, sermayenin özelleştirme saldırısına karşı işçi haklarını savunmak yerine devletçiliği savunanlar da, IMF-WB-WTO gibi sermayenin uluslararası kurumlarına karşı kapitalist burjuvazinin ulusal egemenliğini öne çıkarıp “Bu memleket bizim! ” sloganları atanlar da aynı anlayışın ürünüdürler.
Ciddi bir sol örgütlenmenin olmadığı koşullarda, sol görünümlü Kemalist gericiler üniversitelerde at oynatmaya cüret ettiler ve karşılığını aldılar. Ancak sadece fiziksel karşı koymalarla ne faşistler ne de ADKF benzeri devlet eliyle kotarılan gerici yapılanmalar şimdiye kadar üniversitelerden sökülebilmiştir. Kaldı ki, devrimci mücadelenin üniversitelere hapsedilmesiyle bir yere varılamayacağı da açıktır.
Türkiye sol hareketinin ve devrimci Marksistlerin görevi, öğrenci gençliğin Marksist temellerde eğitilmesi ve sosyalizm mücadelesine kazanılmasıdır. Komünist bilince sahip olmadıkları ve tutarlı, sağlıklı örgütlenmeler içinde yer almadıkları sürece öğrenci gençlikten bu tür gerici örgütlenmelere karşı tek başlarına mücadele etmeleri beklenmemelidir.
Devrimci bir gençlik hareketi devrimci bir işçi hareketi olmadan varolamaz! Faşizme karşı mücadelenin de, üniversitelerdeki gerici örgütlenmelerin dağıtılmasının da, özgür ve demokratik bir üniversite ortamının yaratılmasının da tek garantisi işçi sınıfının örgütlü mücadelesidir. Milliyetçiliğin ve şövenizmin tek panzehiri proletarya enternasyonalizmidir!
Kemalizmin ve Küçük-Burjuva Milliyetçiliğin Gericiliğine Karşı, Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi!
TÜRK SOLU DİYE BİR ŞEY YOKTUR EVRENSEL SOL VARDI BU DERGİ DÜPE DÜZ FAŞİST
İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru
HAYAT TV
28.07.2008 - 22:25nedense RTÜK'ün alarjisi bu tür ilerici solcu yada devrimci kanallara var
HAYAT TV SUSTURULAMAZ
osman yaşar yoldaşcan
22.07.2008 - 13:05KUTUP YILDIZI
O korku vardı hep çıkılan yolda
O korkusuzluk vardı
Suyun su olduğu günden beri akardı
Biri can verip aydınlatır
Diğeri boğar ve yakardı
Yaşamın her dönüm noktasında
Bir ileri bir de geri
Atılan adımlar gibi alçalma ve yücelme
Atılan adımlar gibi
Büyüme ve küçülmeydi adı
Biri sevgi olup yapardı
Diğeri öfke olup yıkardı
O korku vardı hep çıkılan yolda
O korkusuzluk vardı
Geceler güvensizdi
Gökyüzünde soluklar tükenirken
Ay sevinçsizdi
Bir şey vardı sanki hep yarım kalan
Bir anı ya da bir düş gibi
Uzak Uçurumlarda sessizce sallanan
Yıllardan beri canlı tutulan ateşler
Söndürülürken yüreklerde birer birer
Kim yakacaktı
Uğrunda ölünen o büyük ateşi kim
Daha gün batmadan
Karartılan günlerin rengini
Gün doğarken
Kim haykıracaktı mor bahçelere kim
Kim ağlayacak
Kim gülecekti tüm güzellikler adına
Kim sevecek
Kim dövüşecekti
Kim takacaktı ölürken
Ölümsüzlüğü gül diye yakasına
Kışın kar açıp
Çiçek olacaktı buz sarkıtan dallarda
Yazın güneş açıp
Gelecek olacaktı ufuklarda kim
Bir yıldız vardır hani
Bütün yıldızlar içinde der Homeros
Ne kopmuştur hiç bir zaman
Kök saldığı kutsal yerinden
Ne de boyun eğmiştir
Ölüm kuşan hiç bir karanlık önünde
Nasıl susulursa
Bin yıllık zamana karşı okyanus dilinde
Aynen öyle parlamıştır
Tüm gecelerin gökyüzünde
Aynen öyle
Notaların tören tören canlanıp
Dile geldiği günden beri
Hiç bir senfoni bulamadı bu sesi
Bulamadı sarayların görkemli sütunlarında
Hiç mi hiç bestelenmeden
Ve seslendirilmeden yaşandı zindanlarda
Hücreler senfonisiydi adı
Yaylı sazlar: Demir parmaklıklar
Ve demir kilitli demir kapılar
Vurmalı sazlar: Taş duvarlar
Ve taş katılığında kör baskılar
Üflemeli sazlar: Şafakta idamlıklar
Ve direnen tutuklular
Erkekler kadınlar duvarlar ve ufuklar
Yıldızlar içindeki o yıldızın
Ölüme ve ölümsüzlüğe doğru
Akışıyla başlıyordu hep birden uçuşarak
Ardından diğer bütün notalar
Ki maviliklerde süzülen kuşlar
Kurtuluş savaşında
Kurşuna ve saza vurulan türküler
Fransız ihtilalinde
Sürgüne ve giyotine gidilen marşlar
Ve bir nice kızıl meydanda
Yankılanan uğultular - uğultular
Sonra güneşe gönderilen
Özgürlük renkleri peş peşe
Ve fethedilerek
Ağızdan öpülen enginler - enginler
Ey halkımın demir kazık dediği
Yıldızlar içindeki soylu yıldız
Varsın onlar söndü bilsinler seni
Bulutları delerek saldığın ışıklar
Ki bin renkli gelenek üzre
Balkıyıp çoğalıyor şimdi
Susmayan bir hücreler senfonisinde
Kentlerin en yumuşak sessizliğinde
Bildiriler düşüyor artık
İnsanların yüreğine yağmur taneleriyle
Gök gürlemeyince yer gülmez
Gök gürlemeyince yer gülmez diye
ADNAN YÜCEL
OSMAN'A
tiikp
22.07.2008 - 12:53TÜRKİYE İHTİLALCİ İŞÇİ KÖYLÜ PARTİSİ
Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) , Aydınlık çevresinin kurduğu partilerden biri. 21 Mayıs 1969 tarihinde kurulan partinin genel başkanı Doğu Perinçek'ti. Partinin ilk kadroları arasında Cüneyt Akalın, Ömer Madra, Bora Gözen, Hasan Yalçın, Halil Berktay, Gün Zileli, Oral Çalışlar, İbrahim Kaypakkaya, Atıl Ant, Ferit İlsever ve Nuri Çolakoğlu bulunuyordu. Daha kuruluş aşamasında silahlı mücadeleye yaklaşım konusunda parti içinde görüş ayrılıkları belirdi. Bu tartışmalar sonucu önce Garbis Altınoğlu partiden ayrıldı. Partinin Doğu Anadolu Bölge Sorumlusu İbrahim Kaypakkaya ve onun çevresinde bulunan bir grup Nisan 1971'de parti çizgisine yönelik eleştiriler getirdiler. Bu sürecin sonucunda Şubat 1972'de 'DABK Kararı' adıyla bilinen bir bildiri yayınlayan parti muhalefeti partiden ayrıldı ve daha sonraki süreçte Türkiye Komünist Partisi / Marksist-Leninist (TKP/ML) adlı örgütü kurdu.
12 Mart darbesinden sonra tutuklanan parti yöneticileri, Ceza Kanunu'nun 141. maddesine göre mahkum edildiler. Ancak 1974 yılında aftan yararlanarak serbest kaldılar. Önce Saçak isimli bir yasadışı yayın, sonra da Halkın Sesi dergisini yayınladılar. TİİKP'nin 9-10 Eylül 1977'de yapılan parti kongresinde yasal parti kurma kararının alınmasından sonra partinin adı Türkiye İşçi Köylü Partisi (TİKP) olarak değiştirildi
TÜRKİYE DEVRİM TARİHİ
WİKİPEDİ.ORG
Recep Tayyip Erdoğan
20.07.2008 - 19:25ECAYİP HAYVANLARA BENZİRSEN! ! ....
incisende sözüm dözüm diyiciyem
ecaib heyvanlara benziyirsen
men senin bu emellerde mec duzum
men ne diyim daha sana yoktur sözüm
sirsü köpünden su içmiyür gözüm
cinlere şeytanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
ağzını da afiyete açıp gelmişen
gözlerin yine hortlatıp gelmişen
sanki cehennemden kaçıp gelmişen
divlere hortlanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
senin başın bedende işkencedi
dravdan bakanlara eğlencedi
boynun büyükse bedenin incedi
armudu iskanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
senin de düşüp maral bana qolqhe
gurey dunel de ayav bana qolqhe
vunedi vurmussan kulagına qolqhe
naxışlı fincanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
ne var gene kaç kabağı dökmüşen
pencegül zırılıp ziyan çekmişen
parça takmayıp klonke tikmişen
zalehli şirvanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
şirvandan vererem sana payeşen
döne niyee dağlun olur zayeşen
kaş kabagun yerler gezir ayeşen
pankrot tükkanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
hoyura abes taşbakalip takmizan
yüz gözüne pudra filan yakmizan
gece yari yatirip işine bakmizan
ordaki cananlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
söz diyirem el bi üzbe tutulsan
kim olduğunu sen erden unutursan
yol gedende kız kimi vücudursan
bardaki ceyranlara benziyirsen (bar ışıkları)
ecaib heyvanlara benziyirsen
ne hak sükle eyliyirsen ağrıma
bakma benim üst başıma zarıma
seni gördüm askerlik düştüm ya'dıma
ordaki türbanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
askerlikte yoksa sen kacax idun?
geceleri dimagini oyagidun?
överdim seni seyit uşax idun
indi pehlivanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
günde bi okka bir iş yönetirsen
her gün içirsen alkhaslık edirsen
gece de eve sürüne sürüne gelirsen
gare sohulcanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
elşen içti senin evin yıkıldi
bu yanlarda kazım suyu sıkildi
zaman yaşta ızma zurüş zıkıldi
solmuş badimcanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
gösteremem mugla sayak gedirsen
eh sana hamadan kabak getirsem
herdem ustten yarah edirsen
üzde mi selmanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
senin de batıl di oruç namazın
hıçkırısan tutulmiyir boğazın
mikrofonsuzda gür çıhir avazun
lan kumar satanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
namık hulop buyururdu seni
qlormiyi la uydurup du seni
qlormiyi yama vurudrup seni
besnemiyidi uydurup du seni
sen jön arkhamanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
ehsqen senin de amma gazun var
sözün yok tek sarhoş ağuzun var
ne iş kurdun var ne de kitazun var
giydirme şampanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
axsine nazi şahan meyle dilleşi
daha da işe firmamız özelleşi
boyzan boy uzanım belinde fok belleşir
pastelli tarzanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
senin görmüşüm güya pir yatmidi
ala bulati yüzünde şahlatirdi
bir özbe bak bir başın pahladırdi
bir özbe bak başın hivarlahmidi
51 ekranlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
vatoz matos mudur nedir çıktı ceketinden
ben ne edüm senün pis ceketinden
burnun bir meter çıkıyir süveterinden
mahsulu deryanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
100 kiloya yakın kadar taşmıssan
tartilmişsan lan yaramaz aşmisan
tus kalmıyor başında dazlaşmışan
kapaxsız kazanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
ay ahqsin ezilirsen, bükülürsen
sen kılaf ayak üste sökülürsen
özün benden 5 metir dökülürsen
rezilsiz tumanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
samanlıkta senin olmiyur tayın
köhlenmişsen ay ayshen cıkıpta uyun
gedip de bi halin kalir vayvayun
zursunsuz divanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
senin de ahqsin olmuyor benzerin
amma bugün bağlanicak dertlerin
senin jet tabanindan gelir derün
islanmış yorganlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
köfte yiyip şişirmişsen karnuni
arttırma heyvanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
ne varsa üstüme mirildiyirsan
sanki pasaxlisin cirildiyirsan
sesin de çikmiyor hirildiyirsan
başsız alışkanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
yemehli parmaginla siyirirsan
gözün üste sol göz arka kayirirsan
hele ki saçını ortadan ayirirsan
indiski oğlanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
işitmiyirsen kulağın pratezdür
üstelik bir ayağın pratezdür
hem de dişin damağun pratezdür
yığılma kalvanlara benziyirsen
ecaib heyvanlara benziyirsen
ÖYLE DEĞİLMİ ARKADAŞLAR
E
L
E
Ş
T
İ
R
İ
zaza
20.07.2008 - 12:29ZAZA GENÇLİK HAREKETE
Zaza gençliği ayağa kalkalım mücadele saftlarında sosoyalizme geçişi hızlandıralım bu nedenle savaşımız sosyalizme geçmektir bizleri kürt sayanlara cevap olarak zaza olduğumuzu duyuralım bizleri kürtler kendi kuyrukları olarak görüyor bu nedenle temel hedef olarak hak ve özgürlüklerimizi ve kayıp olan tarihimizi kurtaralıM DERSİM,ERZİNCAN, BİNGÖL dışındada ZAZA'LARIN olduğunu ve hatta ileri gidersek zazaların gürcistan kars sınırında da olduğunu anımsatmalıyız bu ulusun kürtle in lehçesi olmadığını ispatları için temek direktifler için çabalamalıyız
Bu nedenle diyorikim zaza gençliği ayağa kalksın artık suskunluk dursun zaza deyince kürt anlaşılmasın unutmayalımkİ ZAZA'lar anadolu topraklarındaki yaşayan uluslar arasındaki 3.büyük ulustur 6,5 milyon insanla zazalarda vardır
Kürt toplumu köylerdeki kapalı hayatını sürdürüyor hala metropollerde içine kapalı muhafazkar bir hyat sürüyor oysa zaza toplumu şehirlere uyum sağlay bilmiştir bu durum kürtlerde yoktur bu nedenle GENÇLİK HAREKETE DURMAYAN DEVRİMCİ ERLERİZ
K
Ö
P
R
Ü
İBRAHİM KAYPAKKAYA
16.07.2008 - 13:59ÇARPIKLAR
Kaypakaya'nın ölümünün üstünden nerdeyse 35 yıl geçti hala ibrahim kaypakkaya dosyası açılmadı güya 68-78 dernekleri bu dosyayı açılması için çaba harcıyormuş ama bunun bir yalandan öteye geçemdiği açık bir şekilde ayan beyan ortadır.
Sanki ibrahim kaypakkaya insanlık için bir tehlike unsuruymuş gibide hiç gündeme getirilmiyor buna örnek bir televizyon kanalında hatırla sevgilim adında bir dizi var ve o dizide mahir çayandan deniz gezmişe kadar herkez bu dizide vardı fakat o devirlerde küçümsenmeyecek kadar büyük bir kitleye sahip olan ibrahim kaypakkya niçi dizde lanse edilemdi öyle birşeyki 68 den 72 anlatıldı fakat nasıl olduda 72 den 78 ve kanlı 1 mayıs'a geçildi buda ilgimide çekmdi desem yalan olurdu ve çok komik olan 12 eylül o kadar basit ve normal anlatılıyorki inanmak çok saçma
Ne diyelim diziyi yazanın geçmişte halkın kurtuluşçusu olmasıdır herhalde rezilik bir değil ibrahimi atladıkları yetmezmiş gibi birde dizideki safsaklar devrimcileri romantik olarak gösteriyor.deniz gezmiş asılırken son sözleri hadi eyvalahmış bir komedi ise deniz gezmiş hemen dar ağacında can vermiş nasıl olurda deniz gezmişin ipte 55 dk can çekişerek öldürüldüğünü anlatmazlar
Bukadar tarihsel gerçekleri çarpıtmaya ben ancak HATIRLAMA SEVGLİM DERİM
F tipi
16.07.2008 - 13:27TECRİT ÖLDÜRÜR
F Tiplerinde bir ölüm:
Kuddisi Okkır:
İnanmak istemeyenlere bir kanıt daha:
Tecrit Ölümdür
Tecritte bir ölüm daha yaşandı. Fakat bu ölüm diğerlerinden farklıydı. Bu ölüm burjuva basının bir kısmında kendine genişçe yer buldu, bu ölüm üzerine CHP mecliste soru önergesi verdi, kimi köşe yazarları bu ölümü köşelerine taşıdılar.
F Tipi hapishaneler ve tecrit uygulamasının yaşamını aldığı kişi, 'Ergenekon operasyonu' kapsamında gözaltına alınan Kuddusi Okkır'dı.
Fakat Okkır'ın ölümünü gündeme getirenler, F Tipi hapishane ve tecrit gerçeğini yine görmezden gelmeyi sürdürmüştür.
Okkır'ı Öldüren F Tipi Hapishaneler ve Tecrittir
Kuddusi Okkır, 13 ay önce gözaltına alındı ve 23 Haziran 2007'de tutuklanarak, Tekirdağ F Tipi Hapishanesi'nde tek kişilik bir hücreye konuldu. Henüz hakkındaki iddianame bile ortaya çıkmamışken, kaldığı hücrelerde rahatsızlandı ve 'hastalıktan tahliye edildiğinde' o artık hemen hemen ölü durumdaydı.
Tekirdağ F Tipi Hapishanesi'nde Temmuz 2007 ve Mart 2008 tarihleri arasında 9 kez rahatsızlandığı için revire çıktı, fakat ilaç tedavisi uygulanarak geri hücresine gönderildi. Okkır'a, rahatsızlıklarının sürmesi üzerine götürüldüğü hastanelerde 'sinüzit' tanısıyla, sonra 'ağır deprasyon' ve daha sonra da 'zatürree' teşhisiyle, en sonunda da böbrek yetmezliği teşhisiyle tedaviler uygulandı. Hastaneye yatırılmadı, ilgilenilmedi, yüzeysel teşhislerle ilaç verilip gönderildi.
En son Edirne Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde 29 Mayıs'ta biopsi yapıldı ve kanser olduğu anlaşıldı.
Okkır'ın yaşadığı bu süreç; F tipi hapishanelerin rutin uygulamasıdır. Sadece Okkır için geçerli değildir.
Örneğin, Tekirdağ 1 No'lu F Tipi Hapishanesi'nde bulunan Salih SEVİNEL isimli tutsak 2005 yılında kalp krizi geçirdiği halde, kaldırıldığı revirde ağrı kesiciler verilerek hücresine geri götürülmüş, tutsakların kapıları dövmeleri, tedavi talepleri cevapsız bırakılmış ve kalp krizinden ölümüne neden olunmuştu.
Okkır da, tutuklu ve hükümlülerin rahatsızlandıklarında hastanelerde nasıl bir muamele ile karşılaştıklarının basına yansıyan son örneği oldu.
Okkır'ın yaşadıkları, ancak bu devletin tutuklu-hükümlülere yönelik politikaları ile açıklanabilir. Onlar hastanelerde çoğunlukla kelepçeleri açılmadan muayene edilir ya da muayene de edilmeden, bir de üzerine askerlerin, gardiyanların saldırısına maruz kalarak geri hapishaneye getirilirler.
Kimi doktorlar devletin politikasına uygun olarak tutuklularla ilgilenmezler, duyarlı doktorların ilgilenmeleri ise, sevk subayları tarafından engellenir.
Okkır'ın hastanelerde gördüğü muamele bu politikalardan bağımsız açıklanamaz. Örneğin, eşi, Kuddusi Okkır'ı Bayrampaşa Hapishanesi'nde görmeye gittiğinde karşılaştığı manzara durumu özetlemeye yeterlidir. Şöyle anlatmaktadır; 'koridorun bir köşesinde, yerden 5 parmak yüksekliğinde pislik içinde bir sedyede, saçları kazınmış, bıyıkları kesilmiş, gözleri tavana bakar, bilinci yarı kapalı, tanınmayacak bir halde' idi.
Tecritte Kansere Yakalandı
Tekirdağ F Tipi Hapishanesi'ne girişte yapılan muayenede bir rahatsızlığı yoktu. F Tipi hapishanede hücreye atıldı ve tecrit edildi. Kanser hastalığına tecrit hücresinde yakalandı.
Bugüne kadar hücreler üzerine çok şey yazıldı, anlatıldı. Bilimsel raporlar yayınlandı. Ortak sonuç, tecritin öldürdüğü gerçeği idi.
Kuddusi Okkır'ın ölümü de, tecritin ölüm olduğunu bir kez daha gösterdi.
Fakat dikkat edilirse, Okkır'ın ölümü üzerinden en fazla tartışılması gereken, F Tipi hapishaneler ve tecrit gerçeği, burjuva basında görmezden gelinmeye devam ediliyor.
Okkır'ın ölümüne sayfalarında yer verenler de, tecrit gerçeğini tartışmamaya özen gösteriyorlar.
Çünkü, tecrit hapishanelerinin hayata geçirilmesinde hepsinin sorumluluğu vardır. Çünkü, Okkır'ın ölümü üzerinden AKP'ye muhalefet ederken bile, devrimcilere karşı F Tipi hapishanelerin kullanılmasından yanadırlar.
Fakat, Okkır'ın ölümü karşısında Adalet Bakanlığı'ndan açıklama isteyenler, muhalefetlerinde samimi iseler, gerçekten Okkır'ı öldüren gerçeklerin peşine düşmek istiyorlarsa, tecrit gerçeğini tartışmak zorundadırlar.
Ve elbette, tecritin hapishanelerde ilk aldığı can Okkır'ın canı değildir. Bugüne kadar salt tecrite karşı mücadele sonucunda 122 kişi yaşamını yitirmiştir. Bunun dışında da, bunalıma girerek intihar edenler, hastalanarak yaşamını yitirenler de mevcuttur. Yine, henüz yaşamını yitirmemiş olup her an aynı sonuçla karşılaşabilecek olanlar vardır.
122 Ölüm De Bu Hapishane Politikası Sonucunda Oldu
Bu ülkenin generallerinin yargılandığı Ergenekon operasyonunda tutuklanan Kuddusi Okkır'a bu muameleyi yapanlar, düşünün ki, bu düzene karşı mücadele eden devrimcilere neler yapmazlar?
Bu sorunun cevabı F Tipi hapishanelere karşı direnişte yaşamını yitiren 122 ölümde vardır.
122 ölümün dışında da, bir çok tutsak Kuddusi Okkır'ın hastalığını teşhis etmeyen hastanelerde, zorla müdahale işkencesi altında sakat bırakıldılar. Hapishanelerdeki saldırılarda yaralanan tutsaklardan tedavileri yapılmadığı için kalıcı sakatlıklar yaşayanlar, uzuvlarını kaybedenler oldu.
F Tipi hapishanelere karşı devrimci tutsakların direnişlerini karalayanlar, direnişleri nedensiz gibi göstermek için F Tipi hapishane propagandası yapanlar, Okkır'ın ölümü için ne diyorlar?
Örneğin, F Tipi hapishanelerin reklamını yapan Tuncay Özkan generallerin de 'lüks otel odalarında' kaldıklarını söyleyebilecek mi, ya da örneğin Okkır'ın lüks otel odasında yaşamını yitirdiğini mi iddia edecek?
Oysa 122 ölüm; tutsakları teslim almak için düzenlenmiş bu tecrit politikasına, ölüm hücrelerine karşı direnişte yaşandı. Tutsakların direnişleri karşısında F Tipi hapishaneleri savunanlar, ölüm hücrelerini savunuyorlardı.
TAYAD'lı Aileler;
'Yeni Ölümlere İzin Vermeyelim'
Tutuklu Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği (TAYAD) 8 Temmuz'da yaptığı 'Kuddusi Okkır ve Sekiz Yıldır Duymazdan ve Görmezden Gelinen Hapishane Gerçeği' başlıklı açıklamada, Okkır'ı öldürenin devletin hapishane politikası olduğunu anlatarak, halen hapishanelerde tedavileri yapılmayan tutsaklardan bazılarının isimlerine yer verdi.
'... bu trajediyi sadece Kuddusi Okkır ve ailesi yaşamıyor' denilen açıklamada, F Tipi hapishanelerde bu trajedilerin her zaman yaşandığı ve bir çok tutsağın tecrit sonucunda ağır hasta durumda olduğu vurgulandı.
TAYAD açıklamasında yer alan ağır rahatsızlıkları olan tutsakların isimler şöyle;
- Edirne F Tipi'nde, Enver YANIK beyin ansefalisi yüzünden sürekli baygınlıklar geçirmektedir. Tahliye edilmesi ve tedavi edilmesi gerekirken, mahkemelere bile hücreli ring aracına konularak getirildiği için hastalığının ağırlaşmasına neden olunmaktadır.
- Edirne F Tipi'nde Ali Osman KÖSE ağır bir tansiyon hastasıdır. Doktor raporu olmasına rağmen 8 yıldır tek kişilik hücrede tutulmaktadır.
- Sincan F Tipi'nde Erol ZAVAR, mesane kanseridir ve 17 kez ameliyat olmuştur. Ama ağır sağlık durumuna rağmen tahliye edilmemektedir.
- Sincan Hapishanesindeki Hüseyin ÖZARSLAN Hepatit C hastalığı olmasına rağmen hastane sevklerinde bin bir türlü zorluk çıkarılmakta, adeta sevkler işkenceye çevrilmektedir.
- Kandıra F Tipi'nde Ufuk KESKİN Tip 1 Diabet hastasıdır. İnsülün bağımlısıdır. Ve tecrit hücrelerinde hemen her hafta ağır şeker komasına girmekte, hastaneye her götürülüşü ancak uzun uğraşlarla sonucunda mümkün olmaktadır.
- Tekirdağ F Tipi'nde Hasan Tahsin AKGÜN, daha önce ağır psikiyatrik rahatsızlık geçirmesine ve doktor raporu olmasına rağmen tek kişilik hücrede tutulmaktadır.
- Edirne F Tipi'nde Kemal AVCI'nın sürekli rahatsızlanmasına rağmen durumuna halen teşhis konulmamıştır.
'Bu örnekler saymakla bitmez' diyen TAYAD'lı Aileler, 'Kuddusi OKKIR sadece bir örnektir. Yeni ölümlere izin vermemek bizlerin ellerindedir' dedi.
Elbistan Hapishanesi'nde İşkence
'CAN GÜVENLİĞİM YOK! '
TAYAD'lı Aileler yaptıkları açıklama ile, Elbistan Hapishanesi'nde işkenceye maruz kalan A. Muttalip Arslan'ın can güvenliği sorunu olduğunu belirttiler.
Açıklamaya göre, Elbistan Hapishanesi'nde siyasi tutsaklarla ilişki kurmak isteyen A. Muttalip Arslan'a Kasım 2007'de başında 1. Müdür Osman Demirel ve başgardiyan Kemal Kılıç'ın bulunduğu bir grup gardiyan tarafından saatlerce işkence yapıldı. İşkence sonrasında dondurucu soğuğa rağmen üstüne su dökülmüş şekilde 10 gün yataksız, çıplak beton üstünde yatırıldı. Sonraki günlerde, hapishane idaresinin yönlendirmesiyle faşist olarak bilinen tutukluların öldürme girişimine maruz kaldı.
Yaşadıkları üzerine A. Muttalip Arslan savcılığa suç duyurusunda bulundu. Savcılık, Aslan ve ailesinin ısrarlarına rağmen hapishane idaresini dışında tutarak sadece bir kısım saldırgan hakkında dava açtı.
TAYAD'lı Aileler, bunun 'hapishanelerde nasıl bir yönetim anlayışının olduğunun çarpıcı bir örneği' olduğunu vurgulayarak, Adalet Bakanı'nın bizzat bilgisi olan bu olayda, Arslan'ın karşılaşacağı herhangi bir baskı, işkence veya can güvenliği sorunundan yine Adalet Bakanlığı'nın sorumlu olacağını belirttiler.
bağımsızlı demokrasi ve sosyalizim için
. YÜRÜYÜŞ
ULUCANLAR KATLİAMI
12.07.2008 - 11:50KATLİAM YAPILDI
İZMİR- İzmir Barosu Yönetim Kurulu, Ankara Ulucanlar Cezaevi'nde meydana gelen olayları değerlendirdi. İzmir Barosu Başkan Yardımcısı Ahmet Okyay, baro adına yaptığı açıklamada, Ankara Ulucanlar Merkez Kapalı Cezaevi'nde meydana gelen ve 10 kişinin ölümü ile sonuçlanan olayları 'katliam' olarak değerlendirerek, 'Hiçbir gerekçe, dört duvar arasında bulunan kişilerin öldürülmesini haklı gösteremez' dedi.
Diger cezaevlerinde endişe
Olay sırasında ölen tutuklu ve mahkumların otopsilerinde avukatların hazır bulunma taleplerinin reddedilmesinin, soruşturma bakımından kamuoyunda kuşkulara yol açtığı belirtilen açıklamada, 'Olayın gelişimi ve yarattığı infial, olağanüstü bir durumla karşı karşıya bulunulduğunu göstermektedir. Siyasi tutukluların kaldığı diğer cezaevlerinde de devam eden eylemlerin, Ulucanlar'daki yöntemle bastırılmasından ciddi endişe duyulmaktadır' denildi.
'Sorumlular soruşturulsun' Açıklamada, yetkililer hakkında idari ve cezai soruşturma başlatılması, olaya karışan kamu görevlilerinin görevlerinden uzaklaştırılması, adli soruşturmanın lüzumu muhakeme kararı alınmaksızın doğrudan yapılması, soruşturmanın tüm aşamasının aleni olması ve özellikle otopsi işleminde avukatların hazır bulunmasının sağlanması, sorunların hukuka uygun olarak çözümlenmesi istendi.
YENİ ŞAFAK GAZETESİ ARŞİVLERİ
ULUCANLAR KATLİAMI
12.07.2008 - 11:49KATLİAM YAPILDI
İZMİR- İzmir Barosu Yönetim Kurulu, Ankara Ulucanlar Cezaevi'nde meydana gelen olayları değerlendirdi. İzmir Barosu Başkan Yardımcısı Ahmet Okyay, baro adına yaptığı açıklamada, Ankara Ulucanlar Merkez Kapalı Cezaevi'nde meydana gelen ve 10 kişinin ölümü ile sonuçlanan olayları 'katliam' olarak değerlendirerek, 'Hiçbir gerekçe, dört duvar arasında bulunan kişilerin öldürülmesini haklı gösteremez' dedi.
Diger cezaevlerinde endişe
Olay sırasında ölen tutuklu ve mahkumların otopsilerinde avukatların hazır bulunma taleplerinin reddedilmesinin, soruşturma bakımından kamuoyunda kuşkulara yol açtığı belirtilen açıklamada, 'Olayın gelişimi ve yarattığı infial, olağanüstü bir durumla karşı karşıya bulunulduğunu göstermektedir. Siyasi tutukluların kaldığı diğer cezaevlerinde de devam eden eylemlerin, Ulucanlar'daki yöntemle bastırılmasından ciddi endişe duyulmaktadır' denildi.
'Sorumlular soruşturulsun' Açıklamada, yetkililer hakkında idari ve cezai soruşturma başlatılması, olaya karışan kamu görevlilerinin görevlerinden uzaklaştırılması, adli soruşturmanın lüzumu muhakeme kararı alınmaksızın doğrudan yapılması, soruşturmanın tüm aşamasının aleni olması ve özellikle otopsi işleminde avukatların hazır bulunmasının sağlanması, sorunların hukuka uygun olarak çözümlenmesi istendi.
Toplam 336 mesaj bulundu