İlkler - 2 (Hikmet Çocuk 'un İlkleri - 2)

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

İlkler - 2 (Hikmet Çocuk 'un İlkleri - 2)

İlk Uslamlama
Tortum İlçesi, bağlı bulunduğu Erzurum İli ‘ne 57 kilometre uzaklıktaki bir yerleşim birimiydi. 1876 Yılında ilçe yapılmıştı. İsa ‘dan önceki 15. ve 14. yüzyıllarda, bu topraklarda Hayaşa Krallığı ‘nın hüküm sürdüğü söyleniyordu. Yörenin, İsa ‘dan önceki 9. yüzyılda Muşki ‘lerin, 8. yüzyılda Urartu ‘ların, 7. yüzyılda da İskitler ‘in eline geçtiği bilinmekteydi. Urartu krallığı yıkılınca yerini Ermeni ‘ler almıştı. Bunu Med ‘lerin, Pers ‘lerin, Selevkos ‘ların, Part ‘ların, Romalı ‘ların, Bizanslı ‘ların ve Sasani ‘lerin egemenlikleri izlemişti. İsa ‘dan sonraki 7. yüzyılda Arap ‘ların ele geçirdiği yöre, bunlardan Bizanslı ‘larca geri alınmış, 10 ve 11. yüzyıllarda Gürcü ‘lere yurt olmuş, 1045 yılında da Türkmen egemenliğine girmişti. 1071 Yılındaki Malazgirt Savaşı ‘nı izleyerek aynı topraklarda Saltuklu Beyliği kurulmuştu. Bu beyliğin yerine 13. yüzyılda Anadolu Selçukluları, sonra İlhanlı ‘lar, Moğollar, Karakoyunlu ‘lar Akkoyunlu ‘lar ve Safevi ‘ler geçmişti. 1514 Yılında Yavuz Sultan Selim eliyle Osmanlı topraklarına katılan yöre, 1828-1829, 1877-1878 ve 1916-1917 yıllarında olmak üzere üç ayrı kere Rus boyunduruğuna girmek zorunda bırakılmıştı.
İlçe bir kaleler ülkesiydi: Tortumkale, Dikkale, Cevizlikale, Kirazlıkale ve Ekşiderekalesi ‘nin görkemli kalıntıları geçmişten günümüzü selamlamaktaydı. Bunlardan Tortumkale ‘ye, şırıl şırıl akan alabalık meşheri bir derenin tehlikeli yamaçlarından çıkabilmekteydi. Ancak, bu tehlikeli çıkışın herhangi bir ödülü yoktu. Zira; kale içinde ayak basıp soluk alınabilecek tek bir düzlük mevcut değildi. Çıktıktan sonra, bu derece yüksek bir kaleden nasıl inebileceğini insan kestiremez, ister istemez iniş korkusuna kapılırdı. Oysa; korku gereksizdi. Çünkü; iç kalenin öte yanındaki adam boyu bir yükseklikten atlayanlar, kendilerini, köye inen geniş ve güvenlikli bir toprak yolda bulurlardı. O nedenle, öylesi zorlu ve tehlikeli bir tırmanıştan sonraki böylesi bir iniş, düşte gökten yere düşerken uyanarak kurtulmaya benzerdi.
Şelalesiyle ünlü olan Tortum, sebzesi-meyvesi, yağı-balı, eti-sütü, yoğurdu-kaymağı bol olan ve yağmuru hiç eksik olmayan bir ilçeydi. Bu ilçede yağmur, bardaktan boşanırcasına değil, kovalardan boşalırcasına yağmakta, derelerden seller gitmekte, duru çaylar ve kaynaklar her yağışta bulanmakta ve göğün teri taştan-topraktan yapılma evlerin içine içine işlemekteydi.
O gün de, Tortum öylesi bir yağmurun pençesindeydi.
Kerpiçten yapılma, tek odalı evin biricik penceresinin camında zorlu bir yağmurun pıtırtıları vardı. Yağmura direnemeyen toprak dam su geçirmekteydi.
- Hikmet. Ayak altında dolaşma yavrum.
Baba tavandan düşen her damlanın altına ayrı ayrı tas-tabak, bir ayrı sahan-tencere koymaya çalışıyordu. Tavanın damla geçirmeyen yeri kalmamış gibiydi. Işıksız odada yağmurun karanlığı hüküm sürmekteydi.
Hikmet Çocuk bir iskemlenin üstündeydi. Pencerenin önünde durmuş, burnunu cama dayamıştı. Tavandan düşen yağmur damlaları arada bir başında başında tıpladığı halde, saçlarını kurulamaya gerek bile görmüyordu. Ana onu yerinden edip damlaların altına bir kab koymak istediyse de, çocuk buna izin vermedi:
- Koymayın… Koymayın bu kabları odamıza…
- E oğlum, görüyorsun, tavanımız damlıyor, ne yapalım koymayıp?
- Bana ne, bana ne…
Babanın ananın yapılacaklar konusunda neler konuştukları, nelere karar verdikleri Hikmet Çocuk ‘un umurunda bile değildi. Evdeki dünyasından ayrılmadan dışarıdaki dünyayla ilişkiye geçmiş olmanın derin şaşkınlığı içindeydi. Yağmur onun içerideki dünyasında var olmayan bir şeydi. Adını birkaç kere duymuş, kendisini ancak birkaç kere görmüştü. Yağmurun, kendisini, cami pınarının yalağında yüzdürmek için kibrit çöpü ararken yakaladığını, baştanbaşa ıslattığını ve çöplükten eve kaçırttığını anımsıyordu. Yağmuru, çöplüklerde kibrit çöpü arayan çocukları ıslatıp evlerine sokan biri sanmakta, onu kendi iç dünyasında kişileştirmekteydi. Dünyasında güneşin, ayın, yıldızların da kişilikleri vardı. Güneş onun için “Beyba”, ay onun için “Dede”, yıldızlar onun için gökyüzüne asılmış kandillerdi. Onun için kandil kandil değildi; “Ahmet Kandili”, “Rahmet Kandili”, “Şefkat Kandili”, “İffet Kandili”, “İsmet Kandili”, Ahmet, Rahmet, Şefkat, İffet, İsmet ‘ti. Tavandan damlayan ve yerdeki su dolu kaplarda şıpırdayan damlaları yağmurdan saymadığı belliydi. Zira; onlar sürekliliği olmayan, çöplükteki çocuğu evine tepemeyen, kişiliksiz bir şeylerdi. O damlalarla ilgilenmiyordu, penceredeki yağmurla birleşmiş, bütünleşmişti. Sadece gözleriyle, sadece kulaklarıyla yağmuru tanımaya çalışmaktaydı. Yağmur damın dışında, yukarıdan aşağıya vurup geçen incecik iplikler gibiydi. Islak iplikler zaman zaman yollarını şaşırıp şaşırıp camı kırbaçladıklarından, içerideki sessizliğe karşı pıtırtılar, hışırtılar vardı ve bunlar besbelli ki; yağmurun sesiydiler.
Ana, akıntıya dönen damlaların bir su kovası yerleştirme peşindeydi. Toprak tabanı birbirinden değişik kaplarla dolmuş bulunan ve tavanı sürekli damlayan odada oturacak güvenli bir yere rastlayamayan baba, sığındığı damcılı bir köşeden oğlunu izleyip duruyordu.
Dışarıda zorlu bir yağmurun hışırtısı, içeride ise, aynı yağmurun garip ve ıslak bir melodisi vardı. Tavandan düşen herbir damla, içine damladığı kaptaki suyun azlığına-çokluğuna, kabın türüne ve kendi ağırlığına bağlı olarak her keresinde bir ayrı ses çıkarmakta, nemli odanın içi, değişik şıpırtılarla ses verip durmaktaydı.
Bir zaman sonra yağmur pencerenin önünden uzaklaştı fakat tavanın toprak tabana ağlaması ne azaldı ne de tükenmek bildi.
Hikmet Çocuk, pencerenin önünden ayrılan yağmurla birlikte gitmekteydi. Burnu ıslak camda biraz daha ezilmiş, biraz daha yassılmış, yanakları cama, elleri de pencere pervazına biraz daha dayanmıştı. Artık, damcı sesleri içindeki odada değildi, tozdan arınan ağaçların, yağmurla yıkanan otların-fidanların, ıslak ve temiz yeşilliklerin içindeydi. Yanında elini ıslak eliyle tutup kavramış incecik, serin ve süslü bir yağmur vardı. Bedeni kuştüyünden hafifti ve kerpiçten yapılma ıslak evlerin çamurlaşmış damları üstünde uçup durmaktaydı. Uzak yapıların aralıklarından ıslak ve aydınlık bir “Beyba” sızıyordu. Bir yerlerde bir cam ıslak ıslak tutuşmuştu ve “Rahmet Kandili” gibi rahmet rahmet parlamaktaydı. Bakışları “Dede” yi aradı, bulamadı, aranırken Ahmet Ahmet pırıldayan “Ahmet Kandili” gözlerini kamaştırdı. Yaşantısının ilk kubbesiyle karşılaşması pek gecikmedi. Kubbe ışıl ışıl ışıldayan bir şeyle kaplanmış ve yağmur kubbedeki ışıkları ıslatmıştı. Yağmur elini bırakmıştı, kubbedeydi, kubbeyi iplik iplik, sicim sicim kucaklıyor ve kim olduklarını bilemediği birtakım damlalar kubbenin bağlantılarından yana-söne, parlaya-karara aşağılara süzülüyordu. Kubbenin bir yanında dikine yükselen ince belli bir ev vardı ve belini taştan bir kemerle bağlamıştı. Kendi evlerinin kapısına benzeyen kapı kemerin altındaydı ve altına taştan bir kemer daha kuşanmıştı. Kalemi andıran evin damı yoktu, onun yerine ıslak ıslak parlayan bir külah giyinmişti. Külahlı evin yanında ince, uzun, alabildiğine güzel, ıslak yaprakları ışıldayıp yaylanan körpe yeşil bir ağaç durmaktaydı. Ağacın ıslak yeşil yaprakları bir o yana, bir bu yana pır pır pırpırlayarak dönüyor, döndükçe bir kararıyor, bir ışıldıyordu. Kubbenin çevresi de ıslak yapraklı ağaçlarla bezenmişti ama ağaçların en güzeli o külahlı, çifte taş kemerli, ince, uzun evle boy ölçüşen ağaçtı. O bir bambaşka güzel, bir bambaşka yeşil, bir bambaşka ıslaktı ve herşeyin bir padişahı olduğu gibi, onun da ağaçların padişahı olduğu besbelliydi.
Hikmet Çocuk başını çevirmeden seslendi.
- Beyba, Beyba, Beyba…
- Yavrum?
İçlerinde yağmur sularının şıpırdadığı tasların, tencerelerin, sahanların, teneke kutuların aralarından geçmeye çalışan baba, oturacak yer bulamamış olmanın huzursuzluğu içindeydi. Üstü-başı sular içinde olan ana, yağmur sularıyla dolup taşan kapları dışarıya taşımanın, dökmenin ve ivedilikle getirip yerlerine koymanın çabasına düşmüştü:
- Bıktım-usandım canımdan. Bezdim yaşantımdan. Yağmur, yağmur, yağmur. Sonu gelmeyecek mi bunun, Tanrı aşkına?
- Beyba, Beyba, Beyba…
- Oğlum?
Hikmet Çocuk, babasının yanına gelip gelmediğiyle hiç ilgilenmiyordu. Zira, geleceğini zaten bilmekteydi. Burnunu camdan, ellerini pencere pervazından ayırmaya gerek bile görmemişti. Zaten, baba da yanındaydı ve onunla birlikte ıslak camdan dışarıya bakmaktaydı. Minicik, üşümüş bir parmak cama dayanmış, dışarıyı gösteriyordu:
- Beyba, yağmur bu mu?
- Bu çocuğum.
- Bu yağmuru kim yağdırıyor?
- Tanrı yağdırıyor oğlum.
- Beyba o ne?
- Ağaç yavrum.
- Ben ağacı biliyorum. Yanındaki ne?
- O da ağaç, küçüğüm.
- Onun yanındaki ne? O uzun ağacın yanındaki?
- O minare.
- “Minare” ne demek? Yanındaki ne?
- Biri minare, obiri de büyük kubbeli bir yapı. Onların ikisine birden “Cami” denir. Minare işte öyle ince, uzun, kalem gibi bir kuledir. Üstünden ezan okunsun diye yapılır.
- “Ezan” nedir?
- Namaz kılmaları için Müslümanları camie çağırmak amacıyla yapılan sözlü duyuruya “Ezan” denir. Ezan okununca yani namaz vakti bildirilince Müslümanlar camie koşarlar ve orada topluca namaz kılarlar. EDzanı okuyana yani Müslümanları namaza çağırana “Müezzin” diyoruz.
- Müslümanlar niçin namaz kılıyorlar?
- Tanrı ‘ya tapınmak için.
- Müslümanlar tapınmak için camie mi giderler?
- Tanrı ‘ya başka Müslümanlarla birlikte tapınmak yani topluca namaz kılmak isterlerse; camie giderler. Tek başına tapınmak isteyen her müslüman, her temiz yerde namaz kılabilir. Ama benimseneni camie gitmektir.
- Cami nedir?
- Cami bir tapınaktır. Cami Tanrı ‘nın evidir.
Hikmet Çocuk burnunu ve yüzünü camdan, ellerini pencere pervazından ayırıp babanın yüzüne baktı. Ortada anlayamadığı, altından kalkamadığı bir şeyler varmış gibiydi:
-Peki beyba, demeye başlamıştı. Bu yağmuru Tanrı yağdırıyorsa ve cami onun eviyse; kendi evine niçin yağdırıyor? Tavanı damlamaz mı? Evi bu bizim eve dönmez mi? Odasına tas-tabak dizecek olduktan sonra, yağmuru neden yağdırıyor ki, Tanrı?
(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) nun
Hikmet Çocuk 'un İlkleri sismli öykülerinden > 33-60/219)

Devam edecek...

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 22.2.2007 19:00:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun İLKLER başlıklı dört kitaplık Öykülerinden ilki olan Hikmet Çocuk 'un İlkleri 'nin ikinci adımıdır.

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu