Halâ yaşıyor...
Bugün zamanın başına buyruk oluşunun farkına varmanın yıl dönümündeyim.
Hatırlayabildiğim kadarıyla geçmiş günleri sorgulamaya, kalanlarla kalmayanların hesabına düştüm.
Kafamın içine bana ait olmayan sesler, suretler, küfürler, kahkahalar ve
ağlamalar...
Bunların hepsi çok kalabalık.
Ben, uykusuz bir sayfayım, kalabalık bir kitaptan kopmuş.
Bütün kelimelerim dilsizdir, duyamayabilirsiniz.
Tek nefeste bitmeye meyilliyim ama okunmayacak kadar gereksiz, anlaşılmayacak kadar da yersiz yazıldım.
Buruşuk satırlarımda yıkılmış bir dünya, üst üste çökmüş kara bulutlar;
bulutlar arasında gökkuşağı… bazen var.
Sadece bazen, işte.
Takvim, sayfalarını çevirmiş aynı kısır döngünün baş gününe varmış yine.
Ve ciğerlerim de dahil
kan dolusu, isli kokular sarmış her yeri. Geceyi kalabalıklaştırmak için yastık altına saklanmış kabuslarım, beni izliyor sinsice. Kör sanıyorlar beni, görmezden gelmeyi öğrendiğimden bi' haberler oysa...
Bu sabah biraz daha buğulanmış gözlerim, ki sol gözüm sağ gözümle hep kavgalı; inat etmiş açılmıyor ve nice zamandır ilk defa bir fikir birliğine varmış, ayna arar oldular. Sanki çok görülecek bir şey varmış da, görebileceklermiş de...
Ben hâlâ dün ile daha dün arasında sıkışmış
Bilmem nasıl anlatılır bazı günler;
Hani hiçbir şey olmamıştır daha,
ama için durmaksızın hazırlık yapar ya bir yıkıma.
Bugün işte, öyle bir gün. Ne yapsam eksik kalıyor.
Gözlerim bir köşe arıyor susmak için, kalbim bir ses...
İçimde kimseye anlatamadığım bir telaş var.
Kimse anlamaz, anlam veremez.
Belki de umursamaz ama
ben yine de özür dilerim.
Biraz isyankârdır ve serseri bir tavrı vardır.
Alaycı gelebilir sözlerim.
Anlam taşımaz bakışlarım. Çökük, baygın bakar gözlerim; biraz da yorgunum.
Hüzünlü bir akşam öncesiydi, yolumuzu kesiştiren.
Güneşin kızıl sancısından hemen önce,
aynı sokağa esiyordu sessizliklerimiz.
Başka başka düşlerin kesikleriydi ciğerlerimize dolan.
Ağızlarımızda çığlıklarca boşluk; dil ağrıları...
Ve terkedilmiş merhabalar.
Gereği düşünülmeden verilen bir kararın hükmü gereğince, başlanılan uykusuz saatlerin ilk satırlarındayım.
İlk cümlede geçen kader, adli acizlikte ben derin kesikliklerle dolu birkaç soluktayım.
ve kasvetli bir sessizlik yutuyor bütün sesleri.
Yutkunamıyorum. Boğazımda ölümcül bir düğüm, habis bir güç gibi boğuyor beni ama ölemiyorum.
Ruhumdan bulaşmış şiddetli bir soğuk bütün bedenimi sarıyor.
Kıyısındayken dahi hakettiği saygıyı göstermediğim ölümü şimdi saç tellerime kadar yaşıyorum.
Bu hikâye, yaşadığı sanılan ölü bir adamın hikâyesidir.
Öncelikle belirtmeliyim ki, konunun benimle uzaktan yakından alakası yoktur. Ben sadece kalemi doğru tutmaya çalışan, kafası karışık, ağzı eğri, dili lâl, bilhassa sefil bir yaşama sevinciyle çırpınan bir keresteyim. Evet, öyleyim...! Zira sabahı akşam etmenin ve akşamdan sabaha şuursuz bir geçiş yapmanın yegâne çaresidir kereste olmak.
“Olmak” demişken; neyin ne olduğunu anlamaya çalışmayı uzun bir zaman önce kenara bıraktım. Başıma gelenleri, ağlamaya bile aciz bir şekilde kabul edip, üstüme düşen ayak altı tozlarıyla süslemek gibi bir hobi edindim. Çiçek falan kurutuyorum dertler arasında. Öyle gül, papatya değil. Menteşesi kırık pencere önündeki kaktüse aittir hepsi. Açmak üzereyken dökülenlerden topladım; asla dallarına dokunmadım. Zaten hepsi kırık, bir de benden gelmesin bir darbe.
Biliyorum, sen bunları duymayacaksın. Zaten sana da söylemiyorum. Ayrıca duyan hiç kimse de üstüne alınmasın; çünkü bu hikâye, yaşadığı zannedilen ölü bir adamın hikâyesidir. Ki yine konunun benimle uzaktan yakından alakası yoktur. Ben sadece kalemi doğru tutmaya çalışan, kafası karışık, ağzı eğri, dili lâl, bilhassa sefil bir yaşama sevinciyle çırpınan bir keresteyim.
Evet evet, keresteyim. Hakaret değil bu söylediklerim, bilakis kendimi tarif ediyorum. Tarife değer mi bilmiyorum ama maksat kalabalık olsun, çok şey biliyorum diye bil istiyorum. Biraz da senin gibi yapıyorum. Söylediklerim şuursuzca gelebilir sana. Sonuç olarak özensizce yontulmuş bir ağaçtan arta kalanlardan ibaretim.
Zaten ben bildiklerimi de dar sokakların duvarlarına, gelişi gelmeyenleri bekleyenlerin yazdıklarından öğrendim. Duvar bitene kadar ve önceliklerinin de üstüne yazdılar. Sanırım bu yüzden ben “ben” deyince akıllara hiçbir şey gelmiyor. Ben değil, başkası da deyince aynı şey işte...
Ne kaşık olabilmişim sıcak bir aşa ne de sap olabilmişim herhangi bir baltaya. Ki ne işim olur benim bu olaylarla; dilimi yakmışım ta ne zamanlardan beri, bu yüzden soğuk aş severim ben. Bir de baltaya yardım ve yataklık edemem, ben ağaçları da severim.
Dertlerimin arasında kuruyan bütün çiçeklerden de özür diliyorum; serseri tavırlarımı gizlemek için kullandım hepsini. Ve beni kullanan herkesi de ayrıca tebrik ediyorum. Kimse üzülmesin ya da sevinmesin. Kızmıyorum, hak veriyorum; çünkü ben bir keresteyim.
Şimdi oradan bakınca marifetmiş gibi anlatıyorum görünüyor. Şunu da unutma, görmek yetmiyor. Zira hiçbir şey göründüğü gibi değil. Mevsimsel boşluklara karşı gerek olmayan bir çaba ve yine aynı çabanın yeşillerini dökmüş kuşkonmaz bir ağacın yeniden yeşermesine sarfiyatı kadar bir cehalet var avuçlarımda.
Merhaba bu yazıyı okuyan kişi,
Eğer sen bu yazıyı okuyorsan bil ki rüzgâr hayırsızın tekiymiş. Ben bu sayfaya çok şey yazıp yük bindirmedim, ki ağır olmasın, rahatlıkla taşıyabilsin istemiş ve ona emanet ettimiştim. Şimdi sen bu yazıyı okurken görürsün, bir yerden sonra bırakıyor, devam etmiyorum yazmaya. Böyle parça parça ve eksik şeyler var. Beni anlamanı umuyorum, çünkü rüzgâr hayırsız olsa da bilgedir. Neyi nereye bırakacağını iyi bilir.
Sen bu yazıyı okurken kim bilir ne yapıyorumdur şimdi. Belki kırık bir tabure üstünde çekirdek çitliyorum ya da kedinin biri ile sapanla kuş kovalıyoruzdur. Belki de ben artık yokumdur. Yanımda bir takvim olmadığı için bugünün tarihi hakkında bir bilgim yok. Ama hava şu an burun akıtacak kadar soğuk, kedi üşüyor, çekirdekler nemlenmiş, karanlık da çökmek üzere ve hiçbir kuş göç ettiği yerden geri dönmedi daha. Rüzgâr, sırf gürültü olsun diye cama çarpıyor. Uğultusu yüzünden kalemin sesini duymuyorum. Hoş, o kadar uzun zaman olduki kalemi elime almayalı sesini de hatırlamıyorum. Ellerim de titriyor ama oğuktan değil. Hatta kedinin aksine ben üşümüyorum bile. Belki sen bu yazıyı okuyorken güneş kavuruyor olacak her yeri. Ona benden selam söyle ve halâ küs olduğumu ilet lütfen. Gerçi uzun zaman oldu, belki hatırlamaz beni. Yaşlı da zaten... sen iyisimi söyleme küs olduğumu, çoktan affettim. Neden küs olduğumu sorma... kendisi de burada yok, dedikodu olmasın. Hem sana yük olmasın bunlar. Bir de sana ne benim küskünlüklerimden. Bu yazıyı bile sana emrivaki okutuyorum. Belki rüzgârla işbirliği yaptığımı da düşünebilirsin. Yok yok merak etme biz rüzgârla pek anlaşamayız. Kızma ama belki de milyonlarca sayfa yazmışımdır bunun gibi... Yalnız sen şanslısın... Şanslısın çünkü bu itirafı bir tek sana yapıyorum. Zaten farkındaysan 'gibi' dedim, 'aynı' demedim. Hem o sayfaların hepsini yaktım, ben bile okumadım. Hıh... Sence de garip bir şey değil mi; kim olduğunu bilmediğin birinin yazdıklarını okumak. Yani tamam... hikaye, roman falan okumuşsundur tabii ama onların yazarı belli, konusu belli. Neyse elim yoruldu ve daha çok titremeye başladı. Belki de yaşlanıyorumdur.
Şimdi sen bu yazıyı okuyorken muhtemelen ben çoktan gitmiş olacağım. Nereye diye sorma çünkü ben de bilmiyorum. Gerçi ben bir yere gidemeyecek kadar acizim, belki de gitmemişimdir. Yok, yok... etrafına bakma bu yazdıklarımın yakınında olmayacak kadar uzağımdır kendime. Elim gerçekten yoruldu. Bir de silikleşen kelimelerden farkettiysen kalem bitmek üzere. Eğer bir daha aynı rüzgâra denk gelirsen etrafına iyi bak; bu sayfadan sonra bir sayfa daha savuacağım onun yüzüne. Hahaha ister misin bu sayfadan önce o ulaşsın eline.
Rüzgârın taşıdıkları arasından umarım beni görür, hatırlarsın...ama... Ama nasıl olacak?
Sahi ya ben sana adımı söylemedim... Benim ad...



Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!