HER RENK GRİ VE HER DUYGU NÖTR'
nötr ve gri hiç sevmedim bunları..koca reis de sevmedi sanırım..
neden hisetmek varken,sevebilmek kapıdayken hisssiz kalmak ve kapıları sürgülemek? ?
neden tüm güzellikleri duyumsamak ve koklamak varken,hisleri tatile yollamak? ? neden..neden..! !
neden umutlarımız düşlerimizle sevişirken..ellerimizdeki ışık yarınlarımızı aydınlatmaya yetmesin?
heyecanlarımız maviye yeşile el sallarken oyunbozanlık neden! !
neden mızıkçı çocuklar gibi ben oynamamcılık ve bananecilik.! !
..
Bütün renkler kaybetmiş özünü,
Hepsi gri.
Yılgınlık işlemişse,
İnsanların hücrelerine,
Bu güne dair beklentiler gri.
..
Hani fırtınadan sonra her taraf gri olur ya,
Sanki her yer bir olmuştur, birleşivermiştir,
Herşey bir, herşey gri.
Gökyüzü gri, toprak gri.
İşte öylesine bir griliktir hüzün.
Öylesine...
Hüzünler gridir aslında, bilir misiniz?
..
Yağmurla gelen bir günden binlerce selam olsun sana, yollarda sekerek geçen insanlar arasından geçtim, suların sellere dönmediği durgun bir şekilde yol kenarlarından aktığı derelerden geçtim, ayakkabımın üzerine sıçrayan su damlalarına baktım çiğ düşmüş yaprak misali göründüler birden. Sonra insanlara baktım, ellerinde şemsiyeler birbirlerine çarpmamak için –ki bazende çarpıyorlardı- dar kaldırımlarda hızlı ve çevik hareketlerde bir yerlere gitme telaşındaydılar, bu da nerden çıktı der gibi bakıyorlardı yağmura bazıları. Yol kenarına dizilmiş iki üç şemsiye satıcısıyla karşılaştım, aklıma çocukluğumdaki görüntüler geldi birden. O zamanlar yaşadığım mahallede yollarda asfalt yoktu, kaldırımlarına parke taşları döşenmemişti, her yağmur yağışında ortalığa onlarca, yüzlerce solucan çıkardı, kurbağalar sıçrardı arada bir sağdan soldan, sadece yağmur yağdığında çıkarlardı ya ben hep yağmurla beraber onlarında yağdığını düşünürdüm o vakitler, şimdide şemsiye satanlar için bunları düşünüyorum garip bir benzerlikleri var.
Yürümeye devam ettim, yol kenarında çıplak ağaçlar vardı. Aslına bakarsan daha ağaç olamamış iki metrenin biraz üzerinde ağaç fidanlarıydı. Yandan bakınca uzun bir orman gibi görünebilir diye düşündüm de olmadı çünkü yolun soluna ağaçların sağına parkeden araçlar yüzünden böyle görmek zor oldu. Ağaçlar arabaların renk çümbüşleri arasında kimliğini silikleştirip yitmişlerdi. Gerçi araya dikilen sokak lambalarının direkleri de ağaçların sürekliliğini engelliyorlardı ya arabalar daha çok detay yaratıyorlardı görüntüde.
Kamburu çıkıyor toprağın artık, üzerine örtülen bu kadar demir, bina, asfalt, arabalarla nereye kadar dayanır. Onunda yağmuru teninde hissetmeye ihtiyacı var diye düşündüm birden, sonra toprağın yağmurla ıslandığı coğrafyalar aklıma geldi gitmenin en güzel düş olduğunu hissettim nedense.
Gün pek o kadar aydınlık değil lakin yinede gecenin karanlık örtüsünü atmış üzerinden. Bulutların grimsi rengi görüntüyede işlemiş herşey grinin tonları şeklinde görünüyor, güneşin ışık kırılmalarıyla yansıttığı o renk cümbüşü –ki o da bir yanılsama- nedense bugün sadece gelip geçen arabaların renklerinde var. Doğa tamamen grinin tonlarına bürünmüş. Gri dedimde siyahla beyazın birleşmesinden ortaya çıkmış bir renk değil mi gri? Yani kararsızlıkların rengi oluyor bu durumda ne siyah ne beyaz. Olmadı biraz ondan biraz ondan ne kadar çok siyah o kadar koyu gri ne kadar beyaz o kadar açık gri. Yaşamımız gibi değil mi? Ne kadar çok sorun o kadar çok kara gün, ne kadar çok mutluluk o kadar aydınlık ve beyaz gün. Tercih hakkının bizde olduğunu düşününce aydınlık güzel günleri yaşamak elimizde dedim kendi kendime.
..
Bu sabah gitmeliydin yüreğimden,bu sabah yanaşmalıydı kamyonlar yüreğimin önüne ve hatıralarla dolu eşyalar araçlara yüklendiğinde bir elveda sözcüğün yankılanmasa da olurdu içimde.Ama erken gittin; bu sabah gün doğarken,ben senden önce kendimi terk ederken gitmeliydin yüreğimden.Sokaklarımın içindeki o en güzel dairenin boşluğunu farkedenler oldu çevremde ve günlerce çırpındılar bir kuş olup süzülmek,kanatlarının altında biriktirdikleri rüzgarla yol vermek için bıraktığın hasrete.Bense aynı sarhoşlukla,o yakama yapışıp kelimelerime sıkışan özleminle dolaştım tüm sokaklarımı.İçimde maviden bir gökyüzü; herkes kanat çırpıp konmak istedi,konacak bir yer bulamadılar.Gökyüzüyse kaybetti maviliğini,gri bulutlar rehin alırken tüm mavileri onlar inatla kanat çırptılar ve ben özlemini kelimelerimde taşıdıkça onlar bıraktığın hasreti yok etmeye çalıştılar.Taşıdığım bu özlemi saklayabilmek için sembolik bir mezar bulmalıydım gönlümde ve ben kalbimi sana mezar yaptım.O mezara gelirken ellerimde çiçekler,gözlerimde siyahtan bir perde...Özlemini kimselere belli etmeden kaçırdım ama her sohbetimde adın dilimden firar edip karıştı cümlelerime.Ben seni aradım bu mezarda onlarsa inatla konabilecek bir yer...Gri bulutlar senelerce ağlattı mavilikleri ve gönlümde uçuşanların kanatları ıslandı.Sen ıslandın onlar gelip mezarına kondular.Hepsi çok üşümüştü,tir tir titriyordu kanatları,dayanamadım bir tanesini avuçlarımın arasına aldım.Senden sonra avuçlarıma değen ilk kanattı,o avuçlarımda tir tir titrerken kalbimde birşeyleri tekrar kanattı ve ben hayaline kanarken kendim gibi kanattığım gönüllerdeki o kan kokusunu çektim ciğerlerime.
Önce yüreğinde çağlayan kandan ırmaklar durdu sonra kanatlarındaki titreme.Avuçlarımın arasında iki el,sende solan baharımı o mezarın başında başkasına devrettim ve ümitsizce bir başkasının tomurcuk tutan yüreğinde yitip gittim.O kanatlar şefkatle örttü üstümü,adın dilimden her firar ettiğinde kandan ırmaklar tekrar çağladı ama isyan etmeden herkes sıkıca beni bağrına bastı.Onlar beni bağrına bastı tenimde iki kanat; adın dilimden firar etti üstüme kanat çekenlerin baharlarını sattım haraç mezat ve bir gece tıpkı sen gibi sabahı beklemeden adın dilimden firar eder korkusuyla bir elveda bile demeden taşındım hepsinin yüreğinden.Belki bir gün dönerim umuduyla benim yaptığım gibi sokaklarında beni beklediler.Maviliklerini esir aldı gri bulutlar,kalplerinde boydan boya bir kabristan,onlar ağladı ben ıslandım ve ben baharlarımı sana devrettim sense sattın haraç mezat.
Bu sabah gitmeliydin yüreğimden,bu sabah yanaşmalıydı kamyonlar yüreğimin önüne ve hatıralarla dolu eşyalar araçlara yüklendiğinde son kez sarılmalıydım boynuna elveda demeden.Başka yüreklere taşırken seni,baharlar anlamını yitirmeden,başka yürekler adın dilimden firar ettiğinde tir tir titremeden.O beyaz önlüklü doktor bu sabah ne kadar ömrüm kaldığını söylemeden gittin.Ben senden önce kendimi terk ederken gitmeliydin ama dedim ya çok erken gittin yüreğimden...
..
Bir yağmurum şimdi; gri ve boş sokaklara damlayan,
Bazen bir çiseleme, bazense -sana inat- sağanak yağan.
Ne bir tutanım var artık, düştüğümde,
Ne de beni bekleyen bir dudak, yeryüzünde...
Artık bomboş, tek bir yol var önümde,
Gri ve soğuk bulutlardan, gri ve soğuk yeryüzüne...
..
Duru ve sessizliğe gömülü bir gecede balkonun ışığı yanıyor. Uykum gelmedi, sanki sabahın dördünden bu yana ayakta olan ben değilmişim gibi. Pencereyi açtım. Derin bir nefesle yaşamakta olduğumu hissettim. Burnuma yanık kokusu geldi. Pek azdı duman ama havayı derinden soluyunca genzim biraz yanmıştı. İlkbaharda bile sobasını yakıp, geceyi közlerin başında geçiren insanlar var demek.
Evimizin manzarası, tüm şehri olmasa da belirli bir bölgeyi kapsamına dâhil ediyor; Bitişik evler, sokak lambaları, merkeze inen damar yollar, spor sahası, haliç boyunca uzayan cadde neredeyse ayağımızın altında. Birden, gökyüzünde, gri bulut kümelerinin ardınca gizlenen ayın bembeyaz ışıltısı, yürüyen bulutların ardında “gece-gündüz” oynamaya başladı. Ay, bir yok oluyor, bir ortaya çıkıyordu; tüm pırıltısıyla göz kırpıyordu adeta. Sonra korkmaya başladım. Bu gri bulutlar, git gide pencereme yanaşıyordu. Ay, kayboluyor, sonra gökyüzünde tekrar beliriyordu. Kara bir gölge, gri bir bulut, siyah, simsiyah kümeler bu tepeye, odamın camına pek yakındı. Daha dikkatlice baktığım bu gölgeler yürüyordu. Yüzüme değmek üzereyken pencereyi kapattım. Evde herkes uyuyordu. Biraz takırtı yaptım, kimse uyanmadı. Dolaşmaya başladım. Önce su içtim sonra da elma yıkadım. Ama yemedim. Doğrusu, yeşil ve ekşi görünmüyordu. Kırmızı ve sarı elmalar vardı sepette. Yıkadığımı da onun içine attım. Diğer oda boştu. Işığı yanıyordu. Kocaman bir halı vardı yerde. Üzerinde hiçbir şey yoktu. Balkonun kapısını açmak üzere olan parmaklarımı, kara bulut gölgelerine benzeyen bir şey erteletti. Ve sonra vazgeçtim.
Tekrar kendi odama gittim. Karanlıktı ama balkonun ışığı hâlâ yanıyordu. Karşımda bir gölge gördüm, önce irkildim ve sonra onun da korktuğunu hissettim. Bakmayacaktım bu gölgeye, dönmeyecektim yüzümü. Hayır, burası benim odamdı ve izin vermeyecektim cirit atmasına. Ama sonra “benim” derken, bencillik yaptığımı düşündüm “ben bile benim değilken.” Tamam, dedim. Korkuyordum. O şey de korkmalıydı. Elimi uzattım önce, o da bana uzattı. Ne yani, eli var mıydı? Yaklaştıkça, onun da yaklaştığını ve mesafemiz azaldıkça, bana ne kadar benzediğini fark ettim. Arada tereddütle tersimi dönmeye kalksam, o da uzaklaşıyordu.
Yaklaştık. Daha çok yaklaştık. Bu, dışarıda gördüğüm, ürkütücü, gri ve hızlıca yüzüme değmek isteyen şeyden daha edepliydi. Adım adım geliyordu. Balkonun ışığı yanıyordu. Yatağım hiç bozulmamıştı. Bir tahtakurusunun kulak tırmalayan gıcırtısı, geceyi tamamlıyordu. Kulaklarıma değince daha da büyüyordu bu çığlık. Aslında küçülmeliydi çünkü geceydi.
Yatağıma oturdum. Saçlarım, kırmızı güllerle kaplı pikeme değiyordu. Onun da saçları vardı hatta benimki gibi bir pikesi bile. Sonra, kendimi gördüm. Biranda siyah gölge kaybolmuş, benim rengimi almıştı.
..
Masumluğum da kelamsız değilim.
Hani Beyaz ümit barındırırdı
Umudu arayan sözlerde?
Beyaz ne de korkunç; - miş gibi sevmelerde,
Dürüst bakan gözlerde
Tertemiz dokunan ellerde
Ve Yalansız dillerde…
..
Fil sürüsünün en gözdesi, en çabuk iz bulanıydı. Kulakları en iyi duyanı. Çalıların arasında bir çıtırdı duysa hemen koca kulaklarını sallar, korku ne ki onun yanına hiç uğramaz her şeyi siler geçerdi. Koca koca kökleri söker, yıkılmaz denilen ağaçları hortumuyla, o iri cüssesiyle devirir, yollarında önlerinde engel ne varsa kenara atar, yolu sürüye açardı Gri.
Gri sürüsünün en genç filiydi. En duygulu, en yardımsever. Sürünün başı en yaşlı anneanne Büyük Ay’ın torunuydu Gri. Onun sözünden çıkmaz o nereye giderse gider, “Durun buradaki suda dinlenin” derse durur, sularda arkadaşlarıyla oynaşır, onlara şakalar yapardı suyun içinde hortumuyla.
İşte Kızıl Gün’ü orada gördü. Suyun başında. O da Gri'yle aynı aylarda doğmuştu yaşıt sayılırlardı. Yine sürünün içinde ayrı akrabalıklar kurdukları fillerdendi. O da arkadaşlarıyla oynar, serin serin suları başlarından aşağıya öyle bir dökerlerdi ki sevinçli bağırışları tüm Afrika’ya taşardı. En çok akasyayı severdi Gri. En taze akasya dalları filizleri nerde olduğunu da Kızıl Gün öğretmişti. Çoğu kez onunla gezer olmuşlardı. Gri’ye arkadaşları “Kızıl’ı buldun, bizi unuttun” diyorlardı. Onun mutluluktan ışıldayan gözlerini görünce vazgeçiyorlardı sitem etmekten.
Kızıl Gün’le uzaklara gitmeden önce, çevreyi dolaşmaya çıktıklarında anlamıştı Gri. Bu çıkış diğerlerine benzemiyordu. Her zaman arkadaşlarıyla oynadıkları suyun yanına geldiklerinde Gri “Gözlerin kanlanmış.”dedi “Ne oldu? ”. “Bütün gece uyuyamadım da ondan” dedi Kızıl Gün. “Uyuyamadım.”
Gri “Ben de” dedi. “Herhalde ay dolunay da ondan.”
“Hayır senden” dedi Kızıl Gün.
Gri’nin kalbi hızlı hızlı çarptı. “Benden mi? ” dedi.
..
İstanbulun esrik sabahlarında dolaştım...güneşe rağmen sisin buhar kokusunda....arnavut kaldırımlarının ıslak yüzleri...gözlerimin buğusuna benzerdi...yürürken çıkan ayak sesleri....yağmur vuruşları gibi..yüreğim...havanın tadı demir tadında gri...benim yüzüm renginde...istanbul esrik sise boğulmuş...martı çığlıkları kanatlarındaki heyecan...deniz ve sen...yosun kokan...geçmiş...bir sandala takılmış bez parcası gibi savrulan ben...istanbul ve ben...sensiz ağlıyorlar..bir adam elleri ceplerinde üşümüz...yüreği gri...gözleri mavi ve ıslak...gitiğin gün kadar naftalin kokuyorlar.....
13/01/2009 23:30
..
Başkentte yaşayan bir Ankaralı olarak bazen bu şehir neden bu kadar gri diye düşünürüm. Ülkemin başkentinde yaşamanın avantajlı mı yoksa dezavantajlı mı olduğunu da.
Büyük şehirlerde yaşamak insanı doğadan uzaklaştırıp, robotlaştırıyor. Her sabah kalkıp rutine bağlanmış gününüzü sırasıyla yaşamak zorundasınız.Trafik, koşturmaca,insan kalabalığı.
Bu görüntülere o kadar alışmışsınızdır ki ne olduğunu, nedenini düşünmeden, akıntının içinde sürüklenen ağaç dalları gibi kapılıp gidersiniz.
Her sabah kalktığımda güneşi görmek, derin bir soluk almak için penceremi açarım. Aldığım o solukla birlikte temiz hava çektiğimi düşünmeyin. Sadece kendimi kandırıyorum. Ağaçsızlıktan, egzoz gazlarından nasibini almış kentimiz, şu sıralarda doğal gaza yapılan zamlarla birlikte, seçmenlerin bol miktarda bulunca yaktığı kalitesiz kömürlerle iyice kirlenmiş durumda. Durum böyle olunca da haliyle “güne merhaba” demek için aldığım soluk, nefes borumu sızlatıyor. Daha iyisi olmadığından alışkanlığımdan vazgeçemiyorum. Birde temiz havanın ne olduğunu bilmediğimiz için biz başkentliler ancak, mesire yerlerine, tatil kasabalarına veya ağacı, ormanı olan bir yerlere gidince farkına varıyoruz.
Son zamanlarda zaten gri olan şehrimiz, siyaha çalan bir gri oldu. Bürokrasi, memur, öğrenci kenti diye bilinen Ankara’mız maalesef bu rengin en iç karartan tonunu giymiş, üzerine birde sis perdesi eklemiş. Binaların büyük çoğunluğu nedenini anlayamadığım bir renge boyanmış, GRİ’ye… Asfaltından tutunda kaldırımlardaki bordür taşları bile gri olunca maksat uyum sağlamak herhalde diye düşünüyorum.
Ağaçsızlıktan da nasibini alan şehirlerimizden benim güzel Ankara’m. Zavallı hemşerilerim, yazın piknik yapabilmek uğruna Dörtyol ortalarındaki göbeklere yayılıp mangal bile yakıyor. Bu konuda en meşhur yer ise Konya yolunda Ahlatlıbel’e dönüş kavşağı. Karşı da halka açılmadan seyirlik bırakılan ODTÜ ormanının manzarasına bakarak piknik yapmak keyifli olmalı ki bazen onlarca aile yayılıp mangal yakıyor. Malum bu ara kentimizin her yanı dozerle, kepçeyle didik didik kazılıp krater görüntüsü aldığı için, bunu da bulamayacaklar bu baharda.
Yeşile, maviye hasret, renklerden yoksunuz. Suyumuz içilemez, havamız solunamaz, Ama birbirinin neredeyse aynısı büyük alışveriş merkezlerimiz, üniversitelerimiz, devlet dairelerimiz hepsinden önemlisi ülke yönetimine gelip, birçoğunun başımıza çorap örmekle meşgul olduğu birbirinden tanınmış siyasetçilerimiz var. Bu da Ankara’mıza rengini veren, bu kadar maddenin özü...
..
Gri bir taşım ben
binlerce gri taş arasında
Çırpınıyorum farkedilmek için
diğer binlercesi de benimle birlikte
Hal bu ki
dursak da
..
Mamon, kolektif bilinci ve kolektif gücün müktesebatını kişisel eştirir olmanın bir mana anlamasıydı. Mamon'i anlamanın bey erki içinde olan; imge güç olan El, köle adamı (insanı) karşısına oturtuyordu. Ön ittifaktan öğrendiklerini adama, sanki kendi marifetiymiş gibi okuyordu, El.
Bu "öküz" diyordu EL; karşı totem meslekli hüner içinde olmasıyla ön ittifaklı deneyimlerin bilgisine. EL, zaten totem mesleği olmuşla adlandırılmış kullanımları; ‘adama her şeyin adını bellettim’ diyordu.
Öğrettim dediği bu ön ittifaklı bilgi içinde öğrendiklerini Mamon (kişileştirilmiş mana): ön ittifak içinin bir uygulaması olan öküzü; "öküzü adam tarlasını sürsün diye ben yarattım" diyordu. Çünkü bu söz ön ittifakın ortaklık hafızasını silmenin gayretiydi. Ön ittifakın yerine insanı kontrol edeceği geri beslen imli, imgeleri koymanın gayretiydi.
Aslında süreci nesnel geri beslenme referansı ileri akıtıyordu. Ama siz bu akma işini imgelerden biliyor ve imgelerin söylemi olduğuna inandığınız anlamlarıyla akıyor sanıyordunuz. Enerji bir düşünme bir oluşmanın zıttı olmakla boşluk devinmesi olan holleri de oluşuyordu.
..
yağmur yağmur
gri gri
gidişin grizu patlaması içimde
yokluğunun göçüğünde kalmış kalemim kağıdım
..
okuldan çıkardım.karşıdaki yıkık evi unutamam.gelirdin..gökyüzü hep gri olurdu.ağaçlar kül rengi...gizlenecek suçlar gibi öperdim dudaklarını.doyamazdım boyun büküşünün anlamına.ne derdin susuşunla? yapmaaaa deyişinle...
o yeni ayakkabılarımı sana gösterdiğimde nasıl buruk sevinçle gülmüştün.daima kapıya yakın dururdun.alışamamıştın çılgınlıklarıma...ağaca çıkalım derdin.karanlık kollarıma sinerdi.isli bacalar gibi.gidişinle gökyüzü aniden kızıla keserdi sanki.yanardı alev alev.gri bir cehennem olurdu seni benden alan daracık sokaklar,yoksul yollar.kaybetmiştik.kaybedenler yaşar ancak aşkı derdin.o yaşta.yıllar sonra anladım aşkla şiirin kaybedenin kazandığı bitimsiz birer oyun olduğunu.giderken hiç dönüp bakmazdın.bilirdin dayanamayacağını.korkardın.belki de ağlardın.soğuk olurdu.senden sonra öyle de kaldı.her ayrıldığımda üşüdüm.aslında ben senden sonra hep seni yaşadım.öptüğüm her dudakta,baktığım her gözde,okşadığım her saçta.biliyorum.şimdi sen bile o sen değilsin.ben olmadığın halini arıyorum belki.aradığım için seviyorum hala seni.kim olduğunu ve kim olduğumu unuttum.görmüyorum önümü bile.her an karşıma çıkacakmışsın gibi arıyor gözlerim birilerini birşeyleri.yeni gelen bilinmeyenden gelen hediye paketi gibi.yollarda meraklı gözlerle arıyorum.heyecanla.tutkuyla.ve hüzünle.şarkılarım seninle kaldı.içimdeki ezgi hiç değişmedi.aynı şarkının aynı yerinde gökyüzünün aynı noktasına çakılıp kalıyorum gene....canımı yakan gülüşünü atamadım üzerimden.iç çekişini.yanan resmindeki gülüşünde sakladım yaşamak gibi yaşamanın tadını.benliğimdeki kendimi öldüreli çok oldu.yaşayan başka biri var hayatımda.ama o ben değilim işte.doğrusunu istersen ben senle kaldım.senin de benle kaldığın gibi.çünkü artık sen de sendeki seni öldürdün içinde.yokuz biz.biz bizi kaybettik.aşkla.çünkü aşk kaybeder.geride arayış.yalnızlık.şiirle varolma çabası.mutsuzluk.yüceltmek ölümü.düşünmek sokakların sensiz olamayacağını
..
Şimdilerde yüreğimde acı bir tortu var.Elimdeki kir değil ki bu sana olan özlemimi yıkayıp geçireyim.Beni saran bu ayaz yüreğimi üşütüyor bu kış günlerinde.Bazen rüyalarımda görüyorum seni.Uyandığımda düşlediğim tek şey sana olan özlemim oluyor.Sensiz olduğum günler o kadar çok ki artık seni özlemek bile düşlemek gibi bir duygu oldu dünyamda.Bulutlar kaybolup gidiyor gökyüzünden.Günümü savuruyorum o bulutların arasına.Alıp götürsün bir daha sensiz günlerim olmasın diye.Yeni sabahlar oluyor.Koşturmalar,korna sesleri,kalabalık otobüs durakları.Çiseleyen yağmur ve koşan insanlar.Soruyorum; yetişmek istediğimiz yerlerin neresi olduğunu biliyor muyuz acaba? Başımı arabanın camına dayayıp düşünüyorum.Gri bu İstanbul havasında.Bu amansız rüzgarın savurduğu sarı yapraklara bakarak.Köprüden geçerken havası gibi denizi de gri yapan İstanbul’un ortasında düşünüyorum.Ne zaman birine sarıldık.Özlediklerimizin acısını çıkarttığımız gibi birine sımsıkı ama gönülden.En son ne zaman hayatımızda çok önemli olan,yüreğimize yakın olduğunu hep anımsatan can dostumuz dediğimize ‘’seni ve sesini özledim’’ dedik.Zaman pervasızca akıp giderken geride bıraktığımız fotoğraflarımıza ne zaman baktık.Çekmecelerimize kaldırıp poşetleyip albümlerin arasına yerleştirdiğimiz resimleri ne zaman hatırladık.Hangi yağmurda yağmuru çok sevdiğini bildiğimiz arkadaşımız,annemiz,teyzemizin kızı hatta belki de eski aşkımızı hatırladık.Yağmur yağarken koşturmak,yetişmek yerine yağmuru gülümseme ile karşılayıp kaybolup giden neleri düşündük.Yağmuru fark ettik mi acaba?
KASIM 2005
..
özlemleri,umutlara hapsedip
yaşamayı,düşlere naklettik
hayatın renklerini silip
gri hayata başladık
sigara dumanından bar masalarında
gri aşklar yaşadık
sabahları hep gri,
..
Yüzüstü kıpırdamadan yatıyordu. Ne olmuştu da böyle yerdeydi? Düşmüş müydü? Hiç acı hissetmiyordu. Gözlerini kırpıştırdı. Gri renkli kaldırımın görüntüsü netleşmeye başlamıştı. Herhalde sağ kolu başının altındaydı. Nedense bulunduğu yerden hareket edemiyordu. Etrafta hiç ses yoktu. Tek algılayabildiği hiç de göz alıcı olmayan monokromik panoraması karşısında donup kalmış gibiydi. Bu griliğin değişik tonları onu sorgular gibi karşısında dikiliyorlardı. Bir gözünü kapatıp tekiyle baktığında açıklı koyulu tonlar yerlerine yerleşiyor ancak diğer gözüyle baktığında onunla oyun oynar gibi yer değiştiriyorlardı. Hangi tonun gerçekte nerede durduğunu bilmek mümkün değildi. Yine hep o hissetmiş olduğu belirsizlik üzerine üşüştü. Burada da onu bulmuştu, kendinden başkasının bulunmadığı bu kıpırtısız yattığı yerde bile. Ne var ki iki göz de onundu. İki durumda da bakan oydu. Hangisiyle bakması gerektiğine karar veremedi. Sorun da buydu ya. Hiç karar verememişti zaten.
Bir ağacın dalları gibi ayrılan ince, koyu gri oluklar dikkatini çekti. Nedense kendine yakın ucu bulanıktı. Fazlasıyla yakındı sanki. Burnunun ucunda. Biraz ötede dallara ayrılıp açıklı koyulu alanların arasından ilerlediğini seçebiliyordu. Karmaşık, çok seçenekli durumlardan hoşlanmazdı. Onlarca dalın şimdi olduğu gibi bulanıklaşarak uzaklaşması hayatı boyunca seçim yapmasını zorlaştırmıştı. Biraz kıpırdayabilse dalların nereye uzandığını görebilecekti belki de. En azından parmağıyla yolu takip edebilirdi. Ne var ki parmaklarının varlığını dahi hissetmiyordu. Sadece bakabilirdi uzaktan. Çaresizlik ve bezginlik içinde gözlerini yumdu ve karanlığın bildik güvenliği içine kendini bir kez daha bıraktı. Artık hareket etmesi ya da bir şeyleri görmeye çalışması gerekmiyordu. Kendini yapay bir rahatlık içinde buldu. Aslında hiçbir şey hissetmiyordu ya. Hayatında ilk kez tüm bedeninin acı ve tedirginlikten arınmış olduğunu fark etti. Sadece başının altında giderek artan bir ıslaklık duymaktaydı. Terlemişti herhalde.
Ne kadar zamandır orada yatmakta olduğunu kestiremedi. Sanki bir ömür kadar uzun gelmişti ona. Zaman kayıptı onun için. Tekrar gözlerini araladığında gri tonlu adacıkları ya da kıvrıntılı olukları seçemiyordu. Eskisinden daha bulanıktı her şey. Dallı yolları ne ilerisi ne de gerisi kalmıştı artık. En son gördüğü sonsuz griliğin ortasından geçen kızıl nehirdi.
İstanbul 2006
..
gri bulutlar sarmış göğü
neredesin selvi
bir tutam yıldızdın önceleri
toprağın üstünde
yorgun yapraklar gibisin
gri bulutlar sarmış göğü
neredesin selvi
..
Yağmurları severim ben en çok
Gürültülü yağan yağmurları
İçimdeki sessizliği bastıracak kadar
Gri bir gökyüzünün altında
Yalnızlığın ve mutsuzluğun rengi gri
O gökyüzünün altında
..