İlkler-22 (Hikmet Baba 'nın İlkleri - 1)

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

İlkler-22 (Hikmet Baba 'nın İlkleri - 1)

Bir Taşatapanla İlk Görüşme

İlçe yağmurlu bir akşama hazırlıksız yakalanmıştı.
Dükkancılar, dükkanlarının önlerinde sergilemiş oldukları öteberiyi elden geldiğince ivedi toplayıp içerilere taşımaya, şemsiyesiz insanlar yelemyelpirdek kaçışıp saçak altlarına sığınmaya ve yüksüz kalan at arabaları bir yanlara çekilmeye başlamışlardı.
Yağmur, taş döşeli caddeleri, taşlı-topraklı sokakları, kerpiçten-taştan yapılma duvarları, daracık çerçeveli pencereleri ve çakıl döşeli damları kamçılamaktaydı. Dükkanların camlarından taşan ışıklar ıslak ıslaktı. Ortalık tenhalaşmış, yerini, karanlıkları yıkayan bir yağmura bırakmıştı. Kaldırım taşları diplerinde göllenen sular oldukları yerde tutunamayıp bulabildikleri eğimlerden caddelere-sokaklara aşağı akıyorlardı. İlçenin küçük çarşısının saçakları altında ayak basacak yer kalmamış, yağmurdan kaçmaya çalışanlar birbirlerine çitenmeye başlamışlardı.
Bir ara, ıslak karanlıklar zorlu gürültülerle göğü yırtan keskin bir şimşekle aydınlandı ve hızını arttıran yağmur hışım gibi inmeye koyuldu. İlçede yağmurun sesinden başka duyulabilecek tek ses kalmamıştı. Karanlıklar ikide bir şimşeklerle aydınlanıyor, görülüp kaybolan anlık mavi ışıklar altında caddelerden, sokaklardan seller gittiği görülüyordu. Elektrik tellerinde baş gösteren beklenmedik bir kopma, bir anda ilçeyi derin ve ıslak karanlıklara gömmeye yetmiş ve ilçenin varlığıyla yokluğu bir olmuştu.
Saçak altındaki bir kalabalık arasına sıkışmış olan Hikmet Baba ne yapacağını bilemez haldeydi. İlçeye gündüz gelmiş, yapılması gereken işlerini yapıp tamamlamış ancak ayrılmaya olanak bulamamıştı. Bu onun kentten aynı ilçeye ilk gelişi değildi. Önceden de birkaç kere gelmiş ve geri dönmüştü. O yüzden, kentle ilçe arasında çalışan tek minibüsün yeterli yolcuyu bulamayınca; geri dönmediğini ve sabahı beklemek zorunda kaldığını bilmekteydi. İlçe uğrak yeri olmadığından, geçecek araç bulma olanağı yoktu. İlçede topu topu iki taksi vardı. Bunlar da bulabildikleri darda kalmış bir-iki yolcuyu kavşağa kadar götürüp bıraktıktan sonra dönen araçlardı. Genellikle yolcu da bulamazlardı ve bulamayışlarına da şaşmamak gerekirdi. Zira; minibüs ilçeyle kent, kentle ilçe arasında beş liraya yolcu taşırken taksiler sadece kavşağa kadar her bir yolcudan kırkar lira almaktaydılar. Yolun geri kalanı için ödenmesi gereken otobüs parası yirmi liraydı ve dolayısıyla ilçe-kent arasındaki böylesi bir aktarmalı yolculuk, yolcuya altmış liraya patlamakta, yolcular da beş lira vererek ertesi sabah kente gidebilmek dururken on katını vererek gitmeyi göze alamamakta ve ilçede gecelemeyi yeğ tutmaktaydılar.
Hikmet Baba ne yapacağına bir türlü karar veremiyordu.
Gündüzlerin egemeni, gecelerin kölemeni olmuştu. Gerçekte yalnız da olsa; gündüzleri kendisini hiç de yalnız varsaymıyor ama geceleri kendisini tümden yalnız, tümden kimsesiz, tümden umarsız, tümden kolu-kanadı kırılmış buluyordu. Karanlıklarda bütün bir dünya bir yanda, o bir yandaydı. Geceleri kapılar, pencereler sokaklara değil, ona, onun yüzüne kapanıyordu. Şimşeklerin gökleri çarşaf çarşaf yırtışı, göklerin öfkeli öfkeli gürleyişi, yağmurun dursuz-duraksız yağışı, şuradaki-buradaki tek-tük ışıkların titreyip titreyip sönüşü onu büyük bir yalnızlığın küflü zindanlarına itip durmaktaydı. İnsanoğlunun hiç de yeterince güçlü olmadığını Hikmet Baba, işte böyle anlarında daha da bir iyi anlıyordu. Ona göre; insanı darmadağın edebilmek için, bulunduğu yerden şöyle bir kaldırmak ve alıştığı ortamın bir-iki adım ötesine bırakmak yetip de artıyordu bile.
Yağmur bir türlü dinmek ve karanlıklar bir türlü aydınlanmak istemiyor gibiydi.
Ötede-beride bir parlayıp bir kararan sigara ateşleri, kuru ve sıcak gecelerden ıslak ve karanlık yağmurlar altına sürgün edilmiş ateşböceklerini andırmaktaydı ve bu minicik pırıltılarda her zorluğa direnmesini bilen bir yaşamın sıcacık solukları vardı.
Hikmet Baba, cebinden çıkardığı sigara paketinden bir sigara aldı ve dudakları arasına sıkıştırarak yaktı. Parmakları yanıncaya kadar kibriti minicik bir alev gibi elinde tuttu, sonra attı. Sigarasını soluklarken saçak altında kaç kişi olduklarını öğrenmeye çalıştı fakat başaramadı.
Islak karanlıklara baş kaldıran ilk mum ışığı, ötelerdeki bir yerlerden göründü. Işıkla arasındaki cisimler karanlıklarda eriyip kaybolduklarından, mumun ne kadar uzakta veya ne kadar yakında olduğunu kestiremiyordu. Fakat her nerede olursa olsun; o bir umut kapısıydı, bir yaşama sevinciydi ve bir aydınlıktı. İşte menzilindeki bir yerlerde bir titreyip bir duruluyor, sonra yeniden titriyordu.
Vakit dükkanların kapanma vakti değildi ve yaşam karanlığa karşı var olmak istiyordu. İlk mumun karanlığa baş kaldırışını önce başka başka mumlar, sonra gaz lambaları izledi. Bölük-pörçük ışık pençeleri altında ıslak insan parçacıkları şuradan-buradan ortaya çıkmaya başladı. Hikmet Baba, tümü bir araya getirilse dahi, bu parçacıkların bir tam insan bile edemeyeceğini düşünüyordu. Önünde toplanılan vitrinin az-biraz aydınlanması üzerine, saçak altında beş-altı kişi olduklarını sezinleyebildi. Karanlık sokakları dövmekte olan ve ikide bir yön değiştiren yağmur, tümünü ite-kaka dükkan camının önüne sıkıştırmıştı. Dışarıda alıcı kalmadığından dükkancının cam önündeki kalabalığa aldırış ettiği yoktu. Fakat dışarıdakilerin içerideki sıcaklığa imrendikleri, göstermelik alışverişler için dükkana kayıp şuyun-buyun değerini sormalarından anlaşılmaktaydı.
Sönüp giden ışıklar bir daha yanmadı ama hızı kesilen yağmur da işi fazla uzatmadan sona erdi. Bölük-pörçük ışık lekeleri altındaki insan karaltıları, kıyı taşlarından göl sularına atlayan kurbağalar gibi kaldırımlardan yerlere atlayıp karanlıklarda kayboldular. Görünürlerde bir-iki yağmur damlasının son birkaç şıpırtısından başka hiçbir şey kalmadı ve ortalığı yoğun bir sessiz karanlık kapladı.
Hikmet Baba, vitrininin önünde durduğu dükkanın kapısından başını uzatarak bir mumum kirli sarı ışığına sığınmış solgun, sakallı bir yüze yorgun bir soru yöneltti:
- Yakınlarda iyi bir otel var mı?
- İyi olup olmadığını neden soruyorsun? İlçede zaten bir tek otel var.
- Koskoca ilçede sadece bir otel mi var?
- Bir otel. Yabancılar buraya pek uğramazlar. Kalanlar da gidecek araba bulamadıklarından ilçede gecelerler.
- Nerede bu otel?
- Dağ Palas. Çarşıdaki Cumhuriyet Alanı ‘nın alt başında bulunan ve cephesi alana bakan mavi yapı.
- Karanlıkta rengi nasıl belli olur ki?
- Cephesinde otel olduğunu belirten büyük bir el yazısı ve kapısında da sacdan bir adlığı var.
- İnşallah bulurum.
Hikmet Baba, karanlık taşlar üstüne ayaklarını ıslak ıslak vurarak ve arada bir, muma sığınmış bir dükkana sorarak oteli buldu.
Üstü mum ışığıyla aydınlanmış, kalanı karanlığa karışmış bir bankonun arkasında sivil kasketli, orta yaşlı, gözlüklü bir adam oturmakta ve o yetersiz ışık altında bir yerlere bir şeyler yazmaya çalışmaktaydı.
- İyi akşamlar. Boş odanız var mı?
Adam başını kaldırmaya, yüzüne bakmaya ve ona herhangi bir yakınlık göstermeye gerek bile görmeden soruyu yanıtladı:
- Boş yatak yok.
Boş oda olup olmadığı yolundaki sorusuna boş yatak bulunmadığı yanıtını alan Hikmet Baba, kendisini bir anda, kapıları sımsıkı kapatılmış çelik bir kafes içinde buldu. O ana kadar, her yönü başka bir yerlere açık sandığı ilçenin, girişi-çıkışı çelik kapılarla kapatılmış bir kafes, bir cendere olduğunun bilincine yeni yeni varmaktaydı. Bu kafes, girerken az-çok girilebilen fakat çıkmak isterken çıkılmasına en küçük bir olanak bile bırakmayan bir kafesti. Gitmek istense; gidilemiyor, kalmak istense; kalınamıyordu.
Geceyi geçirmek için, otelde kalınacak bir yatak olmadığına, ilçede de başka otel bulunmadığına göre; ne yapacak, ne edecek, buradan nasıl kurtulacak, kurtulamazsa nerede sabahlayabilecekti?
- Bütün odalarınız dolu mu?
Adam önündeki kağıtları bir yana itip eliyle mumu sol yanından sağ yanına alarak Hikmet Baba ‘nın yüzüne şöyle bir baktı:
- Sen yabancısın.
- Ne yani? Otelde kalanlar tüm buralı mı?
- Köylükten gelenner. Yarın ilçenin bazarı.
Hikmet Baba eski sorusunu yineledi:
- Bütün odalarınız dolu mu?
Yanıt aynı türdendi:
- Boş yatağımız kalmadı.
- Şöyle tek yataklı bir oda olsaydı.
- Zati bizde tek yataklı oda yok.
- Çift yataklı?
- Dolu.
- Üç yataklı falan?
- Otel dolu. Her bazar evvelisi beyledir.
- Odalardan birine bir ek yatak atamaz mıyız?
- Odalarımıza ek yatak sığmaz.
- Yahu kardeşim, senin ağzından tek olumlu söz çıkmaz mı? Biliyorsun işte; akşamları ilçeden kente minibüs yok. Taksiyle kavşağa kadar inilse bile, yoldan otobüs gelip geçer mi bilinmez. Gelse geçse de ne zaman gelip geçeceği belli olmaz. Zaten bu berbat havada da Tanrı ‘nın bir ıssız kavşağında beklenmez ki beklensin: Haydudu var, canavarı var. Kaldık bu gece burada işte. Başka otel de yok ki oraya gideyim. Artık ne olursa senden olur. Bana bir yer ayarlayıver bu gecelik. Herhalde altında falan kalmayız iyiliğinin.
Adam durdu düşündü. Kasketini çıkarıp kafasını kaşıdı, sonra kasketini giyip Hikmet Baba ‘nın yüzüne baktı:
- Bi tek boş yatağımız bilem yok ama bilmem ki…
Adamın ağzından çıkan bu “Bilmem ki” sözcüğü Hikmet Baba ‘ya bir umut kapısı gibi göründü. İşte bu sözcük denize düşenin sarıldığı yılandı. Bu, gitse gidilemeyen, kalsan kalınamayan yerden onu kurtarırsa bu sözcük kurtarırdı. Hikmet Baba, sözcükle beliren umudu sağlama bağlayabilmek için adama, yakınlık, dostluk içeren bir dilpersengiyle hitap etmek istiyor fakat nasıl bir dilpersengiyle hitap edilmesi gerektiğini kestiremiyordu.Ülkenin her bir yöresinde bir ayrı perseng kullanıldığından, yakın görünmek üzere gereken persengi cuk oturtmak, bir falı atıp da tutturmaktan daha zordu. Ne demeli, nasıl hitap etmeliydi?
“Baba” mı, “Kardeş” mi, “Abi” mi, “Bacanak” mı, “Ağa” mı, “Aga” mı, “Dayı” mı, “Amca” mı, “Emmi” mi, “Beg Emmi” mi, “Efendi” mi, “Efendiağa” mı, “Dayıbey” mi, “Amcabey” mi, “Halo” mu, “Lan” mı, “Herif” mi, “Ömrüuzun” mu, “Muhterem” mi, “Selametlik” mi, “Adamım” mı, “Gözüm” mü, “İki gözüm” mü, “Garaş” mı, “Hoca” mı, “Usta” mı, “Kirve” mi, “Sağdıç” mı, “Çavuş” mu, “Başefendi” mi, “Komşu” mu, “Hısım” mı?
Ne demeli ve bu adama denk düşecek persengi nasıl bulmalıydı.
Hikmet Baba, yerine oturmayan persenglerin kalp para kadar geçersiz olduklarını ve yarardan çok zarara yol açtıklarını biliyordu. Anaerkil köylü takımının insana “Dayı”, ataerkil köylü takımının ise “Emmi” diye seslenmeyi yeğlediklerinin de bilincindeydi. Sahip olduğu bu bilgilere adamın yüzündeki dişi çizgileri de katınca; persengi az-çok tutturabileceğini sezinledi ve otelciyi bu inançla karşısına aldı:
- Yap bana bir iyilik dayı. Dedi. “Bilmem ki…” Dediğine bakılırsa; var herhalde yapabileceğin bir şeyler.
Hikmet Baba boş atıp dolu tutturmuşa benziyordu: Adam oturduğu yerden kalkmış, bankonun altından aldığı bir tabureyi bankonun dışına bırakmıştı:
- Hele şöle oturuve. Bakalım yapabilir miyiz bişeyle?
- Aman dayı, göster kendini.
Otelci bankonun üstündeki mumu, altındaki kırtışlı çay tabağıyla birlikte Hikmet Baba ‘nın önüne doğru sürdü. Mumun kirli sarı alevi, adamın gölgesini eski yerinden alıp arkasındaki duvara yansıtmış ve başını kirişlerin arasına sokmuştu. O da Hikmet Baba ‘ya benzer sözcüklerle seslenmekteydi:
- Valla dayı, “Yok” dedimse de, aslında va bi yatağımız. Ütel olur da yatak olmamı? Va bi yatağımız. Ama bu yatak çift yataklı bir odada.
- Aman olsun, olsun.
- Übür yatakta da bi adam va.
- Olsun.
- Adam tam bi heftedi galyo.
- Aman kalsın. Ben de bir gece kalacağım zaten.
- Valla dayı, bilmem ki; galabilin mi?
- Kalırım dayı. Neden kalamayayım?
- Galaman, galaman.
- Kalırım, ben kalırım.
- Sen durumu bilmiyon ki.
- Öyleyse anlat da bilelim.
Adam sağ elinin beş parmağını birden tavana doğru açıp kaldırarak sağdan sola şöyle bir çevirdi:
- Adam deli.
Hikmet Baba şaşırmıştı:
- Nasıl deli?
- Valla dayı, zırdeli. Zırdeliliği de bir yana herif puta dapıyo.
- Yahu, peki otelde nasıl kalıyor bu adam?
- Valla onbeş günnük parayı bi galemde bastırı bastırıvidi, niye galmasın?
-Yani kimseye zararı yok mu?
- Zırdelinin ni zaman zarar vireceği bellimolur dayı? Şinciye gadar olmadı emme bellimolur?
- Puta taptığını nereden biliyorsun?
- Beni go bi yana, bütün bir ilçe bilyo puta taptığını. Daşlara dapıyo adam.
- Taşlara mı? Yani heykellere falan mı?
- Hekel deel, daş daş. Bildiğin daşlara. Onnarnan bülbüller kimi gonuşuyo, gülüşüyo. Onarı yüzüne-gözüne sürüyo. Secdeler ediyo. Kedi kimi okşuyo. Cebinde bi daşı va ki; ona “Daşların Padişahı” deyo. Ona-buna “Bu sizin ekmek vereniniz” deyo. “Bundan sonaki varlığınızı buna boçlusunuz” deyo. O daşı iki yatağın arasındaki sehbanın üstüne goyup çevresinde tam üç tane mum yakıyo. Önünde dizler çöküyo.
- Peki, insan içine hiç çıkmıyor mu bu adam?
- Çıkmaz mı? Gannını doyuruyo lokantada. Bi içeri girdimi aynı şöle bağırıyo: “Afiyetler ossun benim muhterem körlerim… Yiyin, için… Bundan sonra sizin rızkınızı ben vircem… Analarınızı-babalarınızı, çoluklarınızı-çocuklarınızı, evinizi-barkınızı ben besleycem… Sizleri ben donatcam… Gaderlerinizi ben değiştircem… Sizleri kümeslerinizden çıkarıp saraylara ben daşıycam… İlçeyi ilkellikten uygallığa ben götürcem… Ben Fareli Köyün Gavalcısı ‘yım… Sizler benim gözü gapalı, günahsız, avanak guşlarımsınız… Hadinin, bili bili bili, geh geh geh…”
- Yanındaki yatağın parasını da veriyor mu bu deli?
- Onu virmiyo.
- Demek ki onu vermeyecek kadar akıllı. Peki, yanında hiç kimsenin kaldığı olmuyor mu?
- Kimsenin yüreği yetmiyo galmaya. Uykuda-muykuda bi halt edeceği dutar deyi gorkuyolla allalem. Gosgoca ilçede ondan gorkmayan sadece çocuklar.
- Neden? Çocuklara bir şey yapmıyor mu?
- Ceplerini, eteklerini şekerlen, fındık-fıstıklan ve herbi şeylen tepeleme dolduruyo. Bebelerden kimine “Toktor Bey”, kimine “Mühendis Bey”, kimine “Vali Bey”, kimine “Genel Müdür Bey”, kimine “Avkat Bey” deyi sesleniyo. Onarı öpüyo, seviyo ve onnarnan oyunlar oynuyo, tıpkı bebeler kimi. “Ben bigaç günnüğüne gitcem buralardan, sona ganatlarımı dakıp çalakanat geri gelcem ve gelinceee, ilçedeki herkesleri cennetlere sokcam.” Deyo. “Size oyuncaklar alcam, giysiler giydircem. Biz daşlara basa basa, elele cennetlere gircez.” Deyo.
- E, kimseler dizginlemiyor mu bu adamı?
- Bizim buralarda her köyün bir delisi vardır. Bizde kimse deliye değmez, dokanmaz. Zira, çoğu velidir, erendir.
- Peki yetkililer ne diyor bu işe?
- Ne desinner? Deliynen deli mi ossunnar?
Hikmet Baba, sıkıntıdan ve umarsızlıktan başını sağa-sola sallamaktaydı:
- Sen bana bu adamın odasındaki yatağı vereceksin. Başka tutunacak dalım yok. Hem yorgunum hem zorunluyum.
- Peki, yatabilin mi bu adanman?
- Ben yatmasına yatarım da bakalım o beni yatırır mı?
- Valla orasına ben garışmam.
Hikmet Baba deftere kaydını yaptırdı. Yatak parasını ödedikten ve kalma sorununu şimdilik çözdükten sonra otelciden ilçede yemek yiyebileceği bir yer bulunup bulunmadığını sordu. İlçedeki tek aşevinin yerini öğrenerek otelden ayrıldı.
Eşikten dışarı adım atmasıyla çevresinin bir uçtan bir uca aydınlanması bir olmuştu. Dışarının ıslak havasını ciğerlerine çekerken yakınlarındaki bir-iki dükkanın üfleyip mumları söndürdüğünü gördü. Muma-lambaya gerek kalmadığını düşünecek vakti bulamadan ışıklar yeniden söndü ve herkesle, her şeyle birlikte kendisi de karanlıklara gömüldü.
Bulunduğu yerde durup bir sigara yaktı. Başını yukarı kaldırıp ıslak gökte serininden bir-iki yıldız aradı fakat karanlıktan öte hiçbir şey bulamadı. Şurada-burada karanlığın bir-iki mumdan medet ummaya çalıştığını ürpererek sezinledi. Mum ışıklarının ötede-beride, aşağıda-yukarıda bir başlarına kalışlarına, bölük-pörçük duruşlarına ve bir türlü bir araya gelemeyişlerine üzüldü.
Nemli havada sandalye üstüne çıkmış birinin, bir dükkan kapısına bir gemici feneri asmakta olduğunu görünce, lokantanın orası olabileceğini düşünüp fener ışığına yöneldi ve yaklaştığında yanılmadığını anladı.
İçerisi sıcak ve tenhaydı. Bir tahta masada çorba içmekte olan üç kişi deliden söz etmekteydi. Büyük bir merakla üstlerine eğilmiş bulunan kirli beyaz önlüklü bir garson habire “Allah Allah” lar çekmekteydi. Üç müşterinin masasında ve aşçının önündeki tezgahta mumlar yanıyordu.
Hikmet Baba boş masalardan birine oturunca, dedikodusu tatlı yerinde kaldığı için canı sıkılmışa benzeyen garson isteksiz adımlarla gelip önüne dikildi:
- Ne yiyeceksin?
Hikmet Baba, aydın olmayan kesimin sadece aydınlanmamakla kalmayıp görgü sahibi olamadığını da öteden beri bilmekteydi. Bunun içindir ki; bu kesim, herkesi kendi eşinden-dostundan sayar, arada hiçbir uzaklık bırakmazdı. Sigarasına ateş arıyorsa; çok büyük bir rahatlıkla ve izin istemeye gerek bile görmeksizin, yanan sigaranızı elinizden alabilir, işini bitirdikten sonra da teşekkür dahi etmeden çekip gidebilirdi. Veya gereksiniyorsa; yanınızdaki sandalyeyi izinsiz kaldırabilir, kaldırırken kafanıza çarpabilir, çarptığı için özür dileyeceğine, tüm dişlerini göstere göstere yüzünüze gülebilirdi. Ve bu böyleydi. Yararlandırmalarının da yararlanmalarından tek farkı yoktu: Kendi yediğinden birazını alarak onun da yemesi için hiç tanımadığı birinin önüne pat diye koyabilirdi. Şimdi de işte öyle yapıyor, bir-iki senli-benli sözüyle tüm uzaklıkları bilgisizce-görgüsüzce fakat mertçe “Kışt kışt…” lıyordu:
- Ne yiyeceksin?
- Ne var?
- Deli Çorbası, Deli Fasulyesi, Deli Pilavı. Zati başka da bişey yok. Hi hi hi…
- Ne bunlar? Yemek mi?
- E he.
- Bir çorba alayım.
- Çiyeeek bir Deli Çorba…
Yemeklerin adları bile deliye kesmişti. Ve yandaki masada oturan adamlar deliden, delilerden ve delilikten söz etmeye bir türlü doyamıyorlardı. Neydi anlattıkları? Bir deli bir adama dik dik bakarak nereli olduğunu sormuşmuş. Adam ne yapmış? Ne yapsın? Eskişehir ‘li olduğunu söylemişmiş. Peki delinin tepkisi ne? Deli adamın kafasındaki şapkayı bir tutuşta kapıp almış ve hiç de inanmadığını belirtmek istercesine parmağıyla bir gözünü ayırarak “Pışııık…” demişmiş. “Sen gerçekten Eskişehir ‘li olsaydın, hiç senin bu şapkan yeni olur muydu? ”
Hikmet Baba yemeğini bitirinceye kadar üç müşteriden, garsondan ve aşçıdan deliyle ilgili sayısız öyküye kulak konukluğu etti ve hiç olmazsa; elektrikler bağlanıncaya kadar öylece aşevinde oyalanmasının iyi olacağını düşündü. Ama buna gerek bile kalmadan ortalık aydınlanıverdi ve o da hesabı verip ayrıldı.
Otelin yanında küçük bir çayevi vardı. Oraya girdi. Masalar bir şeyler içenlerle doluydu. Herkes ortaya konuşuyordu ve konuşmalar yine delinin üstüneydi. Anlatılanlara bakılırsa; deli bu çayevine de uğramış, tüm oturanlara bardak bardak çat, fincan fincan kahve ısmarlamış, paralarını tırınk ödemiş, sonra “Kahrolsun bakarkörler, varolsun baktığını gören gözler… Yaşasın taşlar…” diye bağırmış, çayevini bir taşa satın almak istemiş, kahveci olmazlanınca; “Ena… yiiih… Ena… yiiih…” diye kahkahalar atarak dışarı fırlamıştı.
Hikmet Baba yatmak için odaya çıktığında saat gece yarısını vurmaktaydı ve tıklattığı kapıyı, henüz yatmamış olduğu anlaşılan delinin kendisi açmıştı.
Orta boylu, kumral, başında saçı olmayan, orta yaşlı, zayıf, hareketli bir adamdı. Alnındaki yatay çizgiler didinmeyle geçen bir yaşantının, kaşları arasındaki dikey çizgi kararlılığın, gözleriyle ağzının yanlarındaki çizgiler de birer gülebilme yeteneğinin kanıtı gibiydiler. Hikmet Baba ‘yı kapı önünde görünce ilk yaptığı şey; belirgin bir biçimde sağ kulağını ona çevirmesi ve meraklı bir tonla seslenmesi olmuştu:
- Ne istiyoruz acaba?
- Efendim, ben odadaki ikinci yatağın bu geceki sahibiyim.
Deli, yarı açık durumdaki kapı kanadını bırakmamış, ancak öncekinden de büyük bir merakla Hikmet Baba ‘nın yüzüne bakmaya başlamıştı:
- Odadaki ikinci yatağın bu geceki sahibisiniz?
- Evet.
Deli kapıyı ardına kadar açtı. Yarı beline kadar eğilerek ve elini kalbinin üstünden ta başına kadar götürerek Hikmet Baba ‘yı selamladı:
- O halde buyursunlar ekselanslarımız. Kendilerini şöyle alalım. Şöyle şöyle şöyle, şu bitpazarı koltuğuna. Herhalde zatışahaneleri hemen yatacak değillerdir.
- Teşekkür ederim. Evet, hemen yatacak değilim. Baksanıza siz de henüz yatmamışsınız.
- Elbette ki yatmadım. Zira ben; ayık durmayı uyumaya yeğleyenlerdenim. Neden mi? Mehmet Akif “Baksana; yer uyanık, gök uyanıktır. Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır.” Demiş de ondandır.
Adamın konuşmalarında tutarsızlık yoktu. Ama Hikmet Baba, ancak belirli noktalarda delilerin akıllılardan ayrıldıklarını, tutarsızlıklara böyle noktalarda düştüklerini biliyordu.
Vakit gecenin en ilerlemiş vakti olduğu halde, deli soyunmamıştı bile. Sırtında kahverengi bir kadife ceket, altında siyah gabardin bir pantolon, ayağında ceketinin rengine uygun, yumuşak, yazlık ayakkabı ve ceketinin mendil cebinde de yanları beyaz işlemeli, siyah bir mendil vardı. Konuşurken gözleri sabit-mabit, mavi mavi bakıyor ve bakarken karşısındakini gözlerini kaçırmak zorunda bırakıyordu.
- Mehmet Akif ‘i tanıyorsunuz demek?
- Benim tanıdıklarım bu odaya sığamamış, koridorlara, merdiven basamaklarına ve ta otelin lobisine kadar taşmışlardı, gelirken görmediniz mi?
- Görür gibi oldum da pek seçemedim. Kimler vardı aralarında?
- Şimdi sezinledim: Sen benden delisin. Saymaya kalksam; güneşin doğduğunu, battığını, sonra yeniden doğduğunu görürüz şu pencereden.
- Temmuz ayındayız; kolay doğsa da kolay batmaz güneş.
- “Temmuz” a kulak asma. O babasız bir çocuktur. Piçtir. Babil ‘in Koca Ana ‘sı “İştar Ana” dan doğmuştur. Oğlu vardır ama anası kızdır.
- “Osiris” in anası?
- O da “İsis Ana” gibi kızdır.
- “İsis Ana” yı da biliyorsun demek?
- Senin gibi bir akıllının bildiğini benim gibi bir deli neden bilmesin?
Hikmet Baba deliye merakla baktı:
- Kel başın saçlı olabilmesi için gereken nedir?
Deli Hikmet Baba ‘ya mavi mavi baktı:
- Kel başa Temmuz ‘un bokunun sürülmesidir gereken.
- Veya Osiris ‘inkinin.
- Yahut Adonis ‘in.
- Peki, neden?
- Analarına erkek eli değmemiştir de ondan.
Küçük ve gösterişsiz otel odası bir anda kahkahalara boğuldu. Hikmet Baba ‘yla deli kahkaha üstüne kahkaha atarak kırk yıllık dostlar gibi birbirlerine sarılıp kucaklaştılar ve elele tutuşarak odada bir süre rond yaptılar.
- Benim adım Hikmet. Yaşım dolayısıyla “Hikmet Baba” diyorlar.
- Benim adım da Muzaffer. Maden Mühendisi Muzaffer. Akıllı olduğum için deliler bana “Deli” diyorlar.
- Haydi öyleyse; anlat bakalım şu taşa tapma öyküsünü. Taşlarla konuşma, onları yüzüne-gözüne sürme, kedi okşarcasına okşama öykülerini. Göster bakalım, yatıncaya kadar cebinde taşıdığın, yatacağın zaman yataklar arasındaki sehpanın üstüne koyarak çevresinde mumlar yaktığın şu “Taşların Padişahı” nı. Onun neden başkalarının ekmekvereni olduğunu, ilçe halkının varlıklarının neden ona bağlı bulunduğunu anlat. Şuna-buna neden “Benim muhterem körlerim…” diye seslendiğini, küçücük çocuklara neden büyük büyük unvanlar yakıştırdığını, neden “Kahrolsun bakarkörler, varolsun baktığını gören gözler..” dediğini falan, tümünü anlat.
Deli, duvardaki çiviye asmaya çalıştığı kadife ceketinin iç cebinden sigara paketini ve kibritini aldı. Bir sigara kendisi yaktı, bir sigara da Hikmet Baba ‘ya ikram etti. Sigaralarını tüttürürlerken gülerek anlatmaya koyuldu:
- Bir yolculuk sırasında buraya uğramış, aynı gün gidecek araç bulamadığımdan bir-iki gün beklemek zorunda kalmıştım. Can sıkıntısını gidermek için otelin kuzeyindeki kayalıklarda dolaşmaya çıktığımda taşlarla karşılaştım. Korozyona uğramamış taşlardı. Renkleri mavimsi-gri ve parlaktı. Tırnağımla çizebileceğim veya çakımla kesebileceğim kadar yumuşaktı. Soğukta yassıltabiliyordum. Havada kararıyorlardı ama kararmaları yüzeyde kalıyordu. Arı sudan da etkilenmiyorlardı. Kesinlikle emindim: Bu kurşundu. Bazıları havada kavrulmuştu ki; bu kavrulma onun kurşunmonoksit olduğunu göstermekteydi. Biz kurşunmonoksite “Mürdesenk” deriz. Mürdesenk, kurşunmonoksite denk düşen bir bazik asittir. Türlü bileşikleri vardır. En iyisi kurşunsülfürdür ki; doğal yoldan oluştuğunda buna “Galen” adı verilir. Kurşunun temel cevheri galendir. Ve kurşun, özgül ağırlığı aonbir-oniki gram gelebilen ağır bir elementtir.
Deli, sigarasından bir soluk alıp tavana doğru üfleyerek küçük bir kahkaha kopardı:
- Biliyor olmalısın: Kurşunun kullanıldığı alanlar sayılamayacak kadar çoktur. Ülkemizde üretilebilen kurşunun yarısı sadece akümülatör yapımında kullanılmaktadır. Matbaa harflerinin dökümü, elektrik enerjisi iletiminde kullanılan kabloların kaplanması, su ve gaz döşemeyle ilgili tüm boru donanımları, av silahları için kurşun yapımı, yapıların-çatıların kaplanması işleri, kaliteli şarapların ve alkol şişelerinin kapaklanması, kaynakçılık faaliyetleri, iks ve gamma ışınlarına karşı koruyucu yapımları, otomobil tekerleklerinin dengelenmesi işleri, balık ağı yapımları, gemi omurgalarının safralanma faaliyetleri olduğu gibi kurşuna dayanmaktadır. Kurşun mühürlerden ve sayısız süs eşyasından tut da, çocukların kurşun askerlerine varıncaya dek, sayılamayacak derecede çok yerde kurşuna gereksinme vardır. İnan ki; ilk çağlardaki tabutlarını bil insanoğlu kurşundan yapmıştır.
Deli sigarasını küllüğe fiskelerken konuşmasını sürdürdü:
- İnanamazsın Hikmet Baba; cevher önümde, resmen ayağımın altındaydı. Şurada, burada, ötede, beride, her yerde, her yandaydı. Yüzeyde duruyor ve yüzüme gülerek bakıyordu. İşletmeye açmak için öyle büyük giderlere gerek bile yoktu. Galeriler açmaya, taş-kaya delmeye, toprak eşmeye, kayalık parçalamaya yeltenmek dahi lüks sayılırdı. Dinamit yani lağım ve lağımcı gereksizdi. Üretim tahkimat istemiyor, şövalman istemiyor, fere istemiyor, baca-havalandırma istemiyor, vagonet-ray istemiyor, çelik kablo istemiyor, vargel-margel istemiyordu. Getir bir kepçe, al kavlağı, doldur kamyona, ulaştır denize, yükle gemiye, yolla dış ülkelere. Aksın döviz, kazansın ülke, kazansın ulus.
Deli yeniden kahkahalarla güldü:
- Adamlar burada benden önce yılarca yaşamışlar, yürümüşler, bakmışlar ama görmemişler, tanıyamamışlar, bilememişler. Onun için onlar benim körlerim. Onun için şu sehpaya koyduğum ve önünde mumlar yakıp dize geldiğim galen “Taşların Padişahı”. Onun için “Kahrolsun bakarkörler, varolsun baktığını gören gözler ve” onun için “Yaşasın taşlar…” Ben burada, Hikmet Baba, açık işletme çalışması yapacağım ve ancak zorda kalırsam birkaç galeri açacağım. İlçede büyük bir kurşun üretim merkezi kuracağım. Kavurma ocakları açıp kavurma fabrikaları yapıp kurşunu sülfürden yani kükürtten ayıracağım. İşletmelerimde ilçenin ve yörenin tüm halkı, tüm yaşayanları çalışacak. Yoksullar yoksulluktan varsıllığa geçecek. Bu sevdiğim, bu öptüğüm, bu kedi gibi okşadığım taşlar benim de, onların da ekmekvereni olacak. Yoksul çocukları eğilimlerinin ve yeteneklerinin gerektirdiği yüksek yüksek okullarda okutacağım. Aralarından kaymakamlar, valiler, belediye başkanları, doktorlar, avukatlar, yargıçlar, mühendisler, kaptanlar, genel müdürler, ünlü işadamları çıkaracağım. Taşları kaval eden, kavalından büyülü melodiler döken ve yoksulu yoksulluğundan, işsizi işsizliğinden alıp varsıllığa, işe götüren bir Fareli Köyün Kavalcısı olacağım. İşletmelerimin kampüslerinde onlara aşevleri, dinlenme tesisleri, spor alanları, camiler, kiliseler, cemevleri, havralar, okullar, marketler, tüketim kooperatifleri yapacağım. İlçeyi her yönden her yöne bağlayacağım. Bu oteli yanında solda sıfır bırakan konukevleri dikeceğim. Bu varlıktan, benden çok onları yararlandıracağım. Zira; taşlar onların taşları. Ben, alt yanı “Taşatapan” bir “Deli” yim, o kadar.
Deli, Hikmet Baba ‘nın gülümseyişleri arasında odanın tek penceresinin eski kanatlarını ardına kadar açtı ve köhne otelin daracık odasından, unutulmuş bir ilçenin ıslak sokaklarına doğru çılgın kahkahalar atarak haykırdı:
- Uyanın milleeet… Ben taşatapan bir deliyiiim… Ve sizler benim gözükapalı, günahsız kuşlarımsınız… Tüm yoksulluklarınızı birer kirli gömlek gibi atın üstünüzden ve bana gelin, bana geliiin… Hadinin bili bili bili, geh geh geh…

(Hikmet BARLIOĞLU (193-2003) 'nun
İLKLER isimli Öyküler 'inden > 7 – 29 / 235 (1)

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 4.4.2007 15:42:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu