(akrostiş)
A dın yüreğimde ün gibi balam
S enin aydınlığın gün gibi balam
L utfetti Hak Yirmi Şubat Seksende
I şıklı doğumun dün gibi balam
Nice yalanlara, gerçektir deyip
Yumdun gözlerini, kandın be deli
Nice sevdalara sermaye olup
Harlı ateşlere yandın be deli
Sabahı akşamdan ayıramadın
önce gözler buluştu, unutulmaz bir andı
sonra eller tutuştu, kenetlendi ve yandı
aşk, gönülden gönüle hükmü geçen fermandı
bin bir gece içinde bir masallık devrandı
sonbahar bahçelerinden geçiyoruz
atımız yorgun ve hala susuz
ardımızda yaşanmamış zaman kırıntıları
içimizde mevsimlerin savaşı
bulutlar uykusuz
...........................................Kızım Selvihan Nazlıya
Çiçeğim,
Bakışı sıcak, gölgesi serin; üç gülümün ortancası, goncaların goncası;
Varlığınla bahtiyarım.
Yolcu bahtlım, anne tahtlım; sen benim solmayan mısramsın, mısra duruşun hiç bozulmasın; yüzün hiç gölgelenmesin, gözlerin bulutlanmasın, aynalar hep gülümsesin.
Kuşlar konmuş dallara,
Dört yana göz atıyor.
Çimenler oynaşıyor,
Sanki alkış tutuyor.
Yağmurun elleri var,
Sayın Bekir Ayazi’ye
Yahya Kemal, Balkan şehirlerinde geçen çocukluğunun her anında yakıcı bir hasret duyduğunu söyler. Bu, onun maziye duyduğu hasrettir; maziye ve mazideki ihtişama...
Ben, Balkan şehirlerini gezerken, Yahya Kemal’in bu hasretiyle birlikte, her biri bir abide değerindeki Osmanlı eserlerinin mukadderatıyla başka yangınları da içimde hissettim. Her bir eseri gördükçe bazen içimi dolduran iftihar hissiyle maziye doğru kanatlandım, bazen de bu eserlere reva görülen muamele sebebiyle büyük üzüntülere garkoldum. Harap olan, yıkılanlara baktıkça içimde bir şeylerin ezildiğini hissettim. Tamir edilenlerini gördükçe gönendim, çiçek açtım adeta. Ama bir kısım tamir edilmiş eserleri gördüğümde, onların bir “yapma” değil, gerçek anlamda bir “yıkma” eseri olduğuna inandım. Tamir edilmemişlerdi, yıkılmış, ortadan kaldırılmış, yok edilmişler, izleri silinmişti. Bu durumun verdiği acı, acı değil, bir çeşit “ölüm”dü.
herkese anlattım beni
dağa taşa, kurda kuşa
bir sen anlamadın beni
bir sen
her kapı açıldı bana
Necati Zekeriya’nın hikayelerini ilk okuduğum günlerden beri Orhan ve Sevin’i hep merak etmişitim. Özellikle Orhan bir bilinç abidesiydi. Necati Zekeriya’nın, Makedonya Türklüğünün ideal çocuğu olarak ortaya koyduğu Orhan kimdi? Şimdi neredeydi, ne yapıyordu?
Necati Zekeriya, onu kafasında dizayn etmiş, bütün milli ve insani değerlerle donatmış, öksüz/yetim Türk toplumuna ideal bir numune olarak sunmuştu. On yıllar boyu devam eden bir süreçte, Orhan’lı, Sevin’li hikayeler birçok Türk çocuğunun dimağını beslemişti. Ama neredeydi bu gençlik? Uzun bir süre bu soru zihnimi meşgul etti.
...
Futbol dolu günlür yaşıyorduk... Dünya Futbol Şampiyonası bütün dünyayı saran ve sarsan bir heyecan fırtınasına dönüşmüştü. Türk Milli Takımı finale koşuyordu.Bütün Türk dünyası, sınırları hiçe sayan bir ruh beraberliğine ulaşmıştı.
İşte bu günlerden birinde, kanepeme uzanmış, elimdeki “Bizim Sokağın }ocukları”na göz gezdiriyordum. Öylece dalmışım. Hayalle rüya arası bir haldeyim galiba... Bir çayhanedeyim. Üsküp’ün hayat iksiri değerindeki suyu ile demlenmiş limonlu çayımı yudumluyorum. Omzuma bir el dokundu. Dönüp baktım. Beyaz gömleği, desenli fuları ve yukarı kalkık kırlaşmış saçları ile Necati Zekeriya yanımda... Resimlerine ne çok benziyordu! Elinin sıcaklığını omzumda hissettim. Gülümseyen gözlerle “ Bu gece Orhan ve Sevin’i göreceksin. Onları iyi izle. Orhan ruh dünyasının kapılarını açacak sana”
Oturup benimle bir çay içmesini istirham etmek üzere ayağa kalktım... elimdeki kitap yere düşmüş, uyanmıştım. }evreme baktım, ne Necati Zekeriya vardı ne de bir çayhanedeydim.
Karşımdaki sarı masadasın
Sapsarı bir aydınlık içinde
Saçların daha sarı bu gün
Yüzün daha yuvarlak
Tıpkı güneş gibi –ki o da sarı-
Tenin beyaza bulanmış bir sarı
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!