Aşk defterine adın,
Yaz satır satır...
Kurudu tüm muradın,
Yak çatır çatır..
Aşık bürünürse zırha; içeri girende olmaz çıkanda.. Kapatınca kapısını aşka; sesini kimse duymaz, yüzünü kimse görmez... O nice okyanusları bir damla eder de, kimsecikler bilmez.. Susar suskunluğunu duymaz, konuşur ama konuştuğu anlaşılmaz.. Aşık zümreler içinden kendine en tevazulu makamı secer yalnız makamın bundan haberi olmaz.. Aşık toprağa basarda toprak yeşillenir, bahar iner doğa süslenir.. Eğer aşık küserse deprem olur, zelzele olur kainat devrilir... Gönül burçları birbir yıkılır ve altında kalan yine aşık ile aşkı olur... (Aşk Risalesi 1)
Cemre düşmüş gönlüme, asıl şimdi yanıyorum. Yedi kat semada ibadet eden melekleri düşlüyor düşlüyor düşlüyorum... Kalemi elime alıp hak için, hak adına sinede dem bulan muhabbetle yazıyorum... Ağustosta kar beklemek yakışmaz ama, kışın düşen cemrenin alevinden yazıyorum...Yediverenlere inat yenilgininin tahammülsüzlüğüyle yazıyorum... Hükümsüz olan sevdanın; sokak ortasında işlenmiş cinayetinin maktülü olarak yazıyorum... Ellerimi semaya kaldırdığımda; şağ omzumda şahit olan Kiramen Katibinin şahitliğinde hayra, hayır getirsin diye yazıyorum... Sinemde ısıttığım, sımsıcak dem bulan muhabbetle yazıyorum...
Öğrenmek demek, edimsel koşullanma olmamalı her zaman... Elin sobaya değdiğinde sobanın yaktığını bilmek, biber yediğinde acı olduğunu hissetmek, yada hediye aldığında sevinmek, çok mutlu olmak, sana birşeyleri öğretebilir elbette... Ama sevdiğinde yanıyorsan, yandığında acı çekiyorsan ve bunu bir hediye bilip; seviniyor, mutlu oluyorsan işte bu aşktır... Tezleri bile çürütecek, alemi içine alacak kadar büyücek, bir edimsellenmedir ve kişinin istesede istemesede koşullandığıdır... İşte aşk böyle başlar...
Sen...
Mirac-ı aşka ayak bastığım,
Karanlık zifir içinden aydınlığa vardığım...
Sen tükenmiş kalemime yeniden can verdiğim,
Bulduğum bildiğim ve gönül verdiğim...
Sen kıyısında gezinip,ay diye dolunay diye yüzüne baktığım,
Hasretinle gündüzü gece eyledim,
Şafak söktü yine sabah eyledim,
Sensiz tüm cihanı seyreyledim,
Olmadı yine, yokluğun bitmedi,
Olmadı canım, bu siirde yarım kaldı.
Oy gardiyan gardiyan,
Kapıları aç ulan.
Bugün Mustafamın oy,
İdamı var gardiyan,
Ellerinde tuttuğun,
Kıyamadan baktığın,
Sinesine bastığın,
Perişan bir sevda...
Yar hayali güttüğün,
Boğazıma kadar isyan sûkutuna battım bu gece...
Karabasanlara, afakanlara inat,
Şeytan oldum, cin oldum bu gece...
Teşekkür ederim sanada kader,
Artık herşeyden vazgeçtim bu gece...
Sana bu mektubu gecenin sessiz ve sensiz koynunda yazıyorum. Tüm kainat sus pus otururken kendi köşesinde, ben yüreğimin bir köşesinden akıtıyorum kanımı dışa... Sessizliğin bile gıpta edeceği kadar sessizce vede sensizce yazıyorum... Ellerimi koyuyorum sağ göğsüm üzre, sağ duyuya ait ne varsa döküyorum, belki sessiz ve sensiz haykırışların hayrını görürüm diye...
Bir köşeye atılmış kullanışsız bir eşya gibi; yada bütün kapılar üzerine kilitlenmiş cezalı bir çocuk gibi; sahipsiz, kaybolmuş, kimsenin beş duyusuyla algılamadığı bekleyişlere gark olurken hislerim, en safi duygulardan isyan damlayan bir yağmur gibi çiseliyorum sokaklara, yollara vede çok sevdiğin, fazlada eskimemiş kordona... Etrafımda çatlamış dudaklarıyla teselli veren meşrepsiz suratlara gülüyor gülüyor inadına gülüyorum... Dipsiz kuyu gibi, karanlığın sonsuzluğu yada evrendeki bitmeyen nizamın tekdüzeliğine benzeyen hayatlar sürüyorum dolu dizgin atlarla. İçime ne atarsam atayım kaybediyorum en kuytularımda... Ne kadar kararırsa kararsın sonsuza giden sevişlerim; siyah-ı siyah dahada siyah oluyorum... Gözlerinin karasına boğuluyorum. Güneşi doğuruyor, ayları batırıyorum, bazende yıldızlar kaydırıyorum yüreğimden, sana doğru...
Sine-i Dem de sebebine intizar ettiğim bir kader çizgisindeki ayrılmış bir kaderin tercümesiyle gecenin kıyısında tekrar ve tekrar inadına sessiz ve bana inat olan sensizlikle yazıyorum... Işık düşmesede sana doğru, ben aydınlanma çağıma girmiş bulunmaktayım... Elleri umud ve umudu üşüyen bir çift elin sihriyle, leyl olan kainatın hafif hafif seslerini duyuyorum... Kah gülüyorum kah gülüyorum ve hep gülüyorum... İnadına tekrar ve tekrar gülüyorum... Ve gülerek leyl e gönderiyorum bu sefer...
Gülmek öğreticisidir aslında üzüntünün...Ayağını yere bastığında nasıl ki yerin varlığını anlarsan, işte ancak gülerek anlarsın üzülmenin huzursuzluğunu... Kalemim gülsün, kağıdım gülsün, mürekkebim gülsün, gül bezeli sözcükler gülsün diyerek; gül kurusu akşamlardan dost hasretiyle yazıyorum... Gülmeyen kadere dik durmak için ama bir o kadarda kabullenmişlikle, bir palyaço suratı çiziyorum en güleninden... Sahnede bir perdelik tiyatronun kimi zaman başrolündeyim, kimi zaman ise bir figüran oluveriyorum... Güldürdüğüm insanların aslında, ben haline gülüyorum... Muhabbet duymanın şerefine nail olamamış, saygı ifadelerini sunan; bakan ama göremeyen, işiten ama duyamayan, dokunan ama hissedemeyen sevgi yoksulu, his garibesi, taşlaşmış bünyelerdeki güzelliğe gülüyorum... Gülün etrafının dikenli olması elbette gülün güzelliğini örtpas etmez, işte neden gül gibi bir güzelliğe; Mevla neden diken vermiştir, bunu çözmekten acizim... Demek ki bildiği bir şey var diyorum...



Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!